11 Mayıs 2018 Cuma

2019’da ekonomiye IMF programı… - KORKUT BORATAV

IMF Raporu, 2017’de ekonomiyi aşırı ısındıran genişleyici maliye ve para politikalarına bu yıl son verilmesini ısrarla öneriyor. AKP iktidarı ise, nisan ve mayısta teşvik, transfer, ikramiye öğelerinden oluşan iki genişletici seçim paketi daha ilan etti.


Türkiye’de finansal gerilim martta başladı; mayıs başında döviz fiyatları ve piyasa faizleri bir krizin ön-koşullarını düşündüren boyutlara tırmandı.
“Yükselen piyasa ekonomileri”nden de hızlı fon çıkışları başlamış durumdadır. Batı finans basını, bu olumsuz dalganın sürekli olup olmayacağını tartışmaktadır; ama, bir konuda teşhis birliği içindedir: Yükselen piyasaların kırılgan, zayıf halkalarının sert etkileneceği bir ortam oluşmuştur.


“Hangi ülkeler?” sorusuna verilen yanıtların tümünde (Arjantin, Güney Afrika, bazen Rusya ile birlikte) Türkiye yer almaktadır.

IMF’nin Türkiye raporu
Kötü bir haber daha var: IMF’nin Türkiye için hazırladığı 2018 ekonomik raporu, Nisan 2018’de yayımlandı ve yukarıdaki olumsuz teşhisleri doğruladı. (Bu belgeye IMF web sitesinden Turkey: 2018 Article IV Consultation başlığı altında ulaşılabilir. Bu tür raporlar IMF’nin Ana Sözleşmesi, Madde IV gereği tüm üyeler için düzenlenir.)

Rapor, mayıstaki finansal çalkantıdan önce kaleme alınmıştır: IMF uzmanlarının Türkiye’deki çalışmaları şubatta son bulmuş; Rapor 16 Mart’ta tamamlanmış; IMF Yürütme Kurulu tarafından da görüşülmüş ve 30 Mart’ta onaylanmıştır.

IMF Raporu, mart ortamındaki ekonomik sorunlara karşı politika önerileri içermektedir. Bir IMF anlaşması söz konusu olmadığı için önerilerin pratik geçerliliği yoktur; ama bunlar yakın gelecek için önem taşıyabilir. Diyelim 2019’da patlak veren bir finansal kriz, Türkiye’nin IMF ile bir kredi anlaşmasını gündeme getirse, bu belgedeki öneriler stand-by programının “yumuşak” ipuçlarını vermektedir. “Yumuşak” diyorum; zira bunalım ortamı Mart 2018’den çok daha ağır olacaktır. IMF’nin kriz reçetesinin de nisan Raporu’ndan daha katı olması beklenir.

IMF’nin Türkiye teşhisleri
Rapor’un Mart 2018’deki ekonomik sorunlarla ilgili teşhisleri özgün değildir; Türkiye iktisat çevrelerince yapılmış tespitlerin bir bölümü tekrar edilmiştir:  Kamu maliyesinin beslediği ve gevşek para politikalarıyla desteklenen iç talep artışları, ekonomiyi 2017’de aşırı ısındırmış; enflasyonun ve cari açığın artmasına yol açmıştır. Konut ve inşaat sektörlerinde aşırı üretim söz konusudur. Bugünkü finansal kırılganlıklar sürdükçe genişletici maliye ve para politikalarında ısrar etmek sonuçsuz kalır; tehlikeli olabilir.

Büyüme sürecini kısıtlayan kırılganlıklar nelerdir? Çeşitli vesilelerle kullandığımız, açıkladığımız göstergeler, bu kez IMF tarafından tekrarlanıyor (ss.18-20):
Yıllık dış finansman gereksiniminde artış: 2018’de 229 milyar dolar, milli gelirin %25’i. Bu sayılar iki yıl içinde 270 milyarı aşacak; %27’ye yaklaşacaktır.
Dış finansmanda “sıcak”, istikrarsız kalemlerin artan önemi: Dolaysız yabancı yatırım girişleri millî gelirin yüzde 1’inin altına düşmüştür ve bu gerileme endişe vericidir.
Net uluslararası yatırım pozisyonun sürekli bozulması ve “eksi” yüzde 53 ile benzer ülkelerden çok daha kötü duruma gelmesi: Şirketlerin net döviz açığının da artması, pahalılaşan dövize karşı reel ekonomiyi kırılganlaştırmaktadır.
Artış eğilimi gösteren cari işlem açığının 2017’de yüzde 5,5’e çıkmış olması. Bu oran, Türkiye ekonomisinin temel göstergeleriyle uyumsuzdur; sürdürülemez.
Dış borç / millî gelir oranı: 2018’de yüzde 54’ü aşmıştır; bu civarda kalırsa sürdürülebilir. Ne var ki, sert bir devalüasyon veya petrol fiyatlarında hızlı artışlar dış borç oranını yüzde 80’in üzerine çekecek; her yıl “döndürülmesi” gereken borç stokunu sürdürülemez düzeye çıkaracaktır. Bankaların dış borçlanması, TL kredilerini şişirmiş; kredi/mevduat oranını yüzde 123’e ve riskli konuma sürüklemiştir.
Rezervlerin yetersizliği: TCMB brüt rezervlerinin kısa vadeli yükümlülüklere oranı yüzde 82’ye düşmüştür. 2017’de yüzde 17 oranında eriyen net rezervler bakımından Türkiye “benzer” ekonomiler içinde en zayıf durumdadır.
Rapor, kırılganlıkların kaynağını belirlemekten kaçınıyor. Zira, bu tür bir açıklama, 1998-2008 arasında Türkiye’de çeşitli iktidarlar (son olarak da AKP) tarafından kesintisiz uygulanan IMF programlarının ağır sorumluluğunu ortaya çıkaracaktır. Defalarca tartıştığım bu teşhise burada değinmekle yetiniyorum.
IMF Raporu, bu ekonomik “arızalara” bir siyasî öğe de eklemektedir: “Bir devlet bankasının üst düzey yöneticisi aleyhinde bir ABD mahkemesince verilen suçluluk hükmü, itibar ve finans riskleri oluşturmaktadır” (s.8).

Sonuç: Olası bir kriz mi?
Rapor, şu sonuca ulaşıyor: “İleri ekonomilerde para politikalarının [politika faizlerinin] normalleşmesi veya yükselen piyasalarda artan risk primi dış finansman maliyetini yükselttiğinde Türkiye ekonomisi bu kırılganlıklar nedeniyle daha da kötü etkilenecektir.”

Rapor’un kaleme alındığı tarihte (16 Mart’ta) yükselen piyasalara dönük risk primi, “normal” seyretmekteydi. Bir buçuk ay sonra, risk iştahı düştü; dış finansman maliyetleri her yerde artmaya başladı. Türkiye’nin maliyetleri, kırılganlıkları nedeniyle fazlasıyla tırmanmaktadır.


IMF Raporu, 2017’de ekonomiyi aşırı ısındıran genişleyici maliye ve para politikalarına bu yıl son verilmesini ısrarla öneriyor. AKP iktidarı ise, nisan ve mayısta teşvik, transfer, ikramiye öğelerinden oluşan iki genişletici seçim paketi daha ilan etti. 2019’a girerken Türkiye ekonomisi daha da “ısınmış” olacak; finansal sistem aşırı zorlanacaktır.

IMF Raporu’na göre, “Türk finansal piyasaları uluslararası yatırımcıların hissiyatına karşı aşırı duyarlıdır.” Aşırı ısınma tespitleri, bu “hissiyatı” fazlasıyla ve olumsuz doğrultuda etkilerse, Türkiye’den hızlı sermaye çıkışları beklenir. O zaman, 2019’da iktidarda kim olursa olsun, IMF’ye kredi talebiyle yönelmek, pratik bir seçenek olarak gündeme gelecektir. Bugünlerde Arjantin, benzer nedenlerle IMF’ye başvurmuştur.

IMF, 2019’da Türkiye’ye ne türden bir politika paketi önerecektir? İpuçları Nisan 2018 Raporu’nda yer alıyor.

2019 için IMF programı
Rapor’daki politika önerilerini gözden geçirelim. Olası bir 2019 kredi anlaşmasına ışık tutulmaktadır.
Maliye politikasında, geleneksel kamu açığı oranlarında sert daralma öneriliyor: Faiz dışı kamu fazlası 2018’de (yüzde olarak) eksi 1,5’tir, 2019’da artı 0,5’e dönüşmelidir. Önerilen kemer sıkma, milli gelirin yüzde 2’sine ulaşıyor. Kamu harcamalarında bu boyutta bir daralma, (Keynesgil katsayısının büyüklüğüne göre) daha yüksek oranlı bir küçülme ile sonuçlanır.
IMF Raporu, ısrarla Kamu-Özel Ortaklığı ve Varlık Fonu uygulamalarında, hesap vermede, denetimde berraklık talebine bulunuyor. AKP iktidarının cilalı kamu hesaplarına “yeter!” diyor. Açıkça ifade ediyor ki, AKP’nin “kamu maliyesinde güçlükle kazandığı itibar” israf edilmiştir. Altyapı yatırımlarında kamu yükümlülüklerini gizleyen garantilerin ve Varlık Fonu’nun tasfiyesi gündeme gelebilecektir.

Para politikasında TCMB özerkliği ve etkili parasal daralma vurgulanıyor. Katı enflasyon hedeflemesi sürdürülüyor; geç likidite penceresi faiz oranının 1-3 puan arası (yani yüzde 14,5-16,5’e) artırılması öneriliyor.

Son olarak, örgütlü işçi sınıfına husumetin simgesi olan “işgücü piyasasının esnekleşmesi” önerileri somutlaştırılıyor: Kıdem tazminatının reformu [yani tasfiyesi], asgari ücretlerin ve memur maaşlarının enflasyona endekslenmesine son verilmesi, geçici istihdam uygulamalarının yaygınlaştırılması, gönüllü özel emeklilik sisteminin zorunlu hale getirilmesi…

Olası bir finansal kriz ortamına girildiğinde makro-ekonomik yaklaşım nasıl olmalı? Bu kritik soruya Nisan 2018 Raporu, basit bit yanıt veriyor: “Ağır riskler gerçekleşirse, politika faizi yükseltilmeli; döviz kurunun değer yitirmesine izin verilmeli ve otomatik istikrarcılar [yani piyasa] kendi haline bırakılmalı.” (s.14). Kısacası, kemer sıkma hamlesinden sonra krizin seyrini piyasaya teslim edin; sorunlar kendiliğinden çözülür…

Ya IMF ya radikal seçenek
IMF raporu, 2019’da Türkiye için gündeme gelebilecek neoliberal bir istikrar programının ana öğelerini içeriyor. Ekonominin küçülmesi hedeflenmektedir; emeğin geçmiş kazanımlarının son kalıntıları da tasfiye edilecektir.

IMF programına mahkûmiyetin alternatifi yok mudur?

“Radikal” bir alternatif vardır. Bu seçenek, dış borçların önce askıya alınmasını; sonra da dramatik boyutta hafifletmeyi hedefleyen bir pazarlık içeriyor. Türkiye ekonomisi küçülürken dahi dış açık vermektedir. Bu nedenle, sermaye hareketlerinin katı denetimi; belki de döviz hesaplarının TL’ye çevrilmesi gerekir. Borçlanmaya dayalı tüketim artışları bir süre frenlenmelidir.
Bunlar, geniş bir halk sınıfları koalisyonunun iktidarı ile mümkün olabilir. Ne var ki bugünkü Türkiye koşullarında mavi ve beyaz yakalı işçi sınıflarının, köylülüğün ve küçük burjuvazinin diğer katmanlarının böyle bir program etrafında toplanma olasılığı yoktur.

Bu durumda bir 2019 krizi patlak verirse IMF’ye mahkûmiyet kesindir. Tek iyimser olasılık, finans kapitalin “risk iştahı”nın (ve sıcak para girişlerinin), Türkiye gibi aşırı kırılgan ülkeler için dahi aniden canlanıvermesi; son yılların dış ekonomik ortamının geri gelmesidir.

Haziranda iktidar el değiştirirse, bölüşüm politikalarında ılımlı, sınırlı iyileştirmeler mümkün olabilir. 

O kadar…

Korkut Boratav / BİRGÜN

Öğretmen cumhurbaşkan(lar)ı - ÜNAL ÖZMEN

En politik meslek hangisidir sorusunun yanıtı tereddütsüz öğretmenliktir. Öğretmen politik olmasa da mesleğin kendisi politik; çünkü bu meslek soruya yanıt arıyor. Öğretmenlik politik bir meslek olmasına rağmen öğretmeni siyasetin kurucu kadroları arasında pek göremeyiz. Emekli olmadan siyaset yapması yasak bu yoksul mesleği, öğretmenlerin, serbest meslek erbabı siyaset cambazlarının işçileri olarak kalmalarını sağlıyor.

Erdoğan, Muharrem İnce’ye “gariban” derken tüccar Cumhurbaşkanı’nın karşısına aday olarak bir öğretmenin çıkmış olmasını kastediyordu. Cumhurbaşkanlığını bir öğretmene yakıştıramadı. Babası tekne sürücüsü olan birinin, babası kamyon sürücüsü olan birini aşağılamasının hadsizlik olduğunu bilir herhalde. Eminim, öğretmenler bunun hesabını soracaktır Erdoğan’a…
Muharrem İnce, serbest öğretmen (dershane öğretmeni) olduktan sonra siyasete atılıyor. 16 yıldır milletvekili, fakat vekilliği sona erdiğinde tekrar öğretmenliğe dönecekmiş gibi öğretmenlikten kopmadı. Öyle ki İnce Meclis’i okul, kendini öğretmen sanır; yeri geldikçe üstüne basa basa öğretmen, hatta fizik öğretmeni olduğuna atıf yapmasını mesleğine olan düşkünlüğüne bağlarım.

Muharrem İnce, grup başkanvekili ve daha sonra genel başkan adaylığına kadar CHP’nin eğitim komisyonu üyesiydi. Diğer üyelerin hakkını yemeden belirtmeliyim ki o dönem CHP’nin eğitimde en etkili dönemiydi. Eğitimle ilgili yasama faaliyetlerine hazırlanırken birçok kez birlikte çalışmış biri olarak, ihtiyacı olan bilgiyi kimdeyse almasını bilen biri olduğunu söyleyebilirim. Eğitim komisyonundayken dönemin eğitim bakanı Hüseyin Çelik’in kâbusuydu; bir haftalık performansına bakacak olursak şimdi de Erdoğan’ın kâbusu olacak gibi…

Öğretmenlerin; performanslarına göre değerlendirilmelerine, ücretli/geçici/süreli çalıştırılmalarına, eğitim içeriklerinin (öğretim programları, ders kitapları, değerlendirme ve sınav yöntemleri gibi) hazırlanmasından dışlanmış olmalarına itirazı var. İnce, öğretmenlerin bu ve benzer sorunlarına anlamlı ve güvenilir yanıtlar verebilecek kavrayışa sahip bir aday. İnce ile öğretmenliğin yeniden saygın bir meslek olması ise bonusu olur.

Kemal Kılıçdaroğlu, grup toplantısında ‘vatandaşlara, öğretmenlere, velilere sesleniyorum. İnce'ye sahip çıkmak zorundasınız’ derken Muharrem İnce’yi, yirmi milyon öğrenci ve velisinin arayışına partisinin eğitim vaadi olarak sunuyordu. Erdoğan eğitim konusunda ne denli zayıf, yetersiz ve hatta zararlı bir politikacıysa, İnce o denli güçlü, yeterli ve yararlı olur.

Muharrem İnce, bir öğretmen olarak işçi sendikalarını ziyaret ettiği gibi eğitim sendikalarını da ziyaret edip eğitimin niteliğini yükseltecek stratejisinin ana hatlarını öğretmenlerle paylaşmalıdır. Öğretmenler ise bir meslektaş dayanışmasına dönüştürmeden hem toplumun hem mesleklerinin sorunlarına çare üretecek biri olarak İnce’den desteklerini esirgememeli.

Cumhurbaşkanı olursa Muharrem İnce’nin neyi, ne kadar başardığını zamanla göreceğiz ama bir öğretmenin cumhurbaşkanı olmasının toplumun kendine saygı duyan biriyle buluşması olacağını söyleyebilirim. Bildiğim iki örnek bu öngörümü doğruluyor: Biri Kanada Başbakanı öğretmen Justin Trudeau, makamına bisikletle gidip geliyor hem de korumasız. Diğeri “5 Eylül Öğretmenler Günü olarak kutlansa bu benim kendi gurur ayrıcalığım olur” demesine rağmen doğum günü de öğretmenler günü olarak kutlanan 60’lı yılların Hindistan Cumhurbaşkanı öğretmen Sarvepalli Radhakrishnan…
Her cumhurbaşkanının öğretmenliğe heveslendiği bir dünyada, neden bir öğretmen cumhurbaşkanı olmasın…

Ünal Özmen / BİRGÜN

Denize düşenin sarıldığı yılan: Mahathir Muhammed - MUSTAFA K. ERDEMOL

Derslerle dolu bir seçim zaferi bu aslında. Öncelikle belirtelim ki Batı’nın Ilımlı İslam’a örnek gösterdiği Malezya’daki İslamcı hükümet çöktü. Onu çökerten de şimdi göklere çıkartılan Mahathir Muhammed değil. Ülkeyi islamileştiren tüm politikaların uygulayıcısı olan bu yaşlı politikacı zaferi içinde olduğu merkez sol eğilimli Umut İttifakı sayesinde kazanabildi. İslamcı iktidarı alaşağı eden Umut İttifakı’dır. Umut İttifakı’nın neden Muhammed’i aday gösterdiği ülkedeki çok etnikli, çok mezhepli yapıyla ilgili, dolayısıyla bu ayrı bir yazının konusu. Şu söylenebilir, Mahathir Muhammed, ılımlı ya da şiddetli ne tür olursa olsun İslamcılıkla asla bir zafer elde edemezdi, bu tür figürlerin solun en hafifine bile muhtaç olduğunu gösteren iyi bir örnektir Muhammed. Bizdeki Temel Karamollaoğlu’nun son zamanlarda sol söyleme sarılması boşuna değil, eklemiş olayım.

Sol Eğilimli Umut İttifakı, Mahathir Muhammed’e eski yanlışlarını elbette tekrarlatmayacak bu kesin, Malezya halkı İslamcılıktan çok çekti. Yolsuzluk, hırsızlık, adam kayırma toplumu içten içe kemirdi. Yine belirtelim 60 yıllık sağcı Ulusal Cephe iktidarı, 2005’ten başlayarak İslamcılaştırdı ülkeyi,13 yıllık bir süre yani. Ülke öyle söylendiği gibi yüzde 60’ı Müslüman bir ülke de değil, Müslümanların oranı yüzde 45. İslamcılaştırmanın nasıl bir baskıyla gerçekleştirildiği bundan da anlaşılabilir.


92 yaşındaki Umut İttifakı lideri Mahathir Muhammed 2016 yılına kadar Ulusal Cephe’nin, ki 13 partili bir koalisyondur bu, üyesiydi. İktidarın bulaştığı yolsuzluklardan ötürü ayrıldı sonra. 1981’de başbakan oldu, 2003’e kadar bu görevde kaldı. Hakkını teslim edelim, Başbakanlığı sırasında ülke dış politikasını bağımsızlaştırdı. Bosna Savaşı’nda, Bosna’ya uygulanan silah ambargosuna karşı çıktı, ama 2005’de daha da yoğunlaşacak olan İslamileştirme politikaları onun döneminde başladı. Recep Tayyip Erdoğan’ın da yakın dostudur bu arada.

Uzun yıllar yardımcılığını yapan, şimdi devirdiği Necip Rezak, daha önce yapılan seçimlerde aslında kaybetmesine rağmen, kendi getirdiği seçim sistemi sayesinde hep “kazanan” oldu. İslamcılar bu tür “seçim oyunlarını” bilir, malum. Devletin tüm araçlarını seçimlerde kendisi için kullandı. Devletin ajansını, televizyonunu, yandaş medyayı hepsini. Ama bu son seçimde fark o kadar büyüktü ki, hiçbir seçim hilesi ya da oyunuyla üstü kapanacak gibi değildi. Kaybetti. Halk T A M A M deyince oluyor demek ki.

Necip Rezak yönetimleri boyunca ülkede enflasyon bir türlü dizginlenemedi, vergiler yükseltildi. Üstelik Rezak’ın kendi cebine 700 milyon dolar indirdiği iddia edildi. Tüm bunlar ülkede artık “T A M A M” rüzgarlarının esmesine yol açtı. Geçen yıl ülkenin bütün büyük kentlerinde Rezak karşıtı gösteriler gerçekleştirildi.

Mahathir Muhammed, hem İslamcı iktidardan bıkan İslamcıların üzerinde birleştiği “milli kahraman” karakterinden, hem de İslamcı iktidarın tahribatını giderecek yeni hükümetin uygulamalarındaki yumuşak geçişi sağlayacak deneyiminden ötürü Umut İttifak’nın adayı oldu.

Başbakanlığı sırasında ağzından İslamcılığa ilişkin tek bir laf çıkarsa “getirdikleri gibi götürürler.” Boşuna T A M A M demedi Malezyalılar.

 MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Sınırın dibinde yeni kurban!.. - MEHMET FARAÇ

Bilmeyenler zanneder ki; hakça paylaşım, adil düzen, topyekûn müreffeh toplumlar, sağlıklı gelişen ülkeler, savaşsız coğrafyalar ve huzurun adıdır o emperyalist söylem...

Her zaman sömürülmeye müsait kimi gafiller de ezelden beri sanıyor ki, o çakma düzen gelince, tüm dünya güllük gülistanlık olacak, devletler huzura erecek ve tüm uluslar da çok mutlu yaşayacak...
Oysa elin yabancısı bizde olduğu gibi gelecek hedeflerini "beş yıllık kalkınma planı" üzerinden yapmadığı için, 50 yıl öncesinden dizayn etmeye çalışıyor küresel düzeni...

Sakın yanlış anlaşılmasın; Söz konusu 50 yıllık sinsi plan, emperyalizmin kendi rotasını çizeceği, geleceğini kararlaştıracağı bir yapılanmanın adı değil, tam aksine mazlum, sahipsiz ve güçsüz ülkelerin rant uğruna şekillendirilmesi hedefinden ibarettir...

Velhasıl, "yeni dünya düzeni" diye bir şey tutturmuşlardı ya, ondan söz ediyoruz işte... Süre de 50 yıl olduğu için siz başlangıcı 1979-1989 arasındaki Afgan-Rus savaşından itibaren de alabilirsiniz...
Zaten Türkiye'nin çevresinde, El Kaide ve IŞİD gibi Selefi terörizmin türevlerinin temellerinin de atıldığı zamandır o kaos zamanı... Baştan söyleyelim, işte buraya çok dikkat edilmeli!!!

Yani, başta Orta Doğu ve Kuzey Afrika olmak üzere, geri bırakılmış coğrafyaları, bizzat kendi içlerinden çıkan sözde "şeriatçı"- dinci gruplar eliyle birbirine düşürme planının temelleri işte o zamanlarda atılıvermişti...

İşte bu yüzden dünyaya çekidüzen vermenin, kainatı zapturapt altına almanın, milletleri kargaşa ve kanla korkutmanın, ülkeleri böl-parçala-yönet zihniyetiyle işgal etmenin, durup dururken, hem de "bahar" adı altında iç savaş çıkartmanın ve tam da kaos sürerken yeraltı kaynaklarını yağmacılar gibi pay etmenin kirli adıdır "yeni dünya" düzeni...

                                                                          ***
Sömürünün kukla bekçileri!..
Afgan-Rus savaşının başlangıcının üzerinden neredeyse 40 yıl geçmiş... Rusya bugün ABD'ye bile kafa tutan ve Suriye üzerinden Orta Doğu'da da etkili olmaya çalışan bir süper devlet...
Peki, bir zamanların laik devleti Afganistan'a ne demeli?..

Ne yazık ki orası ise gericilik ve bağnazlığın terörizminde, kan deryasına karşı kürek çekmeye devam ediyor... Heyhat, o kürek uygarlık kayığını hep geriye götürüyor!!!

İşte bu 40 yıl içinde "Birinci Körfez Savaşı" diye adlandırılan Irak-İran çatışması da ortaya çıktı ki, Afganistan'daki savaştan da soyutlanamaz onun gerekçesi...

1980-1988 yılları arasında, Orta Doğu'daki iki büyük ülkeyi kan gölüne çeviren o savaş da ne yazık ki pusuda bekleyen emperyalizmin ekmeğine yağ sürdü... Çünkü orada da petrol vardı...
Afgan-Rus ve Irak-İran savaşları demişken, 1990'da Irak'ın Kuveyt'i işgaliyle körüklenen "Körfez Savaşı", temelleri Afgan-Rus çatışmasında bizzat Suudi Arabistanlı iş adamı Usame bin Ladin tarafından atılan "Selefi" dinciliğini de zirveye çıkardı...

1990'da başlayan ve Irak'ı daha sonra emperyalizmin ısrarlı kuşatmasına uğratan o savaşın ardından 28 yıl geçmesine rağmen Orta Doğu'da kan durmuyor... Ne yazık bugüne kadar geçen süreçte yalnızca Irak'ta bir milyondan fazla insanın öldüğü varsayılıyor...

İnsanlığın gözleri önünde, 1979'dan bugüne kadar savaşan geri kalmış coğrafyalarda krizlerin çoğu diplomatik anlaşmazlıklara bağlansa da, dünyanın jandarması geçinen süper devletlerin bu savaşlarda parmağı olduğuna ilişkin kuşkular hiç bir zaman bitmedi ve belki de hiç bitmeyecek...
Çünkü Afgan-Rus, Irak-İran savaşları ve Kuveyt-Irak çatışmasının sonuçları ne yazık ki başta ABD olmak üzere Avrupa ülkelerine, yani sömürgeciliği meslek edinmiş emperyalizmin jandarmalarına yaradı... Yalnızca onlar nemalandı bu kargaşalardan ve onların "lider" diye görevlendirdiği kukla bekçileri!..
                                                                           ***
İran boyun eğer mi?..
Evet; konu işgal, iç savaş, petrol rantı ve her yerde yağma olunca, Orta Doğu'da savaş bitmez ve gidişattan da belli ki hiç bitirilmeyecek!..

Hele o coğrafyada gericilik, aşiretçilik, krallık ve şeyhlik kurumları ezeli hükümdarlıklarını sürdürme uğruna her şeyi mübah saydıkça da, hiç sonlanmayacak savaşlar, huzur göremeyecek masum insanlar...

İşte yazının başından itibaren dikkat çektiğimiz Afgan-Rus savaşından bu yana, aradan 40 yıl geçmesine rağmen Orta Doğu'da, Afrika'da ve çevresinde kriz de bitmiyor, savaşlar da...
Baksanıza; Irak'tan sonra Kaddafi'yi de IŞİD kafasına teslim ederek kendi yurttaşlarına linç ettiren barbar işgalcilik, vakit geçirmeden Suriye'ye çöreklendi ve orada da 6 yılı aşkın süredir kan akıtmaya devam ediyor...

Emperyalizmdir bu, bir dalı tutmadan diğerini bırakmayan iştahlı maymunlar gibi bir yandan Suriye'deki kan kazanını karıştırırken, diğer yandan da kendine yeni "kurban" arayışına girişiverdi...
Aslında çok eskiden başlamıştı bu arayış ve önceki gün kargaşa potansiyelinin yeni manzarası dünyanın jandarması tarafından hedef tahtasına konuluverdi...

Irak ve Suriye'deki gibi "kimyasal" yalanları yetersiz kalmış olmalı ki, bu kez "nükleer" gerekçesiyle rest çekildi yeni kurbana!..

Yani, özellikle İsrail'in huzuru için, oldum olası hedefte olan, ancak ihtiyatlı davranılan İran'a...

                                                                            ***
Molla, tehdit ve ihtiyat!..
Özetle; yine sinsi bir operasyon hazırlığı var memleketimizin yanı başında... Tıpkı eskisi gibi... 40 yıl öncesinde olduğu gibi yine bir işgal ve iç savaş tezgahı!..

Baksanıza; ABD Başkanı Donald Trump, 2015'te, Barack Obama döneminde, İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin'in de imzaladığı "nükleer" anlaşmadan tek taraflı olarak çekileceğini duyurdu...
Trump, "Bu utanç verici anlaşma barış getirmedi... İran'a en üst düzeyde yaptırımlar uygulayacağız" dedi ve Tahran yönetimini "terörist devlet" olarak nitelendirmekten de geri durmadı...

Trump, hükümet üyeleriyle yaptığı bir toplantı sırasında kendisine, "Eğer İran nükleer programını yeniden başlatırsa ne yapacaksınız" diye sorulduğunda da, şu yanıtı verdi:
"İran nükleer programını yeniden başlatırsa çok ciddi sonuçları olur; İran müzakere edecek ya da bir şeyler olacak!!!"

Lafı fazla uzatmayalım; İran'ın hedef tahtasına konulacağı, Tahran ve çevresinde, geçen yılın Aralık ayında başlayan ve bu yılın Ocak ayına kadar devam eden gösteri ve ayaklanmalarla duyurulmuştu zaten...

Trump, İran'da bir kargaşa potansiyeli görmüş olmalı ki, Arap Baharı'nın yönünü Tahran'a çevirdi!!!
Bakalım emperyalizm bu zorlu hedefe karşı yine ihtiyatlı mı davranacak, yoksa Orta Doğu'ya son darbeyi vurmak için bir kez daha gözünü mü karartacak?..


Mehmet Faraç / YENİÇAĞ

10 Mayıs 2018 Perşembe

Rüşvetle seçim kazanmak - KADİR SEV

Çok hareketli ve heyecanlı günlerden geçiyoruz. Erken seçim, ittifaklar, sandık tahminleri, YSK’nın maceraları, Cumhurbaşkanı adaylarının kimlikleri, seçim rüşvetleri ve Tayyip Erdoğan’ın sağa sola savurduğu hakaretler…

Toplumun ateşi yavaş da olsa yükseliyordu. Ama birden bire beklenmedik bir gelişme oldu ve ivme kazandı. Twitter’da 100 bin hedefiyle başlatıldığı söylenen “TAMAM” kampanyası, birkaç saat içinde 1 milyonu aştı. Kimi haber sitelerine göre 2 milyonun üzerinde paylaşım yapıldı; Facebook ve instagram da katılırsa 5 milyonu aştığını iddia edenler var.

“Gezi” de böyle başlamıştı.

Olaylar sosyal medya ile sınırlı kalır mı bilinmez ama TAMAM yürüyüşlerine ilişkin bilgiler geliyor.

Bütün bunlar olurken, köklü üniversiteleri bölen tasarı, gece yarısı saat 0,29’da kabul edilerek yasalaştı. Nedendir bilinmez; AKP kadroları, tam da seçim arifesinde, oy yitirmeyi göze alıp üniversiteleri böldü.

Tasarı daha Meclise sunulduğu gün, öğretim üyeleri, görevlileri, öğrencileri ile çalışanları tepkilerini göstermişler ve toplumun ilgisini çekmeyi başarmışlardı. TAMAM kampanyasını sokaklara çıkarak ilk kez onlar başlatmıştı.
Bütün bunların yansımaları olacaktır.

                                                                 ***

Her burjuva iktidarı gibi AKP’nin de temel görevi, sermayenin çıkarlarına hizmet etmektir. Bu görevini de yıllarca başarıyla yürüttü. Ama artık zorlanıyor. Dünya giderek ısınıyor ve kadroları, karmaşıklaşan ilişkileri çözümleyip tavır belirleyebilecek düzeyde değil. 
Taşıyamıyorlar.
Ülkenin hangi kampta yer alacağı kararını siyasal iktidarlar verir ama, asıl belirleyici olan, sermaye sınıfı ve onların ticari ilişkilerinin yönüdür. Sermayenin bileşenleri arasında belirgin bir oydaşma görülmüyor. Bu nedenle hem AKP, hem de sermaye kesimi yalpalayıp duruyor. Kim paranın ucunu göstermişse onun peşine takılıp gidiyorlar.
Bir yandan Akkuyu’da nükleer santral, bir yandan NATO; AB’den kopmamaya çalışırken, bölgede ağabeyliğe oynamak… Bu işleri belki büyük devletler başarabilir. Türkiye öyle değil!

Paniklediler, yurt içinde de yurt dışında da güvenilir olma özellikleri zedelendi. Kimi ülkelerde henüz itibar görüyor olsalar da bunu neye borçlu olduklarını bilmiyoruz. Nereye giderlerse patronları da alıp götürüyorlar ve onlarca sözleşme imzalayıp dönüyorlar.
Ülkeye verdikleri zararın büyüklüğünü, hasar tespiti yaparken göreceğiz. Neyse ki, o günlerin yaklaştığı anlaşılıyor. 

                                                                 ***

AKP kadroları şaşkın, seçim rüşvetleri dağıtarak günü kurtarmaya çalışıyorlar. Onun da sınırlarına gelindi; etkisini yitiriyor. Daha çok işçi çalıştırsınlar diye patronlara verilen paralar, patronların cebine gidiyor. Neredeyse vergi alınmıyor, üstelik toplanan vergiler onların şirketlerine boca ediliyor; Ülkenin bütün zenginlikleri, hizmetlerine sunuluyor.
AKP, son 6 yılda; “vergi barışı… alacakların yeniden yapılandırılması…” gibi adlarla  af niteliğinde 6 yasa çıkardı. Milyarlarca lira kamu alacağından vazgeçti. Şimdi de seçim rüşveti niteliğinde bir af yasası daha görüşülüyor.

Tasarı, bugüne değin Meclise getirilmiş olanların en kapsamlısı. 120 milyar lirası vergi; 64 milyar lirası SGK Primi olmak üzere 184 milyar lira kamu alacağı yeniden yapılandırılacak.

Milyarlarca lira kamu alacağından vazgeçilmesinin amaçlandığı tasarı komisyonda 4 Mayıs günü birkaç saat içinde kabul edildi. Bugün ya da yarın Genel Kurulda görüşülecek. Herkes seçim girdabında, kimsenin dönüp bakmaya mecali yok.
Patronlar zaten vergi ödemiyor. Bankadan %20 faizle kredi alacağına, Devletin parasını kullanıyor. Bedava çünkü. Nasıl olsa her yıl bir af yasası çıkarılıyor.

2016 yılında 120 milyar liralık bir af paketi kabul edilmişti. 2018 yılında ise 184 milyar liralık bir paket daha getirildi. Patronlara yalnızca iki yılda getirilen çıkarın parasal tutarı 300 milyar lira ediyor.

Patronlara tanınan vergi çıkarı bununla kalmıyor. Komisyon Raporundaki bilgilere göre; çıkarılan yasalarla teşvik vb yollarla; 2017 yılında 102; 2018 yılında ise 132 milyar lira vergi patronlara bağışlanıyor. Bu sayıları topladığınızda 500 milyar lirayı aşıyor.
İktidarda kalmaları için bunlar yetecek mi? 
Göreceğiz.

Kadir Sev / SOL

Dolar neden değerleniyor? - ASLI AYDIN

Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor: Ülkemiz ekonomisi, yapısal özellikleri gereği, döviz hareketleri karşısında oldukça kırılgan, kur oynaklığının oldukça yüksek olduğu bir ülke. Ve kendiliğinden de bu hale gelmedi… Üretim alanları yok edildikçe, dışa bağımlılık ve dış borçlar arttıkça adım adım, göz göre göre bu noktaya geldi.

Türk Lirası, Nisan ayının sonundan bugüne yani yaklaşık bir 10 günde yüzde 7 değer kaybetti. TL’nin değer kaybetmesi, ithalat ve enerji maliyetlerinin, dolayısıyla üretim maliyetlerinin artmasına, döviz borçlarının tırmanmasına, enflasyon ve cari açığın yükselmesine neden oluyor. Dolar kurunun yükselmesiyle birlikte Merkez Bankası, bu yükselişi frenleyebilmek için faizleri yukarı çekme eğilimine giriyor. Yani ülkenin gelirinden daha büyük bir pay, küresel finans sermayesini ülkeye çekebilmek için kullanılıyor.

Son haftalarda dolar kurundaki artışın spesifik nedenleri var elbette. Dolar, gelişmiş ve gelişmekte olan ülke para birimleri karşısında değerleniyor. ABD ekonomisinde işsizlik verilerinin olumlu gelmesi, bu sinyallerin ardından Fed’in faiz artışını kapsayan sıkı para politikasına yoğunluk vereceğini belirtmesi, Trump’ın İran’la nükleer anlaşmasından çekilme kararı ve bunun petrol fiyatlarına olumsuz yansıması, doların tüm dünya genelinde değer kazanmasının başlıca nedenleri arasında sıralanabilir.

Peki, Türk Lirası neden değer kaybediyor?

İşte burası zurnanın zırt dediği yer. Burada, TL’nin hareketine yakından bakıldığında, doların dünya genelinde değerlenmesinden muzdarip bir ülke açıklaması, bu hareketi tanımlamak için oldukça yetersiz kalıyor. Diğer bir ifade ile dış gelişmelerden etkilenen, edilgen bir ekonomi tablosundan farklı bir resim karşımıza çıkıyor. Bu resimde, dış gelişmelerle birlikte iç dinamiklerin, ekonomide büyüyen girdapların neden olduğu bir değer kaybı hikayesi yer alıyor.

Çünkü TL, sadece dolar karşısında değer kaybetmiyor. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin birçoğunun para birimleri karşısında değer kaybediyor. Kırılgan ülke liginden bakıldığında, Brezilya Reali, Güney Afrika Randı, dışarıdan bakıldığında Rus Rublesi, Euro, Sterlin… vb. birçok para birimi karşısında TL’nin ciddi bir değer kaybı izleniyor.

Türk Lirası, birçok para birimi karşısında değer kaybederken aynı zamanda dolar karşısında yılın başından bu yana en çok değer kaybeden para birimi olarak da öne çıkıyor. Kaldı ki yüzde 15’lerdeki faizi ile Arjantin’den sonra en yüksek faizi vermesine rağmen.

Para birimimizin değer kaybetmesinin nedeni, aslında ülkenin ta kendisi, yani iç ve dış siyasette izlediği yolu, ekonomik risklerinin artık kontrol edilemez hale gelmesi, hala ülkenin OHAL koşulları altında yönetilmesi vb parçaların oluşturduğu bir bütün yapısal sorun yumağı.

Ülke koşullarının artık öyle bir sürdürülemez noktaya eriştiği, sıcak paranın yüksek faize yani yüksek getiri vaadine rağmen Türkiye riskine katlanmak istemediğinden ortaya çıkıyor. Ne borsaya, ne de Hazine kağıtlarına talep var. Piyasadaki karamsarlık, geçtiğimiz hafta iki tekstil firmasının halka arzının geri çekilmesiyle de görünür hale geliyor.

Ortada her yanıyla işlemeyen bir sistem olduğu açık. İşsizlik, enflasyon, gelir adaletsizliği, borçluluk vb reel sorunlar bir yana, bugüne kadar kör topal bu sistemi yürüten mekanizmaların da artık işleyişe yanıt vermediği gözleniyor.

Aslı Aydın / BİRGÜN

Resmileştirilen yalan: “Parlamenter hükümet sistemi yerine cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi-İBRAHİM Ö. KABOĞLU

Başbakan tarafından TBMM’ye 8.5.18’de sunulan 6771 sayılı Kanunla Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Yapılan Değişikliklere Uyum Sağlanması Amacıyla Çeşitli Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Konusunda Yetki Kanun Tasarısı” (30.04.18) ne anlama geliyor?
Kanun yerine KHK düzenlemeleri ile uyum sağlama yolu;
Önce, Anayasa’nın emredici hükmünün ihlali anlamına geliyor.
Sonra, ‘tasfiye’ de Anayasa’ya aykırı yol ve yöntemle kotarılacağı için ‘yeni dönem’in mevzuata ilişkin temeli konusunda fikir veriyor.

Nihayet, ‘yeni dönem’in resmi yalanlara dayandırılacağını gösteriyor.

Anayasa’nın açıkça ihlali
6771 sayılı Anayasa değişikliğine ilişkin Kanun Geçici md.21/A’ya göre,
1) “Bu Kanunun yürürlüğe girmesinden itibaren en geç altı ay içinde Türkiye Büyük Millet Meclisi bu değişikliklerin gerektirdiği Meclis İçtüzüğünü ve kanuni düzenlemeleri yapar”.
2) “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 27’nci yasama dönemi milletvekili genel seçimi ve Cumhurbaşkanlığı seçimi 3/11/2019 tarihinde yapılır.”
3) “Meclisin seçim kararı alması halinde 27’nci yasama Dönemi milletvekili genel seçimi ve Cumhurbaşkanlığı seçimi birlikte yapılır”.

TBMM’de 24/4/18 tarihli seçim kararı, bu anayasal düzenlemeye açıkça aykırı. Altı aylık sürede düzenleme yükümlülüğünü 12 ayda bile yerine getirmeyen Meclis, seçimleri 16 ay öne çekmekte sakınca görmedi.

Anayasal yükümlülüğü yerine getirmemesi, ihmal yoluyla anayasaya aykırılık oluşturmakta; bu ihmali gecikmeli de olsa telafi etme yerine seçimleri yenileme kararı alması, ‘eylemli’ anayasaya aykırılık durumu oluşturmakta.

Anayasa’ya aykırı tasfiye kararnamesi
Yasa tasarısı ile, ‘yasama yetkisi’nin, yani ‘Meclis İçtüzüğünü ve kanuni düzenlemeleri yapma’ yetkisinin, Anayasa md.7’ye aykırı bir biçimde Hükümete devri istenmekte.
Kanun-i Esasi’den bu yana oluşan anayasal kurum ve kurallar ile denge-denetim düzeneğini tasfiye için, ‘ilkeler ve yetki süresi’ başlıklı md.2; Bakanlar Kurulu bu Kanuna göre verilen yetkiyi kullanırken; yürürlükteki kanun ve kanun hükmündeki kararnamelerin 6771 sayılı Kanuna uyumlu hale getirilmesini, kamu hizmetlerinin verimli, süratli ve etkin bir şekilde yürütülmesi ile hizmetin özelliği ve gereklerine uygun düzenlemeler yapılmasını, …” öngörüyor.

Burada, başlıca üç temel sorun öne çıkıyor:
»TBMM, 12 aydır ihmal ettiği ve kullanmadığı yetkisini, Bakanlar Kurulu’na bir ay gibi sıkıştırılmış bir zaman diliminde kullanması için devrediyor. (Haliyle bu yetkiyi, tıpkı OHAL KHK’lerde olduğu gibi fiilen bürokratlar kullanacak).
»TBMM, yetki kanununa dayanılarak çıkarılacak kararnameleri denetleyemeyecek ve yasalaştıramayacak.
»Anayasa Mahkemesi, yetki kanunu ve bu çerçevede çıkarılacak kararnameler üzerinde -iş işten geçmeden- anayasallık denetimi yapamayacak.

Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi: Tam bir yanılsama
Kanun Tasarısı genel gerekçesine göre; “21/1/2017 tarih ve 6771 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile 18/19/1982 tarih ve 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında değişiklik yapılmış ve yapılan değişiklikle, parlamenter hükümet sistemi yerine cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi getirilmiştir”.

Seçimler için en güçlü slogan olarak kullanılan ‘Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ kavramının resmileştirilmesi, gerçek durumu değiştirmez. Çünkü;

»Bir kez, anayasa hukukunda böyle bir kavram yok. Ama olsa da fark etmez; çünkü Hükümeti ortadan kaldırmak, 6771 sy.lı Kanun’un öncelikli amacı.
»Cumhurbaşkanlığı ise, örtülü bir biçimde kaldırıldı. ‘Cumhur’ başkanlığı, ‘parti’ (halkın bir kısmı) başkanlığına indirgendi. Uygulama ise, bunun teyidi.
»Ya sistem? ‘Eşgüdüm içerisinde bulunan kurumlar bütünü’ şeklinde tanımlanan sistem ile 6771 sayılı Kanun düzenlemesi arasında bir ilişki yok. Zira bu metnin özü, kurumlar eşgüdümünü değil, bütün kurumları bir kişinin güdümüne koyma hedefini yansıtıyor. Anayasal düzlemde hukuki öngörülebilirlik ve hukuki güvenlik ilkelerinin ikinci plana atılması da, güdümlü yapıyı pekiştiriyor.

Özetle, hükümetin, cumhurbaşkanlığının ve sistemin olmadığı bir düzenlemeyi, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi olarak adlandırmak, bir yanılsama, hatta yalanın resmileştirilmesi ötesinde bir anlam taşımaz.

Monokrasinin temel taşları
Yaşadığımız süreç ve değinilen sorunlar, 24 Haziran seçimlerinde ‘Cumhur İttifakı’nın çoğunluğu alması durumunda ülkemizi nelerin beklediğini göstermesi bakımından işlenmeye değer.

»Anayasa değişikliği: TBMM’deki oylama şeklinden 16 Nisan halkoylamasına kadar ‘meşru olmayan’ bir süreç.

»Uyum yasaları: Uyum yasalarının çıkarılmaması ve bu görevin Anayasa dışı yol ve yöntemle, yetkili olmayan organlara bırakılması, ‘meşru olmayan’ bir geçiş tarzı.

»Tek kişi yönetimi: OHAL ortam ve koşullarında dayatma yöntemiyle değiştirdiği Anayasa’ya kendilerinin koyduğu bir kurala bile uymayan bir yönetim, meşru olabilir mi? Hele bu, ‘gerçek iktidarın Devlet başkanının iradesine dayandığı yönetim’ (monokrasi) ise!

İBRAHİM Ö. KABOĞLU  / BİRGÜN

‘Çapulcular’ Erdoğan’ın bu kıyağını unutmayacak! - AYŞE YILDIRIM

“Daha çok özgürlük, daha çok demokrasi” diye yutturmaya çalıştıkları seçim manifestosu daha sandığı bile göremeden çöktü. 

Erdoğan“Milletimiz tamam derse çekiliriz” dedi, sosyal medyada yer yerinden oynadı. TAMAM paylaşımlarını anlatmama gerek yok, gördünüz. 


Dünya gündeminde ilk sıraya yerleşti. Haliyle dünya basını bile bu duruma sessiz kalmadı; T A M A M’ı haberleştirdi. 

Daha çok özgürlük vaat eden AKP’nin kurmayları ne yaptı? Özgürlüğünü kullanarak iradesini beyan eden ‘millet’“Klavye kahramanları”, “24 Haziran’da görürsünüz”, “Algı operasyonu” diyerek saldırdı.

“Tamam ne ya” diyen polisler 10 kişiyi gözaltına aldı. 

Dün gazetelere göz atanlar da görmüştür ‘dünyanın en bağımsız medyası’nın halini. 
Elbette ‘Havuz’ ve sonradan ‘Havuz’a dahil olan medyadan söz ediyorum; tık yok. Herkesin gözü önünde cereyan eden haberi atladılar. 

Sadece dört gazete birinci sayfasında yer verebildi T A M A M’a. Cumhuriyet, Birgün, Yurt ve Evrensel. Üçünde manşet, birinde haber olarak yer aldı. 

AKP medyasına göre ise bu bir ‘algı operasyonu’. T A M A M diyenler ‘FETÖ ve PKK’ işbirlikçisi, sahte hesaplar… Falan, filan… Her zaman ki bildik şeyler yani. 
‘Metal yorgunluk’ paçalarından aktığı için kendilerini savunurken bile saçmalıyorlar. Kazdıkları kuyuya hızla yuvarlanıyorlar. 

Baskın seçim yaparak muhalefeti hazırlıksız yakalama planları altüst oldu. MHP ile birlikte seçime girmek için hazırladıkları ittifak yasası, beklemedikleri bir şekilde muhalefetin elini güçlendirdi. 

Yetmedi, bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan muhalefete seçim sloganını hediye etti. Hem de dörtlü ittifakın dışında bırakılan HDP’yi de işin içine kattı ve tüm muhalefeti 
‘T A M A M’da buluşturdu.
 
Bir havuz yazarına göre T A M A M’ın altında ‘İslamofobi’ yatıyormuş. Türkiye’de ‘Erdoğanofobi’ olarak sahneye konuyormuş. Bu ‘yazar’ AKP’nin içinden çıktığı Milli Görüş’ün temsilcisi Saadet Partisi’ni unutmuş olamaz herhalde. Hayır yani, SP Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu da seçimlere giriyor. Kimse de kendisine ‘İslamcısın’ suçlaması getirmiyor.

Ama dedim ya öyle saçmalıyorlar ki; devam ediyor aynı ‘yazar’
“Eskiden, ‘Erdoğan’a oy vermiyorum ama istikrar için kalması gerek’ diyenler bile artık ‘İsterse ülke batsın, umurumda değil, yeter ki Erdoğan gitsin’ demeye başladı...” 
Üstüne bir söz söylemeye gerek bile yok. 

Bir başka ‘havuz’ yazarı ise Erdoğan’ın ‘münafıklar çetesi’ sözünü ‘düzeltmeye’ çalışıyor kendince. Ama ‘Metal yorgunluk’tan olsa gerek o da bir itirafta bulunuyor. 
“Halbuki Cumhurbaşkanı’nın kast ettiği aslında çoktan Ak Parti’yle de Erdoğan’la da bağını koparmış ama tamamen ‘duygusal’ sebeplerle öyledeğilmiş gibi davranan ikiyüzlü muhterislerdi. Referandum sürecinde Hayırcı tarafta yer alsa da bunu açıktan belli etmeyen, ekranlarda birkaç kez daha fazla görünmek, birkaç ihale daha koparmak, birkaç menfaat ortaklığını kaybetmemek için açıktan Erdoğan karşıtı blokta yer aldığını ilan edemeyen birkaç kuruşluk adamlara yani.” 
‘İhale’‘menfaat ortaklığı’‘duygusal sebepler’… 

AKP seçim manifestosuna artık kimsenin inanmadığı “daha fazla özgürlük, daha fazla demokrasi, daha bağımsız yargı” gibi cümleleri yerleştireceğine tabanının itiraf ettiği “Bal tutan parmağını yalar, yalamaya devam eder” gibi bir cümle kursaydı daha inandırıcı olurdu. 

Slogan da T A M A M artık. Erdoğan, o çok korktuğu ruhu (Gezi) kendi eliyle canlandırdı. Ve öyle de gidecek. 

‘Çapulcular’ da Erdoğan’ın bu ‘T A M A M’ kıyağını unutmayacak!

Ayşe Yıldırım / Cumhuriyet

‘Tamam’ da tehlikenin farkında mısınız? - ERGİN YILDIZOĞLU

Önümüzdeki seçimlere olağanüstü baskılar altında gidiliyor. Buna karşılık  “boykot” koşulları oluşmadı. Şimdi bu seçimlere hemen her düzeyde asılmak gerekiyor. Çünkü çok uzun zamandır ilk kez muhalefetin, İnce gibi mücadeleci, kapsayıcı olmaya niyetli, demokratik eğilimleri güçlü, dolayısıyla “yapışkan statükonun” dışına taşabilen bir adayı var. 

“Tamam” da, siyasal İslamın liderlik kadrosuna, yazarlarına bakınca gerçeklikle bağları çok tehlikeli biçimde kopmuş bir küme görüyoruz: Adeta seçimlere değil kıyamete hazırlanıyorlar. Muhalefet cephesinde de, “stratejik cahillik” eğilimi yine nüksetti.

‘Biz gidersek...’ 
AKP liderliği bir ‘devrilme’ korkusu yaşıyor, “biz gidersek Türkiye batar” diyor. Kapitalist ekonominin, döviz, enflasyon, faiz, dış ticaret gibi değişkenlerin arasındaki ilişkiyi yok saydıktan, piyasa ekonomisini adeta ahbap-çavuş ilişkileriyle işleyen komuta ekonomisine çevirdikten, kapitalizmin kutsalı “mülkiyet güvencesini” ortadan kaldırdıktan sonra, “kur üzerinden yapılan birsaldırıdan” söz ediyor. Paranoyak akıl, bunların bir saldırı değil, ülkenin mali sorumluluklarını yerine getireceğine ilişkin güvenin kaybolmasıyla ilgili olduğunu kavrayamıyor. 

Siyasal İslamın önde gelen yazarları, kendi fantezi dünyalarında, gaspetmeyi, yalan söylemeyi, günah işlemeyi, suç işlemeyi, zaruretebağlayarak caiz kılacak dini yorumlar üretmeye çalışıyorlar. Kısacası: Seküler yasaların yerine, ‘Kitabı’ şöyle veya böyle yorumlayanların, ‘zaruret gereği’ koyacağı, kolaylıkla değiştireceği buyruklara tabii kılmanın, keyfi yönetimin zeminini hazırlıyorlar. 

Bu yazarlardan bazıları Nazileri anımsatan bir “Bin yıllık iktidar” söylemiyle, okurlarını, 24 Haziran’ın ülkeyi yıkmak isteyenlerle, bin yıllık yükselişin mimarları arasında bir hesaplaşma günü olduğuna inandırmak istiyorlar.. 

Bu paranoya “Türkiye seçim kararı aldı, her şey durdu. Coğrafya sustu...dünya sustu. ABD-Çin-Doğu Asya, Baltıklar’daki gelişmeler adeta dondu. ABDve Avrupa politikaları durdu, müthiş bir sessizlik dünyayı kapladı” gibi şizofren halüsinasyonlara yol açıyor. Normalde, kendilerine veya başkalarına zarar vermemeleri için bir klinikte gözetim altına alınması gerekecek tipler, gazete köşelerinde Siyasal İslamın tabanını seçimlere hazırlıyor.

Stratejik cahillik 
Muhalefet tarafında kimi yazarlar, ya iktidarın yayınlarını, entelektüellerinin argümanlarını bilerek izlemiyor ya da “zevzeklik” deyip geçmeyi tercih ediyor. Bazı şeyler olurken, kasıtlı olarak bilmemeyi, “stratejik cahilliği” seçmek, Nürnberg mahkemelerindeki kimi ifadelerin gösterdiği gibi trajik sonuçlara yol açıyor. 
Dün, Siyasal İslam yükselirken, “Ben değişmedim”“ılımlısı olmaz” diyenlerin sözlerini, duymayarak, onların değiştiklerini iddia edenler, Fethullah’ın devleti ele geçirme planlarına ilişkin kayıtları, gittikçe artmakta olan “mahalle baskısını” görmemeyi seçenler, bugünkü duruma geliş sürecine katkıda bulundular. 

Bugün seçimlere gidiş koşullarını, Siyasal İslamın seçimlere hazırlanma psikolojisini ve harekete geçirdiği söylemleri önemsizleştirenler benzer bir risk alıyorlar. Seçimleri kaybetmeyi, “ülke batar”, bin yıllık bilmem ne, olarak gören aklın karşısında “Kesin olumsuz yargılara şimdiden varmayalım” (adeta bu aklın neler yapabileceğini daha şimdiden tartışmayalım) yoksa “iktidardakinin saldığı korkuyu içselleştirirsiniz” diyenler de...
 
Eğer muhalefet seçimleri kazanacağına inanıyorsa, iktidardaki hareketin doğası hakkında bir fikri varsa, “o zaman ne olacak” sorusunun cevabını bugünden düşünmek, gereken hazırlıkları yapmak zorundadır. Bu bir korkuyu içselleştirmek değil, özgüven ve sağduyu göstergesidir.


Dün, tehlikenin farkında değildiniz; gözünüzün önündekini, görmemeyi seçerek, demokratikleştirme bekliyordunuz. Şimdi yine tehlikenin fakında değilsiniz, “stratejik cahilliğe” sığınıp olağanüstü bir seçimlerin ertesi günü, her şeyin sıradan olmasını bekliyorsunuz. 7 Haziran seçimlerini izleyen dönemden de mi bir şey öğrenmediniz?

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

T A M A M derken - ÖZGÜR MUMCU

Memleketimiz sürekli bir seçim kampanyasının içinde. Bu tek sesli bir kampanya ama yine de bir seçim kampanyası. Cumhurbaşkanı’nın programına bakıldığında, nutuk atmaktan ülke yönetmeye pek vakti kalmadığı anlaşılıyor. Cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın’ın açıklamasına göre, sayın Erdoğan son üç ayda 50 şehre gitmiş. Buralarda yaptığı saatler süren konuşmalar da neredeyse bütün televizyon kanalları tarafından canlı yayınlarla ve kesintisiz aktarıldı. 

Demokrasiye geçildiğinden beri yapılan en adaletsiz seçim bu. Bir yanda devletin bütün imkânlarını sonuna kadar kullanan, neredeyse bütün medya kurumlarını ele geçirmiş ve aylardır seçim çalışması yapan biri. Öte yanda mitingleri yayımlanmayan, medyada ancak hakaret edildikleri zaman yer bulabilen, biri hapiste daha yeni belirlenmiş diğer adaylar. 

Bu sıkışmışlık ortamında, muhalefeti birleştiren sloganın Cumhurbaşkanı’ndan gelmesi doğal. “Millet tamam derse kenara çekiliriz” deyince Twitter’da 2 milyon 
“T A M A M” tweet’i atıldı. Öyle oldu, çünkü insanların seslerini duyurabilecekleri yerler son derece az.


Şaşırtıcı olan, zaten her yeri ele geçirmiş olan iktidarın, kendi kendine gelişen hareket karşısında paniğe kapılarak, parti sözcüsü, bakan düzeyinde tepki göstermesi. Troller aracılığıyla karşı kampanya düzenlemeye çalışarak sahte hesaplarının yakayı ele vermesi. 

Sayın Erdoğan’ın “milletimiz tamam derse” ifadesinde kastettiği milletin, milletin tamamı olmadığı açık. Otoriter popülist iktidarlar millet kavramını bölerek ayakta durur. Kendisinden yana olan millet, gerisiyse millete yabancı unsurlardır. Sahte balkon konuşmalarına kulak asmanın bir anlamı yok. İktidar kendine benzer yönetimlerle aynı dili ve yöntemleri kullanmaktadır: “Böl ve yönet”

Sosyal medyadaki “T A M A M” çıkışı, milletin dışlanan kısımlarının gür bir sesle milletin sadece AKP ve Bahçeli seçmeninden ibaret olmadığını haykırması açısından önemlidir. 

Çok parçalı muhalefetin temel ve basit bir konuda ortak bir nokta paylaşabilmesi bakımından Meclis’te çoğunluğu kazanırsa birliktelik kurabileceğinin işareti olduğu için de kayda değerdir. 

En ufak bir tweet sebebiyle hapse atılan, işlerini kaybeden insanlar varken, uzun süredir sessiz kalan ahalinin bir korku duvarını aşmaya başlattığı için de kıymetlidir. 
Gelgelelim işin basit bir evet-hayır, tamam- devam ikiliğine saplanması bir süre sonra iktidarın işine yarar. Muhalefetin adayları neden tamam dediklerini ve iktidara gelirlerse nasıl devam edeceklerini de anlatmak zorunda. Hem de kapıları kendilerine kapanmış, ilerde utançla anılacak bu medya ortamında. 

AKP, kendini Menderes geleneğiyle beraber anmayı sever. Oysa uyguladığı parti devleti siyaseti sebebiyle şimdi bir “Tamam, söz milletindir” tepkisiyle karşı karşıya. Sayın Erdoğan, “Tamam İnşallah” diyerek 1994’te İstanbul’a belediye başkanı olmuştu. Şimdi o slogan terse döndü. Sembolik anlamı doludur ve boş iş değildir. 

Muhalefet, tamamın muhalefeti ortaklaştıran yanının altını çizer, tamamın iktidarın işine yarayacak kutuplaştırıcı yanından sakınırsa, T A M A M meselesi tarihe geçer. Diğer türlü de geçer ancak bir dipnot olarak.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

9 Mayıs 2018 Çarşamba

Seçmen fiyatları - MİNE SÖĞÜT

Siyasiler “Her şeyin bir fiyatı vardır” sözünü çok severler; 
Onun da ötesinde bu söze pek güvenirler. 
O yüzden seçmeni ikna etmenin değil satın almanın peşine düşerler. 
Seçim vaatlerinin yarısı ideolojikse diğer yarısı da hep ekonomiktir. 
Doğru ya da yanlış... 
Samimi ya da samimiyetsiz... 
Türlü vaatlerle dolu konuşmalarda seçmeni en çok ‘nakit’ tekliflerin cezbedeceğinden emindirler. 
Her şeyin ve herkesin satılık olduğuna inanıldığı sürece siyaset kirli bir meseledir. 
Ekonomik önlemleri ve sosyal devlet modelinin gereklerini ideolojilerine uygun bir dille anlatmak yerine... 
Seçmene nakit paranın ucunu göstermeyi tercih eden siyasetçiler; 
Ve bu siyasetçilerin kullandığı dile kıymet veren seçmenler siyasi etiği en aşağı seviyeye çekerler. 
Bu vaatlerle kandırılabilecek kadar ucuz değerlere sahip olduğu izlenimini veren kalabalıklar, etik değerleri yeniden belirlerken kendi kaderlerini de belirlediklerinin farkına varmazlar. 
Ucuz vaatlere kanan seçmeni çantada keklik gören siyasetçiler de kendi siyasetlerinin ucuzluğunda sakınca görmezler. 
Tercih edecekleri siyasi partinin ülkeye ve insana sağlayacağı maddi manevi kârdan ya da vereceği zarardan ziyade... 
Cebe girecek nakit paranın cazibesine kolayca kapılmaya hazır omurgasız seçmen kitlesinin hiç de azımsanmayacak bir oy potansiyeli olması, dengeleri belirler ve ahlakı da zedeler. 
Bu potansiyelin peşine düşen ve onları nakit vaatlerle kendine çekmeye çalışan politikacılar birbiriyle yarışırken, siyasi ahlakın yerlerde sürünmesinden gocunmayan milletler; 
Nihayetinde hep hak ettikleri gibi yönetilirler. 
Siyasiler seçmenin gözünün içine bakar ve hayâsızca sorarlar: 
“Oyunuzu kime vereceksiniz?” 
“Her kış kapınıza odun kömür bırakana mı?” 
“Size koli koli erzak taşıyana mı?” 
“Kredi borçlarınızı sıfırlayana mı?” 
“Emeklilere ikramiyeler dağıtana mı?” 
“Gençlerin cebine harçlık koyanlara mı?” 

Seçmen de bu sorulardan gocunmaz. 
Vaatlerin peşine düşer, beklentilere girer, hesaplar yapar, oyunu ona göre atar. 
Ve nihayetinde ortaya böyle bir ülke çıkar. 
Sosyal bir devletin zaten vermesi gereken destekleri, oltanın ucuna takılmış yem gibi ortaya atan ve avını bekleyen siyasetçilerin dilinden fayda uman seçmen, tercihlerinin neye mal olacağını hiç düşünmediğinden; 
Sonradan başına gelen beklenmedik felaketlerin nedenini de çözemez. 
Ve tarihten ders almayan kitleler kendi kaderlerini sittin sene değiştiremez.

***

O yüzden size vaat edilen paralara kulak asmayın. 
Hatta ayıplayın. 
Ama... 
Bu parayı sarayı kapatarak elde edeceği tasarruftan sağlamayı ve o görkemli binayı bir bilim merkezine çevirmeyi vaat eden siyasi söylemi de es geçmeyin, muhakkak önemseyin. 
Bilime değer veren...
Rasyonel düşünceleri destekleyen... 
Aklı ve vicdanı gerçekten hür yeni nesiller yetiştirmeyi hedefleyen siyasetler değerlidir. 
Onlar, nihayetine her şeyin bir fiyatı vardır sözünü can alıcı bir şekilde boşa çıkarırlar. 
Parayla ölçülemeyecek çok daha yüksek gerçek değerler olduğunu yeniden hatırlatırlar.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

‘Afrin Türküsü’nde kim başrolde? - TAYFUN ATAY

Afrin şehitlerine yönelik Cumhurbaşkanlığı patentli klip “piyasa”ya çıktı. Makamın sözcüsü İbrahim Kalın’ın türkünün de sözlerini yazdığı, makama “ilişik” bir grup şarkıcı-türkücünün yorumlarıyla “renklenmekte” olan, nihayet finali de “makam sahibi”nin yaptığı klibi izleyince ben bu filmi daha önce de görmüştüm dedim. 
2015 Nisan’ında “Çanakkale 1915” vesile edilerek, yaklaşan 7 Haziran seçimleri akılda tutularak yapılandırılmış anma klibinde de özellikle son sahne, şimdiki klibin neredeyse tıpkısının aynısıydı. Orada Cumhurbaşkanı Erdoğan, Çanakkale’de şehit düşmüş askerlerin mezarı başında dua ediyordu. Elbette kameralar eşliğinde!.. 
Afrin klibinde de Erdoğan şimdi Çanakkale’den yaklaşık bir asır sonra, neredeyse daha dün toprağa düşmüş şehitler için mezarlıkta dua ederken karşımızda. 
Elbette yine kameralar eşliğinde!..
***

Benzerlikler çoğaltılabilir. O zaman 7 Haziran seçimleri vardı ufukta. Şimdi 24 Haziran seçimleri var!.. 
O zamanki Çanakkale anma klibinde Erdoğan’ı Arif Nihat Asya’nın şiirini yorumlarken dinliyorduk: “Kahraman bekleyen yığınlarını/Kahramansız bırakma Allah’ım!..” 
Şimdiki Afrin klibinde Cumhurbaşkanlığı sözcüsünün güftesini İbo’nun, Orhan Baba’nın, Yavuz Bingöl ve diğerlerinin yorumlarıyla dinliyoruz; sözler aynı minval üzere: “Analar aslan doğurur/Vatan aşkıyla yoğurur/Yiğit burda harman olur/Vatanına siper olur, heyy!..” 
Çanakkale klibinde üç yıl önce Erdoğan söylüyordu: “Bilelim hasma karşı koymasını/Bizi cansız bırakma Allah’ım!..” 
Şimdi AlişanSeda SayanSibel Can ve diğerleri söylüyor: “Mehmed’imcephede vurur/Düşmana dünyayı dar eder/Düşmesin gönlüne keder/Milletinduası yeter, heyy!..”

***

Görüldüğü üzere, 2015 Bahar’ından 2018 Bahar’ına değişen bir şey yok. İktidar harcı, aynı malzemeyle karılmaya devam ediliyor!.. 
Bakalım daha ne kadar zaman böyle devam edip gidecek? Savaş, çatışma, kan, gözyaşı, ölümler, şehitler, şehitlikler… 
Ve klipler, klipler, klipler!.. 
Bir düşünün, kim bu filmlerde “başrol”de karşınızda olanlar?.. 
Mehmetler ve şehitler mi?.. 
Yoksa kameraların önünde türkü söyleyip dua edenler mi?!

***

Üç yıl önce de yazmıştım: İbadetin makbulü “sakıngan” olanıdır. Dindarın has olanı ne namaza durmuşken ne de dua ederken fotoğraflanmak, kameraların odağında olmak ister. 
Tanrı ile kulun arasına kamera girdiği, “mabutla âbid”in ilişkisine elektronikle müdahil olunduğu noktada ibadet temaşaya dönüşür. Dinin kalple, ruhla, maneviyatla bağlantılı bir pratik olmaktan çıktığı, görüntü ve gösterişle ilişkili bir siyasal tüketim “meta”sı haline geldiği noktadır bu. 
İbadetin de vatanın da milletin de “Mehmed”in de şehidin de iktidara, iktidar yarışına vasıta kılındığı bir nokta. 
Sorun kendinize, izlediğiniz kliplerde kim özne, kim nesne?.. 
Kimler ön plânda, kimler aksesuar?!
***

Siz bu sorular üzerinde düşüne durun, biz üç yıl önce nasıl bitirdiysek yazıyı, yine öyle bitirelim: 
Ah şehitler, biçare şehitler! 
Reklamın değil, Allah’ın rahmeti üzerinize olsun!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET