18 Mayıs 2018 Cuma

Sandık kurulları için seferberlik - ÇİĞDEM TOKER

Ne adayların miting performansı, ne vaatler ne başka bir şey. İçinde bulunduğumuz şu günlerde, 24 Haziran sabahı için, altı kişilik sandık kurullarında boş koltuk kalmamasını sağlamaktan daha öncelikli konu yok. 

Üstelik bunu yapmak için zaman çok dar. 1 Haziran’a kadar. 
Zaman baş döndürücü hızda akarken gözden kaçıyor: 
Bu seçim sadece OHAL altında değil, AKP lehine işleyecek/işletilecek  “yeni”  kurallarla yapılacak. Ve eğer -MHP dışındaki- muhalefet partileri, bu sisteme yönelik güçlü bir hazırlık yapmazsa, seçim günü Türkiye genelindeki bütün sandık kurullarının AKP etki ve gölgesinde görev yapma olasılığı yüksek.

***

Bu işe kafa yoran, çabalayan gönüllü yurttaş grubuyla görüştüm. Seslerinin duyulmasını istiyorlar. Konu biraz teknik görünse de anlatmak gerekiyor. 

Adım adım gidelim: 
- Sandık kurullarının nasıl oluşacağı, görev ve yetkileri 135 sayılı YSK genelgesiyle ilan edildi. Buna göre sandık kurulları 1 başkan, 6 asil, 6 yedek üyeden oluşacak. 5 üyeyi siyasi partiler verecek. 

- Burada kriter son seçime katılmak üzerinden belirlendi. İYİ Parti’nin sandık kurullarına üye verme hakkı bulunmuyor. Ve bu temel bilgi az biliniyor.
 
- Gelelim düğüm noktasına: Bazı siyasi partiler sandık kurulu için üye bildirmez, ya da bildiremezse İlçe Seçim Kurulu o partinin üyesinin yerine, enyüksek oyu alan partiden birini atayabilecek.

- Seçim günü, her sandıkta seçimin başlamış sayılması için dört kişinin varlığı yetiyor.

Bir başkan üç üye. Ve sandık kurulu başkanları ilk kez atanmış kişilerden oluşacak. İlk kez.

Kim oturacak?
135 sayılı genelge ile ilk kez ortaya çıkan iki soru işareti:
- Sabah erkenden, diyelim ki başkan, atanmış üye, AKP üyesi ve MHP üyesi ile dört kişi toplandı. Sandık kurulu başkanı, “Dört kişi olduk, yemin edipbaşlayalım” diyecek mi? 
- Veya dört kişiden kalan iki boş koltuğu kendisi mi dolduracak? 

Üsküdarlı okurlarımız, 135 sayılı genelgenin kuralları üzerinden örneği ilçelerinden veriyor: 
1 Kasım 2015 seçim sonuçları: AKP yüzde 47.9, CHP yüzde 33.7, MHP yüzde 9.5, HDP yüzde 6.5, SP yüzde 0.8
Bu sonuçlara göre sandık kuruluna üye vermeye hakkı olan 5 parti AKP, MHP, CHP, HDP ve SP. Referandumda Üsküdar’da toplam 1019 sandık vardı. Bu sayının aynı kalacağı varsayımı altında ittifak yapan AKP ve MHP 1019 sandık için üye verecektir. 
CHP’nin de 1019 sandık için asil ve yedek üye bildirme sorunu olmayacak. 
Şimdi geliyoruz en kritik yere. Düğüm noktasına: 
Üsküdar örneği üzerinden HDP ve SP’nin 1019 sandık kurulu üyeliğinin tamamına yetecek gönüllü sayısını bulması kuşkulu görünüyor. Diyelim ki sadece 519 sandık için ilçe seçim kuruluna üye bildirirse, işte bu genelgeye göre Üsküdar İlçe Seçim Kurulu 600 sandığa AKP’den üye atayabilecek.

Böyle bir kompozisyonun güvenli bir sayım döküm işlemi yapacağına itimatı yüzde 100 mü?

Gönüllü olmak şart
Peki çare ne? 
Çare, hafızalarda taze iki örnekteki “demokrasi” yaklaşımını benimsemek.
CHP’den 15 milletvekilinin demokrasi için İYİ Parti’ye geçişi, 100 bin imzayla cumhurbaşkanı adayı olmak isteyene ayrım gözetmeden imza vermek gibi. 
Parti ayrımı gözetmeden. Burada da gücü olan muhalefet partisinin kimlik ve ideoloji ayrımı yapmaksızın sandık kurullarında boş koltuk kalmamasını sağlamak üzere görevlendirme yapması.

“Bir CHP’linin, kurul üyesi bildiremeyen HDP ya da SP yerine sandık kurulu üyesi olması, onu HDP’li, SP’li yapmaz” diyor okurlar ve şöyle izah ediyorlar: 
“Önceki seçimlerde müşahitlik yaparken, hangi partinin müşahit kartını taşıdığımızı  önemsemedik. Tek önemsediğimiz oyumuzu korumaktı. 24Haziran’da boş kalabilecek sandık kurulu üyelikleri için, parti, kimlik ayrımı yapmadan gönüllü olmamız gerekiyor. Aksi halde boş kalacak binlerce sandık koltuğuna AKP’lilerin atanması kuvvetle muhtemeldir.” 

Seçim günü sandık kurullarında, ülke genelinde AKP’li görevlilerin çoğunlukta olduğu bir kompozisyon teorik olarak mümkün.
 
Bu olasılığı daha adil bir denkleme oturtmak içinse 14 gün var.  

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Geleceği geri almak mı? - ÖZLEM YÜZAK

Bir meslek lisesi... Devletin... 1000’i aşkın öğrenci meslek öğretimi görüyor. Bir ara Anadolu lisesi imiş, sonra süper liseye dönüşmüş, ardından meslek lisesine.. İnsan takip bile edemiyor 16 yılda eğitim sisteminde 14 kez değişiklik yapılan bu ülkede. 
Yüzlerce hatta binlerce benzerinden sadece biri... “Nasıl öğrenci kitleniz” diye soruyorum öğretmenlerine. “Geleceği olmayan ve bunun da farkında olan gençler çoğu” diyor. “Emekçi ailelerin çocukları, eğitim sistemi yüzünden üniversite şanslarının fazla olmadığını biliyorlar.” Peki, ya dersler? Aldıkları eğitim onları mezun olduklarında yapacakları mesleğe hazırlıyor mu? Gelen yanıt olumsuz... “Yıllar içinde müfredat giderek zayıfladı, daha doğrusu bilinçli şekilde zayıflatıldı. Çünkü sistem vasıflı işgücü istemiyor.” 

Evet, kilit nokta burada: Sistem, vasıflı işgücü istemiyor... 16 yıllık AKP iktidarı bunu “istiyormuş gibi” söylemi ile bugüne kadar getirdi. 

Bahsettiğim okul, elektrik-elektronik, tesisat, klimalar vs. üzerine eğitim veren bir kurum. Kent yaşamının her anında ihtiyaç olan makine ve gereçlerin üretimi, bakımları, tamirleri mezun olduklarında onlara emanet edilecek. Ya da edilemeyecek? Laboratuvarlar yetersiz, kullanacakları malzemeler bittiğinde yenilerini almak çok uzun süre alıyor. Ama buna karşın her sınıfta şu meşhur FATİH projesinin “akıllı tahtaları” bulunuyor. 

Çalışmayan ya da hemen donan akıllı tahtalar bunlar. Çünkü RAM’leri 4 GB. Geçici bellek ekran büyüklüğüne ve kullanılan programlara göre çok zayıf kalıyor. Yani çöp çoğu. Diğer tahtaların yanında konu mankeni olarak duruyorlar sınıfta. Kimi zaman derslerde kullanım için bir tesisat kablosuna bile para bulunamazken her bir tahtanın maliyetinin 15 bin TL olduğunu da belirtelim bu arada. 

Peki, ya bu çocukların hayalleri? Öğretmen “zengin olmak” diye yanıt veriyor. “Nasıl zengin olacağını bilemiyor ama zengin olmak istiyorlar...” 
Ama yine tüm bunlara karşın umut verici en önemli şey, aydınlık düşünceli bir avuç öğretmenin, özveri ile bu çocuklara ellerinden gelenin en iyisini aktarmak için canla başla çalışıyor olmaları. O da ne yazık ki, sahilden birkaç denizyıldızını kurtarıp denize atma misali, binlerce öğrenci arasından sıyrılmayı başarabilen birkaçı ile sınırlı kalıyor... 

Yarın 19 Mayıs. 15-24 yaş arasında 13 milyon gencin “bayram”ı. Eurostat’ın gençlik tanımı 15-29 yaş arası gençler. Bu aralıktaki sayı ise 20 milyon genç. Atatürk’ün “bütün ümidim gençliktedir” diyerek ülkeyi emanet ettiği gençlik...TÜİK 2 gün önce açıkladı: Gençlerin beşte birinden fazlası işsiz (yüzde 20.8). Hem eğitimde hem de istihdamda yer almayan gençlerin oranı ise yüzde 22.8.Üniversiteyi bitirip iş bulamayanların oranı yüzde 11.4. Bu tabloyla mı yüksek teknolojili ürünler üretecek ve ihracatımızda bu ürünlerin payını artırır hale geleceğiz? Bu tabloyla mı kişi başına gelirimizi Avrupa ülkeleri düzeyine çıkaracağız? Bu tabloyla mı Cumhuriyetin 100’üncü yılında 500 milyar dolarlık ihracat yapacağız? 

Muharrem İnce “Biz geleceğimizi kaybettik. Önce geleceğimizi geri almamız lazım” diyor. Karşımızda eğitimsiz, işsiz, gelecek hayali bile olamayan bir gençlik duruyor. Her zaman dediğimiz gibi işin başı eğitim, doğru, çağdaş, kaliteli eğitim. Gençlerin de, ülkenin de geleceği burada yatıyor. Bunun tek yolu da 24 Haziran seçimleri...

Eğitime destek için sahnedeler...
Bir dernek var yıllardır faaliyetini sürdüren. Adı BEDES (Beykoz Eğitime Destek Derneği). Beykoz’da oturan bir grup kadının oluşturduğu... İstanbul’un zenginini de yoksulunu da barındıran bir semt Beykoz. BEDES de olanakları kısıtlı öğrencilere burs veriyor, yaz kampları yapıyor, bu çocukların annelerine kitap kulüpleri düzenliyor, bölgedeki park ve okullara kütüphaneler kuruyor. Şimdi BEDES gönüllüleri farklı bir projeye soyundular. Bir tiyatro grubu oluşturdular. 22 Mayıs Salı akşamı Beykoz’da Acarkent TED Koleji’nde oynayacakları oyunun adı ise “Efsane Kurufasulyeci”. Kadın şiddeti üzerine ama komedi. Oyuncuların kimi çalışıyor, kimi ev hanımı, ama hepsi kadın. Oyunun müziklerini Gökhan Şeşen besteledi. Ve gelirin tamamı yine eğitime destek için kullanılacak. BEDES hakkında ayrıntılı bilgiyi internet sitesinde bulabilirsiniz. Keşke BEDES ve benzerlerinin sayısı daha da artsa...

Özlem Yüzak / CUMHURİYET

Transatlantik’te İran çatlağı - CEYDA KARAN

Neoliberalizmin yasalarının hâkim olduğu dünyada İngilizce “It’s the economy, stupid” derler. “Mesele ekonomidir, ey ahmak” diye çevrilebilecek bu cümle, şu sıralar ‘kuralına göre oynamayı’ da beceremeyip Türkiye ekonomisini çökertenlere yaraşır doğrusu. Fakat mevzumuz bu değil. 

ABD Başkanı Trump, seçilir seçilmez komşu Kanada ve Meksika’ya kafa tutmuş, Trans Pasifik Ortaklık Anlaşması’ndan çekilip AB’yi ‘ticari hasmı’ ilan etmiş, Almanya’ya ayar vermeye kalkışmıştı. Son hamleleriyle Transatlantik hattını iyice gerdi. Ortak iktisadi-siyasi nizama alenen çomak sokuyor.
***

Elbette Trump dilediğinde Avrupalı ortakları Britanya ve Fransa’yı yanına alıp Suriye’yi vurabiliyor ve nedenleri ‘uyduruluyor’. Ortakları ise küresel nizamı zorlayan saldırgan tutumu kendilerine dokununca ‘tırnak çıkartıyor’. Bu bağlamda Trump’ın Avrupa’yı da etkileyecek gümrük duvarları üzerinden Çin’e açtığı ‘ticaret savaşı’ henüz Pekin’in ‘sakin müzakereciliği’ ve Kore’ler üzerinden dönen ama şimdiden darbe almış barış umutlarının gölgesinde, muallakta. Fakat Trump’ın İran ile 2015 tarihli nükleer anlaşmadan çekilip yaptırımları devreye sokarak açtığı ‘İran cephesi’ dış politikada ‘etkisiz ve yetkisiz’ AB’nin sabrını zorluyor.

***

Geçen hafta ABD’nin Almanya Büyükelçisi Richard Grenell, işi Twitter üzerinden “İran’da iş yapan Alman şirketleri derhal operasyonlarını kesmeli” talimatına dökünce Almanlar ayaklandı. Tepkiler Almanya Başbakanı Angela Merkel’in ağzında bir kez daha “Avrupa artık ABD’ye güvenemez, kendi kaderini ellerine almalı” çıkışına döküldü. Alman Der Spiegel dergisi durumu, bir elin orta parmağıyla malum ‘işareti çekerken’ Trump’ı ucunda karikatürize edip ‘Hoşçakal, Avrupa’ yazılı kapağıyla resmetti.

***

Avrupalılar mevzuyu nasıl toparlayacakları derdinde. AB Dış Politika Şefi Federika Mogherini, Britanya, Fransa ve Almanya dışişleri bakanları eşliğinde İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif’i ağırladı. Nükleer anlaşmayı Rusya ve Çin dahil 4+1 formatında ‘koruma’ müzakereleri yürüttü. 

Mogherini, resmi ismiyle Kapsamlı Ortak Eylem Planı’nın (KOEP) BMGK onaylı mühim bir diplomatik başarı olduğunu belirtip ABD’ye ‘İçişlerimize karışmayın’ mesajı verdi. İran’la ekonomik ilişkilerin derinleştirilmesi, bankacılık işlemleri, ulaştırma bağları, AB şirketlerinin iş bağlantılarını korumak ve yatırıma odaklanma kararı çıktı. İran’la füze programı, Suriye ve Yemen ayrıca nükleer anlaşmadan bağımsız konuşulacak. Ancak bu durum Trump’ın yeni ‘kankası’ Fransa lideri Macron’un ‘KOEP’in İran’ın füze programını kapsayacak şekilde tadili gerektiği’ mesajını engellemiyor. 

Avrupa’nın çokuluslu şirketleri ABD muafiyeti olmadan İran’da kalamıyorlar. Birer birer çekilip, milyarlarca dolarlık kontratlarını bitiriyorlar. Airbus’ın ardından Fransız devi Total, ABD’nin ikincil ekonomik yaptırımlarını karşılayamayacağını belirterek Güney Pars11 gaz projesinden çekileceğini duyurdu. Danimarka’nın Maersk’i, İtalyan çelik üreticisi Danieli aynı şekilde.
***

Sonunda Avrupa Konseyi Başkanı Donald Tusk, Twitter’dan ‘patladı’. Trump’ın hesabını iliştirerek şöyle yazdı: “Trump’ın son kararlarına bakınca kimse düşünmeden edemez: Böyle dostlar varken kim düşmana ihtiyaç duyar. Ama dürüst davranmak gerekirse AB minnettar olmalı. Sayesinde hayallerden kurtulduk. Anladık ki eğer bir yardım eline ihtiyaç olursa, bunu uzaklarda aramayacaksın.” 

Merkel bugün 2014’ten sonra ilk kez Rusya’da. Soçi’de Rusya lideri Putin ile görüşüyor. Almanya yardımı ‘yakında’ arayacak mı, göreceğiz. ABD öncülüğündeki ‘ortak liberal demokratik nizamın’ İran sınavından kolay geçemeyeceği aşikâr. 


Ondan sonrası tufan.

Ceyda Karan / CUMHURİYET



Vatandaşlık görevi: 24 Haziran seçimleri yaklaşırken sandıkta manipülasyona geçit vermemek için ‘Sandık Gücü’ 1 milyon kişilik gönüllü müşahit organizasyonu kurdu. İlgilenen yurttaşlar www. sandikgucu.com adresinden üye olup, online eğitimler alıp, sınava girebilir, tespit edilen 30 bin kritik sandıkta görev alabilirler. Twitter’dan @sandikgucu hesabından gelişmeler takip edilebilir. 

Bir umut ışığıdır ‘Nutuk’ - ALİ SİRMEN

Yarın Mustafa Kemal’in 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkışının 99. yıldönümü. 
Mustafa Kemal Atatürk’ün eseri Nutuk, Samsun’a çıkışıyla başlar. 

Nutuk, başta Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun unutulmaz “Söylev”i olmak üzere pek çok araştırmacı yazar tarafından günümüz Türkçesine aktarılmıştır. 

Bu yıl da Emre Kongar bu büyük eserin çarpıcı bölümlerini almak, konuşulan Türkçeye aktarmak, metinlerin başına ve sonuna kendi yorumlarını koyarak, tarih içindeki yerlerine oturtmak suretiyle bize Nutuk’un kendi yorumunu sunmuş. 

Emre Kongar’ın bilim adamlığı kadar aileden tevarüs ettiği hocalık yanı da gelişmiş olduğundan, yazılarıyla ve kitaplarıyla okurlarını düşündürür, onlara sorular sordurur, insanda daha fazla okumak ve tartışmak isteği yaratırken, yeni de ufuklar açar. 
Nutuk’ta da öyle oluyor. Kitabın girişinde “Türk Devrimi’nin Tarihte Eşi Yoktur”  bölümünde uzun uzun düşündürüyor.

***

Türk Devrimi’ni özellikle Fransız Devrimi’nden ayıran birinci farklılığının Osmanlı İmparatorluğu’nun Endüstri Devrimi’nin teknolojik ve ideolojik yeniliklerini kaçırmış olması olduğunu söyleyen Emre Hoca şöyle devam ediyor: 
“Toplum sadece Batı’nın izlediği ekonomik ve teknik gelişmelerin gerisinde kalmamıştı. 
Ayrıca siyasal, toplumsal, ideolojik ve sınıfsal olarak ağalığı yıkan ve demokrasiyi kuran sermaye sınıfı ile işçi sınıfını geliştirememiş, bu nedenle de İmparatorluk kendi iç dinamiğiyle evrimleşememiş, ilerleyememişti. 
Atatürk İstiklal Savaşı’nı temelde toprak ağalarından ve köylülerden oluşan tarım toplumunun feodal sınıflarıyla gerçekleştirme mucizesini göstermiştir. 
1920’ler, 30’lar Türkiyesi’nde Batı’daki Fransız İhtilali’ni ve Endüstri Devrimi’ni yaratan toplumsal, ekonomik, kültürel ve siyasal koşullar yoktu.” 


Nutuk’un sadece Türkiye için değil, bütün Doğu (İslam) ülkeleri için de bir İslam (Doğu) toplumunun emperyalizmin boyunduruğundan nasıl kurtulduğunu ve nasıl bir çağdaş devlete dönüştüğünü anlatması bakımından bütün bu ülkeler açısından da çok önemli bir belge olduğunu söyleyen Emre Hoca’nın bu görüşlerine, aynı zamanda Rönesans’ın, laikliğin, Fransız Devrimi’nin kazanımlarını ilk kez Batı (Hıristiyan) bir toplum dışında yaşama geçiren Türk Devrimi’nin çağdaş değerlerin evrenselliğini kanıtlaması açısından tüm dünya için önemli olduğu düşüncesini ekleyebiliriz sanırım.
***
Bütün bu noktalarda Emre Kongar’a katılırken, birden kitabının yayımlandığı, Türk Devrimi’nin iktidar tarafından sorgulandığı, kötülendiği, horlandığı, evrensel laiklik ilkesinin ayaklar altına alındığı, köylü tarım toplumu kültürünün, herkese dayatılarak egemen hale getirildiği 2018 yılı Türkiyesi’nin durumunu düşünüyor ve ister istemez soruyorsunuz: 
-Peki nasıl oldu da böylesine eşsiz bir devrimi gerçekleştiren toplum yeniden bu duruma düştü? 
Bu soru ile birlikte Fransız Devrimi’nin 200. yılı olan 1989’u anımsadım. 
O yıl bütün Fransa devrimi tartışıyor, karşıtları devrimin çok kötü olduğunu, götürdüklerinin ve şiddetinin getirdiklerinden daha fazla olduğunu söylüyorlardı. 
Olay sanki üç gün önce olmuş gibi canlıydı ve heyecanla ele alınıyordu. 

Normaldi. 

Devrimler bir kez olup iz bırakmadan geçip giden olaylar değillerdi. 
Onlar devam eden canlı süreçlerdi. 1989’da hâlâ tutkuyla tartışılması da Fransız Devrimi’nin canlılığının kanıtıydı. 
Kazanımlar için de aynı şey söz konusuydu.

Hiçbir devrimin hiçbir kazanımı bir kez elde edildikten sonra kulağının üzerine yatarak korunamıyordu. Onları değişen toplumsal koşullara göre geliştirmek, sürekli beslemek, korumaya çalışmak gerekiyordu. 

Fransa 1789 Devrimi’nin eşitlik ilkesini, toplumun yarısı kadınların hakları konusunda 1950’lerde çıkardığı yasalarla tam olarak yaşama geçirebilmişti. 

Ama sonunda Fransız Devrimi’nin kazanımları artık tartışmasız olarak evrenselleşmişti. 
“Emre Kongar seçkisiyle Nutuk”u bu gözle okudum. Çok ihtiyacım olan umut ışığını buldum bir kez daha.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Lübnan’ın denge unsuru: Nasrallah - MUSTAFA K. ERDEMOL

Lübnan’da dokuz yıl aradan sonra yapılan seçimlerden Hizbullah’ın müttefikleriyle oluşturduğu Direniş’e Vefa bloğunun büyük bir zaferle çıkmasından ABD’nin, Suudi Arabistan’ın başını çektiği Sünni blokun da memnun kalmadığı biliniyordu. O nedenle seçimlerden kısa bir süre sonra ABD’nin Hizbullah ile lideri Hüseyin Nasrallah’a yönelik yaptırım kararı alması şaşırtıcı olmadı. Daha önce de, 1995 ile 2012’de ABD yine “Suriye Krizi”nde rolü var olduğu gerekçesiyle benzeri kararları almıştı ABD.

Bu kez, Suudi Arabistan’ın başını çektiği Bahreyn, Kuveyt, Umman, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi Körfez ülkeleri de Hizbullah ile Nasrallah’a, Hizbullah ile bağı olan kişi, ya da kurumlara yönelik yaptırım kararları aldılar.
Telaşın nedeni belli. Hizbullah, Lübnan’da oyun kurucu olduğu kadar adı geçen ülkenin siyasetinde bir denge unsuru. Yıllardır ülkede, zaman zaman aksasa da, uzun süreli olarak bozulmayan politik istikrar Hizbullah sayesinde mümkün olabildi. Bunda Nasrallah’ın kişiliğinin de büyük etkisi var. Hüseyin Nasrallah Lübnan’da her kesim tarafından sevilen, sayılan bir isim çünkü. Sadece Müslümanların değil ülkede yaşayan Hıristiyanların, Yahudilerin de sorunlarının çözümü konusunda ciddi gayret sarfeden biri. Hizbullah militanlarının, çoğu zaman kiliselerin, sinagogların önlerinde koruma amacıyla nöbet bekledikleri biliniyor. Hizbullah’ın hiç ayrım gözetmeden herkesin yararlandığı aş evleri, hastaneleri var. Lübnan devletinin yapamadığı sosyal yardımlaşmayı bu devasa örgüt yapar durumda. Ülkede siyasetin kilitlendiği durumlarda da “çözücü” güç olarak hep devrede.

Ölçü sayılır mı bilmem ama ülkenin en önde gelen şarkıcılarından Maronit Hıristiyan Julia Boutrouss fanatik denecek derecede bir Hizbullah taraftarı. Nasrallah’ın konuşmalarında sarf ettiği sözlerinden yola çıkarak yaptığı iki şarkı tüm Lübnan’ın dilinde yıllardır. Yani ABD’nin ya da payandası Suudi benzeri ülkelerin inanılmasını istedikleri gibi bir terör örgütü değil Hizbullah. Lübnan’da her dinden insanın desteğini toplamış, “sosyalleşmiş” bir yapı artık.
Nasrallah, r’leri söyleyemese de çok etkili bir hatip. Kolundaki saat gençlik yıllarından kalma. Ayakkabısını iki, üç yılda bir değiştiriyor. Aldığı maaş ayda 1300 dolar. Refik Hariri, başbakanken bir akşam yemeğine Nasrallah’ın konuğu olduğunda bir tabak süzme yoğurt, zeytin ve çaydan oluşan bir menü ile ağırlanmıştı diye anlatılır. Lüksten, gösterişten uzak, şiddete de mesafeli ama Lübnan’ı korumak söz konusu olduğunda tavizsiz biri Nasrallah. Bu nedenle Lübnan’da taraftarı, seveni çok.

İsrail’i hem de iki kez püskürten bir orduya da sahip olması onu hem Lübnan’da hem de bölgede vazgeçilmez biri yapıyor.

Lübnan’daki son seçimlerde, hakkındaki tüm ABD-İsrail-Suudi kaynaklı karalama kampanyasına rağmen başarı göstermesi düşmanlarının tahammül edemediği bir durum.

Yaptırımların tek ama tek nedeni işte bu; halk desteği ile elde ettiği bu başarı.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

“Harezmi Eğitim Modeli” - ÜNAL ÖZMEN

Eğitim modeli, otomobil modeli gibi bir şey değil! Otomobilin farıyla, kıyafetin düğme sayısıyla oynayarak yeni bir otomobil, yeni bir kıyafet modeli yaratabilirsiniz. Fakat bu tipik değişiklikler bile matematik, geometri ve hatta doğa bilimlerinden yararlanılarak tasarlanıyorken eğitimin orasıyla burasıyla oynayarak yeni bir eğitim modeli icat etmeye kalkışmak komiklik olur.

Son günlerde ‘Harezmi Eğitim Modeli’ diye bir eğitim modelinden bahsediliyor. Hiç duymamıştım; bunca yıldır eğitimle iştigal edip bu isimde bir eğitim modeli olduğunu ilk kez duymuş olmama içerlenmedim desem yalan olur. Bilmediğim bir modeli öğrenme umuduyla iki günümü Harezmi Eğitim Modeli ile ilgili makale aramakla geçirdim. Sonunda öğrendim ki STEM (fen, teknoloji, mühendislik, matematik) temelli öğrenme yaklaşımı çerçevesinde İstanbul’daki 5 okulda pilot uygulaması yapılan “Zihinden Makineye Bilgisayar Bilimleri Öğretimi “ adlı projenin değiştirilen adıymış “Harezmi Eğitim Modeli”. Fakat STEM projesinin adını değiştirirken projeyi de değiştirmişler; fen bilimlerine dini ilimleri de ekleyerek modeli millileştirmişler! Matematik, gökbilim, coğrafya, algoritma üzerine çalışmış Müslüman bilim insanı Ebû Ca’fer Muhammed bin Mûsâ el-Hârizmî’nin adını kullanarak da İslamileştirmişler!

Fakat önümüzdeki öğretim yılında 13 ilde daha uygulamaya sokularak yeni bir tartışmayı başlatacak olan model, bilim kavramlarıyla tanımlanıyor. “Bilgi işlemsel düşünme ve makinesiz bilgisayar bilimleri öğretimi bu modelin ana unsurlarından bir tanesi. Bu düşünme tarzı probleme ait çözüm yollarını ortaya koymak ve uygun olanla sorunu çözmek anlamını taşır. Bunun öncüsü ise algoritmik düşüncedir. Algoritmayı matematik bilimine hediye eden de Harezmi’dir. Dolayısıyla bizim eğitim modelimize bu ismin çok yakışacağını düşünerek verdik.”

Modelin uygulaması ise şöyle: Yer, eğitim modelini algoritmik düşünme tarzına dayandıran teorisyenin yönettiği İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü. Müdür, eş zamanlı olarak MEB-Diyanet işbirliği çerçevesinde Hafızlık Projesi’ni “dini tedrisat ile bilim birleştirilmeli” sloganıyla hayata geçiriyor. Muhabirimiz Mustafa Mert Bildircin’in haberinden öğreniyoruz ki imam hatip ortaokullarının hafızlık eğitimi artık camilerde yürütülecek. Yani ortaokul öğrencileri Kuran kurslarına giderek Kuran-ı Kerim, Surelerin Ezberi, İbadet, İtikat, Siyer, Ahlak, Arapça, Hüsn-i Hat, Dini Musiki dersleri alacak. Ve böylece çocuklarımız algoritmik, yani bir nevi soruları diyalektik mantık yöntemiyle çözecekler!


Köy Enstitüleri benzeri yeni ve özgün bir eğitim modeline kavuşuyoruz ümidi ile nerede, nasıl, hangi ihtiyaca karşılık, hangi bilimsel çalışmanın sonunda geliştirildiğini ararken Harezmi Eğitim Modeli’nin Batı modeline tepki olarak ortaya atılmış bir kavram karmaşası olduğunu öğrenmek hayal kırıklığım oldu! İsim babası olduğunu sandığım İstanbul milli eğitim müdürü Anadolu Ajansına yaptığı açıklamada şöyle diyor “Dünyada ve Türkiye’de STEM yaklaşımı ve kodlama, endüstri 4.0 gibi konuların popüler şekilde konuşulmaya başlanmasına protest bir bakış açısı geliştirdik.” Bir islamcının model geliştiremeyeceğini, ancak protesto edebileceğini baştan anlamamış olmanın utancı içindeyim!

Ünal Özmen / BİRGÜN

Vurgun "helal", turizm haram mı?.. - Mehmet FARAÇ / YENİÇAĞ

Ülkenin siyasal ve ekonomik gidişatıyla ilgili kaygıların büyüdüğünü yalnızca toplumun ilk kez etkili biçimde artan heyecanı ve yükselen mücadele azmi göstermiyor...

Aynı zamanda iktidar çevrelerinde, son 16 yılda olmadığı kadar artan ve her yerden gözle görülür biçimde yansıyan bir "panik" havası var ki, "yeter artık" çığlıklarını da ülkenin neredeyse her sokağında yankılanır hale getiriyor!..

Bir zamanlar, siyasal ortamın sinsi baskıları yüzünden bastırılan tepkiler ve sessiz öfkeler artık bir muhalefet isyanının çığlıkları gibi duvarlara çarpıp duruyor...

Ve nihayet ki, "bıktık artık" çığlıkları en çok da halkın önüne getirilmeyi bekleyen küflü depolardaki "seçim" sandıklarının içinde yankılanıyor...

Ve diğer yandan, memleketteki siyaset gündeminin içine öylesine kirli, öylesine saçma sapan takiye örnekleri düşüyor ki, bu durum gericilikten nemalanan zihniyetin ikiyüzlülüğünü de bir güzel deşifre diyor...

İşte tam bu sarada; Bir yandan şaşırtıcı, bir yandan gülünç, diğer yandan hem tepki çeken hem de çok gereksiz bulunan "şov" içerikli zavallılıklar halkın dilinden hiç düşmeyen özdeyişleri de ısrarla akla getiriveriyor...

Yaşayınca, görünce, şaşırınca ve en önemlisi de iyice öfkelenince, bağıra bağıra, haykıra haykıra şöyle deyiveriyor insan;
"Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?..", "Neresinden tutsan elinde kalıyor" ve "Her rengi boyadık da, fıstıki yeşil mi kaldı?.."

                                                                           ***

Hak, hukuk, ahlak...
Türkiye; milyonlarca insanı din sömürüsüyle, üstelik yoksullaştır-köleleştir stratejisiyle peşinden sürükleyen zihniyetlerden yaka silkiyor...
Hem de yalnızca muhalifler değil, iktidarı yıllarca destekleyen kitleler bile siyasal açıdan "değişim" peşinde artık...

Çünkü siyasal dayatmacılığın, "seçenek"sizlik çıkmazında memleketi "Ali kıran baş kesen" zihniyetlere temsil ettiği koca Türkiye'de, yukarıdaki özdeyişleri milyonlarca kez ansımsatan olaylar bir türlü bitmiyor...

Hem de kimi olaylar öylesine tuhaf, öylesine komik ve öylesine çelişkili olarak yaşanıyor ki, duyanlara-görenlere-yaşayanlara tek kelimeyle "pes" dedirtiyor!.. İşte bu ortamda, soralım o halde;
Memleket, sanki başıboşmuşçasına, sanki hesap soran yokmuşçasına, iliklerine kadar ve de pervasızca- ahlaksızca soyuluyor mu?..

"Özelleştirme" adı altındaki yağma planı devletin en stratejik kurumlarını bile yandaş rantiye kesimine ardı ardına peşkeş çekiyor mu?..
Yolsuzluk ve rüşvet çarkının deşifre olması nedeniyle AKP ile eski ortağı cemaat arasında başlayan amansız savaş bir yandan ülkeyi "darbe" girişimine kadar götürürken, diğer yandan memleketin huzurunu iyice kaçırıyor mu?..

                                                                          ***

Asıl haram nerede?..
Memleketi neredeyse topyekûn çıkmazda tutan ve halkın zihnini insafsızca kemiren, sömürü-rant-yağma içeren sorular bitmedi henüz... Dahası da var;
Son 16 yılda, siyasetten beslenen sonradan görme zenginlerle yoksul halk arasındaki uçurum, öfke çekecek biçimde giderek daha çok büyürken, ülkenin neredeyse yarısından fazlası hızla yoksullaşıyor mu?..

Bürokrasinin neredeyse büyük bölümü yolsuzluklar ve rüşvet salgını nedeniyle halkın iyice tepkisini çekerken, kimilerinin yaptığı kanunsuzluklar yanlarına kazanç kalıyor mu?..
Siyasetin tepelerinden cesaret alan hırsız belediye başkanları, ezeli vurgunları rezidans gökdelenlerinin zirvesine kadar çıkartırken, yerel yönetimler halkın nefes aldığı yeşil alanları bile durmadan yağmalatıyor mu?..

Ülkede son 16 yıldır yoksulun, garibanın, fakir-fukaranın ve tüyü bitmemiş yetimin hakkı yağmalanırken, yargı sanki eli kolu bağlıymış gibi, çaresiz kalabiliyor mu?..

Yoksulluk, açlık, pahalılık, kronikleşmiş "zam" terörü, artan işsizlik ve toplumun büyük bölümünde giderek büyüyen sefalet ülkede çok büyük sosyal çatışmaları da beraberinde getiriyor mu?..

Ve de bu topraklarda, ekmeğe muhtaç milyonlarca insanın bir bölümünün pazar yerlerinden ve çöplerden gıda maddesi topladığına ilişkin kahredici-utanç verici görüntüler sıklıkla medyaya yansırken, kan emicilerle taşeronları bu manzaraları yalnızca izlemekle yetiniyor mu?..

                                                                         ***

Bilim yuvasının gafleti!..
Yukarıdaki sorulara "hayır" yanıtı verebilecek bir vicdan sahibi yoktur herhalde?.. Hele de konu hak, hukuk, ahlak, dürüstlük ve yetim hakkı yememek ise bir kişi bile yukarıdaki sorulara "evet" demekten geri durmaz, duramaz herhalde?..

Çünkü yandaş medya ne kadar güllük gülistanlık manzaralar çizmek için çırpınsa da, siyasal rantiyeden beslenen güruh dahi, güneşin balçıkla sıvanamayacağını bal gibi biliyor...
Yukarıda, memleketin vahim ahval ve şeraitini, sosyo-ekonomik çıkmazlarıyla, bunlara sebep olan siyaset yıkımlarını anlatan örnekleri sıralayarak sorduk ya?.. Şimdi bir daha soralım;
Ülke, sosyo-ekonomik çöküş içinde, bir yandan dövizde diğer yandan yaşam maddelerinde ocakları kül eden enflasyon yangınıyla mücadele ederken, "helal-haram" meselesini cıvıklaştıran örneklere ne denir acaba?..

Örneğin; Kültür ve Turizm Bakanlığı ve MÜSİAD'ın girişimiyle Süleyman Demirel Üniversitesi'nde "Helal Turizm Uygulama ve Araştırma Merkezi" açabilen zihniyet ne yapmaya çalışıyor sizce?..
Ekonomi Bakanlığı'nın, "Müslüman nüfusun helal ürüne duyduğu ihtiyacı gidermek" amacıyla kurduğu "Helal Akreditasyon Kurumu"ndan esinlenen bu tuhaf merkez, sözde "Helal turizm(!) konusunda standartlar ve sertifika faaliyetleri"nde bulunacakmış!!!

Sormak lazım o halde; Ülkenin bu kadar önemli sosyal-siyasal çıkmazları ve toplumun sağlık, kentleşme, sanayileşme, istihdam sorunları varken, rüşvet ile yolsuzluk fakirin ekmeğini kemirirken, ezici çoğunluğu "Müslüman" olan bir ülkede, siyasal iktidarın sömürü takiyelerinin üzerine kaymak sürmek "eğitim" yuvalarına yakışıyor mu?..

Türkiye sanki "gurbetçi"lerin "domuz eti" kaygısı yaşadığı Almanya'ymış gibi; "Helal-haram" ikileminde -"haşeme" ile havuza girmeyi "helal", plaj kıyafetiyle dolaşmayı ise "haram"mış gibi- ayrıştırmak hangi bağnazlığın dayatmasıdır acaba?..

Söyler misiniz; Yargı ve bilim mensuplarının düğmesiz cüppelerini bile siyaset önünde iliklemeye başladıkları bir ülkede, "helal-haram" ayrımını "turizm"e kadar indirgeyen zihniyet "bilim"e, uygarlığa ve insanlığa katkı sunabilir mi?..


Mehmet Faraç / YENİÇAĞ

ABD, PKK/YPG'yi daha da güçlendiriyor!.. - Ahmet TAKAN / YENİÇAĞ

24 Haziran baskın seçimleri münasebetiyle uygulanan karartma yüzünden Irak ve Suriye'de olup bitenler itina ile Türk kamuoyundan saklanıyor.

Önceki gün, Ankara'da güvenlik birimlerine oldukça önemli bir istihbarat raporu ulaştı. Buna geçmeden önce "bunlar da kim, ne?" diyebileceğiniz 2 hususa kısaca açıklık getirmek isterim;
1-Ahmet Carba: Suriye'de Sünni bir aşiretin önemli bir ismi. Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu (SMDK) eski başkanlarından. Kirli sicili, PYD ve Suud yönetimine yakınlığı ile biliniyor.
2-Roj peşmergeleri: Suriye iç savaşının başladığı dönemde Suriye'nin kuzeyinde varlıklarını gösterdiler. IKBY Başkanı çapulcu başı Barzani'ye yakınlıkları ile tanınıyorlardı. Sözde Rojava'yı hâkimiyetine geçirmeden önce PYD ile zorlu bir çatışma içine girdiler. PYD güçleri, o dönem PKK'nın Türkiye'den giden savaşmayı bilen teröristlerinin de desteğiyle Cezire bölgesinden hepsini kovmayı başardı. Hatta bir süre de karşılıklı adam kaçırma olaylarına tanıklık edildi; sonunda hepsi ailelerini de alıp Irak'a doğru çekilirken, bu duruma öfkelenen Barzani de "Rojava" ile arasına derin hendekler kazdı. Barzani, bir gün ihtiyaç olacağının altını çizerek Suriye'den gelen bu güçleri yanına alıp eğitti ve bir askeri güç haline dönüştürdü. Adına da sözde Rojava'dan geldiklerini belirlemek için "Roj peşmergeleri" denildi.

Önceki gün Ankara'ya ulaşan kritik istihbarat raporunda şöyle deniyordu;
"Dün (Salı-aht-) Irak'ta kritik bir görüşme gerçekleşti. Suriye'de Deyrizor'un güneyinde Irak sınırında 55 kilometre alanı kontrol eden ve Ürdün'de eğitilen savaşçılardan 2 bin tanesi kontrolüne verilen Ahmet Carba adlı Arap Sünni lider, Kuzey Irak'ta Barzani ve Roj peşmergeleri komutanı Lokman ile görüştü."

Bu kritik bilginin ne manaya geldiğini sorduğum devlet içindeki analist kaynaklar, ABD'nin resmi olarak Irak ve Suriye'yi üçe bölme planının sahada daha da hız kazandığına işaret ederek şunları söyledi;
"ABD'nin itina ile eğittikleri Roj peşmergelerinin en elit kadroları Erbil'deler. Şimdi sahaya sürülüyorlar. YPG'yi Roj peşmergeleri ile karma yaparak evirecekler. Roj Peşmergeleri aynı zamanda Suriye Sünnistanı'nın kurulmasında etkili olacaklar. Irak'ın üçe ayrılması yakında çıkacak iç karışıklıktan sonra olacak. 24 Haziran'dan sonra TSK'ya Afrin'den çıkması için baskılar artacak. Buna karşılık Türkiye'ye İdlip'teki gözlem noktalarının bırakılması önerilecek."

Sakın ha!.. "Bana bundan sonra da ne olur" diye sormayın...

ABD/İsrail projesi olan Gazze'deki kanlı tezgaha odaklanırken -ki buna hiçbir itirazım yok- "Suriye ve Irak'ta neler oluyor" sorularını ısrarla gündemde tutmaya devam edeceğim. Üstelik, Rusya'nın da sessizliği ilginç değil mi?..

                                                                         ***

Geçtiğimiz hafta içinde Kandil'de terör örgütü PKK'nın sözde merkez yürütme konseyinin ABD'liler ile birlikte yaptığı toplantı ve ele alınan konulardan birinin de Türkiye'de Cumhurbaşkanlığı seçimi olduğuna ilişkin de oldukça ilginç (!) istihbarat raporları ulaşıyor Başkent Ankara'ya. Bu raporların HDP ve Selahattin Demirtaş ile yürütülen pazarlıklar başlığında çok enteresan değerlendirmeler bulunuyor. Ufak bir çıtlatma yapayım; AKP'li 3 ismin İngiltere'de terör örgütü PKK yanlısı olarak bilinen kısa adı DPI olan Democratik Progress İnstitute ile görüşmelerinin etkileri dikkatle takip ediliyor.

Diğer bir önemli noktada, Halkbank eski genel müdür yardımcısı Hakan Atilla'nın New York'ta çıkan kararla cezasının kesinleşmesinden sonra Dışişleri Bakanı Mevlut Çavuşoğlu'nun, ABD Dışişleri Bakanı Mike  Pompeo'yla Washington'da yapacağı görüşme. Dışişleri bakanlarının görüşmede Suriye ve Orta Doğu'daki gelişmeler, ikili ilişkiler, terör örgütü PKK ve FETÖ ile mücadele gibi konuları ele alması bekleniyor. Ancak bizim buralardaki diplomatik kanalların ve iktidar çevrelerinin hiç ağızlarına almadığı fakat ABD'den yansıyan bilgiler var; Seçimlere kısa bir süre kala Halkbank'a bir ceza gelip gelmeyeceği veya ne kadar gelebileceği. Halkbank'ın ABD Hazinesi ile bir süredir görüştüğünü ve henüz anlaşılamadığını ABD'li kaynaklar söylüyor.

24 Haziran'a giderken kapalı kapılar arkasında döndürülen tezgahlar, 2002 yılında başta BOP için yapılan organizasyonların güncellendiği izlenimini veriyor!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

17 Mayıs 2018 Perşembe

50 yıl sonra ’68 - ERGİN YILDIZOĞLU

Bir aydır işçiler, öğrenciler Paris sokaklarında. CGT’nin de katılmaya karar vererek yaygın seferberlik ilan etmesiyle “Halkın eşitlik, toplumsal adaleti dayanışma dalgası” yükselmeye devam ediyor. Duvar yazıları, afişler, pankartlar da Macron’un neoliberalizmine karşı ayaklanan öğrencilerin, işçilerin Mayıs 1968’i unutmadığını gösteriyor.

Zaman kırılınca... 
Zamanın yeknesak akışı, bir gün aniden kırılır. Kırılmayla açılan çatlağın içinde yepyeni olasılıklara açılan bir “sonsuzluk” başlar. İnsanlar, “Gezi”de olduğu gibi, “şeylerin andaki durumunu” değiştirebileceklerini düşünürler. Sonra çatlak kapanır, zaman yeknesak akışına, bazen başka bir kanalda yeniden başlar. ’68, işte böyle bir kırılmaydı. Mayıs, haziran ayları da böyle bir çatlak.
 
’68, ne Paris’le sınırlıydı ne de sıradan bir isyandı. Olayın, yaşandığı 66-74 aralığı, II. Dünya Savaşı sonrası kapitalizminin bir yapısal krize girdiği yıllardı. ABD’de sivil haklar hareketi, savaş karşıtı hareket, Şili’de Allende, Almanya, İngiltere, İtalya’da toplumsal hareketler, grevler, “Prag Baharı”, Tayland’da, Japonya’da öğrenci hareketleri, Çin’de Kültür Devrimi atılımı, Vietnam’da Kuzeyin Zaferi... Türkiye’de TİP, Fikir Kulüpleri Federasyonu, Dev- Genç, Devrimci Doğu Kültür Ocakları, “15-16 Haziran”, Paris 68’le aynı bir evrenselliğini paylaşıyordu. 

’68, birçok yerde, kapitalizme yönelik kültürel (özgürlük, eşitlik, tüketim kültürü, ekoloji, cinsel sorunlar ve ırkçılığa ilişkin) ve toplumsal (baskıya ve sömürüye ilişkin) eleştirileri birleştiriyordu. Böylece, entelijansiyanınkapitalizme yönelik eleştirileri, kadın, LGBT hareketleri, işçi hareketinineleştirileriyle birleşiyordu. Paris ’68, bir öğrenci isyanı olmaktan öte 9 milyon işçiyi kapsayan bir genel grevdi de aynı zamanda. ’68’in, şiddet kullanmayı siyasetin alet çantasına yeniden eklediğini de vurgulayalım. Ancak, ’68 isyanı, tüm devrimci enerjisine karşın, özellikle 1980’lerde belirginleşeceği gibi, 1917’de başlayan bir devrimci dalganın da son noktasıydı.

Uzun ’68 
66-74 dalgası geri çekilirken sermayenin karşı saldırısı başladı. 68’in tükenmesi uzun sürdü. 1980’lere geldiğimizde, neoliberalizmi, postmodernizmi, ’68’in kimi duyarlılıklarının kapitalizmin yeniden yapılandırılmasında araçlaştırıldığını görüyoruz. 
Çevre ülkelerde kapitalist sınıflar bu yumuşak geçişi başarabilecek düzeyde ve örgütlü değildi. Buna iki kutuplu dünyanın jeopolitiği de eklenince, buralarda, uzun ’68 askeri diktatörlüklerin, solu, işçi hareketini, fiziki olarak likide eden katliamların yılları oldu. 
Sermaye kendini yeniler, yapısal krizi yönetmeye başlarken, “Uzun ’68”, kapitalizmin bir döneminin bittiğini söylüyor; yeni dönem, solun önüne örgütlenme, çalışma ve devrim anlayışlarına ilişkin yeni sorular koyuyordu. Ne sol partiler ne de sendikalar bu sorulara uygun cevapları bulabildiler. 

Dahası, ’68’in, işçi hareketiyle birleştirmek üzere gündeme getirdiği kadın hareketinin, LGBT hareketinin talepleri, ırkçılıkla mücadele sorunları, kısa sürede, işçi sınıfı sorunlarını geri plana ittiler, hatta onların yerine geçtiler. Ayrımcılığa karşı mücadeleyi gündemine alırken sol, gelir dağılımındaki adaletsizliğe, ekonomik eşitsizliğe, sömürüye karşı mücadelenin unutulduğunu ya göremedi ya da salt bu yeni taleplerle, ekonomik eşitsizliğe karşı mücadele arasındaki organik bağı kuramadı. 

68’in devrimci dalgası geri çekilirken, kapitalizmin kültürel eleştirisi ile toplumsal eleştirisi, gençlik, entelijansiya ile işçi hareketi birbirinden ayrıldı. Kapitalizmin, ekonomik eleştirisi, 1989’dan sonra, “küreselleşme” söyleminin etkisiyle gündemden düştü; solun 1989’da yaşanan “şey”in niteliğini açıklamaktaki yetersizliği, hatta isteksizliği gerilemesini hızlandırdı. 

1990’lara geldiğimizde, sol artık demokratizmi benimsemiş, her siyasi faaliyetin, mutlaka siyasi iktidarı hedef alması gerektiğini, devletin de nasıl bir terör aygıtı olduğunu adeta unutmuştu. 

“Meydan İşgal” ve Gezi olaylarına karşın ne yazık ki hâlâ sol, bu gerileme sürecini yaşamaya devam ediyor.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Tekme - ÖZGÜR MUMCU

301 madencinin hayatını kaybettiği Soma felaketinin dördüncü yıldönümünde  Muharrem İnce’nin, madenci tekmelemesiyle hatırlanan başbakanlık müşaviri  Yusuf Yerkel hakkındaki “tekme atandan hesap sormazsam namerdim” açıklamasının etkileri sürüyor. 

Dört senedir sessizliğini koruyan Yerkel, sosyal medya aracılığıyla “Böyle birolayda yer almamdan dolayı tekrar derin üzüntülerimi ifade ediyor, kamuoyundan özür diliyorum” mesajını yayımladı. 

Bunun üzerine İnce, “Özür dilemek yetmez, hesap verecek” dedi. Yerkel ise tekmelediği madenci Erdal Kocabıyık’ı arayarak özür dilediğini ve kendisiyle helalleştiğini ileri sürdü. Kocabıyık’ın yalanlaması gecikmedi. Özrü kabul etmediğini ve Yerkel’in telefonlarına dahi çıkmadığını ifade etti. 

Tekme hadisesinden sonra madenci Kocabıyık, “kamu malına zarar vermek”suçundan 10 ay ceza almıştı. Oysa görüntüler izlendiğinde zırhlı bir araca bir tekme savurduğu, ardından iki jandarma tarafından yere yığıldığı ve henüz yerdeyken arkalardan kopup gelen Yusuf Yerkel tarafından tekmelendiği görülüyor. 


Hatırlayalım. O vakitler, parti sözcüsü Hüseyin Çelik olayda asıl Yerkel’in şiddet gördüğünü ve 7 gün rapor aldığını söylemişti. Yani Yerkel’e partisi adına sahip çıkmıştı. 
Görüntüler ortada. Zırhlı aracın o tekmeden zarar görme ihtimali yok. Yerkel, şiddete uğramamış. Aksine yerde yatan birini darp etmiş. Sosyal medya paylaşımlarında bir AKP militanı olduğu anlaşılan bir doktordan 7 gün rapor almayı başarmış. Belli ki sahte olan bu raporu Hüseyin Çelik savunmuş. Yetmez gibi Yerkel’in üzüntülü olduğunu ancak özür dilemediğini de açıklamış. 

Muharrem İnce’nin açıklamasından sonraki gelişmeler üzerine oyuncu BarışAtay, sosyal medyada “Hepiniz ağlayarak özür dileyeceksiniz. O gün geldiğinde; affedeni, acıyanı, yargılamaktan vazgeçeni de unutmayacağız! Yok öyle ‘torunlarla emeklilik, hepimiz kardeşiz, kavga istemiyoruz’ falan. Her şey yeni başlıyor. Bu ülkeye, insanına yaptıklarınızın hesabını vereceksiniz” diye yazdı. 

Hem Yerkel’in samimiyetsiz özrüne hem de muhalefetin iktidara gelirse   “rövanşizme”  başvurmayacağını söylemesine tepki gösterdi.

Hürriyet gazetesinden Ahmet HakanMeral Akşener ve Muharrem İnce’den Barış Atay’a haddini bildirmesini talep eden bir yazı kaleme aldı. Atay, dün sabah saatlerinde gözaltına alındı. 

Bütün bu hikâye şunları gösteriyor. 

Video kaydının açıkça gösterdiği gerçeklere rağmen, şiddete uğradığını söyleyen ve rapor alan bir müşavir var. Bu müşavire destek çıkan bir bakan var. Yerde acımasızca tekmelendiği halde 10 ay hapse mahkûm edilen bir madenci var. 
İktidarın yargılamadan anladığı siyasi cezalandırma. O sebeple de ilerde yargılanma ihtimalinden bahsedilmesini bile bir tehdit olarak algılıyor. Sebebi basit çünkü kendisi de yargılamayı siyasi hasımlarını cezalandırmanın bir yolu olarak değerlendiriyor. Kendi başına da aynısının geleceğinden korkuyor. Yargılamanın aslında ne olduğunu dahi unutmuş durumda. 

Hukuk devleti çökerse, yargı iktidarın bir sopası haline gelirse sonucu bu olur. 
Yalanların gerçek diye yutturulmaya çalışıldığı, gerçeklerin iftira diye karartıldığı, hukukun ve yargılamanın bir siyasi silaha dönüştüğü vakitler bunlar. 

Tam da bu sebeple şayet iktidar el değiştirirse, hukuk devletinin yeniden kurulması ve adil yargılama ilkesinin baş tacı olması şart. Rövanşizme düşmeden adil yargılanmanın hayata geçirilmesi herkesi rahatlatır.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Eğlenceli ciddiyet: İnce - TAYFUN ATAY

Muharrem İnce’nin mevcut iktidar ağzı karşısında en büyük avantajı, yerli mi yerli bir “mizah duyusu”na sahip olması.

Bunu, kendisini ziyaretinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’la ne konuştukları sorusuna verdiği cevapta kristal berraklığıyla ortaya koydu.

“Yeter artık, yıllardır sen yönettin, bırak biraz da ben yöneteyim” demiş!..

Söylediğine göre Erdoğan sadece cumhurbaşkanlığı görev süresini hesaba katan bir karşılık vermiş; “daha 3 buçuk yıl oldu” şeklinde...

Bilemiyorum, ama sanki Erdoğan hiç beklemediği bir “lügat”le karşı karşıya kalmış gibi geliyor bana; öyle hissediyorum!..

Hanidir vurdulu-kırdılı bir dilin otomatiğine bağlanmış şahsiyet, bu yeni tarza bakalım ne şekilde uyarlanacak?

Bu doğrultuda Muharrem İnce’nin adaylığı, başlangıçta onun yetenek ve yetkinliğine dair soru işaretlerini de silecek mahiyette bir performansla toplum olarak hanidir ihtiyaç duyduğumuz bir “ferahlık” koymakta önümüze.

Özellikle 2013 Gezi sürecinden bu yana neşesini kaybetmiş/neşesi kaybettirilmiş ülkeye bir nefes neşe, ferahlık, dolayısıyla da ümit getirdi İnce’nin cumhurbaşkanı adaylığı...

Bu kadar da değil ama. Bir de “dobra”lığı var onun... Hiçbir kötülüğe, yanlışlığa, çirkinliğe pabuç bırakmayacak bir “dobra” o... Tabii altını çizmek gerek: Hanidir meydanlarda, ekranlarda görmekten usandığımız, kutuplaşma ve çatışmadan beslenen dobralardan farklı bir “barışçıl-uzlaşmacı dobra”.
Onunla dün Cumhuriyet ekibi olarak buluştuk, sohbet ettik. Benim ve arkadaşlarımın sorularını yanıtlarken de yukarıda çerçevelemeye çalıştığım mizaç ve üslûp rüzgâr olup esti ondan bize doğru... Ama bir şeyi daha fark ettim. Gerçi tasvire de boğdum yazıyı ama İnce ile buluşmanın bir “çıktı”sı olarak şunu da eklememe izin verin: “Eğlenceli ciddiyet”.


Son derece eğlenceli bir ciddiyeti var Muharrem İnce’nin, ki sanırım bu da “zamanın ruhu” ile, gençlikle, hele hele Y-kuşağı, Z-kuşağı ile onu buluşturacak bir artı değer olacak. Kendi deyişiyle, “özgür düşünen, eleştiren, tartışan ve Vikipedia’ya girmesinden korkulmayan nesil”le!..

Bize siyasal uzlaşma için kolları sıvadığını söylüyor: “Artık sadece eskiden olduğu gibi ‘solcuların birliği’ni sağlamak gibi bir meselemiz olamaz. ‘Yüzde 50+1’in bize faydası bir faydası bu oldu. Solcuların birliğini sağlamaktan öte Cumhuriyetçilerin birliği; solcular, liberaller, sosyalistler, sosyal demokratlar ve muhafazakârların bir bölümü; bunların birlikteliğini sağlayacağız!..”

Ortak payda “Cumhuriyet” Muharrem İnce için... O yüzden hanidir kültürel olarak son derece “melez” olan bu ülkede bir kırılmadan öte “yırtılma” mahiyetindeki dindar-laik ayrımının, kutuplaşmasının ötesine geçecek bir söylem ve pratikle ortaya çıkıyor. CHP’ye din üzerinden aslı astarı olmayan bir dolu tezvirat ile ha bire bel altı vuruşlar yapmış olanların karşısına kendi deyişiyle “ezber bozan” bir gündelik hayat pratiğiyle çıkıyor. Bu bağlamdaki sorumuza verdiği cevapta (ayrıntıları komşu sütunlarda bulabilirsiniz), “15 yaşında neyi nasıl yaşıyorsam bugün de öyle yaşıyorum; ne muhafazakârlara göz kırıyorum, ne de bazı solcuların eleştirilerinden korkuyorum” diyor. “Anıt Kabir’de Atatürk’ün ruhuna Fatiha da okudum; başkanlık kampanyamı, yine Atatürk’ün Birinci Meclis’i açarken yaptığı gibi Hacı Bayram’da cuma namazı kılarak açtım; Konya’da mitinge gittiğimde Mevlana’ya gidip dua da ettim” diye ekliyor. “Bir perşembe akşamı da Kartal’da cem evine gideceğim” diyerek de noktalıyor.

15 yaşında neyse o Muharrem İnce... O yüzden de en büyük özlemi, şimdi 2-3 liraya satılan suyu, çocukluğunda olduğu gibi ağzını musluğa dayayıp kana kana içmek, herkese de içirtmek...
Tabii onun bu özlemi, “ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi” dizesinin çağrışımıyla bizi de İnce’den inceye Nâzım’a yol tutturuyor!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Teşhir ve vaat: Unutturma, ama umut ver! - İBRAHİM Ö. KABOĞLU

24 Haziran dönemeci, 16 Nisan kırılması dikkate alınmadan anlaşılamaz. ‘Cumhur İttifakı’ yanlıları için milat, 15 Temmuz olsa da, unutulmaması gereken şu: 15 Temmuz’a giden yolda Anayasa ihlalinin payı açık; buna karşılık 16 Nisan, 15 Temmuz’un ürünü olmakla birlikte, ikisi arasında neden-sonuç ilişkisi yok.

Tam tersine; açık çelişki veya ikiyüzlülük, OHAL neden ve sonucuna ilişkin. Darbe girişimi ile bozulan anayasal düzeni yeniden tesis, OHAL gerekçesi olduğu halde, 16 Nisan’da kaldırılan, 140 yıllık kazanımlarla birlikte anayasal düzenin kendisi oldu.

16 Nisan Anayasa Halkoylaması, daha çok bir parti ve kişi oylaması olmuştu. 24 Haziran seçimleri, kişiler ve partiler arasında tercih olacaksa da, ‘16 Nisan metni’ni teyit veya ret anlamını taşıyacak.

Bu nedenle, hukuk ve demokrasi yanlıları, şu çifte görev karşısında: Nereden gelindiğini sürekli teşhir ve 24 Haziran sonrası için vaat.

Teşhir görevi: Üçlü teşhir
1)16 Nisan’a giden yol: Anayasa değişikliği, -gerekmediği halde- OHAL ortam ve koşullarında, madde 175’e aykırı usulle ve ‘Evet’-‘Hayır’ tanıtımı eşit olmayan halkoylaması kampanyasında yapıldı.

2) 16 Nisan metninin içeriği: 6771 sayılı Kanun ile yapılan anayasa değişikliği (kısaca ‘16 Nisan metni’) başlıca olarak;
-Parlamenter rejimi kaldırıyor; ama yerine başkanlık rejimini getirmiyor.
-Bütün yürütme yetkilerini sorumsuz Cumhurbaşkanı (CB) uhdesinde topluyor.
-CB’ye beş ayrı tür Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi (CBK) çıkarma yetkisi yeriyor.
-Yasama yetkilerinin önemli bir kısmını CB’ye aktarıyor. Dahası, parti başkanlığı yolunu açtığı için yasama çoğunluğunu da CB güdümüne sokuyor.
-Yargı teşkilatı bütünü üzerinde tam yetkili Hâkimler ve Savcılar Kurulu, doğrudan veya TBMM’de çoğunluğu yoluyla CB tarafından biçimlendiriliyor.
-Anayasal denge ve denetim düzeneklerini kaldırıyor.
-Görev+yetki+sorumluluk ilkesini kaldırıyor.
(…)
3)24 Haziran yolu: Anayasal düzlemde başlıca üçlü aykırılık ile sakat:
-Uyum mevzuatı,
-Dar zaman dilimine sıkıştırılmış seçim dönemi,
-Eşit olmayan kampanya.

»Uyum kanunları: 6771 sayılı Anayasa değişikliğine ilişkin Kanun Geçici md.21/A’ya göre,
Bu Kanunun yürürlüğe girmesinden itibaren en geç altı ay içinde Türkiye Büyük Millet Meclisi bu değişikliklerin gerektirdiği Meclis İçtüzüğünü ve kanuni düzenlemeleri yapar”.
“Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 27’nci yasama dönemi milletvekili genel seçimi ve Cumhurbaşkanlığı seçimi 3/11/2019 tarihinde yapılır.”

Anayasa’nın bu amir hükmüne rağmen ‘fazla erken seçim’ kararı, -daha önce yazdığım gibi- şu üçlü Anayasa’ya aykırılık sorununu gündeme getirdi: Uyum düzenlemelerinin yapılmaması, ihmal yoluyla aykırılık oluşturduğu gibi, erken seçim önündeki başlıca anayasal engeldi; bu aykırılığı gidermek için kullanılan KHK yolu da Anayasa’ya aykırı.


Buradaki bir çelişki de, 16 Nisan değişikliğinin gerekli kıldığı mevzuat uyumunun, aynı değişiklikle kaldırılan KHK ile yapılması.

»Dar zaman dilimine sıkıştırılmış seçim: İlk kez yapılmakta olan çifte seçim, Anayasa md. 67 ve İHAS 1 no. Ek Protokol md.3 gerekleri doğrultusunda düzenlenebilecek mi? Üstelik, 298 sayılı yasada yapılan dayatma değişiklik de seçim güvenliğini zedelemekte.

»Eşit olmayan kampanya: CB adaylarından biri hapiste, diğeri ise devletin bütün olanaklarının seferber edildiği kampanyada. Basın-yayın kuruluşları ise, 16 Nisan metni propagandasını anayasal gerçekleri çarpıtarak sürdürüyor.
Dar zaman dilimine sıkıştırılmış seçim ve eşit olmayan kampanyası, ‘serbest ve eşit oy’ ilkelerini zedeleyici.

Umut da, üçlü vaat ile verilmeli
Kim verecek umudu? Demokrasi hedefinde açık ve örtülü işbirliği yapan siyasal parti ve adayları, vaatlerde bulunurken teşhir gereğini gözardı etmemeli. Slogan, ‘unutturma, ama umut ver!’ olmalı. Umut söylemi, aşamalı olarak şu üçlüde örülebilir:
-Geçiş dönemi,
-Kazanımları sahiplenme,
-Hukuk devleti ve toplumu.

»Geçiş dönemi: 24 Haziran sonrası, bir geçiş dönemi olarak görülmeli. Bu dönemde, Anayasa, elden geldiğince ‘insan haklarına dayanan demokratik hukuk devleti’ ışığında yorumlanarak uygulanmalı. Mesela, Cumhurbaşkanlığı kararnamesi, erkler ayrılığı ışığında ya hiç kullanılmamalı ya da istisnai olarak. Bunda TBMM lehine olan hükümler öne çıkarılmalı: “Anayasada münhasıran kanunla düzenlenmesi öngörülen konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılamaz. Kanunda açıkça düzenlenen konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılamaz. Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile kanunlarda farklı hükümler bulunması halinde, kanun hükümleri uygulanır. TBMM’nin aynı konuda kanun çıkarması durumunda, Cumhurbaşkanlığı kararnamesi hükümsüz hale gelir”.

»Kazanımları sahiplenme: Geçmişi toptan karalama eğilimine kapılmaksızın, anayasal ve siyasal kazanımlar sürekli dillendirilmeli ve sahiplenilmeli. Kuşkusuz bunlara, insan hakları alanındaki ulusal ve uluslararası kazanımlar dahil.

»Anayasal çerçeve: Hukuka dönüşün, 15 Nisan metni ile mümkün olmadığı unutulmamalı. Bu nedenle, hukuk devleti ve hukuk toplumuna giden yolda, anayasal çerçeveyi kamuoyuna sunma cesaretinde gecikilmemeli.

 İBRAHİM Ö. KABOĞLU / BİRGÜN