17 Mayıs 2018 Perşembe

Baskıcı siyasetin final maçı - NAZIM ALPMAN

Türkiye, Cumhuriyet tarihinin en önemli seçimine gidiyor. Büyük yetkilerle donatılmış bir Cumhurbaşkanı seçilecek, aynı sandıktan yetkileri tırpanlaşmış bir de parlamento çıkacak.

Böylesine önemli bir seçim köy iken belde haline gelmiş bir yerleşimde belediye başkanı seçilecekmiş gibi, her şey aceleye getirilerek uygulamaya konuldu.

Özü “Tek Adam Rejimi” olan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nde (?) bakanlar kurulu var, başbakan yok. Bakanları en tepedeki Cumhurbaşkanı seçecek. Bakanlar parlamentodan da olabilecek, parlamento dışından da… Ne kadarı parlamento içinden olacak, ne kadarı parlamento dışından orası belli değil!

Usta aşçıların yemek tarifleri gibi bir durum söz konusu:
-El ayarı göz kararı!

                                                          •••

CHP’nin Cumhurbaşkanı Adayı Muharrem İnce daha en baştan söyledi:
-Bu yetkiler çok fazla, seçildiğimde bunların bir bölümünü iade edeceğim!
Söz konusu yetkiler aslında Tayyip Erdoğan tarafından fiilen kullanılıyor. Adı “Cumhuriyet tarihinin son Başbakanı” olarak tarihe geçecek olan Binali Yıldırım, Başbakanlık görevini resmen sürdürüyor.

Hisseden var mı?

Onun dile getirebileceği her şeyi önceden Cumhurbaşkanı-AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan söylüyor. Gazeteler ve televizyonlar da haliyle Başbakan’a değil, Cumhurbaşkanı’na itibar ediyorlar.

Her zaman ve her yerde tek seçici, artı son sözün sahibi Erdoğan olduğundan Yıldırım’ı kimse dikkate almıyor. O kadar ki, AKP Sözcüsü sıfatını taşıyan Mahir Ünal bile Başbakan’ın üzerine basıp geçti:
-Bedelli askerlik konusundaki sözleri Binali Yıldırım’ın kişisel görüşleridir!
                                                           •••

Böylesine yönetim hataları ancak sorgulanmayan bir rejimde yapılabilir. Her şeyi tek adam yapıyor. Gemi kayalıklara oturdu.
Ekonominin zalim kuralları, hamaset dolu nutuklardan hiç etkilenmiyor.
-Alçakça bu yüksek faiz ısrarını önleyeceğiz!
Sıcak para pırr… Dolar, avro füzeye biniyor.
Geçen sabah Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu Artı TV Gün Başlıyor’da çok çıplak bir gerçeği izah etti:
-Dolar 1 kuruş arttığında özel sektörün toplam dış borç yükü 50 milyar lira yükseliyor!

Tam bir savurganlıkla yönetilen Türkiye’de işlerin eskisi gibi gitmeyeceği belli oldu. Muharrem İnce’nin kamuoyunda yarattığı heyecan, toplumun AKP’den sıkıldığının da bir göstergesi olsa gerek.

İnce bir anda bütün gündemi Erdoğan’ın elinden çekip aldı.

Cumhurbaşkanı adaylarını ziyaret edeceğim diyerek Edirne’ye gitti, Selahattin Demirtaş’ı ziyaret etti. Sonra da Ankara’ya geçip Tayyip Erdoğan’ı gördü. Bir günde Türkiye’nin siyasi röntgenini toplumun önüne koydu:
Biri zindanda diğeri zirvede iki lider var Türkiye’de. 
Böyle bir demokrasi olabilir mi? 
Serbest seçim, demokratik eşitlik?

Burada dikkat çekici olan ise “Vidanjör Medya” İnce’nin ziyaretinden pelesenk olmuş manşetler çıkartamadı. “Terör destekçisi”, “terörist sever”
falan gibi orta zekalı başlıklar kullanılamadı. Barutları bitti.
24 Haziran 2018 seçimlerinin özü kendiliğinden ortaya çıkmış bulunuyor:

-Baskıcı siyasetin final maçı!

Nazım Alpman / BİRGÜN

16 Mayıs 2018 Çarşamba

Tarımda tahribat büyüyor - OĞUZ OYAN

Türkiye tarımı için 21. Yüzyıl tam da 1 Ocak 2000 yılında yürürlüğe sokulan IMF Programı ile başlamaktadır. Başlayan yalnızca bir istikrar programı değildi. Program, kapsamlı bir yeniden yapılandırmayı da içermekteydi. Bunun, finansal sistem, KİT sistemi ve tarımsal yapı olmak üzere üç önemli ayağı bulunmaktaydı. KİT sisteminin tasfiyesi, çok sayıdaki tarımsal KİT'ler nedeniyle doğrudan doğruya tarımı da ilgilendirmekteydi. Finansal sistemdeki dönüşüm de tarımdakiyle dolaylı bir ilişki içindeydi. Tarıma ilişkin düzenlemelerin bütünü, 1980'li yıllarda dayatılan dönüşümü çok aşan bir kapsamdaydı.
Tarımda dönüşüm talebi ülkenin ve tarım sektörünün kendi iç dinamiklerinin zorlamasıyla değil, gelişmiş ülkelerin ve bunlardan neşet eden ulusötesi şirketlerin ihtiyaçlarınca belirlenmişti. "Tarımda Reform Uygulama Programı" (TRUP) denilen programın sahibi olan IMF ve DB ikilisi, iktidarlar değişse de dönüşümün içeriği ve hızından ödün vermemişti. İlk büyük hamleler Ocak 2000- Kasım 2002 arasındaki yaklaşık üç yılda DSP-MHP-ANAP koalisyonu dönemindeydi. Sonrasını AKP iktidarı devralacak ve bu programı büyük bir sadakatle bugüne dek uygulayagelecektir.


Türkiye tarımının yeni yüzyıldaki tarihi, dış dinamiklerin belirleyici olduğu olağanüstü hızlı bir dönüştürme saldırısının tarihidir. Ama bu dönüştürme, 1990'lardan itibaren içerde siyasi/ bürokratik/ akademik düzlemlerde ideolojik zeminin hazırlanması ve işbirlikçiliklerin türetilmesi olmaksızın olamazdı. 

                                                                  ***

4 Mayıs 2018'de İzmir üniversitelerinin İzmir Ekonomi Üniversitesi'nde düzenledikleri ortak kollokyuma sunduğumuz "Türkiye'de Tarımın 21. Yüzyıldaki Dönüşümünün Dinamikleri"  başlıklı açılış bildirimizden devam edelim:
Tarıma dönük tasfiye politikaları birkaç koldan yürütülmüştür: İç desteklerin hızla tayınlanması; tarımsal istihdamı hızla daraltan DGD (doğrudan gelir desteği) sisteminin radikal bir biçimde uygulanması; TTH/ tarımın ticaret hadlerinin (tarım/sanayi fiyat endeksinin) sürekli ve adeta geri dönüşsüz biçimde  tarım ve çiftçi aleyhine döndürülmesi; tarımın dolaylı vergilerle sağılmasında yeni bir sıçrama yapılması ve böylece görünür desteklerin görünmez yollarla fazlasıyla geri alınması; tarımın finansmanının daraltılması ve kredi reel faizlerinin yükseltilmesi.

TTH, 1980'lerde 24 Ocak Programıyla köklü  bir biçimde tarım aleyhine döndürüldükten sonra, koalisyonların bir nimeti olarak 1990'larda inişli çıkışlı bir seyir izlemiş ve nihai olarak 1998'de kuvvetle tarım lehine dönmüştü. Ama ondan sonrası, özellikle 2000 IMF/DB Programı sonrası hep tarım aleyhine gelişme gösterdi. Böylece tarımdan tarım dışına değer aktarımının önemli bir düzeneği olarak çalıştı.

İç destek düzeyi, 2000-2002'de ortalama binde 12 dolayından, 2006 Tarım Kanununun milli gelirin en az yüzde biri (binde 10'u) kadar destek verilmesi hükmüne rağmen 2006-2007'de binde 6'ya düşürülmüş, 2016-18 ortalaması olarak da binde 4,2 düzeyine geriletilmiştir. Böylece, 2007-2018 döneminde çiftçinin devletten alacaklı kaldığı destekleme miktarı 120 milyar TL'yi bulmuştur.

Tarıma verilen desteklerin, dolaylı vergiler aracılığıyla geri sağılmasının AKP döneminde doruğa çıktığını ve yalnızca tarımın kullandığı mazot üzerinden alınan ÖTV ve KDV ile tüm desteklerin yüzde 85'inin geri alındığını vurgulamak yeterli olabilir.

DGD ise, uygulandığı 2001-2007 dönemi boyunca (son ödemeler 2008'de) 13 milyar TL'yi biraz aşan (2009'a kadar alınıp DGD'nin kalıntıları da hesaba katılsa bile 18 milyar TL'yi aşamayan) bir gelir ödemesi gerçekleştirmekle birlikte, 3 milyon haktara yakın toprağın ekim alanı dışına çıkmasına ve 2,5-3 milyon çiftçinin üretimden düşmesine neden olabilmişti. Desteklerin sınırlanması ve bunun giderek daha da sıkılması nedeniyle bu etkiler DGD sonrasında da sürecektir.

                                                                   ***

Sonuçlar ortadadır: Tarımsal istihdamın toplam istihdam içindeki payı 2000'de yüzde 36'dan 2006'da yüzde 23,3'e, 2017'de ise yüzde 19,4'e gerileyecektir.
Tarımsal hasılanın GSYH içindeki payı 2000'de yüzde 12'den, 2009'da yüzde 8,1'e, 2016'da yüzde 6,2'ye gerileyecektir.

Tarımın dış ticaret dengesi de, Cumhuriyet tarihinde ilk kez uzun dönemli bir "olumsuz bakiye" dönemine girmiştir. 2003-2017 arasindeki 15 yılın 13 yılında dış ticaret dengesi negatiftir. Dönem toplamı olarak 20,6 milyar dolarlık açık verilmiştir.

Tarımsal destek kurumlarının (girdi üretimi ve/veya destekleme alımında görevli KİT'ler, Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri, Tarım Bakanlığı birimleri, tohum üretim istasyonları, vs.) işlevsizleştirilmesi veya tasfiyesi ise, bir daha geriye dönüş olmaması için "gemilerin yakılması" anlamındadır.

Bu radikallikte uygulanan bir tasfiye programının aynı radikallikle tersine çevrilmesinden başka çare yoktur. Eğer, Türkiye tarımını küresel mal ticareti zincirinin bağımlı bir halkası olmaktan çıkarmak, üreticiyi ulusötesi şirketlerin oyuncağı olmaktan kurtarmak istiyorsak; tüketiciyi GDO'lu ve hibrit ürünlerin işgalinden korumak istiyorsak; kısacası tarımdaki çözülmeyi durdurmak istiyorsak 2000'lerin sürekli bağımlılık üreten neoliberal politikalarıyla (ve dolayısıyla, DTÖ, IMF, DB, OECD, AB gibi yapılarla) hesaplaşmayı göze almaktan başka çare yoktur.

                                                                ***

Bu hesaplaşmanın kuşkusuz öncelikle gıda emperyalizminin sözcüsü gibi davranan ve ulusötesi şirketlerinin rahatça at oynatacakları ortamı hazırlamayı "millilik ve yerlilik" olarak topluma yutturmaya çalışan iç siyaset odaklarıyla yapılabiliyor olması gerekir. Dolayısıyla bugünkü seçimlerden ve adaylardan beklediğimiz, Tayyipgillere laf yetiştirmek yanında, bu gibi ülke sorunlarını ve çözüm önerilerini de gündeme taşımaları olacaktır, olmalıdır. 

Oğuz Oyan / SOL

Erdoğan’ın düşü: Çığrından çıkan Türkiye ve Shakespeare - Merve Tokmakçıoğlu / SOL

Erdoğan İngiltere ziyaretinde Shakespeare'in Hamlet'inden alıntı yaptı. Ancak Erdoğan'a yakışan Hamlet değil, hırsı, açgözlülüğü ve mutlak güç isteğiyle kralını, en yakın arkadaşını ve çoluk çocuk demeden aileleri ortadan kaldıran Macbeth'ten alıntıydı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, günün birinde İngiltere’ye gider ve Chatham House adlı kuruluşta bir konuşma yapar. Niye gider, neden bu konuşmayı yapar, diye sormayın; zira İngiliz emperyalizminin her sadık neferi, siyasi iktidara aç her tiran ve bu uğurda her türlü işbirliğini yapan, yapmış ve yapacak olan tüm politikacılar gibi o da siyasi çıkarlar amacıyla kurulmuş bu resmî kurumda konuşma yapmalıydı. 

Ancak Erdoğan bu konuşmada İngilizlerin medarı iftiharı oyun yazarı Shakespeare’e atıfta bulunur: Shakespeare’in, günümüzde Hamlet adlı eserini yeniden kaleme alsaydı, Danimarka Prensi Hamlet’e gene “dünyanın çivisi çıkmış” dedirteceğini öne sürer. Peki, dünyanın çıkan çivisini yerine çakmak, çığırından çıkan zamanı yerine oturtmak Erdoğan’a mı kaldı? 
Yoksa onun da elleri Macbeth gibi kanlı mıydı?

Erdoğan konuşmasında bu çivisi çıkmış dünyaya dair pek çok örnek göstermekte; İsrailli keskin nişancılar tarafından öldürülen Filistinliler, Afrika’da açlık sınırındaki aileler, kendi deyimiyle ‘Avrupa’nın göbeğinde’ inançları ve kültürleri nedeniyle ötekileştirilenler, yersiz yurtsuz Suriyeli göçmenler... Bu örneklerin arasına da umut ve vicdan gibi sözcükleri yerleştirmekte. Erdoğan’a söz konusu umut ve vicdanın yok olması olunca çok da uzaklara gitmemesini, cumhurbaşkanı olduğu coğrafyada yol açtığı vicdansızlıklara ve umutsuzluğa bakmasını salık vereceğiz: On dört yaşında katledilen Berkin Elvan, Soma katliamında patronların menfaati uğruna yerin altına gömülen madenciler, Suruç ve Sur’da katledilenler, atanmayan ve bu yüzden intihar eden öğretmenler, tekme atılan işçiler, cinsel kimlikleri ve yönelimleri yüzünden yakılan bireyler, çocuk işçiler, kadın cinayetleri... Tüm bunlar, kendisinin devletin başında olduğu son on altı yılda Türkiye’nin geldiği kokuşmuşluk ve “çürümüşlük” seviyesinin göstergeleridir. 

Biz Erdoğan için Hamlet’ten değil, Macbeth’ten alıntı yapacağız: Siyasi iktidar hırsı, açgözlülüğü ve mutlak güç isteğiyle kralını, en yakın arkadaşını ve çoluk çocuk demeden aileleri ortadan kaldıran İskoçya Kralı Macbeth:
Korkudan yediğim lokma boğazımdan geçmeyecekse
Her gece korkunç düşlerin sıkıntısı saracaksa uykularımı 
Varsın her şey çığırından çıksın,
Bu dünya da yıkılsın, öteki de![1]

Suriye’de emperyalizmin desteklediği gerici çetelerin Türkiye’de ellerini kollarını sallayarak dolaşmaları, 7 Haziran seçimleri sonrasında yaşananlar, 1 Kasım seçimleri, sokağa çıkma yasakları, Ankara katliamı, İstanbul bombalamaları, hakaret davaları, OHAL’in olağanlaştırılması, KHK’lar ile ülkenin yönetilmesi, açlık sınırının her geçen ay yükselmesi, artan işsizlik oranı, kendi tabiriyle “vicdan ve umut” ile icraatte bulunan bir liderliğin sonuçları olabilir mi? Çivisi çıkmış bir dünya alıntısına biz şöyle cevap veriyoruz: “Çürümüş bir şey var Danimarka Krallığında.”[2]

Umut, bu sömürü düzenini değiştirecek, vicdan ise bir daha geri gelmemesini sağlayacaktır: emeğin en yüce değer kılınmasını, birlikte sömürüsüz, özgür bir dünyada yaşamayı vicdan ve umut ile başaracağız. Bu çürümüş sistemi destekleyen ve devam etmesinde payı olan tüm işbirlikçiler gün gelip hesabını verecekler. 
Son olarak, Erdoğan’ın alıntı yaptığı Hamlet’i aslında hiç okumamış olduğunu da belirtmeliyiz. Zira oyundaki şu sözlerin aklına gelmiyor olmasını başka türlü açıklamak mümkün değil:
Zorbanın kahrına, gururunun çiğnenmesine,
Sevgisinin kepaze edilmesine, 
Kanunların bu kadar yavaş, 
Yüzsüzlüğün bu kadar çabuk yürümesine,
Kötülere kul olmasına iyi insanın 
Kim ister bütün bunlara katlanmak...[3]

Merve Tokmakçıoğlu / SOL Kültür

[1]Aktaran Urgan, Mina. Shakespeare ve Hamlet. Cem Yayınevi: İstanbul, 1. Basım, 1996, s. 266.
[2]Shakespeare, William. Hamlet, çev. Sabahattin Eyüboğlu. Remzi Kitabevi: İstanbul, 7. Basım, 1996, (Perde I, Sahne IV).
[3]a.g.y., (Perde II, Sahne I).

Menderes düşerken: Tekerrür eden tarih - FATİH YAŞLI

Bundan tam 68 yıl önce, yani 14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti (DP), “Yeter söz milletindir” diyerek ve Türkiye’ye demokrasi getirme iddiasıyla iktidar olmuş, ancak özellikle 1950’lerin ikinci yarısından itibaren, giderek otoriter bir karaktere bürünmüştü.

DP 1950 ve 1954 seçimlerini ekonomideki büyümenin de etkisiyle kolaylıkla kazanmış, ancak 1958’e doğru, yanlış politikaları neticesinde Türkiye ekonomisini uçuruma doğru sürüklerken giderek güç kaybetmeye başlamıştı. Tam da bu nedenle, Menderes yönetimi normal şartlarda 1958 yılında yapılması gereken seçimi 1957 yılına almış ve ülkeyi erken seçime götürmüştü.

Altan Öymen, “… Ve İhtilal” adlı kitabında DP’nin bu kararı neden aldığını şu cümlelerle anlatıyor: “DP iktidarı, ekonomik durumun daha da kötüleşmesinden, 1958 Mayıs’ındaki seçime kadar halkı daha fazla bezdirmesinden kaygı duyuyordu. O seçimi hemen yapıp iktidara gelirse, dört yıllık bir dönemin başında kemer sıkma politikaları izleyerek dış kredi bulma olanağına yeniden ulaşacaktı.”

Bu seçim kararından önce Menderes yönetimi iki kritik yasal düzenleme yapmıştı. Bunlardan birisi basınla ilgiliydi. Kolayca istismar edilebilecek ibarelerin yer aldığı bu yasa ile “devletin siyasi ve mali itibarını sarsabilecek” ve “devletin ve hükümetin yurtdışındaki itibar veya nüfuzunu kıracak şekilde” yayınlar yapanlara 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezası ve ağır para cezaları verilmesi öngörülüyordu. Bunun yanı sıra gazeteler mahkemeler tarafından 3 aya kadar kapatılabilecek, bakanları, milletvekillerini ve resmi görevlileri küçük düşürecek yayın yapanlara verilecek ceza 1 yıldan aşağı olmayacaktı, yalan haber olduğuna karar verilen haberlerin sorumluları 1 ila 3 yıl arasında hapis cezasına çarptırılacaklar, gazeteler sokakta bağırarak satılamayacaktı.
İkinci yasal düzenleme ise toplantı ve gösterilerle ilgiliydi. 
Yapılan düzenlemeye göre siyasi partilerin ve diğer tüm siyasi örgütlenmelerin gösteri ve yürüyüş yapmalarına sadece seçim dönemindeki propaganda günlerinde izin veriliyordu. Dolayısıyla, seçim dönemlerindeki propaganda için ayrılan süre, yani çok kısa bir zaman dilimi dışında, muhalefetin yapacağı her türlü eylem yasaklanmış oluyordu. Ancak yasa bununla da kalmıyordu: “Mahallin en yüksek amiri”nin yetkilendirdiği kolluk kuvveti önce toplanan kalabalığa “dağılın” ihtarında bulunacak, sonra havaya üç kez ateş açacak, o da sonuç vermezse “hedef gözetmeksizin” ateş açarak kalabalığı dağıtacaktı.

Seçime doğru giden Türkiye’de Menderes yönetimi, bu iki yasal düzenlemeyle yetinmedi ve başka bir icraata daha girişti. 1957 seçimleri öncesinde dönemin üç muhalefet partisi, yani CHP, Hürriyet Partisi ve Millet Partisi, seçim ittifakı için anlaşmış durumdaydılar. Ancak DP iktidarı, seçimlerde ittifak yapmayı yasaklayan ve buna uymayan partilerin seçime girme haklarının elinden alınmasını öngören bir yasal düzenleme getirdi.

Seçime bu şartlarda gidilmesine rağmen, Menderes yönetimi için bu seçim bir “Pirus zaferi” oldu. Çünkü DP’nin 1954 seçimlerinde yüzde 57 olan oyları, bu seçimde yüzde 48’e düşmüştü. CHP’nin oy oranı ise yüzde 35’ten yüzde 41’e yükselmişti. Millet Partisi’nin aldığı yüzde 6.5 ve Hürriyet Partisi’nin aldığı yüzde 3.5’lik oylar da eklendiğinde ilk kez muhalefetin toplam oyu iktidar partisininkini geçiyordu. Yine Altan Öymen’den aktaracak olursak, eğer DP, bu üç partinin ittifakını engelleyen yasal düzenlemeyi yapmamış olsa, muhalefet 365 vekil çıkararak Meclis çoğunluğunu ele geçirecek, iktidar ise 245 vekilde kalacak ve böylelikle CHP, Hürriyet Partisi ve Millet Partisi bir koalisyon hükümeti kurabilecekti. Ancak, şimdi seçim yasasından kaynaklı olarak, DP 424 vekil almış, muhalefet ise 186 vekilde kalmış, yani DP bir kez daha iktidar olmuştu.

İnsan hemen Marx’ın Hegel’e atıfla söylediği, “Tarihte her şey iki kere olur, ilkinde trajedi, ikincide komedi” sözünü hatırlıyor. 68 yıl sonra Türkiye, bir kez daha iktidarın ekonomik kriz korkusuyla ülkeyi baskın seçime götürmesine, seçim sonrası kemer sıkma planları yapmasına, güya emperyalizmle kavga ederken İngiltere’deki yeni pazarlık arayışlarına tanıklık ediyor. Bugünkü basın yasasının hali malum ama yetmiyor, medya parayla satın alınarak kişisel mülke dönüştürülüyor, OHAL’le birlikte toplantı ve gösteri yapmak fiilen neredeyse imkânsız hale getiriliyor. Öte yandan, iktidar ittifak yapılmasını yasaklayamıyor, çünkü tam da “Koalisyon hükümetleri dönemini kapattık” derken kendisini bir ittifaka, bir koalisyona mecbur hissediyor.

Az önce DP’nin seçim başarısı için “Pirus zaferi” tabirini kullanmıştım, evet DP 1957 seçimlerini kazanıyor ama ülkeyi 27 Mayıs’a götüren süreç de başlıyor ve o malum sona doğru adım adım yaklaşılıyor. 24 Haziran’da sandıktan istenilen sonuç çıkarılsa bile tıpkı o gün olduğu gibi bugün de bu bir “Pirus zaferi”nden öte bir anlam taşımayacak. 

Ancak şöyle bir farklılık olacak: Bu sefer devreye halk girecek, halk kendi işini başkalarına bırakmayacak.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

İnanç borsası nefslere açılırken… - TAYFUN ATAY

Tasavvufi söylemin merkezî kavramlarından biridir “nefs”. Birey bazında ahlaki, davrannışsal ve psikolojik dinamiklerle ilişkilendirilir. İnsanda doğru ile yanlışın, iyi ile kötünün, güzel ile çirkinin ne olduğu nefsle bağlantılı şekilde ayırt edilir. 

Tasavvufta amaç, “nefsin insandaki kibrini kırmak, nefsi alt etmek, böylece ruhu sevindirmek”tir. Nefsi alt etmek, kötülüğü yenmek, ruhu sevindirmek iyiliğin önünü açmak anlamına gelir. İnsani katmandaki nefs ve ruh ikiliği, ilahi katmanda “Allah-Şeytan” ikiliğine karşılıktır. Nefs, insanda Şeytan’ın yatağıdır. Ruh da Allah’ın… 
Kendi doktora çalışmamdan, bir tarikat şeyhinin “fantastik” söyleminden örnekle daha da açık kılalım: “Nefs, Şeytan’ın ‘partner’idir. Nefs, içimizde faaliyet yürütürken Şeytan dışımızda faaliyet yürütür. Şeytan, içimize girmek istediği zaman nefsimize kapıyı açmasını söyler ve o da Şeytan’a kapıyı açar.” (T. Atay, “Batı’da Bir Nakşi Cemaati”, 2011 [2. Baskı]). 

Nefs konusunu ve onun İslami/ tasavvufi söylemdeki yerini hasbelkader bilen, üzerine bir şeyler de yazmış biri olarak hafta başında e-posta adresime duyurusu gelen “Nefs Diyeti” adlı kitabı görünce heyecanlandım. Ne yalan söylemeli, başlıktaki   “diyet” 
sözcüğünün mecazi anlamda kullanıldığını, dolayısıyla öyle yeme-içme ile değil, maneviyat ve “takva”yla ilgili bir eserle tanıştırılıyorum diye düşündüm. 

Yanlmışım. 

Tam da yeme-içme ile ilgili, diyetisyen Simge Çıtak’ın kaleminden çıkmış, yeni bir sağlık ve zayıflama modeli öneren bir çalışmaymış bu. 

Gerçi yazarı bunun “diyet” kitabı olmadığını da söylüyor ve diyor ki bu bir “beslenme rehberi”. Amaç, okuyucuyu yemekle sağlıklı, keyifli bir ilişki kurmaya davet etmek… Ve işte yemek üzerinden, mistik-manevi nefs söylemine, daha doğrusu “nefs-ruh ikiliği”ne işlevsel ve operasyonel bir köprü kuruluyor. 

“işlevsel” ve “operasyonel” ile şunu demek istiyorum: Asli hedef, yukarıda netleştirmeye çalıştığım gibi, ibadet ve “marifet” (“ilahi hakikat” bilgisine ulaşmak) değil… Nefsin somut karşılığı olan “beden”le ilgili, onu zayıflatmaya dönük, bu yolda dengeli beslenmeye çağrıda bulunan, dolayısıyla dünyevi mi dünyevi ve bir yandan da ticari endüstriyel bir faaliyet sergileniyor aslında.
 
Deniyor ki kitap okuyucuyu daha sağlıklı bir yaşam için motive ederken aynı zamanda “spiritüel” bir yolculuğa çıkarıyor. Bu da akla oruç tutmayı bir yandan da sağlıklı beslenme ve zayıflama için “araçsallaştırmaya” dönük telkinleri getiriyor... Hâlbuki oruç tutmanın da birinci hedefi, nefsi terbiye yolunda sabrı kazandırmaktır insana ki sabırsızlık, bir nefsani karakteristik sayılır. 

Tabii kitabın hemen Ramazan başında piyasaya sürülüyor olması da hayli manidar. Ramazan, “inanç borsası”nın açıldığı ay. Dolayısıyla bugünden itibaren ekranlarda, muhtemelen dolar ve Avronun uçmuş olması nedeniyle “kaşesi” 800- 900 bin liralara çıkmış “televaiz”leri göreceğiz. 

Ama galiba diğer yanda da işte mevzubahis ettiğimiz bu kitap gibi ürünler karşımıza çıkacak. 

Kitabı okumasam da duyuru olarak gelen e-postadaki “Nefs Diyeti’nin 10 Emri”ni okudum. “Bedenini dinle” deniyor önce… Sonra her diyet uzmanıya da kitabından gelecek standart öneriler: “Doğal beslen”“mevsimsel beslen”“bilinçli ye”“yemek yap”“kilona değil sağlığına odaklan…” 

Ardından da manevi soslamalar; “şükretmenin gücünü unutma”“ruhunubesle” gibi… 
Sonuçta elektronik duyurunun en altında yer alan kitabın kapağı ile onun yanındaki yazar görüntüsü çarpıyor gözümüze… Geriye bir tek bu “nefs diyeti”nin “fiyat”ını öğrenmek kalıyor.

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Filistin’e dair... - CEYDA KARAN

ABD Başkanı Donald Trump’ın ülkesinin elçiliğini Kudüs’e taşıma ve Suudiler üzerinden planladığı yeni girişime karşılık, Hamas’ın Gazze’den sınıra başlattığı yürüyüş orantısız güç kullanımı eşliğinde geride onlarca ölü ve yaralı bıraktı. İsrailliler için 70’inci yıldönümü, Filistinli Araplar için topraklarından oluşu simgeleyen El Nakba demek. Tarihi husumet çok derin.


Ortadoğu’nun sömürgecilikten ulus devletleşme ile çıktığı tarihi, hukuki, sosyo-ekonomik, kültürel mücadelelere dayalı zor bir meselesi bu. Filistinli Arapların çileleri üzerinden ulusal davalarını ‘kutsal İslamcılık davasına’ dönüştürenlere sözümüz yok. Ama toplumsal mücadeleleri anlamaya ve çözümler geliştirmeye çalışan ve hayata ‘soldan’ bakanlar açısından sorular olmalı. Özellikle meseleye 1970’lerde Türkiye solunun bölgedeki serüveninin etkisiyle bakanlar için. O toprakları defalarca ziyaret etmiş bir gazeteci olarak yıllar içerisinde evrilen görüşlerim itibarıyla en azından benim var.
***

• Filistinli diye kullanıyoruz ama bu isimde bir ulus yok. Filistin tarihi ve coğrafi bir bölgenin ismi değil mi? 
• 1850’lerde Siyonist projeden önce bölgede -Mısır ve Trans Ürdün, Suriye’den o vakitler küçük kasaba ve köylerin bulunduğu Filistin’e- göçler yaşanmadı mı? 1890’larda başlayan Yahudi göçü 1917 Balfour Bildirisi eşliğinde Siyonist proje ile hız kazanıp sosyalist çiftlikler kurulmuşken asıl nedenler Osmanlı’nın dağılması, iki dünya savaşı, Nazi Almanyası ile sınırları cetvelle çiziveren Britanya ve Fransa politikalarında yatmıyor mu? 
• 1920-1930’lara kadar Arap ve Yahudi halkları işbirliği de geliştirmişken süreç karşılıklı katliamlara nasıl döküldü? 
• Siyonist projede Britanya’da etkili çevrelerin rolü açıkken nasıl oldu da İsrail’in ‘bağımsızlık savaşı’ Britanya’ya karşı verildi? 
• Uluslararası hukukun Filistinli Araplar lehine işletilemiyor olmasında yenilen taraf olarak devlet kuramamış olmaları -BM’nin 1947 paylaşımını kabullenmemeleri- ve Arap devletlerinin çıkar kavgaları ve emperyalist projelere uyumu girişimlerinin yan unsuru olmaları etkili değil mi? l İsrail 1948’de kurulurken diğer ulus devletler Suriye, Irak, Mısır, Ürdün de 1930-50 arasında şekillenmedi mi? 
• Filistinli Arapların ulusal davaları İslamcı karakter alırken meselenin ‘uluslararasılaştırması’ neye yarıyor?
• Üç tektanrılı dinin mensupları için de kutsal olan Kudüs sadece Müslümanlara ait olabilir mi? Kudüs artık nasıl bölünebilir? 
• Filistinli Arap nüfusun yüzde 20-25’ini Hıristiyanlar oluştururken gerek İsrail politikaları gerekse İslamcılar yüzünden tarihi yaşam alanlarını terk etmeleriyle niçin kimse ilgilenmiyor? 
• İsrail vatandaşlarının yüzde 20’sini oluşturan Araplar ve İsrail soluyla niçin kimse ilgilenmiyor? 
• Bugün Londra nüfusunun yüzde 30’u Müslümanlardan oluşur, Avrupa’da sayıları artarken göç ve geri dönüş hakkı meselesi nasıl tartışılmalı? 
• Oslo İlkeler deklarasyonu güvenlikçi politikalara kurban gitmişken sonuncusu Obama döneminde olan barış girişimi boşa çıkmışken Trump’ın ‘İran’ı odağa alan Suudiler üzerinden yeni girişim işe yarar mı? 
• BM Genel Kurulu’nda Filistin’in tanınmasına yönelik üçte ikilik (198’e 128) destek pratikte ne manaya gelir? 
• İsrail’in 2005’te tek taraflı çekildiği Gazze’ye ablukayı kaldırması Filistinli Araplar için rahatlama getirmez mi? 
• On binlerce ‘hasım görülen insan’ herhangi bir egemen devletin -diyelim Türkiye’nin- sınırına aktı, ne olur? 
• İsrail Hamas’ı ‘düşman’ görüyorken nasıl ve neden İslamcı hareketin diğer kollarıyla ittifak edebiliyor? 
• ABD’nin Kudüs elçiliğinin açılışına ‘Yahudilerin ebediyen cehennemlik olduğunu’ söyleyen bir vaiz nasıl katılabiliyor? 
• İki tarafta da dinci fanatiklerin bulunduğu bir çatışma nasıl çözümlenebilir?

***

Sorular çoğaltılabilir. İşgalin iki tarafı da ‘çürüttüğü’ bu karmaşık sorunun mucize çözümü yok. Fakat ‘samimi olmayan’, hakikatlere ve olgulara dayanmayan okumalarla aynı ezberlerin tekrarlanması mesele. Filistin’in Arap ve Yahudi halklarının dostluğu vurgusu taşımayan, bir arada yaşamaya atıf yapmayan her seçenek ‘kutsal idealizm diyarında’ sadece ‘imkânsızı üretebilir’.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Erdoğan, neden İngiliz ipine sarıldı? - Arslan BULUT

Times gazetesi, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın Londra ziyaretini ele aldığı başyazısında "Ülkesindeki baskı konusundaki çok sayıda çekinceye karşın, Erdoğan'la iş yapma zamanı. Bu ilişki NATO'nun geleceğini belirleyebilir" diye İngiltere'nin Türkiye'ye bakışını yansıttı.
BBC'nin haberine göre yazıda, ittifak halindeki muhalefetin seçimlerde yüzde 40 oy alabileceği, HDP'nin ise yüzde 10 oyu toplayabileceği, böylece Adalet ve Kalkınma Partisi'nin Meclis'te çoğunluğu kaybedeceği, ancak "Erdoğan'ın cumhurbaşkanı seçilmesinin kesin gibi göründüğü" iddia edildi.

Yazı, Erdoğan'ın İngiltere'yle ticaret hacmini 15 milyar sterline çıkarmayı önerdiği ve Türk savaş uçağının geliştirilmesinde İngiltere'nin yardımını istediği belirtildi; "İngiltere, Erdoğan'ın konuşmasında dile getirdiği ABD düşmanlığını paylaşmıyor, Kürtlere ve muhaliflere acımasız muamelesini de onaylamıyor. Ama yine de Erdoğan İngiltere'ye mantıklı bir teklifte bulundu. Batı ittifakının bekâsı ve karşılıklı refah adına, iki ülke birlikte çalışmanın daha üretken yollarını bulması gerekiyor." diye son buldu.

İngiltere'nin bakışı bu! Gazze'deki katliam umurlarında bile değil!
Arap basını ise Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile İngiltere Başbakanı Theresa May'in "Orta Doğu için ortak eylem planı" açıklayacağını duyurdu.

                                                                          ***

Bu yorum ve bilgilerden, Erdoğan'ın ABD desteğini kaybettiği ve yerini İngiltere ile doldurmaya çalıştığı anlaşılıyor! Bu analizi destekleyen başka bir veri daha var.
Gazeteci Serdar Turgut, "Erdoğan ve Armageddon" başlıklı yazısında, yüzde 81'i Trump'a oy veren Evanjeliklerin, iyi ve kötü arasındaki nihai savaş olarak görülen Armageddon'un yaklaştığına inandığını, bu süreçte Hz. İsa'nın da dünyaya, iyinin yanına geri döneceği beklentisi bulunduğunu, iyi taraf olarak kendileri ve müttefiklerini, kötü taraf olarak da Erdoğan'ı ve Türkiye'yi tanımladıklarını yazdı ve önemli diye bilinen birçok insanın internet sayfasında Erdoğan'ın "anti Christ" olarak gösterildiğini belirtti.


Turgut, "Kongre üyelerinin ofis telefonları gün boyu susmuyor; 'Rahip Brunson'u kurtarın' diyor arayanlar... Onların düşüncesine göre Evanjelist rahip, Armageddon savaşında düşman olan tarafın elinde tutsak. Böyle düşünüyorlar, bu nedenle tamamen çıldırmış durumdalar." diyor.

                                                                          ***

Tam bu noktada bir hatırlatmada bulunacağım. İngiltere'nin Financial Times gazetesinde 7 Aralık 2006 tarihinde, Vincent Boland ve Paul Betts, "Türk Lokumu" başlıklı ortak yorumda, "Geçtiğimiz dört yıl içerisinde AB ve IMF'nin teşvik ettiği reformlar, Türkiye ekonomisinin AB'ye entegrasyonunu pekiştirdi. Bu da Dexia, Fortis, Citigroup ve BNP Paribas gibi yabancı yatırımcıların, ekonomik dönüşümden en fazla faydalanan sektör olan bankacılık sektörüne girmelerini sağladı. Öte yandan yatırım bankaları, İstanbul'da çok ciddi miktarlarda işlemler yapıyor. Alım yönündeki sinyaller, AB sürecindeki duraklama kaynaklı satış sinyallerinden çok daha güçlü olacakmış gibi görünüyor." demişti. 

                                                                          ***

İşte Türkiye'nin AB'ye üyelik sürecinin, defalarca kopma noktasına geldiği halde devam etmesinin sebebi, bu alımlar veya Türkiye açısından bakarsak bu satışlardı.

Şimdi Tayyip Erdoğan, "tamam mı devam mı?" noktasına geldiği için, üstelik ABD tarafından da Rıza Zarrab davası ile köşeye sıkıştırıldığı, Almanya tarafından da istenmediği için İngiliz ipine sarılıyor! İngiltere ise ABD gibi pervasız değil; Türkiye'yi elde tutmanın "Batı ittifakının bekâsı" için şart olduğunu düşünüyor.

Hani mesele Türkiye'nin bekâsıydı? Meğer asıl sarsılan Batı ittifakıymış!

İngiltere'nin kime veya hangi ülkeye ne hayrı dokunmuş ki şimdi de Erdoğan'ı ve Türkiye'yi hem ekonomik hem de siyasi sıkıntıdan kurtarsın?


Arslan BULUT  / YENİÇAĞ

Chatham House yeni Sykes-Picot haritaları mı çiziyor?..- Ahmet TAKAN

Onca seçim telaşının arasında sırf Kraliçe'nin hatırı kırılmasın (!) diye İngiltere'ye gidildi. Abdullah Gül beyler içinden epey kahretmiştir herhalde!.. Vefasızlık konusunda kitap yazmaya başlar mı bilemem ama kendisine bir zamanlar çok yakın duran, ödüller veren Chatham House'a da epey içerlemiştir.

Gazze'de Müslüman kanı içilirken, İsrail'in kurulmasına öncülük eden, Sykes-Picot haritalarını çizen, Sevr'i yapan Chatham House'da R. Erdoğan epeyce uzun bir konuşma yaptı. Baktım AKP cenahına, bir zamanlar oraya gidip de misafir edilenlere en ağır hakaretleri yağdıranlardan ses seda yok!.. Seçim ateşi bacalarını sardığı için yine "reisin bir bildiği vardır" moduna girmiş olmalılar!..

R. Erdoğan'ın İngiltere ziyareti ile ilgili Ankara kulislerinde akçeli işler de dahil olmak üzere çok şey konuşuluyor. Yok, o kadar da değildir artık!.. Erdoğan, bu kadar harala gürele arasından sıyrılıp, sakin geçen o 3 gün içinde Londra'da kurmaylarıyla, "şöyle rahat kafayla milletvekili listelerini" düzenleyelim demiş olamaz mı?..

Erdoğan'ın, Londra'da Bloomberg TV'ye verdiği mülakatta, "AKP'nin Türkiye Büyük Millet Meclisi'ndeki çoğunluğunu kaybetmesi olasılığı"na ilişkin "A, B, C planlarımız var. Sistemi tıkayacak herhangi bir gelişmeye izin vermeyiz" demesi de ayrıca dikkatimi çekti.

Erdoğan, 24 Haziran'daki seçimde, kendisinin cumhurbaşkanlığını kazandığı, ancak parlamentoda 'karışık bir tablo'nun ortaya çıkması durumunda ne yapacağıyla ilgili bir soruya şu cevabı vermiş:
"Bizde bir laf vardır: 'Dereyi görmeden paçalar sıvanmaz' diye. Biz de dereyi görmeden paçaları sıvamıyoruz. Önce seçim sonuçlarını bir görelim. Sizin dediğiniz anlamdaki bir neticeye göre hazırlıklarımız şüphesiz olacaktır. A, B, C planlarımız var. İnanıyoruz ki arzu ettiğimiz plan ortaya çıkacaktır. Sistemi tıkayacak herhangi bir gelişmeye izin vermeyiz. 7 Haziran'da sistemin önünü açtım."

Doğru!.. O zamanlar gizli uzlaşma ile hareket ettiği Doktor Devlet Bahçeli ile Ahmet Davutoğlu'na hükümet kurdurmamışlardı. 1 Kasım seçiminin sonuçları da ortada!.. 24 Haziran'da AKP'nin Parlamentoda çoğunluğunu kaybedebileceği görüldüğünden siyasi kulislerde senaryolar birbirini kovalıyor. En çok konuşulanı da, "Erdoğan Cumhurbaşkanlığını kazanır Parlamentoda çoğunluğu kaybederse 3 ay içinde tekrar seçime gider." 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra ilk kaleme aldığım yazıda ve katıldığım TV programlarında Erdoğan'ın seçime gideceğini iddia eden ve haklı çıkan bir gazeteci olarak bu sefer işin öyle olacağını sanmıyorum. Erdoğan, eğer Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanır Parlamentoda çoğunluğu kaybederse bu sefer farklı bir organizasyona gider. Bu yüzden, CHP, İYİ Parti ve Saadet Partisi'ne milletvekili aday listelerini -YSK'ya teslim edecekleri son ana kadar- çok ince eleyip sık dokumalarını tekrar tekrar gözden geçirmelerini öneririm!..

Tower Bridge (Kule Köprüsü)
 Öncesinden, Türk kamuoyuna cilalanmaya başlanan R. Erdoğan'ın İngiltere gezisinin stratejik perde arkasına ilişkin ne düşündüğünü 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Başkanı Cahit Armağan Dilek'e sordum. Dilek'e göre İngiltere köprü görevi görüyor. Dilek şöyle anlattı;
"Biz, ABD ile simgeleşen sorunlar nedeniyle iş yapamıyoruz, karşılıklı oturup konuşamıyoruz. El altından iş pişirecekler ama karşılıklı oturup konuşamıyorlar. Bence, İngiltere arabulucu. İngiltere üzerinden ABD ile iş yapıyorlar. Bu sadece İngiltere işi değil. İşin öbür tarafında ABD de var. Yani, Amerika bize empoze etmek istediği şeyleri İngiltere üzerinden yapıyor. Biz de İngiltere üzerinden karşılık veriyoruz. Bunun içinde Kıbrıs var, Suriye içinde onların oluşturmaya çalıştığı yapı var. Onların kabullenilmesine yönelik Amerika'nın telkinleri var. İngiltere de bu pazarlığı yürütüyor. Ondan sonra bu meşhur çözüm süreci var. 25 Haziran'da Suriye'de bambaşka bir resim göreceğiz. Hükümet de bu resme ses çıkarmıyor şu anda. İşte, Arap gücü gelecek, belki NATO'nun istikrar gücü gelecek. ABD planı kabullenilecek. Buna ses çıkarılmıyor. Bunun karşılığında seçimi kazanılmaya yönelik artık bunun peşinden para mı gelir, siyasi destek mi gelirin pazarlığı yapılıyor diye düşünüyorum.

Hatırlar mısınız? 1974 Barış Harekatı öncesinde 15 Temmuz'da Kıbrıs'ta darbe olunca bizimkiler garantör olarak İngiltere'ye gittiler. Ecevit'in hatıralarında var orada söylüyor; 'İkide bir İngiliz heyeti dışarı çıkıp geliyordu' diyor. 'Ne olduğunu anlayamamıştık. Sonra öğrendik ki dışarı çıkıp Amerikalılarla konuşuyorlarmış' diyor.

ABD'nin Türkiye ilişkilerini İngiltere'ye havale ettiğini düşünüyorum."
Merak ettiğim bir konu daha var;
Acaba, Londra'da Kerkük masaya yatırıldı mı?..



Ahmet Takan / YENİÇAĞ

15 Mayıs 2018 Salı

Üç yıl sonra HDP yine anahtar - KADRİ GÜRSEL

HDP’nin “Millet İttifakı”nda yer alması eşyanın tabiatına aykırıydı. İçinde İYİ Parti’nin bulunduğu bir seçim ittifakı HDP’yi doğal olarak dışarıda bırakır. Tersi de geçerlidir: HDP’yi içeren bir ittifakta da İYİ Parti olamaz. Bu acıdır, üzücüdür ama günümüz Türkiye’sinde muhalefetin gerçeğidir. HDP muhalif ittifaka alınsaydı, iktidar, parlamento ve cumhurbaşkanı seçimlerinde HDP’ye alerjik sağ oyları yanına çekmek için kullanışlı bir aleyhte propaganda imkânına sahip olacaktı.

Ama bir gerçek daha var: Önce HDP ve sonra genel olarak Kürt oyları, 24 Haziran 2018 baskın seçimlerinin anahtarı konumundadır. 

Parlamento seçimlerinde HDP yüzde 10’luk seçim barajını aşamazsa “Cumhur İttifakı”nın çoğunluğu alması neredeyse kesin. Dolayısıyla “Millet İttifakı” HDP’yle seçim ittifakına gidemiyorsa bile bu partinin seçim barajını geçerek parlamentoya yeniden girmesini istemek zorunda. 

Cumhurbaşkanı seçimi ikinci tura kalırsa HDP ikinci kez anahtar parti olacak. “Bu anahtarla muhalefetin adayı Cumhurbaşkanlığı’nın kapısını açabilir mi” sorusunun cevabı o adayın kim olacağına ve aynı zamanda ülkenin 24 Haziran sonrasındaki koşullarına bağlı. 

Dolayısıyla “Millet İttifakı” mensubu partilerin reel politika gerekçesiyle aralarına alamadıkları HDP ve tabanıyla iyi münasebetler geliştirmeleri kendi menfaatları icabıdır. Bu hususta en aktif, en yaratıcı ve en avantajlı pozisyonda olan şüphesiz ki CHP’nin cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce: HDP’nin hapisteki adayı Selahattin Demirtaş’ı ziyaret etti ve Hakkâri’de miting yaptı, sıcak mesajlar verdi. İyi ve doğru bir başlangıçtı. 
Ne ilginç değil mi? HDP 7 Haziran 2015 Genel Seçimleri’nde de anahtardı, üç yıl sonra şimdi yine anahtar... 

Ya bu üç yılda olup bitenler?

Önce “çatışmasızlık dönemi” sona erdi... Sonra Güneydoğu’nun kent ve kasabalarında PKK’nin kazdığı hendeklerle sarsılan devlet otoritesi, iktidarın yeni fiili ortağı Devlet Bahçeli’nin Nisan 2016’da yaptığı “Taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakmayın”  şeklindeki çağrısının bulduğu “olumlu cevap”la yeniden sağlandı. 

16 Nisan 2017 Anayasa Referandumu öncesinde de HDP’nin fiilen tasfiyesi için harekete geçildi. 

Mayıs 2016’da milletvekili dokunulmazlığı kaldırıldı; Kasım 2016’da Eş Genel Başkan Selahattin Demirtaş içeri alındı; “Seni başkan yaptırmayacağız” sloganının bedeli kendisine halen sürmekte olan hapislikle ödetilmek istendi. Çok sayıda HDP milletvekili tutuklandı, serbest bırakıldı, yeniden tutuklandı. Belediyelere kayyım atandı, belediye başkanları içeri atıldı. HDP’nin binlerce yöneticisi ve üyesi halen terör örgütü üyeliği suçlamasıyla hapiste. 


Bütün bu inzibati tedbirlere rağmen HDP, seçmenin karşısına bir kez daha anahtar parti olarak çıktı. 

Selahattin Demirtaş hapiste ama yine partisinin cumhurbaşkanı adayı. 
HDP’nin “Türkiye partisi” olma iddiası, Selahattin Demirtaş liderliğindeki partinin gerçek bir siyasi aktöre dönüşme arzusunun taşıyıcısıydı. Bu arzunun ifadesini bulduğu slogan da “Seni başkan yaptırmayacağız” idi. HDP, 7 Haziran ve 1 Kasım 2015 genel seçimlerinde yüzde 10’luk vicdansız ve ahlaksız seçim barajını geçerek parlamentoya girebilmesini, Demirtaş’a, Türkiye partisi olma iddiasına ve “Seni başkan yaptırmayacağız” sloganına borçluydu.
 
Çatışmasızlık döneminin 2015’in yazında yerini çatışmaya bıraktığı koşullarda HDP’nin bir Türkiye partisi olma iddiasının hakkını veremediği, istese de buna gücünün yetmediği görüldü. Bu dezavantaja rağmen parti, 1 Kasım 2015 “tekrar seçimleri”nde barajı aşarak parlamentoya girmeyi yine başardı. 

Bugün ise HDP’nin Türkiye partisi olma iddiasını sürdürmesinin önünde kendisinden kaynaklanan bir engel yok. Nitekim dün açıkladıkları seçim bildirgelerinde “Türkiye partisiyiz” dediler ve tüm ülkenin sorunlarına soldan çözümler vaat eden bir yaklaşım sergilediler. Demirtaş da önceki gün BirGün gazetesinde yayımlanan demecinde, “HDP, Kürtçü de değildir, Türkçü de. Çok net ifade etmek gerekir ki PKK’nin de temsilcisi değildir. HDP kendisine oy veren halkların, bireylerin temsilcisidir” dedi. 

HDP ülkenin batısındaki seçmeni ikna ederse, kendisini kuşatan olumsuzluklara ve üzerindeki ağır baskıya rağmen 2015’teki başarısını 24 Haziran’da da tekrarlayabilir.

Kadri Gürsel / CUMHURİYET

Saraydan sporcu kaçırma... - Feyzi Açıkalın

Sarayın çekim alanına giren amatör sporcuların sayısı kaygı verici boyutlardayken, aktif sporculuk yaşamını sonlandıran Kenan Sofuoğlu’nun açıklamaları sorunun üstüne tuz biber ekti. Gerçi o bir profesyonel ve daha da önemlisi bir saray sevdalısı olduğu için sözleri farklı değerlendirilmeliydi…
Avrupa'da bir podyum düşünün ki, orada uğurlanmakta olan şampiyon motosiklet sürücüsü Sofuoğlu, “prezidenti öyle istediği için sporu bıraktığını” söylüyor. Televizyondaki İngiliz yorumcu ise, sporcunun prezidentin arkadaşı olduğunu ve ülkesinde tıpkı David Beckhamgibi ünlü olduğunu belirtiyor!
İnsan bu benzerlikten yola çıkarak mesela, Beckham’ın da kraliçenin emriyle mi futbolu bıraktığını merak ediyor!

Sofuoğlu saray kadrosuna girmeye hazırlanıyor olabilir. Bu onun siyasi tercihidir ve kimseyi ilgilendirmez. Ama emekli sporcu, uzatılan mikrofonlara, şu an pistlerde olan üç genç Türk yeteneği hazırlamakla kendini görevli kıldığını söylüyor. O zaman şunu sorabilir miyiz: Bu gençleri saraya bağımlı olmaktan nasıl uzak tutabileceksiniz? Ya da, aksi zaten eşyanın tabiatına aykırı mıdır?

Derken, Alman milli futbol takımı oyuncusu Mesut Özil liderliğindeki topçular da İngiltere’yi ziyaret etmekte olan Cumhurbaşkanı Erdoğan’la görüşüyor. Arsen Wenger’i bile yerinden edebilecek yetenekteki Özil’in, Cumhurbaşkanı ile el sıkışma görüntüsünden, bu buluşmanın organizasyonunda yer aldığı çıkarımı yapılabiliyor.


Bu düzeydeki profesyonellerin medya görünürlüğüne hizmet edecek, iki tarafın da kazandığı(!) bir buluşma konumuz değil aslında. Biz, Türkiye’de spor yapmaya çalışan amatör sporcular için kafa yoruyoruz.

Malumunuz, 16 yıldır süren bir rejim inşası var. Ne yaman çelişkidir ki, eleştirdikleri rejimin spor kısmını yıkıp yeni bir yapı oluşturmuyor, aklınca denenmişi yani sporcuyu siyasete alet etmeyi sürdürüyorlar.
Oysa yıkmak istedikleri Cumhuriyet rejimindeki sporcunun kullanımı ile bugünün uygulaması arasında fark var. Daha cumhuriyeti ilan etmeden Muhafızgücü spor kulübünü kuran zeka, örneğinbisikletçileri rejimin tanıtımını yapmak, cumhuriyet devrimlerinin kazanımı halka anlatmak için Anadolu’da turnelere yollamış.

Gerçi, Atatürk’ün son yıllarında, Avrupa’daki hakim ideoloji faşizmden de etkilenen devlet, bir ara parti bayrağını gençlik ve sporcuyla bütünleştirmeyi denemiş ama bu anlayış kısa sürmüş.

Şimdilerde ise Türk sporcusu rejim müteahhitlerinden ziyade, onların taşeronluğunu yapanlarca kullanılıyor. Taşeronlar ikiye ayrılıyor. Birinciler, siyasi güç elde etme, saraya yakın olabilme peşindekiler. Diğerleri ise, sporcu ve spor yatırımları, organizasyonları üstünden maddi çıkar sağlamaya çalışanlar.
Olanaksızlıklar içindeki sporcu, rejime yakın olduğunu gördüğü bu kişilerle aidiyet bağı da kurarak neredeyse gönüllü olarak onların hizmetine giriyor. Kendilerine bir şekilde ve belli bir zaman diliminde atfedilen başarılarından da yararlanarak, özellikle sosyal medyada aktif rejim propagandası yapıyorlar.
Buna, yurdun en ücra köşelerine kadar örgütlenmiş spor birimlerindeki, rejime siyasi baskıyla bağlı kılınmış idareci ve altındaki sporcuları da ekleyebiliriz. Böylece siyasetin emrindeki sporcu sayısının korkunçluğu anlaşılabilir.

Arda’lar, Kenanlar, Mesutlar için yapacak bir şey yok. Ama amatör sporcuları devletin, daha da kötüsü sarayın sömürüsünden kurtarmanın tek yolu, onlara maddi ve manevi anlamda sahip çıkmaktan geçiyor.
Özellikle, belirli bir yaş ve refah düzeyine eriştikten sonra çok aktif spor yapmaya başlayan üst orta ve üst sınıf Türk insanının, kendi keyfinin yanı sıra sporcu yetiştirme konusunda da inisiyatif alması çözümün bir parçası gibi görünüyor. Yoksa, bu çocuklar sarayda tutsak kalmaya çok teşne görünüyor…


Feyzi Açıkalın / CUMHURİYET


Mangan: İrlandalı doğdu, Türk gibi öldü - MUSTAFA K. ERDEMOL

Ne Türkiye’ye geldi ne Türkler hakkında bilgisi vardı. Ama olağanüstü güzel Türkçe şiirler yazdı. Öldüğünde yastığının atlında bir kitap buldular.

Dublin’in Saint Stephen meydanında heykeli vardır. 19. yüzyılda fakir bir ailede doğmuş, ailesine yardım etmek için okumayı bırakmış, kendi kendini yetiştirmiş, yabancı diller öğrenmiş birinin heykelidir bu. Adı James Clerence Mangan. Ülkesinin en büyük şairidir. Öyle böyle değil, İrlanda Ulusal Marşı’nın sözleri ona aittir.


Dublin’den hiç dışarı çıkmadığını söylerler. Geçimini el yazmalarını çoğaltarak kazanması aslında geniş bir dünya açmıştır önünde. Bilmediği uzak köşelere o el yazmalarında okudukları sayesinde “ulaşmış” olması pek mümkündür. İrlanda’nın, Türkiye ile Türklerle bir muhabbeti var mıdır o yıllarda bilmem, bildiğim, eğer yanılmıyorsam büyük İrlanda kıtlığında, Osmanlı’dan İrlanda’ya tonlarca patates yardımı gittiğidir ama bu da Mangan’ın yaşadığı yıllarda olmuş değildir. O nedenle Türkiye’ye ilgisinin nereden geldiği sırsa da kopyalarını çıkardığı el yazması Türkçe metinlerde karşılaştığı bilgiler belki bu ilgisinin nedenidir. Bunun dışında ne Türkiye’ye gelmişliği vardı ne de Türkler hakkında doğru dürüst bir bilgisi.

O kütüphanede başladı her şey
Kendi kendine öğrendiği dillerden biri olan Almancası kusursuzdu. Bir Alman’ın bile Mangan’ın İrlandalı olduğunu anlaması zordu, derler. Gittiği bir kütüphanede Türk şiirine ilişkin, kitap kurtçuklarının tahrip ettiği Almanca yazılmış kitaplar bulmuş. Şiirlerimizle tanışması böyledir. Söz konusu kitaplarda şiirlerine yer verilen şairlerimizin kim olduğu maalesef bilinmiyor.

O kütüphaneden artık çıkmaz olmuş Mangan. Şiirlerden çok etkilendiği belli. Araştırmış, incelemiş, yavaş yavaş Türkçe de öğrenmeye başlamış. Öğrendiği Türkçesiyle Türk şiiri hakkında dergilerde yazılar da yazmış sık sık. Bulup okumak lazım, ne tür değerlendirmeler kaleme almıştır kim bilir. Bir edebiyat tarihçisi için ne güzel bir konu işte. Yapılmamışsa pek günah, yapılmış da haberimiz yoksa bu daha büyük bir facia, duyurulmamış demek ki. Daha fazla bilgimiz olsa Mangan hakkında keşke.

Türk Şairi diye anılır
Türkçe şiiri, Türk şairini merak etmekle kalmamış üstelik. Türkçe zor bir dil, böylesine zor bir dille şiir de yazmış. Hem de o kadar muhteşem şiirler yazmış ki, ülkesinin ulusal marşını yazan birisi olmasına rağmen Oxford Şiir Antolojisi’nde Türk Şairleri bölümünde yer alır adı. Bir İngiliz şiir antolojisinde tek bir gazel vardır, on altı mısralık, Mangan’a aittir. Fuzuli’nin bir gazel ile yan yana konsa fark edemez diyenler de var. Söz konusu gazelde “dünya bir kervansaraydır” mısrası geçer. İrlandalılar ne bilir kervansarayı. Mangan yazmış işte.

Şiirlerinin adı bile Türk tarihi hakkında bilgisi olduğunun ipucunu verir bize; Karamanian Exile (Karamanlı Sürgün) ya da Three Chalenders (Üç Kalanders). Three Chalenders, La ilahe, illallah diye başlar örneğin. Boğaziçi’ni hayatında görmemiş biri olmasına rağmen Meadowy Bosphorous (Çayırlı Boğaziçi) adlı bir şiiri de vardır.

Ciddi ciddi kafa yormuş Türk şiirine Mangan. Yapabildiği kadarıyla, yine Almanca üzerinden olmalı, gelişmeleri de izlemiş. Çok araştırmacı, meraklı biri olduğu anlaşılıyor. Hiç gitmediği yerleri nasıl betimlediği merak ya da eleştiri konusu olabilir belki ama Doğu merakı bunu birçok Batılı yazara, şaire yaptırmıştır aslında. Victor Hugo da Doğu’ya hiç gitmedi ancak onun da Doğu Şiirleri diye bir kitabı vardır.

Böylesi bir tutku az görünür. Mangan gibi olamazdım doğrusu, tüm yaşamını neredeyse belkirleyen bir uğraş olmuş Türk şiiri ya da edebiyatı. Ölümüne yakın zamanlarda ne hissettiğini bile Türkçe yazdığı bir şiirde betimlemiş. Şiir “Şimdi kervan yola çıkıyor… Meçhul bir ülkeye doğru/ Çanları hareket işaretini vermeye başladı bile” mısrasıyla başlıyor. Hayret gerçekten.

Zamanındaki çoğu yazar, şair, müzisyen, ressam, gezgin, heykeltraş artık ne kadar para getirmeyecek iş varsa onunla uğraşan insanlar gibi yoksuluk içinde öldü James Clerence Mangan.

Yastığının altında bir kitap buldular. Bir Türk şairinin Almancadan çevrilmiş şiir kitabı.

Mangan, “bazı” bizimkilerden daha çok “bizden”di.

MUSTAFA K. ERDEMOL  / BİRGÜN

Hayır’ın ikinci dalgası olarak ‘Tamam’ - GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN

Takvim işliyor, 24 Haziran’a giden yol kısalıyor. İktidar cenahı, tabanındaki heyecansızlığı imar affı, “varlık barışı”, genel af gibi hamlelerle gözlerden ırak tutmak istiyor. Fakat görünen o ki sonuç almaktan fersah fersah uzaklar. İktidardan yaka silkmiş yurttaşlar için ise 24 Haziran yeni bir başlangıç ihtimalini müjdeliyor. Erdoğan’ın meydanlarda kendi kitlesine seslenirken söyledikleri milyonların dilinde muhalefetin itirazına dönüşüyor. Erdoğan Gezi’den sonra ilk kez karşıtlarına bu denli slogan hediye ediyor. Haziran direnişlerinde “parkıma, bedenime, evime, tercihime dokunma” diyenler, 16 Nisan’da Hayır’a güç verenler şimdi hep beraber “Tamam” diyor. Gezi nasıl kabına sığmadıysa, Hayır nasıl rengârenk büyüdüyse, Tamam da öyle kitleselleşiyor, muhalefetin ortaklaştığı isyanın adı oluyor.

Tamam, yalnızca Erdoğan’a ve AKP hükümetine değil; 16 yılda yerleşikleşen lümpenleşmeye, çölleşmeye, liyakatsizliğe, devlet eliyle dinselleştirmeye, sansüre, talan ve ranta da deniyor. Soma’da, Ermenek’te madencilerin ölümüne “işin fıtratında var” diyen zihniyete; Konya’da, Aladağ’da, tarikat yurtlarında çocuklarımızın geleceğinin çalınmasına, üniversitelerin keyfi bir biçimde bölünmesine, cumhuriyetin sembollerinin yıkılmasına, tiyatro oyunların yasaklanmasına, akademisyenlerin, gazetecilerin işsiz bırakılmasına tamam diyor milyonlar.

İçişleri Bakanı’nın tweetler hakkındaki gözdağına kulak asan çıkmıyor. Gezi’de korku eşiği nasıl aşıldıysa şimdi de benzer bir durum yaşanıyor. Üstelik 2013 Haziran’dan bu yana toplumsal muhalefeti yok etmek için her yolu deneyen AKP’nin karşısında artık yüzde 50’den fazlası var. Ve iktidar 24 Haziran’da sonuç ne olursa olsun o gücün orada olacağını biliyor. AKP-MHP ittifakına yönelik itiraza set çekemeyen iktidar, tüm tartışmayı sandığa çekerek toplumsal muhalefetin kurumsal siyaset içine hapsolmasını, rakam hesabı yapmasını velhasıl “ehlileşmesini” arzuluyor ama olmuyor.

Hayır’ın ikinci dalgası büyüdükçe Saray işi şansa bırakmamak adına AKP’li ve MHP’li vekilleri bile bypass edecek yeni düzenlemeler yaptırıyor. Uyum yasalarının çıkartılmasında Bakanlar Kurulu’na KHK ehliyeti veren yetki kanunu bunlardan yalnızca biri. Bunu 24 Haziran sonrasının garantisi olarak görüyor. Önceki seçim süreçlerine oranla daha kaygılı olan Erdoğan yüksek yargı mensupları ile aynı masada poz verip muhalefete mesaj gönderiyor. Mitinglerdeki heyecanı eksik bulup teşkilâtına uyarı üstüne uyarı yapıyor. Meydanlarda rakiplerinin ismini bile ağzını almaktan kaçınıyor. Kendini adaylar üstü bir yere koymak istiyor ama İnce’nin ziyaretiyle hesap bozuluyor.

Bahçeli kindarlık taşeronluğu, mafya güzellemeleri yaparken tabanı Erdoğan’ın miting alanlarına rağbet etmiyor, tepedeki ittifak bir türlü tabanda perçinlenmiyor. Oysa muhalefet cenahında durum epey farklı. İnce’nin Batı illerindeki mitinglerinde CHP’lilerin yanı sıra İyi Partililer de yerini alıyor. Muharrem Bey ikinci tura kalırsa İyi Parti seçmeni zoraki değil isteyerek oyunu kendisine verecek. Hakkari mitinginde ise HDP seçmeni biraz tereddüt biraz merak ile İnce’yi dinlemeye geliyor. İnce’nin cezaevinde Demirtaş’ı ziyaret etmesi artı hanesine yazılıyor. CHP adayı Edirne’de ne dediyse Hakkari’de de onu söyleyerek, Demirtaş’ın dışarıda kampanyasını sürdürmesi gerektiğini vurgulayarak takdir topluyor. Parti rozetini Kılıçdaroğlu’na teslim etmiş İnce’yi iktidar çevresi tüm arayışlarına rağmen yıpratabilmiş değil.

Toplumsal muhalefetin ilerici unsurları bu tabloyu elbette değerlendiriyor. Gül tuzağına düşmeyen, CHP ve HDP’yi sağ tercihlerden uzak tutmak için inisiyatif alan solun niceliksel değil ama içeriği saptama, belirleme anlamında gücü var.

Müzmin karamsarlığa karşı çıktığı gibi pasif bir iyimserliğe de geçit vermemek gerektiğini vurguluyor. Bu noktada altı çizilmesi gereken seçim hazırlığının yalnızca seçmene oy verme çağrısıyla sınırlandırılamayacağı. İktidarın baskı ve propagandif araçlarını etkisizleştirecek yeni yöntemler masanın üstünde olmalı. Hayır kampanyasında olduğu gibi ortak hareket edilecek mücadele pratikleri çoğaltılmalı. Anaakım medyanın boykot edilmesi, yurttaş itirazlarının duyurulabileceği yeni mecraların yaratılması, Hayır’ın ikinci dalgasını büyüten sokak eylemlerinin örgütlenmesi ve bunun sandık güvenliğiyle birleştirilmesi ilk akla gelenler. Unutmayalım; seçim sonrasında kazanan kim olursa olsun emekten, laiklikten, özgürlükten yana olanlar “tamam” dediklerinin yerine aydınlık bir memleket inşa etmek için mücadele edecekler. O gücü şimdi biriktirme zamanı!

GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN / BİRGÜN