15 Mayıs 2018 Salı

Romantik - ORHAN GÖKDEMİR

Son yazıma birçok itiraz geldi. Doğruydu gerçi söylediklerimiz ama pek romantikti. Tek adam rejimine son vermek için Temel Molla ve Meral Asena’yı da dikkate almamız, desteklememiz gerekiyordu. Hem alacağımız oy toplam oyun yüzde kaçıydı şunun şurasında. Azdı az olmasına ama ziyan etmemekte de fayda vardı.

Bu yalın gerçekçilik karşısında kanı donuyor insanın. Öyle bir gerçekçilik ki bu, insanı insanlığından çıkarır; faşistten ırkçı, dinciden yobaz yapar. Zaten bu yönde gelişmelere sıklıkla tanık oluyoruz son günlerde. Koşup saray değneğine bile oy verdiler, 100 bin imza barajını geçsin diye. Barajı geçer geçmez oy verenlere küfür etmeye başladı değnek. Suç onda değil, koşup ona oy veren gerçekçimizde!


Gerçekçi olmadığımı saklayacak değilim bu nedenle. Bizim fıtratımızda var romantizm. Solculuğun ve devrimciliğin olmazsa olmazıdır bildiğim. Onsuz yola çıkılmaz, eylem yapılmaz, yazı yazılmaz, söz sarf edilmez. Yoksa kim, oy oranı yüzde bilmem kaçken düzeni değiştirmeye yeltenebilir ki?

Zaten devrim için yola çıkanın oy oranı hesapladığını sanmam. Başka verilerimiz var bunun için. Mesela tarihin gidişinden gelen bir cüretimiz var. Sınıfımızdan kaynaklanan bir gücümüz, teorimizden kaynaklanan sonsuz bir güvenimiz var. Bütün bunları abartıyoruz biliyorum ama bu abartmaya yol açan şey döğüşen, değiştiren yoldaşlarımızın tecrübeleridir. 

***

Marx, kadim arkadaşı Engels’le yola çıktığında, yoldaki ayak izleri yok denecek kadar azdı. Ellerindeki tek cephane British Museum Kütüphanesi’nde yutarcasına okudukları kitaplardan, belgelerden devşirdiği notlardı. Onları fırlattılar burjuvazinin suratına. Kazanmadıklarını, yol almadıklarını söyleyemem.  

Mustafa Suphi, 1913’te Sinop’a sürgüne gönderildi. Oradan Sivastopol’a kaçtı, Kafkasya’ya geçti, yakalanıp Urallara sürüldü.1918’de Yeni Dünya’yı çıkarmaya başladı. 1920’de arkadaşlarıyla TKP’yi kurdu. Bir avuç insandılar. Partinin kuruluşundan 2-3 ay sonra Ankara’ya gidip “Milli Mücadele”ye katılma kararı verdiler. 1921’de derdest edilip, elleri ayakları bağlanarak Karadeniz’in karanlık sularına atıldılar. Katillerinin, alacakları oyu hesaplayıp harekete geçtiklerini sanmıyorum. Korktukları şey yoldaşlarımızın devrimci romantizmidir.

Osmanlı İmparatorluğunun tozunu attıran İttihat ve Terakki enikonu bir Rumeli hareketiydi. Mithat Şükrü Bleda’nın evinde toplanan 10 kişi kurdu örgütü. Birden ona kadar numara verdiler kuruculara. Sonraki üyelere numara verirken önüne 100 eklediler ki örgüt kalabalık görünsün. Abdülhamit alaşağı edilip, hürriyet ilan edildiğinde İstanbul’da örgütü bile yoktu teşkilatın. Talat koştu geldi, apar topar bir teşkilat oluşturdu başkentte. Ardından imparatorluğun tek hâkimi oldular. 

Peki, nasıl oldu bu? Mesela, 200’ü sivil 400 kişiyle dağa çıkan Resneli Niyazi sayesinde oldu. Acayip bir romantiktir. Abdülhamit’in onun üzerine gönderdiği ümmi Şemsi Paşa’yı gözünü kırpmadan vuran Teğmen Atıf Kamçıl sayesinde oldu. Tetiği çeken parmağının titrememesinin tek nedeni iflah olmaz romantizmidir.

Cumhuriyet kurulurken ülke 10 yılı aşan uzun iç savaştan çıkmıştı daha. İçeride ve dışarıdaki çatışmalarda, Balkanlar’da, Çanakkale’de okuryazarlarının neredeyse tamamını kaybetmişti ülke. Aydını kıt bir devrimdir Cumhuriyet. Tarihin gördüğü en romantik işlerden biridir.

TİP, meclisi 15 kişiyle silkeledi. Denizler, Mahirler bir avuç romantiktiler. Fidel ve arkadaşları bir kayığa doluşup Küba’ya çıktıklarında 82 kişiydiler. Basıldılar, aralarından sadece 11’i sağ kalmayı başardı. Vazgeçmediler. Bundan daha romantik bir karar bilmiyorum.

Büyük Fransız Devrimi aslında Paris devrimidir. 150 kilometre ötesinde yaşayanlar 6 ay sonra duymuştu kralın alaşağı edildiğini ve papazların giyotine gönderildiğini. Yapanlar birer şiir dizesi gibidir. Rus devrimi bir avuç cüretkâr devrimcinin işidir. Görüp görebileceğiniz en romantik insanlardır hepsi. Devrim dediğimiz şey, romantik bir mucizedir yani.

***

Devrimci dediğin hayallerinin peşinden gider ama ayağının yere basmadığı anlamına gelmez bu. Bir aşk halidir demek ki. Suphi ve yoldaşlarını öldürülebileceklerini bile bile yola düşürendir. Paris’te, genç erkek ve kadınları kurşun yağmuruna aldırmadan yürütendir. Resneli Niyazi’ye dört yüz kişiyle padişaha kafa tutturandır. Che’yi başka ülkelerin, başka devrimlerinin parçası yapandır. Deniz’i darağacında dimdik tutandır. 
Tutkusuz bir devrim düşünemeyiz.

Bizim romantizmimiz gerçeklikten yola çıkan ve o gerçekliğe bulduğu yerde hücum eden bir romantizmdir yalnız. Başka bir gerçekliğin ve başka bir dünyanın mümkün olduğunu söylüyoruz, inanıyoruz. Başka türlü nasıl yaparız?

Sovyetler yıkıldı. Solun ve fikirlerinin yenildiği yanılsaması hala diri. Ama işte, “gerçek” hiç de göründüğü gibi değil. Biz buradayız, yenildiğimize değil tam tersine zamanımızın geldiğine inanıyoruz. Gücümüzün yerinde, sınıfımızın zinde olduğundan kuşkumuz yok. Öyle veya böyle, az oyla veya çok oyla yeni bir dünya kuracağız, mecburuz. Romantiğiz demek ki!

***

Bakıyoruz bizden önce geçenlere, düşenlere, direnenlere: Her biri iflah olmaz birer romantiktir. 
Yeniden baktık her birine. Yan yana geldik, düşlerimizi, aklımızı, bilincimizi birleştirdik. Aldığımız, alacağımız oyun düzeni değiştireceğini iddia etmiyoruz, hayır. Bu seçim de diğerleri gibi düzenin seçimidir çünkü. Ama garantisini veriyoruz, gelirsen düzeni değiştirmenin yolunu anlatacağız, tartışacağız, yol alacağız. Ve kesinlikle bir adım daha yaklaşmış olacağız hedefe. 

Öyle bir karanlığın içindeyiz ki buna inat vazgeçmemektir romantizm. Neden gerçekçi olalım? Romantiğiz evet. Üçüne beşine bakmayacağız. Molla’dan, Asena’dan kurtuluş ummayacağız. 
Gerçekçi değiliz, asla. Devrim dediğin, romantik bir mucize değil mi zaten? 
İşte, tutkuyla bağlandığımız tek gerçeğimiz bu!

Orhan Gökdemir / SOL

14 Mayıs 2018 Pazartesi

Yeni Neron ve Imperium redux - ERGİN YILDIZOĞLU

Trump, 11 Eylül saldırısının ardından başlatılan imparatorluk projesine geri dönüyor. Bu kez ABD, birçok alanda 2001’e göre daha zayıf. “I. Imperium” fiyaskoyla sonuçlanmıştı. “II. Imperium” daha büyük bir fiyaskoyla sonuçlanacak.

İmparatorluk ve iflas
İmparatorluk projesi, hegemonyanın tükenişinin semptomuydu. ABD’nin, rızaalma (liderliğini başka ülkelere ekonomik ve kültürel çekiciliği, kural koyabilme, düzeni koruyabilme güvencesiyle kabul ettirebilme) kapasitesi hıza geriliyordu... 

ABD dış politika seçkinlerinin bir kesimi (“ne-con”lar), bu durumdan, ABD’nin askeri kapasitesine daha fazla dayanması, verili kurallara, müttefiklerin çıkarlarına aldırmadan davranması gerektiğini savundular. Böylece “I. Imperium” başladı, kısa sürede, Afganistan, Irak’taki başarısızlıkların işkence resimlerinin altında çöktü. Bush’un II. döneminde devreye giren kadrolar, Obama döneminde diplomasiye, müttefiklerin inisiyatiflerine öncelik veren politikalar, hep bu iflastan çıkma çabalarıydı. Hegemonya bir kez gerilemeye başlayınca (başlangıçta, içinde doğduğu dünya artık var olmadığından) restorasyon olanaksızdır. Trump yönetimi, ABD egemen sınıflarının, halkının bu olanaksızlığı, ABD’nin bir devlet olarak, tarihin akışı içinde sıradanlaşmaya başladığını yadsımalarının bir sonucudur.

Koşullar daha da olumsuz
“I. Imperium” başladığında, ABD bütçesi, 236 milyar dolar fazla veriyordu. Dört yıl içinde açık, 412 milyar dolara çıktı; 2018 mali yılında da 833 milyar dolara.
2000’li yılların başında ABD’nin ekonomik modeli (neoliberalizm), teknolojik gelişmelerdeki liderliği hâlâ geçerliydi. Mali krizden sonra neoliberalizm modeli, artık en hafif deyişle tartışmalıdır. ABD’nin bilgisayar teknolojisi, uzay araştırmaları alanlarındaki liderliği de... ABD, Jeopolitik alanında da artık rakipsiz değildir. Rusya Ukrayna’dan Ortadoğu’ya uzanan coğrafyada etkin bir oyuncudur. Dünyanın en büyük ekonomisi (satın alma gücü paritesi -PPP- ile) artık, Şangay’dan Avrupa’nın içine kadar uzanan “Tek kuşak - tek yol projesi” ile kendi ekonomik coğrafyasını (küreselleşmesini) inşa eden Çin’dir. ABD’nin, dış politika kadrolarına bakınca da, Chaney, Rice, Wolfowitz, Rumsfeld gibi, neo-conların ağır toplarının yerinde şimdi, Bolton gibi marjinal bir tip var.

‘Ulusalcı zorba’
Trump yönetimi, Paris İklim Anlaşması’ndan, Asya’da serbest ticaret anlaşmasından çıktı; Latin Amerika ülkelerini, Kanada’yı NAFTA’dan çıkmakla tehdit ediyor. Trump “hiçbir bağımsız devletin kabul edemeyeceği koşullarıdayatarak” (Wolf, Financial Times), Çin’e karşı “bir ticaret savaşı başlattı”. Trump, Filistin sorununda iki devletli çözümü terk etti; Almanya, Fransa, İngiltere’nin büyük çabalarla hazırladıktan, Rusya ve ABD’yi de katarak gerçekleştirdikleri İran anlaşmasından, müttefiklerinin uyarılarına aldırmadan çıktı; yeni yaptırımları devreye sokarken İran’a saldırmaktan söz ediyor. “NATO’nun yerine, adeta İsrail-Suudi-ABD ittifakını seçiyor” (Bacewich, The Spectator). ABD, “kurallara dayalı dünya düzeni” anlayışını terk etti,  Financial Times’dan Stephens’in deyişiyle “milliyetçi bir zorbaya” dönüştü.

Gelinen noktada, ABD’nin çıkarları, Almanya, Fransa, İngiltere gibi temel müttefiklerinkilerle çelişiyor. ABD yönetimi, müttefiklerinin tüm uyarılarına, önerilerine, taleplerine kulağını kapatıyor. Afganistan’daki varlığından da Taliban’ı meşru bir muhalefet gücü olarak kabul eden Çin yararlanıyor (L. Sellin, Gatestone Inst.) Handelsblatt’ın aktardığına göre, İran’da çalışan Alman şirketleri, yaptırımlara karşı önlemlerini çoktan aldılar: ABD bağlantılarını, ABD’li personeli devreden çıkarıyorlar. Trump, Avrupa ürünlerinin ithalatına korumacı vergiler koyarken, geçen hafta kendisine, Almanya’nın en prestijli ödülü “Charlemagne ödülü” verilen Macron, “Avrupa kendi kaderini kendi eline almalıdır” diyor, Almanya’yı da o yönde hareket etmeye zorluyor.

“Imperium redux” derken Trump, ABD’yi yalnızlaştırıyor, Sezar olayım derken   Neron olmaya doğru gidiyor.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

13 Mayıs 2018 Pazar

68’den çıkarımlar-(1-2)-ZAFER DİPER

(1)

68’ler... Çoğunlukla kimi yapıtlardan (özellikle68 için yazılmış ve yazılabilecek en iyi kitap’ olarak değerlendirilen “1968-İsyancı Bir Öğrenci Kuşağı/ Ronald Fraser/ Türkçesi: Kudret Emiroğlu/ Belge Yayınları”) derleyerek kurgulamalarım aracılığıyla, bilgilerimizi yinelemede yarar var. Hem bunu ilk kez yapmayacağım;  daha önceleri de BirGün’de değinmişliğim var 68’e. Yine öyle, 50.yılında...

1968 kuşağının ilk tohumları ABD’de 1940’larda atılıyor. Kentlere göç eden siyahlarla birlikte 60’lara damgasını vuran ilk öğrenci eylemleri o zamanlardan başlıyor. Bir öğrenci kuşağı, kurulu düzene yalnız sokaklarda değil, toplumsal, ve siyasal alanda da karşı çıkabileceğini gösteriyor. İnsanlar aşama düzenine(hiyerarşiye), yetkeye(otoriteye), soğuk akılcı mantığa, yaşadığı topluma öfke kusuyor; kendi yarattığı yoksulluğu, eşitsizliği, türesizliği  (adaletsizliği) görmezden gelen topluma…

Halkerki(demokrasi), ırkçılık, yayılımcı(emperyalist) savaşlar, halkın belli kesimlerinin baskı altında tutulması, anamalın(sermayenin) egemenliği, ailenin kutsallığı, cinsellik, kentsoylu(burjuva) kültürü, bütün bunlara, bu kurulu düzene karşı çıkıldı… 1967 Nisanında tepkiler doruğa ulaştı... Vietnam savaşı karşıtlığı, üniversitelerdeki buyurgan yapı, cinsler arasındaki ayrımcılık, geleneksel aktöre(ahlak) ve yasaklar(tabular) ayaklanmanın başlıca nedenlerini oluşturdu… 1964 Ağustos’unda Amerika Kuzey Vietnam’a havadan saldırdı. Ormanları, tarlaları, üretimevlerini(fabrikaları) napalm bombalarıyla yaktı. Bir öğrenci şöyle diyordu:“İnsanları ve beni de en çok şaşırtan, böyle gelişmiş bir ülkenin, Vietnam’a saldırmasıydı. Kendi ülkende sömürülen bir azınlığın haklarını vermiyorsun ama senden ta uzaklarda başka bir ırk ve kültürden bir köylü toplumunu, hiç sebepsiz bombalıyorsun!” Oysa nedensiz değildi. Amerika, Güneydoğu Asya ile Pasifik’i kendi çıkarları için yaşamsal bir bölge olarak düşünüyordu… 1967 sonbaharında Celbi Durdurma Haftası ve Pentagona Büyük Yürüyüş gerçekleştirildi… Bu dönemde Çiçek Çocukları (Hippie’ler) yeni bir yaşam kültürü oluşturmaya başladı. Siyasetten uzak olan bu akım, özelikle Vietnam savaşından etkilenerek siyasallaşmaya başladı. Karşı kültür, 1950’lerin Beat kuşağından da esinlenmişti.

“Amerikalılar, savaştan önce bıraktıkları hayata, kaldıkları yerden devam etmek istiyorlardı. Genç nesilden, okula gitmesi, iş bulması, hayatını ahlak kuralları çerçevesinde yaşaması, evlenip çocuk yapması, sonra da ebeveyninden aldığı bu hazır ambalajlı yaşamın meşalesini, kendi çocuklarına aktarması bekleniyordu. Riayet etmek, iyi bir vatandaş olmanın düzen tarafından konulmuş güvenli önkoşuluydu. Ancak, emniyet ve asayişin her an ortadan kaldırılabilecek bir görüntüden ibaret olduğunu düşünenler de vardı. Dünya, Yahudi'lerin gaz odalarında öldürülmesinin, Avrupa'nın ırzına geçilişinin, 'Küçük Çocuk ve Şişman Adam'ın Japonya'da yüz binlerce insanı öldürmesinin artçı şokları ile hala yalpalamaktaydı. Bu ‘gerçeklerden kaçan’ sessiz toplumdan, paketlenmiş yapay bir hayatı yaşamayı reddeden bir grup hipsterlar ortaya çıktı. Onları radikal, tehlikeli, serseri diye adlandıran tutucu kesime göre hayat tarzları bir skandaldı ve Amerika'daki zenginliği reddedişlerine anlam veremiyorlardı. Bu aykırı nesil, Beat Kuşağı idi... Beat Hareketi, yaratıcı katkıları ve ektikleri uyumsuzluk tohumları ile büyük bir zafer yaşadı. 1960'lara gelindiğinde bir başka nesil onların tarlalarında ekin biçecek, sosyal adaletsizliğe ve savaşa karşı çıkacaktı. (Beat Kuşağı/ Diane Huddleston/ Çev. Burcu Deniz/ Sub Yayınları/ Tanıtım Bülteninden)

“Beat Kuşağ’ının felsefi açıdan özünü Dostoyevski, Nietzsche, Kafka, Heidegger, Sartre, Camus gibi isimlerde bulmaktayız. (...)‘Yabancılaşma’, ‘özgürleşme’, ‘bulantı’ gibi sözcüklerle tanımlanabilecek şey, Beat Kuşağı’nda sonsuz ‘yaşam coşkusu’ olarak vücut bulacaktı.(...)Wilhelm Reich’ın tanımladığı cinsel devrim, bu alanda Beat Kuşağı’nın yol göstericisi oldu. Çünkü cinsel açıdan yetersizlikler-sapmalar-yoksunluklar, bireyi nevrotik bir evreye götürerek özünü parçalıyor ve ciddi problemlere neden oluyordu...” (Yeni başlayanlar için Beat Kuşağı)

Beat Kuşağı akımının öncülerinden Jack Kerouac “Yolda” (1957) adlı yapıtında şöyle diyor: Hayata babanızın çatısı altındaki her şeye inanarak başlayan tatlı bir çocuksunuz; sonra geliyor belirsizlik günleri; zavallı, sefil, gariban, çırılçıplaksınız, yol yordam bilmiyorsunuz ve dehşet verici, kederli bir hayaletin eşliğinde, kabus gibi hayattan içiniz ürpererek geçip gidiyorsunuz.”


(2)

68’e değinmek benim için yazıklanıp durduğum bir süreç. Sonuçta dünyayı yönetenlerin yine paçayı kurtardığı ama yinelemekten bıkıp usanmadığım, benim için dünyanın merkezine düşsel bir yolculuk sanki...

68’e yolculuğu geçen hafta kaldığımız yerden sürdürelim...

Hippi’lerin insancıl ve barışçıl bir yaşam biçimi vardı. Bu dönemin gençleri “make love, not war”(savaşma seviş) savsözünde kendini buldu. ‘68 dönemine müzik de damgasını vurmuştu. Rock ve folk olarak iki ana başlık altında toplanan, kökleri “insan hakları savaşımı”na dayanan protest müzik, siyasal içerikli bildirileri kitlelere ulaştırmada etkili bir rol oynamış ve bu günlere de ulaşan bir müzik kültürü yaratmıştı. Janis Joplin, Bob Dylan, Beatles, Rolling Stones, The Doors, Joan Baez, Peet Seager gibi müzisyenler özellikle şiddet ve ırkçılık karşıtlığı ile öne çıktı. Çeşitli şenlikler(festivaller) düzenlendi. 15 ağustos 1969’da yapılan Woodstock Şenliğine katılım şaşırtıcıydı. Bu; 2 gece 3 gün süren, 500.000 kişinin katıldığı sevgi ve dayanışmanın, paylaşımın, ırkçılık ve savaş karşıtlığının yaşandığı en büyük etkinliklerden biriydi. Unutulmaz anlarından biri de Jimi Hendrix’in ABD ulusal marşını gitarıyla savaş sesleri çıkararak çalması olmuştu.

1968 eylemleri kısa ve uzun erimli bir dizi gelişmelere yol açtı. Çevre bilincinin ortaya çıkmasına neden oldu. “Çekirdeksel(nükleer) karşıtlığı” ve “silahların artışına karşı silahsızlanma” gibi konularda toplumsal bilinç ve kültür yaratıldı… Seçenekli(alternatif) yaşam biçimleri geliştirildi. Ortak(Komün) evler kuruldu. Ayrımlı(farklı) olanların varlığı olurlanmaya başlandı.Cinsel özgürleşme, 68’in en önemli sonuçlarından biriydi. Okullarda dirimbilim (biyoloji) dersinde insan gövdebilimi(anatomisi) öğretilmeye başlandı. Daha önce pornografi, nü resimler, sanatta çıplaklık suç sayılırken, bunlar sergilenmeye başlandı. Eski kültür paramparça olmaya, bireyin özgürlüğünün önündeki en büyük engellerden biri olan cinsellik tabusu yıkılmaya başladı. Eşcinsellik, eşcinsel evlilik, seks işçiliği, bisexsüellerin ve lezbiyenlerin örgütlenme özgürlüğü gibi kazanımlar elde edildi. 68’in en büyük sonuçlarından biri kadın haklarında görüldü. Kadınlar evli olsun olmasın kürtaj olma, boşanma davası açma, kocalarının izni olmadan ehliyet alma ve yolculuk etme haklarını elde etti. Evlilik dışı cinsel yaşam özgürlüğü, seçme seçilme hakkı sağlandı. İnsanlar birlikte yaşamak için evlenme koşulunu, aile kurmayı istemediler. Geleneksel kadın rolü sayılan çocuk bakımı, mutfak işleri ve ev temizliği erkekler yanınca da yapılmaya başlandı. Eğitimde demokratik katılımcı yapı ve örgütlenme özgürlüğü gelişti. Savaşlara karşıtçılık(muhalefet) yükseldi. Üçüncü dünya ülkeleri ve ulusal bağımsızlık istemleriyle dayanışma yerleşti. Sırt çantası ile dış ülkelere gezi, çeşitli kültürler ve insanlarla tanışma eğilimi arttı. Giyim kuşamda tüketim yerine ikinci el ya da eskiler yeğ tutuldu. Askerlik yapmaya karşı duruş, sivil askerlik gibi açılımlar gerçekleşti.

Toplumda köktenci görüşler geliştirmenin gücü, denilebilir ki bir yokluk sonucu, kendisi bir sınıf olmayan, zaman içinde sürekli olmayan bir tabakaya, öğrencilerin omuzuna düştü. Onlar demokrasinin anlamını genişletmek, doğrudan eylemle halkın gücünü arttırmak, yeni siyasi arayışlar-kuramlar geliştirmek, bireyi köktencileştirmek için savaşım verdiler. Ne var ki 68 devinimi(hareketi), son çözümlemesinde(tahlilde), toplumsal tabakaları eyleme geçiremedi, özellikle kurulu düzenin güçlü(iktidar) yapılarına tehdit yöneltebilecek işçi sınıfıyla bağ kuramadı...

Benim yetersiz özetlemelerim nereye kadar? Oysa çok değerli çalışmalar var; 1968 İsyancı Bir Öğrenci Kuşağı(Ronald Fraser/ Belge Yayınları, 1988) yanı sıra diğer bir kaçı: Küresel İsyan ‘68(Mete Kızık/ Günizi Yayıncılık, 2008), Bizim 68’liler(Şükran Soner/ Cumhuriyet Kitapları, 2009), 68 Kuşağı Gençlik Olaylarının Uluslararası Boyutu(Feryat Bulut, 2011), Türkiye ve Fransa’da 1968(Emine Öztürk/ Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (2017), vd.

68 Kuşağı, yazmakla ve üzerinde düşünmekle bitmeyecek 50 yıllık bir destan...

Zafer Diper / BİRGÜN


Hadi bu bataklığı kurutalım! - IŞIL ÖZGENTÜRK

Hepsi 12 yaşlarında dört öğrencinin o gün canları sıkılıyordu. “Ulan bir şeyler yapalım” diyerek birbirlerini tahrik ettiler ve can sıkıntılarını giderecek kendilerine göre müthiş bir oyun buldular. Sınıfın en sessizi, en uysalı birini gözlerine kestirip, karanlık bir koridorda üstüne çullandılar ve apar topar tuvalette götürdüler. Çok eğleniyorlardı, apar topar tuvalete soktukları arkadaşları “beni bırakın” diye yalvardığında, “yapmayın” diye haykırdığında elleriyle ağzını kapatıyorlar ve sırayla, gülmeler ve haykırmalar arasında arkadaşlarına tek tek tecavüz ediyorlardı. Öğrencilerden biri oynadıkları bu muhteşem oyunu cep telefonuyla hiçbir ayrıntı kaçırmadan videoya çekiyordu. Sonra sakinleştiler. Ve tecavüzlerden bitap düşen arkadaşlarını tuvalette bırakıp gittiler. Giderken şöyle seslendiler, “sesini çıkarıp müdüre filan gitmeye kalkma, elimizde seni rezil edecek kayıt var!” 

Tecavüze uğrayan çocuk, kendini öylesine aşağılanmış hissetmişti ki, o günden sonra okula gitmemek için sürekli hastalandı. Ancak tecavüz olayını gerçekleştiren çocuklar yaptıkları işten öylesine hoşnuttular ki, kendilerini öylesine ayrıcalıklı hissediyorlardı ki, video kaydını tüm sınıfa göstermek için yanıp tutuşuyorlardı. Öğretmen onları videoya bakıp kahkahalar atarken yakaladı ve olay öğrenildi. 

Size bir Amerikan filmi senaryosu anlatmıyorum, bu bir korku filmi değil, bu bir gerçek olay ve bütün bunlar bir ilköğretim okulunda yaşandı. Pek çok kişinin “hayır olamaz, bizim aile düzenimiz buna izin vermez, bizim çocuklarımız terbiyelidir”, dediklerini duyar gibiyim. Ama gerçek, ülkemizde her alanda değerler öylesine sarsılmış, öylesine yıpratılmış ki, bu olay gibi olaylar pek çok yerde tekrarlanıyor ve biz sadece emniyeti aksattığı için şimdilik bunu biliyoruz. Ülkemizin Çocuk Esirgeme Kurumu’na bağlı yurtlarda sürekli karşımıza gelen tecavüz olaylarının nasıl kapatıldığını da. Çöküş böyle bir şeydir, çocukların bile masumiyetlerini alıp götürür. Sokaklarda dilenen çocukların, gencecik kızların elli lira karşılığında seks işçisi olarak kullanıldığını bilmiyor musunuz? Bilmek zorundayız. Diyanetin bütçesinin üç bakanlık bütçesinden fazla olması ne okullardaki tecavüzleri ne de sokaklardaki fuhuşu engelliyor. 6000 zeytin ağacını ömrü ancak yirmi yıl sürecek ve kıytırık bir enerji üretecek termik santral yapımı için kesenlerin, işçileri madenlerde ve inşaat alanlarında ölüme gönderenlerin ne ülkedeki çocuklar umurunda ne de ülke toprakları. Tek umurlarında olan şey, yeni tanrıları para! 
Neyse öfkem burnumda, yatışmak için bir film senaryosu anlatayım. Dünyayı ele geçirmeye çalışan bir grup insan, son teknolojileri kullanarak laboratuvarlarda insana çok benzeyen robotlar üretiyor. Ürettikleri bu robotlar tıpkı insanlar gibi yiyor, içiyor ve konuşuyor ama duyguları yok. Nasıl yani, evet sevme, acıma, merhamet gibi duygular robotlara verilmiyor. Sonra bu robotlar gruplara ayrılıp, dünyayı ele geçirmeye çalışan bir grup insan tarafından çeşitli ülkelere gönderiliyor. Amaç bu ülkelerin insanlarını yozlaştırmak, parayı tanrı gibi göstermek, topraklarını çoraklaştırmak ve sonunda 
o ülkeyi ölüme sürüklemek. Robotlar çok yetenekli ve para da gani. Bunlar öncelikle ülkenin bir grup aydınını para ile iktidar vaadiyle satın alıyorlar. Ardından tüm kurumları ele geçirip, yok etmek üzere planlıyorlar, sonuçta o ülkeyi öylesine aciz, öylesine başkalarına muhtaç duruma getiriyorlar ki, ülke ölüyor ve bir grup insan o ülkeyi de kendi sınırları içine alıyor. 

İşte size başarılı bir Hollywood filmi senaryosu, siz ne diyorsunuz? Bu filmi biliyor musunuz? Evet! Biliyoruz! Üstelik bu filmde figüran olarak oynuyoruz.! Helal olsun size! Bu arada bu ülkede yaşayan pek çok insanın, özellikle çocukları ve torunları için endişeli olduklarını ve onları ne yapıp edip yurtdışına göndermeye çalıştıklarını da belirtmek isterim. 

İşte o bir grup insanın yaymak istediği en önemliduygu bu duygu. Ülkeden umut kesip başka ülkelere göç etme isteğinin yoğunlaşması. Yani ülkede yoğun bir biçimde beyin göçünün başlaması.

Yani dostlar hep birlikte bir bataklıkta usul usul batmaktayız. Üstelik şimdilik bize uzanan herhangi bir dal yok. Tek gücümüz birbirimize sımsıkı sarılmak ve birden hep birlikte fırlayarak bataklığın öbür tarafına geçmek. Ya geçeriz ya da boğulur gideriz. Karar bizim.

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

‘Rabia gösterdikçe adalet görünmez oldu’ - TAYFUN ATAY

Temel Karamollaoğlu ve Saadet Partisi’nin (SP) en büyük avantajı, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) genetik kodlarına en yakın ve “içsel” parti olması.

Ama Temel Karamollaoğlu ve SP’nin en büyük dezavantajı da AKP’nin genetik kodlarına en yakın ve içsel parti olması!..

SP Başkanı’nın önündeki başat mesele, aynı politik-ideolojik hamurdan yoğrulmuş bir oluşum olarak kendilerine nazaran AKP’nin eksisinin ne olduğunu da, AKP’ye nazaran kendi artılarının ne olduğunu da ikna edici şekilde ortaya koyabilmek gibi görünüyor.

Nitekim önceki gece gerçekleştirilen yemekli medya buluşmasında da Karamollaoğlu’nun yaptığı konuşmanın ağırlık merkezini bu mevzu oluşturdu. “Aynı kökten geliyorsunuz, farkınız ne diyorlar bize”, onun söze giriş cümlesiydi. Sonra da epeyce AKP’nin bunca yıldır Erbakan’ın “Millî Görüş” çizgisiyle stratejik, konjonktürel, samimiyetsiz ve riyakâr şekilde (yok yok, heyecanlanmayın, bu sözler bana ait!) gelgitli söylemsel ilişkisine odaklandı. “Bu arkadaşlarımız” dedi mesela (evet, Karamollaoğlu’nun dili AKP kadroları söz konusu olduğunda “Bu arkadaşlarımız” lafzını işlerliğe sokuyor ki bu bile politik-ideolojik kökdaşlığın nezih bir işareti) ve şöyle betimledi AKP pratiğini: “Diyorlar ki biz Millî Görüş gömleğini çıkardık desek de öyle değil, biz aslında herkese sempatik gelecek bir yaklaşım içine girelim dedik.”
Tabii “herkese sempatik gelecek bir yaklaşım”a yol açan politik etmen “28 Şubat” ve dolayısıyla bu bahsi açmak kaçınılmaz. Karamollaoğlu da öyle yapıyor, AKP ile Erdoğan’ın Millî Görüş ve Erbakan’ın “küllerinden” nasıl doğuş bulduğunun altını çizmeye çalışıyor: “Bu iktidarın menşei 28 Şubat’a dayanır. Biz bu noktaya 28 Şubat’ta hükümet götürülüp, partiler kapatıldığı için geldik” diyor.

Doğrudur, bizim de tezimiz bu: “28 Şubat” (1997) Erbakan’ın ölümü, Erdoğan’ın doğumudur! Batı’yı “Bâtıl” (dine aykırı, çürük, temelsiz) sayan ve ana hatları itibarıyla “antikapitalist” bir çizgiydi Erbakan’ın Millî Görüş (devamında “Adil Düzen”) çizgisi… Ve işte bir “dünya sistemi” anlamında Batı’yı “bâtıl”layan bu çizgiden gelip ondan koparak Batı’ya “bağlanan” bir anlayışın şafak türküsünden AKP çıkmıştır (bkz. T. Atay, “Parti, Cemaat, Tarikat: 2000’ler Türkiye’sinin Dinbaz-Politik Seyir Defteri”, Can Yayınları, 2017).
Yukarıdakiler bizim sözlerimiz ama şunlar da Karamollaoğlu’nun medya mensuplarıyla buluşmasında AKP’ye yönelik aynı minval üzere sözleri: “Batı kapitalizmini Batı’dan daha katı şekilde uygulamaya koydular. Bugünkü model, [Kemal] Derviş’in Türkiye’ye empoze ettiği modeldi. Derviş bugünkü iktidarı öve öve bitiremedi, ben bile bu kadarını yapamadım diye!..”

Âlâ… Ama bir sorun var kafamızı kurcalayan ve bunu da SP Başkanı’nın dikkatine sunmaktan geri durmadık: Antikapitalist Millî Görüş ve Erbakan çizgisinden mutant bir sapma olarak ortaya çıkan; başlangıçta kendilerini “Erdemliler” diye isimlendirmiş bu hareketin Batı ile pozitif ilişki geliştirmesinde belki de bir numaralı beyin olarak rol almış Abdullah Gül üzerinde neden “ortak aday” olarak ısrar edilmişti? Söz konusu “kapitalizm tamahkârlığı” açısından Gül’ün bir farkı var mıydı?..
Simgesel anlam açısından “Erdemliler”in belki de eş başkanı denilebilecek Gül’e bu temayül Erbakan Hoca’nın ruhunu rahatsız etmez miydi?

Ayrıca Batı ve kapitalizm karşıtlığıyla kendilerini tefrik ettikleri AKP cephesinden bu tasarruflarına “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” tepkisi gelse ne diyeceklerdi?
Ve bu zor sorular karşısında “Aman, iyi ki Abdullah Gül’ün adaylığı gerçekleşmedi” diye düşünmek yanlış mıydı?

Dedik ya, SP’nin avantajı da, dezavantajı da AKP’ye genetik kod olarak yakın ve içsel olmasıdır!..
Karamollaoğlu sorumuza cevaben, bahsettiğimiz noktaya bağlı akla gelebilecek rahatsızlığın baştan itibaren bilincinde olduklarını söyledi. Ne var ki bu, bir “tek parti” yönetiminin Türkiye’yi getirdiği, hiç de iç açıcı olmayan bir durumun aşılması yolunda zorunluluktu. Kendi ifadesiyle, “Rabia işaretlerini gösterdi ama adaleti unuttu” dediği muktedire karşı bir “öncelik tercihi”ydi (ve de AKP içinde yüzde 15’lik bir kesim vardı Abdullah Gül’ün arkasında duran!).

Dolayısıyla 24 Haziran’a haftalar kala Karamollaoğlu’nun önceliği, anlayışla karşılanabilir şekilde önümüzde: Kapitalizme yandaş ya da karşıt olabilirsiniz; özelleştirmeden yana veya devletçi ekonomiyi savunma noktasında olabilirsiniz; Millî Görüş’ü içtenlikle ve püritence savunan “Erbakancı” yahut onu yeri geldiğinde işlerliğe sokmak gibi pragmatist bir “post-Erbakancı” çizgide de olabilirsiniz. Devamla, sosyalist, sosyal demokrat, milliyetçi bir dizi siyasi pozisyonda olabilirsiniz. Yeter ki özgürlükçü, adaletli, parlamentarizmi olmazsa olmaz sayan bir hayatın arzusu içinde olun! Yeter ki (yine onun konuşmasındaki sözleriyle) “Cumhurbaşkanını kontrol edecek hiçbir mekanizmanın olmadığı bir otoriter sistem”e gidişatın önünü kesin!..

Demokrasi vaadiyle iktidara gelip “demokratör”lüğü ülkenin makûs talihi kılmış, barışçıl bir dünyadan dem vururken dört bir yanı savaş tamtamlarıyla inletir olmuş bir iktidara artık dur deyin!..
Bunlar Karamollaoğlu’nu 24 Haziran’a giden yolda farklı siyasi partiler, oluşumlar ve Gül gibi figürlerle istişareye sokmuş “asgari müşterek”ler ve konuşmasındaki şu son sözü, daha doğrusu temennisi de bunların hepsinin özeti, temize çekilmiş hali gibi:
“TAMAM İnşallah!”

Tayfun Atay / CUMHURİYET

12 Mayıs 2018 Cumartesi

Huninin altında bir toplum! - UĞUR KUTAY

Türkiye’nin aklı’ diyebileceğimiz bir şey var; 1950lerden itibaren ortalama on yılda bir dramatik değişiklikler yaşamış, bu değişiklikleri doğrudan diline -başta sinema olmak üzere kültürel unsurlara- yansıtmış, bazen çok çocuksu bazen aşırı yaşlı düşündüğü için epey yalpalayan, son 15 yıldır da epey hasta görünen tuhaf bir akıl. 1971 tarihli Tunç Başaran filmi Korkusuz Kaptan Swing işte bu aklın dünyada başka örneği olmayan sinemasal maceralarından biri olsa gerek.

Spagetti western filmlerinin yaygınlaşmaya başladığı bir dönemde meşhur Tommiks ve Teksas çizgi romanlarını yaratan İtalyan ekibi EsseGesse’nin 1966’da yayımlamaya başladığı Kaptan Swing, hikayesini Amerikan Bağımsızlık Savaşı günlerine dayandıran bir anlatıydı. İngiltere’nin vergilerle sürekli sömürdüğü Amerikan kolonileri (koloni deniyor ama Afrika’nın sömürülme tarihinden bildiğimiz kolonizasyondan çok farklıdır) Kraliyet’e karşı isyan edip 4 Temmuz 1776’da ABD’yi kurmaları sürecinde geçen hikayede Kaptan Swing, komik yancıları Mister Blöf ve kızılderili Gamlı Baykuş’la birlikte ‘kırmızı urbalılar’a (kırmızı üniformalı İngiliz askerleri) karşı mücadele ederdi.
Sonra 1971’in tuhaf ve yaralı aklı çalıştı, Tunç Başaran başrolünü Salih Güney’in oynadığı Korkusuz Kaptan Swing’i yaptı. Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nın İtalya’da yayımlanan bir çizgi romanın konusu olması da belli ölçüde tuhaf tabii, lakin 19. yüzyılın sonlarından itibaren Avrupa’dan Amerika’ya yapılan göçlerde İtalyan nüfusun yüksek payı düşünülürse EsseGesse’nin bu yayınları daha anlaşılır oluyor. Ama Türkiye?
Yeşilçam’da Batman, Superman, Killing gibi çizgi karakterler de filmleştirilmişti ama hiç değilse bu filmlerin öyküleri Türkiye’de geçiyordu. Sonradan başta Uçurtmayı Vurmasınlar (1989) ve Piano Piano Bacaksız (1992) olmak üzere çok değerli sinematografik ürünlere imza atacak bir yönetmen, dönemin romantik jönünü de önümüze katıp bizi neden Ontario Kalesi’ne götürür ki?!
İyi niyetli çözümlemeler yapabiliriz: Toplumsal eşitsizlik ve baskının arttığı, sivil faşizmin devlet faşizmiyle yarışır hale geldiği bir dönemde belki de Özdemir Birsel-Tunç Başaran ekibi bir Amerikan özgürlük savaşçısının hikayesini anlatarak sansürü aşmaya, evrensel bir insanlık durumunu halkla böyle buluşturmaya niyetlenmişti.

Ama öyle olmuyor işte, çizgi romanla film arasındaki trajik farklılıklar bu iyi niyetli okumaları sürükleyip götürüyor: Çizgi romanda anlatının neredeyse tamamı kırmızı urbalı emperyalistleri Amerika kıtasından def etmek üzerine kuruludur ve her macerada bu mücadelenin farklı boyutlarıyla karşılaşırız. 

Oysa Yeşilçam anlatısında filmin büyük bir bölümünü Kaptan Swing’in Betty’yle oynaşmaları, Mister Blöf ve Gamlı Baykuş’un anlamsız ve tümüyle yersiz maskaralıkları, Betty’nin kaprisleri ve erotik dansları oluşturuyor -Betty karakteri çizgi romanda çok az yer alır ve Swing’le romantik ilişkisi de epey örtülüdür. Geriye kalan kısımdaysa, dönemin Kara Murat filmlerindeki kötü Bizanslıların kırmızı kıyafetli kopyalarının Swing ve arkadaşlarından yediği komik dayakları görüyoruz.

Sonuç olarak, ABD’nin dünyanın dört bir yanında darbeler yaptığı, Vietnam’ı kana buladığı, Türkiye’deki müttefik muktedirler eliyle 6. Filo’yu kovan devrimci gençlerin canına kıydığı bir dönemde, özgürlük savaşçısı bir karakter politik duruşundan iyice uzaklaştırılıp çapkın bir maceracıya dönüştürülüyor… Bunu nasıl açıklayabiliriz?

Korkusuz Kaptan Swing belki de sadece dönemsel bir akıl karışıklığının ürünüdür, hatta hayatımızı gündelik ve varoluşsal düzeyde nasıl yaşayacağımıza dair vahşice söylemlerin üretildiği bugünkü Türkiye aklıyla karşılaştırılırsa biraz masum olduğu bile söylenebilir. Hiç değilse kimlerin iyi kimlerin kötü olduğunun bilindiği ve açıkça dile getirildiği bir anlatı dizgesi var.
Biraz Gamlı Baykuş tarzı bir tespit olacak belki ama, demek ki, tüm açmazlarına rağmen 1971 Türkiyesi’nin aklı 2018 Türkiyesinin aklından daha sağlıklıymış...

Uğur Kutay / BİRGÜN

“Kolay gitmeyiz” yasası - ERK ACARER

Bakanlar Kurulu’na verilen yetki, bu kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren, TBMM ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonucunda Cumhurbaşkanının yemin ederek başladığı tarihe kadar geçerlidir. Bu süre içinde Bakanlar Kurulu birden fazla Kanun Hükmünde Kararname (KHK) çıkarabilir.”


Bu madde ile belirtilen tasarı önceki gün, TBMM Genel Kurulu’nda yaşanan tartışma ve muhalefetin yoğun tepkilerinin ardından kabul edildi. ‘Meclisi fiili olarak ortadan kaldırma hamlesi’ olarak değerlendirilebilecek tasarının, AKP’nin Meclis çoğunluğunu kaybetme korkusu nedeniyle düzenlendiğini görmek zor değil. Cumhurbaşkanının yemin süresinin ne olduğu belirsiz.

Böl-yönet
Metal yorgunu, tanımını geride bırakalı bir hayli uzun zaman olmuş ‘tükenmiş’ bir hareket ve onun temsilcisi olan Cumhurbaşkanı ile karşı karşıyayız. Türkiye’de uzun zamandır hayatın her alanında bir çöküş yaşanıyor.

Ekonomide, hukuk ve adalet sisteminde, sosyal yaşamda, eğitim, sağlık, çevre politikalarında düzelmesi uzun yıllar alacak hasarlar bırakıldı. Toplum, her konuda kutuplara ayrıldı, ayrıştırıldı. 16 yıllık AKP ve Saray iktidarı, ‘bölme’ hastalığına tutuldu. Sadece kitleler değil, devlet kurumları, köklü yapılar ortadan ikiye ayrıldı.Böl, ayrıştır, yönet taktiğinden artık verim alınamadığı ise ortada. Siyasi iktidar, uzun süredir ülkeyi idare edebilmekten uzak. Ülke yönetilmiyor, Olağanüstü Hal (OHAL) rejimi, çıkan KHK’lar ile zorla ve baskıyla yönetilmeye çalışılıyor.

Sözlerin bir hükmü kalmadı. İnanması güç çelişkiler devlet aklının tamamen ortadan kaybolduğunu gösteriyor. ‘Millete’, daha çok demokrasi vadeden, gençleri seçim malzemesi yapan aldatıcı dil, ‘halka’ nobran tarafını göstermekten çekinmiyor. Tehdit, aşağılama, kaos vaadi gündelik hayatın bir parçası haline getirildi.

Çatı değil dip dalgası
Neyi oylayacağız?
Tek adamlığı... Bu oylamada en çok endişe duyup tartıştığımız konular ne? Seçim güvenliği ve iktidar partisinin ne kadar oy çalabileceği! Ülkenin başına gelen musibetin ne olduğunu anlayabilmek için bu iki duruma bakmak bile yeterli. Normal şartlarda, her geçen gün kan kaybına uğrayan bir iktidarın yüzde 50’liyi bulamayacağı kesin. ‘Cumhur ittifakı’ karşısında gittikçe yükselen ve çıkışını sürdüreceğine kesin gözüyle bakılan muhalefet blokunun etkisi AKP için işleri biraz daha zorlaştıracak.

Muhalefetin bir çatı ile değil dipten gelen bir dalgayla, yukarıdan beklenti koymadan kendini birleştirdiğine tanık oluyoruz. Bu tutkalın; seçime kadar 7 Haziran 2015 ve 16 Nisan 2016’yı bile gölgede bırakacak bir güce ulaşması muhtemel.

AKP çoğunluğu nasıl yakalamaz?
Ancak anketlerde görünen ve HDP tarafından yapılan ‘kıl payı baraj’ açıklamaları endişe verici. AKP’nin yasa dışı ‘seçim ittifak yasasını’ sanıldığı gibi yurt sathında değil öncelikle Bölge’de sonra da HDP’ye yüksek oyların çıkacağı merkezlerde uygulamaya sokması muhtemel. Bu nedenle, “Tamam”, AKP’nin Meclis’te istediği çoğunluğu sağlayamamasının ilk koşulu HDP’nin barajı geçmesi.

Demokrasi güçleri, faşizm bloğu karşısında iyi oyun kuruyor. İyi oyun ‘müthiş bir muhalefetten’ çok, dibe vuran karşı tarafın, tükeniş ve çaresizliğinin sonucu. AKP iktidarı bir kısırdöngü içinde. Aslında tüm otoriter rejimlerin ‘ortak kaderini’ yaşıyor; korku büyüdükçe kurallar, anayasa, demokrasi ihlal ediliyor. Bunlar ihlal edildikçe korku büyüyor. Başa dönelim; durmayacaklar… Vaadi kalmayan, sözü tükenmiş, toplumun büyük kesiminin sırtından atmaya çalıştığı iktidar, bir kez daha kaosu denemekte kararlı. Meclis’ten geçen ve Bakanlar Kurulu’na KHK çıkarma yetkisi veren tasarıyı ‘Kolay gitmeyiz’ yasası şekilde okumak da mümkün.

Diktatörlüğü oylayacağımız, oylarımızın ne kadarını çalabileceklerini hesaplamaya çalıştığımız, Meclisi ortadan kaldırdıkları trajikomik bir noktadayız. Ne var ki; muhalefet partileri akılcı adımlar atmaya devam eder, HDP’nin baraj ciddiyeti anlaşılırsa bu ‘zor deneme yöntemleri’ boşa çıkar. Bir tükenen adalete ve dibe vuran ekonomiye bir de baş harflerinin açılımı Adalet ve Kalkınma olan partiye bakın. Tarih miyadını dolduran ikiyüzlü bir hareketi işaret ediyor.

Erk Acarer / BİRGÜN

Bir umut - ÖZGÜR MUMCU

Önümüzdeki seçimlerde parlamento seçimi cumhurbaşkanı seçiminin de belirleyicisi 
olacak. Şayet AKP ve Bahçeli ittifakı, Meclis’te çoğunluğu yitirirse ve seçim de ikinci tura kalırsa; AKP’nin adayının işi beklemediği kadar zorlaşabilir. 

AKP adayı Erdoğan’ın kendisine oy verip de partisine oy vermeyecekleri “münafık” diye suçlayacak kadar kendinden geçmesi de iktidar cephesinin durumun ayırdında olduğunu gösteriyor. 

Cumhurbaşkanlığını AKP adayının kazanması ancak Meclis çoğunluğunu muhalif partilerin elde etmesi durumunda da aday Erdoğan’ın işi kolay değil. Cumhurbaşkanlığı kararnameleri, Meclis’in aynı konuda çıkartacağı kanunlarla bertaraf edilebiliyor. Ayrıca cumhurbaşkanlığı kararnameleri kanunlara aykırı olamıyor. 


Meclis’te olası bir çoğunluğu yakalamış muhalefet partileri bu sistemde bir başbakan belirleyip hükümet kurmayacak. Böylelikle belki de bazı konularda ortak davranarak kanun yapabilmeleri daha kolay olacak. 

Şayet seçim ikinci tura gider ve ilk turda Meclis’te çoğunluk değişirse, seçmenin muhalefetin adayına yönelerek onu seçmesi mümkün. Bu durumda yeni cumhurbaşkanı ve Meclis’teki yeni çoğunluk uyum içinde çalışabilir mi? 

Ülkenin demokratikleştirilmesi ve hukuk devletinin yeniden kurulması amacıyla yapılacak düzenlemelerde sorun çıkacağını zannetmem. Neticede Millet İttifakı’nın bir araya geliş amaçlarından biri bu. HDP de bu düzenlemelere destek olacaktır. 
Pekiyi, bu aşamadan sonra yeni başkanla yeni muhalefet çoğunluğu ülkeyi idare edebilir mi? Böylesine parçalı bir yapı ülke yönetiminde ortaklaşabilir mi?

Şayet bu başarıya ulaşırsa, başkanlık sistemi değişikliği, kendisini getirenlerin hiç beklemediği şekilde ülkenin demokratikleşmesi ve toplumsal uzlaşının yerleşmesine yol açabilir. 

Türk’ün, Kürt’ün, muhafazakârın, laikin ve bu toplumu oluşturan tüm unsurların, ortak çıkarları var. Kimlikleri aşan taleplerin oluşturulması hem milli birliği hem de solu geliştirir. 

Bu ihtimalin gerçekleşmesi için HDP’nin barajı aşıp Meclis’e girmesi şart. Yoksa HDP’nin güçlü olduğu yerlerdeki milletvekilleri AKP’ye gidecek. Yani AKP-Bahçeli ittifakı, Meclis çoğunluğunu garantiye alacak. 

Bir başka şartsa, yeni başkan ve yeni çoğunluğun Kürt meselesinde yapacaklarıdır. Millet İttifakı ve HDP, toplumun bütününü yansıtan bir seçmen desteğiyle, bu defa Kürt meselesine toplumun tamamını tatmin edecek bir çözüm bulabilir. 

Elbette bunlar çok iyimser ihtimaller. Ancak imkânsız değil. En karanlık zamanlarından birinde, memleketin önünde bir umut yolu açık. O yolda kararlılıkla yürümenin çaresi, iyimser olunamasa da umudu kaybetmemekten geçiyor.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

‘Münafık’tan kastı ne? - IŞIK KANSU

Demokrasi ile yönetilen bir ülkede cumhurbaşkanına hakaret edilir mi? Hiç kimseye edilmediği gibi, ona da edilmez, edilmemeli.
Öyle bir ülkede bir cumhurbaşkanı hakaret eder mi? 
Herkes gibi o da etmez, etmemelidir. 
Bir cumhurbaşkanı, “devleti temsil ettiği” gerekçesiyle kendisine ağır söz söylenemeyeceğini savunurken demokrasi gereği kendisine muhalefet edenlere “münafıklar çetesi” der mi? 
Demez, dememeli, ama bizde diyor…
Üstelik münafık sözcüğünü, Dil Derneği sözlüğündeki “arabozan, bölücü, karıştırıcı, fesatçı” karşılığında da kullanmıyor. 
Siyasi miting alanlarında “Benim karşımdakiler, Müslüman olmadıkları halde, Müslümanları aldatmak için Müslüman gibi görünüyorlar” demeye getiriyor.
Üstü kapalı, münafık sözcüğünün “dinsel” anlamına vurgu yapıyor. 
Bu vurgu, bölücülük, karıştırıcılık ya da Saray’ın gündelik diliyle “hakaret” değil de nedir? 
Sayısal verilere bakılırsa, Erdoğan’ın göreve başladığı2014’teCumhurbaşkanı’nahakaret suçundan 682, 2015’te de 7 bin 216 ceza soruşturması açılmış. 
2016’da bu rakam sıçrama yapmış, aynı gerekçeyle açılan soruşturma sayısı 38 bin 254’e ulaşmış. 
Açıkçası, “Herkes bana hakaret ediyor” duygusunun nasıl bir tepkime olduğunu toplumbilimciler ve ruh sağlığı uzmanlarına sormak gerekiyor.

Sivas Kongresi binasından da hınç almayın!
Sivas Kongresi, kurtuluş ve kuruluşun temellerinin atıldığı, ulusal güçlerin birleştiği, manda ve himayenin reddedildiği, bağımsızlığın çığlıklandığı, ulusal egemenliği simgeleyen meclisin açılışına doğru ilk ışıkların yakıldığı çok önemli bir toplantıdır.Özetle, emperyalizme karşı verilecek kutsal savaşın, ardından kurulacak laik, demokratik, halkçı Cumhuriyet’in köşe taşlarından biridir. 
Mülki İdadi olarak yapılan, 1919 Sivas Kongresi sırasında “Milli Mücadele Karargâhı”. Cumhuriyet sonrası lise olarak kullanılan bina, Sivas Atatürk Kongre ve Etnografya Müzesi olarak ilin tam merkezinde, hatta yüreğinde ulusal bir simge olarak yerini almıştı. 
AKP geldi, bina Milli Saraylar Daire Başkanlığı’na devredildi ve onarım için çalışmalar başladı. 3.5 milyon liralık da ödenek çıkarıldı. Onarım, yıllarca sürdü. Bu süre içinde müze kapalı kaldı!
Üstelik, onarım ihalesini alan inşaat firması, konunun uzmanlarına danışmadan bina içinde işler yürüttü. 
Sonuç? Sivas CHP milletvekili Ali Akyıldız, son durumu şöyle özetliyor: 
“Müzenin kongre ruhundan çok uzak olması; hem bir Sivaslı olarak bizleri, hem de kongre ruhunu yaşamak için müzeyi ziyarete gelen insanlarımızı hayal kırıklığına uğratmıştır. Müzede o döneme ait gerçek olan ne varsa hepsi depolara kaldırılmış, sadece görselleri var. Sivas Kongresi’nin yapıldığı salon bile boşaltılmış; kongreye katılan üyelerin adlarının çakılı olduğu sıralar vardı, onlar da kaldırılmış. Ortada bir masa, yanda sandalyeler ve bomboş bir salon. 
O da yetmemiş, iki katlı bir binanın tam kalbine hançer sokar gibi çelikten bir asansör yapılmıştır.” 

Dileriz, AKP’nin Cumhuriyet’ten hınç almaya yönelik kindar tutumu, Sivas’taki kongre binası üzerinden de sürmez!

Işık Kansu / CUMHURİYET

11 Mayıs 2018 Cuma

Borcun anatomisi - GÜLAY DİNÇEL

Türkiye kapitalizmine ilişkin değerlendirmelerde solun analizlerine de yansıyan, hatta bazen patenti sola ait kimi klişeler, gerçek resmi gölgeler hale gelebiliyor. Sanıyorum bu bağlamda en fazla karışıklık yaşanan başlıklardan biri borçlanma konusu. “Borç ekonomisi”, “borca dayalı büyüme” sıkça kullanılan ifadeler. Büyük bir borç yükü altında her an çöküş tehlikesiyle karşı karşıya bulunan bir ekonomiyle seçimlere giderken eleştiri ve vaadlerde de borç yine öne çıkan konular arasında. “Borçların silinmesi” gibi vaadler dile getirilmeye başladı. 


2002-2017 AKP iktidarı döneminde borçlanma olanaklarında uluslararası sermayenin yönelimleri ve tercihleriyle de uyumlu bir şekilde önemli bir artış yaşandı.  Sadece Türkiye için değil, dünya ölçeğinde borçların GSYH içindeki payı arttı. Dünya ortalamasına bakıldığında borçların GSYH’ye oranı 1950-80 döneminde yüzde 120 seviyesinde seyrederken 1980’lerden itibaren arttı ve 2000’li yıllarda hızlanan bir artışla yüzde 240 seviyesine geldi. Daha anlaşılır olması için güncel durumda 76 trilyon dolar civarındaki küresel hasılaya karşılık, 233 trilyon dolar borç söz konusu. 

Sadece borç artmadı, borcun kompozisyonu da değişti. 1980’li yıllara kadar borçlanmada kamunun payı yüksekken, son 20-30 yılın önemli değişimi “hanehalkı” ve şirketlerin borçlanmasındaki artış oldu. Güncel durumda, finansal kuruluşlar hariç bakıldığında toplam borcun yüzde 30’u devletlere, yüzde 45’i şirketlere, yüzde 25’i de hanehalklarına ait.

Basit bir nicel genişlemeden söz etmiyoruz. Sermaye süreçlerinin karmaşıklaştığı, üretim ve ticaretteki gelişmelere finansın da eşlik ettiği söylenebilir. Son 30 yıla bu gözle bakıldığında finans sermayesi bazen kredi mekanizmaları ve finansal araçlarla ön açma rolü üstlendi, bazen de geriden gelip uyarlandı. Son 30 yılın otomotiv üretim ve tüketim organizasyonu örnek verilebilir. Tek bir üretim hattında ve az sayıda merkezde üretim yerine dünyanın pek çok yerine dağılmış parça üretimi ve eskisinden daha fazla sayıda merkezde parçaların montajına dayalı bir yapının gerektirdiği sermaye organizasyonu, kredi mekanizmasının ve finansal araçların daha fazla kullanımını gerektiriyor. Tüketim boyutunda da bireysel borçlanma önemli bir “uyaran” olarak kullanıldı. 1980’lerin başında dünyadaki toplam otomotiv üretiminin 30 milyon adet civarındayken 2017 yılında 96 milyon adede ulaşmış olması nasıl bir gelişimin “finanse” edildiğini örnekliyor. 
Borçlanmanın bir boyutu sermayenin yeniden genişleme süreçleri bir boyutu da dünya ölçeğinde “devletin küçülmesi”ne dayanıyor. Özellikle hanehalkı borçluluğunu küçülen devlet, düşen ücretler, tırpanlanan sosyal haklar eksenine yerleştirerek düşünmek gerekiyor.

Türkiye için de benzer durumdaki başka ülkeler için de “borçlanarak” ya da olmayan geliri harcayarak büyümekten değil, toplumsal kaynakların, değerlerin, daha organize biçimde uluslararası sermayenin ve ona daha fazla entegre hale gelen yerli sermayenin kullanımına sunulmasından söz etmek gerektiği açık. Türkiye örneğinden gidersek 2000’li yıllarda borçlanma olanakları artıp borç stoku genişlerken 80 milyar dolara yakın özelleştirme yapıldı, en az bu tutar kadar yeni alan, enerji, eğitim, sağlık, ulaştırma başta olmak üzere, sermayeye açıldı. En az bunlar kadar önemli bir diğer başlık, ortalama vasfı düzenli olarak artan emekgücü ordusu daha düşük ücretler ve daha güvencesiz bir şekilde çalıştırıldı. 

“Borç ekonomisi” ya da “borçla büyüme” saptaması bir anomaliye işaret ettiği, bir bütün olarak kapitalizmin işleyiş mekanizmasına aykırı, bir dışsallık haline getirildiği oranda yanılgı üretmeye de neden oluyor. Türkiye özelinde de dünya için de “düzeltilebilir” bir kapitalizm yanılgısı. 
Ne yazık ki böyle bir dünya yok. 

Türkiye’de AKP iktidarı döneminde, 2002 yılında 1,2 milyar dolarken 2017 sonunda 129 milyar dolara ulaşan bireysel kredileri de bu eksende değerlendirmek gerekiyor. Kredi kartları, ihtiyaç kredileri, konut kredilerinden oluşan ve GSYH’nin yüzde 15’ine ulaşan bu tutarın arkasında milyonlarca işçinin ödenmeyen emeği bulunuyor. Yanına iki rakam daha eklediğimizde “büyük soygun” daha anlaşılır hale gelebilir. Aynı dönemde asgari ücret dolar bazında iki kat arttı, kişi başı milli gelir ise üç kat. İlki gerçek durumu, yani emekçilerin cebine gireni daha iyi gösteriyor. Emekçilerin milli gelirden aldıkları payın düştüğünü gösteren başka veriler de var. Ama 30 milyon kişiye ait 129 milyar dolarlık borç, emekçilerin ödenmeyen emeğinin, son 15-16 yılda artı-değer sızdırma mekanizmalarındaki “gelişme”nin de göstergesi.

Bir düzen partisinin ortaya “borçların silinmesi” vaadiyle çıkabilmesinde “borç ekonomisi”ne ilişkin yanlış kavrayışın payı yüksek. Takibe düşmüş alacaklar, bireysel kredilerin yüzde 2-3’ünü oluşturuyor ve İyi Parti’nin dile getirdiği rakam, 4-5 milyon kişi, yüksek görünmekle birlikte zaten hukuken de geçersiz sayılabilecek bu porsiyonu kapsıyor. İşin esas kısmına değmiyor. Emekçileri borç batağından kurtarmaktan ziyade banka bilançosu temizlemeye yarayacağı söylenebilir. 

Tüm borçların iptali, bu soygun mekanizmasının tamamen ortadan kaldırılmasını söylemelerini beklemiyoruz düzen partilerinden. Çünkü bu düzen değişmeli demeden daha fazlası mümkün değil…

Gülay Dinçel / SOL

TAMAM’ın ötesi... - ÖZLEM YÜZAK

Yıl 1919... Bundan tam 99 yıl önce bugünlerde Mustafa Kemal Paşa’nın Şişli’deki evinde, üzerinde haritalar bulunan bir masanın etrafında hummalı bir toplantı yapılmaktadır. Paşa, kendisini ve silah arkadaşlarını Samsun’a götürecek olan Bandırma Vapuru’nun kaptanı İsmail Hakkı Kaptan’ı çağırmış ve kaptandan gemi hakkında bilgi istemiştir... Kaptan önce geminin özelliklerini anlatır, geminin 41 yaşında olduğunu, Karadeniz’in hırçın dalgalarına dayanma gücü ve direncinin az olduğunu anlatır ama kısa bir hazırlık döneminden sonra bu yolculuğa hazırlıklı hale getirilebileceğini söyler. Beraber gidiş rotasını saptarlar. Zorlu bir yolculuğun sonunda 19 Mayıs’ta Samsun’a ayak basılır ve Kurtuluş Savaşı’nın ilk adımı böylece atılmış olur...

Fırtına artıyor
Yıl 2018... Bugün bir TAMAM rüzgârı yakalandı. Süreç zorlu. TAMAM’ın etrafında birleşebilme duygusu heyecan verici. Millet İttifakı... Muharrem İnce’nin adaylığı, enerjisi, “ötekileştirici değil birleştirici” söylemi de... MeralAkşener’in dobralığı da, Temel Karamollaoğlu’nun Demirtaş serbestbırakılsın” çıkışı da... Ama, TAMAM rüzgârı yakalanmışken yelken bu rüzgârla şişirilip, dümen güçlü ellerle kavranıp doğru yöne ilerlenmezse fırtınalı denizde alabora olma riskini de unutmadan... 

Fırtına giderek artıyor ve artacak da... DEVAM cephesi ellerindeki tüm iktidar kaynaklarını tek tek ortaya saçıyor. Seçim ekonomisi, vaatler, vergi afları... Yetmiyor, televizyon kanallarını kullanarak muhalefetin sesini kıstırıyor... Yetmiyor devletin bankalarını yeniden arpalık olarak devreye sokarak talimatla konut kredi faizlerini indirtiyor... Yetmiyor nüfus kayıtlarında, seçmen listelerinde hileler yapılıyor... 

Öte yandan tam bir enkaz içinde Türkiye. TL’nin değer kaybını Merkez Bankası’nın müdahaleleri bile fazla engelleyemiyor. Bu arada kendi parası da TL gibi büyük oranda değer yitiren Arjantin dün yeniden IMF’nin kapısını çalarak borç istedi. Bu bilgiyi de bir yere koyalım. Zamlar peş peşe yığılıyor, döviz kurlarındaki artış ithal ilaçta yokluk döneminin yeniden başlayacağı sinyallerini dillendiriyor. Yatırım ve üretim odaklı bir ekonomi 16 yıldan beri inşa edilemediği için işsizlik hâlâ ürkütücü boyutta. Köprüler, otoyollar, şehir hastaneleri inşa ediliyor. Paralar saçılıyor, alım garantileri veriliyor. 16 yıllık AKP iktidarının bilançosu ağır. Bu dönemde 2.2 trilyon liralık iç borç ödemesi, 175 milyar dolarlık dış borç ödemesi yapılmış. Bu kadar borç ödedik de karşılığı ne oldu, onun yerine daha faydalı neler yapılırdı diye sorgulanmıyor. Hele alım garantilerinin önümüzdeki nesillere nasıl büyük bir borç yükü içine sokacağı hiç hesaplanmıyor.
99 yıl önce bir enkazın üzerine aydınlık bir ülke inşa etmeyi başarmış bunun en önemli adımlarını atmıştı Atatürk ve arkadaşları... Yeniden enkaza dönüştürdük ne yazık ki. 

Bunda sadece AKP’nin değil AKP zihniyetinin hâkim olmasına zemin hazırlayan herkesin payı var. Bunu unutmamak gerek. Ve umarım TAMAM rüzgârı bu enkazın üzerine aydınlık bir gelecek inşa etmeyi başarır...

Özlem Yüzak / CUMHURİYET

‘Diriliş ve şahlanışın manifestosu’ - Meriç Velidedeoğlu

Erdoğan, bir hafta önce partisi “AKP”nin, “İstanbul İl Kongerisi”nde yaptığı seçim konuşmasında, bir “Manifesto” ilan etti. (6.5.2018)


Manifesto’sunu, hem toplantı salonunun önünde toplananlara, hem de salondakilere olmak üzere iki kez okudu, haykıra haykıra... 

Değerli dostlar, “1848”de “Karl Marx ve Engels’in” birlikte yayınladıkları ünlü bir  Manifesto olan “Komünist Manifesto”su gibi, Erdoğan kendi Manifesto’sunun da tarihte yer alacağını mı düşündü dersiniz? 

Neden olmasın ki, sevenleri, onca destekleyeni, “erişilmez üstünlükte vasıflar” taşıyan biri olduğunu dile getirmiyorlar mı? 

Ne var ki bunu söyleyenler, bir “Cumhurbaşkanı” adayının, dolayısiyle, adayları Erdoğan’ın “dilinin temiz” olması gerektiğini de unutmamalılar. 

Çünkü geçen ay Erdoğan’ın, Aydın’da yaptığı seçim konuşmasının kokusu daha bitmedi...
 
Bu konuşmasında Erdoğan, Kılıçdaroğlu’nu, iktidarlarına yaptığı eleştirilerden dolayı, adını çekinmeden, utanmadan söylediği, “çukur”da debelendiğini söyleyivermişti... (7.4.2018) 

Ardından da, “yaradılanı severiz Yaradan’dan ötürü!” demişti aynı rahatlıkla... 
Kendisine, “o çukura atarak mı?” diye sorulsa nasıl bir yanıt verir dersiniz? 

Manifesto’sunda, “daha çok demokrasi!” dediğine göre, “atar” da, satar da... 
Gündüzün de elinde yanan feneriyle dolaşan, yurttaşımız Sinop’lu Diyojen (M.Ö. 412 - 323) bir yolunu bulup Aydın’da Erdoğan’ı dinleseydi feneri yanmayı sürdürür müydü acaba? 

Ve değerli dostlar, Erdoğan Manifesto’da,“Bireysel Özgürlük” konusuna büyük önem verdiklerini belirtirken, “Genelkurmay Başkanı Org. H. Akar”ın önümüzdeki Cumhurbaşkanı seçiminde, “aday olmaması” için Abdullah Gül’e gittiğini duyuruyordu, TV kanalları..
 
Bu haberi izlerken, anımsadım; Cumhuriyet’in ilanından sonra, ordu komutanlarının -geçerli yöntem dolaysiyle- siyasete karışmalarının, yarattığı sorunlar karşısında yönetim, askerin, siyaset bağlamında -büyük küçük- herhangi bir görevde olmasını, bulunmasını, “yasaklar”; komutanlar askerlikten istifa edip siyasete girebileceklerdir. 
Atatürk, “Cumhuriyet”in birinci yılını doldurmasına birkaç gün kala bu konuda yaşanan olayları, en ince ayrıntılarına dek, Söylev’de (Nutuk) anlatır; bilindiği gibi de, Söylev’in son konusudur “Askerlik ve Politika”

Ve değerli dostlar, ayracı (parantezi) kapatıp konumuza dönmeden şuna da değinelim; Erdoğan, “Manifesto”sunu gerek “Saray”ında ağırladığı gençlere, gerek alanlara topladıklarına anlatırken, bir ara onlara, M. Akif Ersoy’un ünlü yapıtı “Safahat”ı okumalarını önerir; kuşkusuz yerinde; ne ki, bir kez olsun Atatürk’ün “Söylev”ini (Nutuk) okumalarını önermemiştir... 

Aklına estikçe, “İstiklal Harbi”miz der durur; ama bunun nasıl kazanıldığını -günü gününe- en ince ayrıntılarıyla, yüzlerce “belge”ye dayanarak yazılanı ağzına almaz... 

Yazıyı noktalamadan önce, Manifestosu’nda dile getirdiği şu “Demokrasi kurumsallaştırılacak!”mış söylemini duydukça “Erdoğan, ‘tramvay’dan tümüyle vazgeçti mi?” diye sormaktan insanın kendini alamadığını söylemek gerek. 

Kuramsallaşan demokrasi, “daha fazla gelişecekmiş!”; öyle olmalı; peki, üç erki, “yasama, yürütme ve yargı”yı, avucunda tutan bir Erdoğan, bunları salıverir mi? 


Ne dersiniz?

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET