19 Mayıs 2018 Cumartesi

Ekmek ve şarap - ORHAN GÖKDEMİR

Başım sıkıştığında kapısını çaldığım Dionysos adında bir karakterim var benim. Artık tedavülden kalkmış eski tanrılardan biri Dionysos. Trakya veya Frigya çıkışlı olduğu sanılıyor. Bugünkü duruma bakınca Trakyalı olması ihtimali daha yüksekmiş gibi geliyor bana!


Dionysos antikçağ Yunanistan’ın üç büyük tanrısından biri. Fakat o, diğerlerinden farklı olarak bir dinin oluşumuna da yol açmış. Çiftçiliğin, bağcılığın, tabii özellikle üzümün koruyucusu. Üzümü yeterince koruyunca, malum, şaraba dönüşüyor. Haliyle şarap tanrısı olarak da anılıyor adamımız. Başka lakapları da var: Keder dağıtan (Ioaios), yumuşatıcı (Meilikhios) bunlardan ikisi. E bunlar da şarabı yeterince içince az çok dönüştüğümüz şeyler sayılır.

Çiğdem Dürüşken, “Roma’nın Gizem Dinleri” adlı kitabında adamımızın Romalı versiyonu Bacchus-Bacchos-Baküs ve ritüelleri hakkında geniş bilgi veriyor. Bu inancın müritleri boğazlarına kadar şaraba bulandıktan sonra kendilerinden geçer, böylece tanrıyı da içlerine aldıklarına inanırlarmış. Üstelik tanrının kendilerine vahşi hayvan kılığında göründüğüne inandıklarından, şaraptan kendini kaybetmiş sarhoş sürüleri halinde dağlara yönelirler, naralar atarak dans ederler, karşılarına çıkan hayvanların üzerine atılarak diri diri yerlermiş. Din bu, ritüelinde mantık aramaz. Kadın dinidir Dionysosculuk üstelik. Büyük ihtimal dağa çıkanların arasında da kadınlar çoğunluktadır. Manzarayı gözünüzde canlandırın!

Din de tanrısı da göçtü gitti gerçi ama kalıntılarına sağda solda hala rastlamak mümkün. Mesela bir teze göre Hıristiyanlıkta ekmek ve şarapla yapılan komünyon töreni bu inancın mirası. Yunanistan’dan sonra Roma’da da Baküs adıyla itibar görmüş. Belli ki oradan da Hıristiyanlığa miras kalmış, bir aziz olarak kabul edilmiş.  İstanbul'un Kumkapı semtindeki Küçük Ayasofya caminin kitabesinde hala adı kayıtlı duruyor. Sonradan camiye çevrilen bu kilise Bizans İmparatoru I. Justinianus ve karısı Theodora tarafından 527-536 yılları arasında yaptırılmış ve Bachos Kilisesi olarak anılmış. İnşa edildiği tarih paganizmden Hıristiyanlığa geçiş dönemidir, eski Yunan ve Roma tanrıları Hıristiyanlığın azizlerine dönüşmüştür. Kaldı ki, “Sofia” da paganizmden miras biz azizimizdir.

                                                               ***

"Ne işin var peki bu tuhaf âdemle” diyorsanız söyleyeyim. Malum çok tuhaf bir muhafazakâr topluma dönüştük az zamanda. AKP iktidarının 16 yıldır düzenli olarak yaptığı tek iş içkiye, rakıya ve şaraba zam yapmak, vergi yüklemek. Bir servet harcamanız gerekiyor bir şişesini edinmek için. Öyle bir hal ki bu, artık içmek için Dionysos müritlerinden daha tutkulu bir içici olmanız gerek. İçkiye karşı takınılan bu düşmanca saplantılı tutumun binde biri hırsızlığa, yolsuzluğa, çocuk tecavüzüne takınılmıyor. Sanki tanrı bütün günahları affetti ve geride tek günah olarak içki içmeyi bıraktı.
Hâlbuki dinler tarihinin en önemli materyallerinden biri şarap. İçeni tanrıya yaklaştırdığına inanılmış hep. Doğruluk payı da var bir anlamda. Günlük kaygılardan, hırslardan uzaklaştırır kararında içildiğinde, daha bir insan yapar içeni, tanrıya yaklaştırır.
Sonuçta fermente olmuş üzümdür. Usulüne göre şıraya da, şaraba da, sirkeye de yol açar. Aynı ürünün ayrı versiyonlarıdır hepsi. Bu ürünü damıtırsanız rakıya veya brendiye ulaşırsınız. Esası aynı, lezzeti ve alkol oranı farklıdır sadece.


Sağ olsun, AKP bu irrasyonel tutumu nedeniyle 1920’li yıllardaki büyük çalkantıdan sonra silinmiş olan içki kültürünü yeniden diriltti. Marketten alması imkânsızlaşınca halkımız evde şarap, bira ve rakı yapmaya girişti. Sürahiyle geliyor artık sofralara. Doğrusunu söylemek gerekirse çok başarılı örneklere de rastlanıyor. Biraz daha iktidarda kalırsa bu gericilik, içki kültüründe dünyada hak ettiğimiz yeri alacağız yakında.
Türkiye öyle bir tuhaf halde ki toplam içki satışı düştü son on yılda ama buna karşın tüketimde devrimsel bir sıçrama oldu. Devletin vergi kaybı muazzam. AKP iktidarı buna rağmen dinsel takıntısı nedeniyle vergileri makul bir seviyeye çekmeyip içkiye yüklenmeye devam ediyor. Ama sınıra dayandı artık bu politika. Almaz kimse o fiyata içki miçki, evinde yapar. Olmadı kaçak yollarla temin etmeye tevessül eder. Olan işte bu.
İslamiyet’te de yeri var, merak eden için ekleyeyim. “Kitap”ta ne dediğinden bağımsız olarak Emevi-Abbasi kültüründe vazgeçilmez bir gelenek içmek. Osmanlı padişahların bir kısmı alkolik, hatırı sayılır bir kısmı akşamcıydı. Daha geriye gideyim, Tabip İbn-i Şerif’in “Yadigâr-ı İbn-i Şerif” adlı tıp kitabı 15. yüzyılda, demek ki 1400’lü yıllarda yazılmış. En uzun bölümü akşam ölçüsü kaçırılmış şarabın yol açtığı arazlardan kurtulma formüllerine ayrılmıştır.
                                                                ***

Değerli oyuncu İhsan Yüce “Ekmek ve Şarap” şiirinde şöyle diyor…
“Ne diyordum arkadaş,
Diyordum ki ben bu zıkkımı içmek için içerim
Ama içerken düşünmem neden içiyorum diye
Daha sonra yaparım hayatın felsefesini

Sırayla olurum Fatih, Selim, Kanuni
Bazen kadın hamamında tellak...
Bazen Kristof Kolomb
Napolyon'ken düşünürüm Elbe’de geçen günleri
Timur'ken Beyazıt'ı yenişimi...
Bir kere Aristo'nun hocası olmuştum
Ona verdiğim dersle gurur duymuştum
Bazen Jan Dark'ı kurtarmak için çalışan bir kahraman
Bazen odununu ateşleyen bir cellat olurum

Eğer daha da içersem
Shakespeare halt etmiş derim karşımda
Salyalı dudaklarımdan yayık sesimi dinlerim de
İşte Mozart'ın aradığı melodi bu diye gülerim
Enayiymiş be Platon.
Bir içsinde görsün.
Ne felsefesi varmış bu hayatın
Anlasın geçmişi kınalı dünyanın kaç bucak olduğunu”
Bu, hakkıyla ve layıkıyla içilmiş rakının, sindirilmiş içki kültürünün dışavurumudur. İçinde ne inanç vardır, ne inançsızlık. Ne kötülük vardır, ne de şeytanlık. Ne herhangi bir dine saygısızlık vardır, ne de hak etmediği bir saygı gösterisi. İçilmiştir ve dünya eskisinden daha hoş görünmektedir. Keder dağılmıştır (Ioaios) ve içen yumuşamıştır (Meilikhios), işte hepsi bu…

                                                                ***

Bizde kutsal çok. Düzen dağıldıkça, geriledikçe daha çok kutsala ihtiyaç doğuyor. Üstelik kutsalına sınırsız bir saygı beklentisi doğdu son zamanlarda. Bu inancın en okumuş yazmışları “yeryüzü sofrası” kurarak muhalefet ediyor buna. Tek itirazları işin esasına değil, biçimine.

Gerçek mi uydurma mı bilmem “Orucuma Saygı Duy” diye bir ilanın görüntüleri dolaşıyor ortalıkta. Fakat ilanla olacak iş değil saygı. Ancak kazanabilirsiniz onu. Birisinin sana saygı göstermesi için bir marifetin olmalı mesela, bir şey katmış olmalısın büyük insanlık ailesine. Belki bir fikir, belki bir icat… Ne bileyim, ahlaklı olmalısın en azından.

Bunların hiçbiri olmadığından olacak bizim göçük Dionysos popüler bir şahsiyete dönüştü az zamanda. Üstelik bilebildiğim kadarıyla en hoşgörülü tanrılardan biri. İçtikçe sevap yazıyor hanemize ki çoğumuza cennet garanti!

İnandığı tanrısı kabul etsin, kim neye inanıyor ve nasıl ibadet ediyorsa. Bu da bizim yeryüzü soframız ve ibadetimiz. Ne karışırız, ne karıştırırız.

Bu da içilmeden önceki felsefesidir. Dionysos birikmiş günahlarımızı affetsin, afiyet olsun!

Orhan Gökdemir / SOL

Kore yarımadasında hangi barış? - ERHAN NALÇACI

Trump Kore’deki genel olarak olumlu yankı bulan gelişmelerle ilgili olarak “İyi şeyler oluyor, ama zaman gösterecek” gibi bir mesaj paylaştı.

Bir kere ABD emperyalizminin bu insanlık düşmanı mendebur temsilcisinin “İyi şeyler oluyor” demesinden hemen şüphelenmeliyiz, demek ki “iyi şeyler” olmuyor. “Zaman gösterecek” ise ABD’nin “Kore Barışında” inisiyatif kaybettiğini gösteriyor. Gerçekten hemen sonra bir gövde gösterisi ve tehdit anlamına gelen ABD-Güney Kore askeri manevralarından birinin başlatılması nedeniyle Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (KDHC)’nin görüşmeleri askıya alması gündeme geldi.

Ama biz ABD’nin bu sabotajı olmamış gibi sürece bir kez bakalım:
İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD öncülüğünde emperyalizmin müdahalesi ile Kore’nin bölündüğünü, kuzey sosyalist bir halk cumhuriyeti haline gelirken, güneyin kapitalist bir ülke olarak yoluna devam ettiğini biliyoruz. Son 20 yıl içindeyse güney ucuz emek gücüyle büyük bir sermaye yatırımı çekti ve dünyanın en çok sanayileşmiş ve ihracata dayalı ekonomilerinden biri haline geldi. Ayrıca bitmeyen Kore savaşı nedeniyle ABD’nin sürekli bir askeri üssü oldu. Kuzey daha önce yaşanan kayıpların travması ile güneyden gelecek askeri tehdide karşı kendini savunma durumunda hissetti. Sovyetler Birliği’nin çözülmesinden sonra bu tehdide yalnızlık eklendi ve sevimsiz nükleer silah teknolojisine yöneldi.
Tabii ki bugün emperyalist rekabete bağlı olarak bir nükleer savaşın insanlığı çok daha fazla tehdit ettiğinin farkındayız ve işçi sınıfını ileriye taşımayan Kore adasındaki nükleer gerilimden hoşlanmıyoruz.

Buna karşılık aşağıdaki fotoğrafta gözüken Kuzey ve Güney’in liderlerinin el ele dolaşmasına ne dersiniz? Ve biz tek milletiz ve aynı kandan geliyoruz söylemine?

         Fotoğraf 1: Kim Jong Un ve Güney Kore Cumhurbaşkanı Moon Jae-in el ele sınırda dolaşıyor.

Kuzey’in lideri kendi ülkesinin sosyalizmini ve emekçi halkını, Güney’inki emperyalizmin işbirlikçiliğini ve Kore’nin milyonlarca işçiyi sömüren tekellerini temsil ediyorsa, diplomatik bir el sıkışmanın ve görüşmenin ötesine geçmiyor mu bu yakınlık?
Kuzey bir jest olarak saat dilimini Güney ile eşitledi, nükleer silah test alanını tek taraflı olarak kapatmaya başladı. Şahinleri şahini ABD Dışişleri Bakanı Pompeo KDHC’ni ziyaret etti ve “Kim ABD ideallerini taşıyor” diye ayrıldı. 12 Haziran'da iptal edilmez ise Kim ve Trump Singapur’da bir zirve gerçekleştirecekler. Bu gelişmeler Rusya ve Çin tarafından hararetle desteklendi.

Oysa daha dört beş ay önce KDHC ABD’yi nükleer başlık taşıyan balistik füzelerle vurmakla tehdit etmişti. Bu ani değişikliğin nedenini anlamalıyız.

Bir kere herkes KDHC ve ABD arasındaki gerilimin arkasında yatan asıl olayın Çin-ABD rekabeti olduğunu fark ediyor. Çin denizi dünyada üretim ekseninin değişmesi ile son derece stratejik yolları içerir hale geldi. Buna ilave olarak oluşan emperyalist hegemonya krizi askeri olarak da bu bölgeye büyük bir yığınağın yapılmasına neden oldu.
Ve Kore krizi gerildikçe ABD bölgeyi daha fazla abluka altına almak için bunu fırsat bildi. Bu gerilim nedeniyle Güney Kore’ye yerleştirdikleri radar sistemleri Çin’in derinliklerinden bilgi toplayabiliyor. Bu nedenle Çin gerilimin çözülmesinden ve bu bahanenin ortadan kalkmasından yana.

Güney Kore ise ekonomisinin yüzde 45’ini oluşturan ihracatını güvene almak için yeni stratejik yollar arıyor ve Çin’in Yeni İpek Yolu’na ulaşması bir avantaj ve bu nedenle KDHC’nin emperyalist sisteme dâhil edilmesini istiyor.

KDHC Kim’in liderliğinde “piyasa sosyalizmi” denen ucube kavrama son yıllarda yaklaştı. Ülkede bazı serbest pazarların kurulmasına izin verildiği söyleniyor. Çin ise KDHC’yi sisteme dâhil etmek ve serbest yatırım bölgelerinin kurulması durumunda sermaye transferi için çok istekli gözüküyor. Zaten bu ani değişim, Kim’in Çin’i ziyaret etmesi ile düğmeye basılmış gibi başladı.

Geçen hafta KDHC’ni ziyaret eden Pompeo’nun şu sözü halkayı tamamlıyor: “KDHC’ye ABD’nin devlet yardımı söz konusu değil ama Amerikan şirketleri aracılığıyla destek olunacak.”
Parçaları birleştirince şu açığa çıkıyor, Çin’in inisiyatif aldığı ve Kuzey’i düzene kapsayacak bir barış projesiyle karşı karşıyayız.

İşçi sınıfı siyasetinin ilham kaynağı olduğu ve büyük köylü kitlelerinin sömürüye ve emperyalizme karşı geçen yüzyılda başlattıkları ileri atılış Kore’de de benzer bir sona doğru ilerliyor. Bıçak gibi keskin gözüken bir siyasi eylemin arkasından burjuvaziyle uzlaşma hızla yükseliyor.

Şimdi büyük coğrafyalarda işçi sınıfının bir sosyalist devrimler dönemi açmasının zamanıdır. Yeni, gelişkin ve umut verici.
Ve böyle bakınca bugün sosyalist olan KDHC yerine Güney Kore’nin dev fabrikalarında ve işyerlerinde ağır sömürü altında istihdam edilen 28 milyon işçiye ve geliştirdikleri direniş kültürüne gözleri çevirmek daha doğru.

             Fotoğraf 2: Güney Kore’de uzun süren bir grev sürecinde fabrika işgalinden bir enstantane

Bir paradoks olarak KDHC emekçileri serbest bölge cehennemi ile tanışmaya doğru giderken, Güney Kore belki bir sosyalist devrime tarihsel olarak daha yakın.

Erhan Nalçacı / SOL

#KapatGitsin dedik, kapattık - MUSTAFA K. ERDEMOL

Kapama düğmesi televizyonun keşfinden daha büyük bir keşiftir” demiş zeki insanlardan biri. Karşımızda her gece yalanı allayıp, pullayıp getiren havuz medyasının televizyonlarını görünce “televizyonun kapama düğmesi”nin ne kadar önemli olduğunu görüyor gerçekten insan.

İyi ki var. Yalandan, talandan söz etmeyen, toplumsal duyarlıklara sırtını dönmüş, kimi duyarlıkları toplumu bölmek için bile isteye kaşımış, tarafsızlığını da gerçeğe bağlılık duygusunu da yitirmiş, toplumsal hiçbir kaygının yanında saf tutmamış “televizyonları” görünce o “düğme”ye kutsal bir nesne gibi bakıyorum inanın. Elim gidiyor, hemen kapatıyorum.

Görmemek çözümdür demiyorum tabii ki. Görmeyince her şeyin çözüldüğünü düşündüğüm de yok. O kahrolası “izleme ölçüm oranı” içerisinde yer almamanın ilk yolunun o düğmeyi kapamak olduğunu bildiğim için yapıyorum bunu. Benden mahrum kalmaları için. Benim de içinde bulunduğum seyircilerin çokluğu oranında pastadan alacakları payı büyütmemek için yapıyorum. Yani o “televizyonun kendisinden daha önemli bir keşif olan televizyonu kapatma düğmesi” hiç de yabana atılacak, küçümsenecek bir nesne değil.
Bu uğursuzların, bu yalancıların “pazarları”ndan çıkarıp alıveriyor beni hemen o küçük nesne. Dün gece öyle yaptık dostlarımızla. Birleşik Haziran Hareketi’nin çağrısına uyup saat 20.00’den itibaren üç saat kapattık havuz medyasının televizyonlarını. Konuştuk bolca, eğlendik, konuşacak ne kadar konumuz olduğunu fark ettik. Kimimiz daha sonra kitap okuduk. “Okumak zaman alır doğru, ama televizyon zamanın daha fazlasını götürür” diyen Stephen King’in kulaklarını çınlattık.

Bu kadar yalanı ustaca nasıl evlerimize sokabiliyorlar? Bu konuda kendilerini o kadar geliştirdiler ki her türlü takdiri(!) hak ediyorlar gerçekten. Yaptıkları haberlerle, açık oturumlarla vicdanımızı yaraladılar yıllarca. “Savaşta önce gerçekler ölür” vecizesini doğrulayacak onlarca yalan haber pompaladılar evlerimize, Suriye ile Irak ile Libya ile ilgili. Havuz medyasının, dünyadaki benzerleri gibi, şaşırmadan bulduğu hedef hep “gerçekler” oldu. Tahammül gücümüzü zorlamadıklarını, yalanları karşısında sinirlerimizin yıpranmadığını söyleyebilir miyiz? Alfred Hitchcock haksız değildi demek ki “televizyon psikiyatri üzerine çok şey başarmıştır, hem psikiyatriyi tanıtmış hem de ona muhtaç olanları yaratmıştır” demekle.

Mesele, “seyretmeyin o zaman” denecek kadar basit değil. Televizyon biz seyretmesek bile, haberlerini(!), yorumlarını(!), açık oturumlarını(!) izleyenleri çıkarıyor karşımıza her yerde. Büyük yalanları doğru zanneden insanlarla karşılaşıyoruz birçok yerde. Bu nedenle sadece bizim “televizyon düğmesini” kapatmamızla yıkılacak bir yalan duvarı değil bu, kabul, ama en azından üç saat boyunca izlemezsek, bunu toplumsal direnişin aracı haline getirebilirsek çok ama çok etkili olabiliriz. Üç saat boyunca “rating”lerine darbe vurabilir, reklam gelirlerini sarsabiliriz. Yalan haber vermenin, doğruları çarpıtmanın, gerçekleri ters yüz etmenin bir bedeli var, onu böylelikle ödetebiliriz.

Gücümüzün farkında olmakla ilgili her şey. “Düğmeyi kapamakla” tek adamın sesini, tek adamın yüzünü, tek adamın kadınlı erkekli dalkavuklarını da hayatımızdan üç saatliğine silmiş olduk biz dün gece. Bunun ne kadar değerli olduğunu fark ettik. Üç saate “bir dolu özgürlük” sığdırdık.


Protesto kanalları kapatılmış bir toplumda, aslında her durumda protesto gereçlerinin yaratılabileceğinin bir örneği de oldu dün geceki “eylemimiz”. Bulunduğumuz her yeri, evimizin salonunu bile bir “itiraz” meydanına çevirebildik. O “meydan”a iznimiz olmadan kimsenin giremeyeceğini de gösterdik.

Toplumsal hiçbir itirazın yer almadığı, “gücün sesi”ne dönüşmüş havuz medyasının televizyonları da aslında bizim sayemizde özgür olacak. Zincirlerinden kurtulacak. Her görüşe verdiğinde, her demokrat sese kulak kesildiğinde kendisi de bunun ne zenginlik olduğunu anlayacak. Dalkavukluk, yandaşlık sürdürülebilir bir tutum değil. Her gün kendini tekrarlaması zordur yandaşın. Çeşitlilik onları da bu dertten kurtaracak.

Birleşik Haziran Hareketi, #KapatGitsin dedi, kapattık. Üç saat boyunca. Yine çağrı yapacak, yine kapatacağız.

Hazır mısınız?

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Demokrasilerde A, B, C planı olmaz: Geldiğin gibi gidersin - ERK ACARER

Siyasi iktidar ve temsilcileri sadece Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeleri ihlal etmekle kalmıyor, Cumhurbaşkanı’nın onayından geçen ‘Yetki Kanunu’ ve “Seçimden sonraki A, B, C planları”, ifadeleri ile Anayasayı da delebileceğine yönelik sinyaller veriyor, deliyor. O halde yargıyı göreve çağırmak neden suç sayılıyor? Açıklaması, ‘korku imparatorluğunun yıkılma korkusu’ olabilir.

45 gün içinde kaldırılması mümkün olan olağanüstü hal (OHAL), 18 Nisan 2018 tarihinde 7. kez uzatıldı. OHAL’in devam etmesi hali, AKP ve Saray iktidarının artık Türkiye’yi ‘yönetememe süreci’ olarak değerlendiriliyor. Yaşam ve adil yargılama hakkı ihlalleri, masumiyet karinesine aykırı tutumlar, emniyette kötü muamele artarak sürüyor.

OHAL, Anayasa gibi Birleşmiş Milletler (BM) Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne de (AİHS) aykırı. AİHS’in 15. Maddesi’ açık: Tahmin, olasılık ya da varsayıma göre OHAL uygulanmaz, uygulanabilmesi için tehlikenin mevcut ya da çok yakında gerçekleşmiş olması gerekir. Oysa bugün herhangi bir tehlikenin olmadığı ortada.

Anayasal kurumları kim tehdit ediyor?
Uluslarası platformda ‘olağanüstü hali’ tanımlayan, ‘Sirakuza İlkeleri’ ise OHAL’in uygulanabilmesininin 3 şarta bağlı olduğunu belirtiyor. Buna göre özetle; (1) nüfusun tamamının ve coğrafyanın büyük bir bölümü ile (2) anayasal kurumların tehdit altında olması ve (3) bu tehdidin olağan güçlerle giderilemeyecek boyutta olması şart. Son madde ironik; çünkü anayasal kurumların ‘kim tarafından tehdit edildiği’ sorusu tartışılmaya değer!

Sandıkla gelen…
‘OHAL’siz Türkiye’yi yönetememe sürecinin’, bu süreçteki hukuksuzlukların; ‘Yetki Kanunu’ ve sözü edilen A, B,C planları ile çok daha ileri boyuta taşınması sinyalleri veriliyor. Bu yüzden seçmenin aklında, ‘Sandıkla gelen, sandıkla gitmeyecek mi?’ sorusu var. 7 Haziran- 1 Kasım 2015 arasında yaşananlar hafızalarda. İktidarın, hukuk kılıfında sunacağı kanunsuzluklara yönelik zemin hazırlaması ise önemli bir endişe.

Partili Cumhurbaşkanı’nın bakanlarına imtiyaz
Yetki Kanunu’nun tanımı şöyle: “Bakanlar Kurulu’na verilen yetki, bu kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren, TBMM ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonucunda Cumhurbaşkanı’nın yemin ederek göreve başladığı tarihe kadar geçerlidir. Bu süre içinde Bakanlar Kurulu birden fazla Kanun Hükmünde Kararname (KHK) çıkarabilir.”

Partili Cumhurbaşkanının ‘bakanlarına’ KHK çıkarma imtiyazı veren kanun, bu nedenle ‘Meclis’i fesih hamlesi’ olarak da değerlendirilebilir. Cumhurbaşkanının yemin süresinin ne olduğu belli değil. AKP’nin yasayı, Meclis çoğunluğunu kaybetme korkusu nedeniyle düzenlendiği açık.

Yetki Kanunu referansını; TCK’deki; ‘Anayasa’da değişiklik yapılmasına yönelik 6771 Sayılı Kanunu’ndan alıyor. Çerçevesi; “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda yapılan değişikliklere uyum sağlanması amacı” olarak çiziliyor. Oysa, Erdoğan’ın birkaç gün önce imzalayıp, CHP’nin Anayasa Mahkemesi’ne taşıdığı Yetki Kanunu daha ilk bakışta bile kendini ele veriyor. Çünkü bununla ‘uyum’ değil ‘radikal bir değişiklik’ öngörülüyor.

Hangi sistem?
Ancak “Seçimden sonraki A, B, C planları”, Yetki Kanunu’nun ‘yetmediğinin’ de göstergesi. Erdoğan, 24 Haziran 2018 tarihine çekilen Cumhurbaşkanlığı ve genel milletvekili seçimleriyle ilgili olarak 15 Mayıs’ta Bloomberg TV’ye verdiği mülakatta aynen şunları söyledi: “AKP’nin Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki (TBMM) çoğunluğunu kaybetmesi olasılığına ilişkin “A, B, C planlarımız var.” Bu sözler, Havuz medyasında; ‘AKP’nin Meclis’te çoğunluğu sağlayamaması durumunda yeniden seçim yapılabileceği mesajı’ olarak yorumlandı. Bunun medyanın bir tevili olduğunu anlayabilmek güç değil. Çünkü Erdoğan bu cümlesini, “Sistemi tıkayacak herhangi bir gelişmeye izin vermeyiz” diye tamamladı.

“Hangi sistem?” diye sorup, başa dönelim. Anayasa’nın 309. maddesi, yine aynı kitabın ilk satırlarına göndermede bulunarak özetle şu ifadeleri kullanıyor: “Anayasanın başlangıç kısmında aynen ‘Millet iradesinin mutlak üstünlüğü; egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiç bir kişi ve kuruluşun, bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk dışına çıkamayacağı’ belirtilmiştir.”

Maddenin fiile dünüşmesinin yaptırımları da açık. Suçu anımsatmak ‘suç değil’ ancak yurttaşlık ve gazetecilik görevi olsa gerek. Demokrasilerde A, B, C planı yoktur. 

Plan basittir: Geldiğin gibi gidersin.

Erk Acarer / BİRGÜN

Saray ekibi! - Ayşenur Arslan

İtiraf edeyim, Muharrem İnce’nin aday olmasını.. Olsa da böyle bir performans göstermesini beklemiyordum. 
Yanılmışım.
Kılıçdaroğlu, partideki rakibini aday gösterdi. Çok kritik bir eşiği, çok önemli bir adımla aştı.
Muharrem İnce de, dostunu düşmanını şaşırttı.
Yandaş medyaya, AKP’nin kurmaylarına bakıyorum da.. Muharrem İnce’ye karşı politika üretemiyorlar. Muharrem İnce’yi “neresinden tutacaklarını” bilemiyorlar! Nereden ve nasıl saldıracaklarını kestiremiyorlar. Alevi değil. Kavgacı değil. Hem Kürtler’e mesaj veriyor, hem ulusalcılara. Ezan okunurken susuyor. Kendisiyle de Erdoğan’la da alay edebiliyor.

Yandaş / yanaşma medya ne yapsın! Hiçbir şey bulamayınca, “ekibi yok” teşhisine sarıldı. İnce’nin ekibi yokmuş. Ekonomide, dış politikada, kültür - sanatta danışmanlarının kim olduğu belli değilmiş. Falan filan.
Bunları yazıp söyleyenlerin Saray danışmanlarını gördüğü yok herhalde!
Malum, Erdoğan’ın -son dönemin en mayınlı alanı- ekonomide danışmanları çok ilginç isimler.

Yiğit Bulut’u defalarca yazdım.Sizler de yakından biliyorsunuz. Tekrarlamaya gerek yok.

Son günlerde adı öne çıkan Cemil Ertem’e gelince..
Hazret, daha Mart sonunda yaptığı tespitle tarihe geçti: “Dolar 4’e çıktı algısı yanlış. 3.85’in üzerindeki çıkışlar oldukça spekülatif çıkışlar. Dalgalı kurda temellere uygun dengeye geleceğiz.”
Geldik beyefendi. Bu sözlerin üzerinden sadece bir buçuk ay geçti. Ama dolar, sizi duymamış olacak, 4.50 dolaylarında salınıp duruyor!
Bu “başdanışman” bey, Erdoğan’ın son İngiltere ziyaretini de aynı ferasetle takdim etti. Ona göre,”ziyaret ve özellikle iş çevreleriyle yapılan toplantı bazı “merkezleri” oldukça rahatsız” etmiş!
O ziyaret sırasında doların uçtuğunu.. Bunda, Erdoğan’ın Merkez Bankası’nın bağımsızlığını yok sayan görüşlerinin de payı olduğunu.. Zaten gerek BBC gerekse Bloomberg yayınlarındaki soruların bile Türkiye’nin halini ortaya koyduğunu fark etmemiş.

                                                          •••

Yüksek irtifada oksijen azlığından görüş bulanıklaşır ya! Bu beyefendilerde de öyle oluyor anlaşılan. Aşağıdaki satırlar da Erdoğan’ın muhteşem ekibinden Cemil Ertem Bey’e ait:
“Erdoğan, hem iş çevreleriyle yaptığı toplantıda hem de sonrasında gerçekleşen canlı yayında, bütün sorulara içtenlikle cevap verdi; dileyen dilediğini sordu.”
Bizim buralarda iş çevreleri de gazeteciler de soru sormayı bilmiyor herhalde. Baksanıza, dileyen dilediğini sorabilirmiş.. Sorunca da Erdoğan içtenlikle cevap verirmiş.
Fotoğraf bu konuda size net bir fikir verecektir. Erdoğan Londra’da, özenle seçilip heyete dahil edilmiş Türk gazetecileri toplamış. O anlatmış, gazeteciler dinlemiş. Elbette “içtenlikle”!!!
                                                          •••

Saray’ın ekonomi başdanışmanı Cemil Ertem, bu tabloya bakıp da “hakikaten bizimkiler elin İngilizi gibi soramıyor azizim” diye iç geçirmiş midir? Bilemem.
Kendisinin ekonomik alandaki liyakatı hakkında da bir fikrim yok.
Elbette, ekipce Türkiye’yi getirdikleri ekonomik / toplumsal yıkıma bakıp bir fikir sahibi oluyoruz. O ayrı!
Merak ettiğim, “nasıl bir insan” Türkiye’de medyaya / emekçilere / iş dünyasına yönelik baskının farkında olmaz? “Nasıl bir insan” bir an olsun durup “yahu sahiden Türkiye’de Erdoğan’a neden dileyen dilediği soruyu soramıyor” diye düşünmez? “Nasıl bir insan” inşaat sektöründen başka umudu kalmamış bir ülkede işlerin yolunda gittiğini, İngilizler’in, Kraliçe’nin falan bizi takdir ettiğini zanneder?
Geçiniz.
Muharrem İnce’nin de böyle bir ekibi olacaksa hiç olmasın daha iyi!!

                                                           •••

Saray ekibi ekonomiyi yönetemiyor, dış politika danışmanları çoktan pert oldu da Erdoğan siyasette toz mu attırıyor! Hadi canım siz de!
Hürriyet’te Nuray Babacan’ın -iç sayfalara küçücük sıkıştırılmış- müthiş haberi siyasi danışmanların nerelere / ne hallere geldiğini anlatıyor:
“İktidar partisi, seçim çalışmalarında vatandaşın nabzını tutmak ve ona göre politika geliştirmek için ‘anlık-günlük strateji’ belirleyecek. Tüm söylemler ve alınan kararlar, telefon anketiyle halka sorulacak. Kampanya boyunca kullanılacak söylem ve başlıklar, günün gelişen koşullarına, muhalefetin kullandığı dile ve gündem oluşturacak konulara göre belirlenecek. Yapılan konuşmaların ve geliştirilen söylemin ‘sosyal kırılganlık algısı’ anlık ölçülecek. Ona göre politika değiştirilecek veya geliştirilecek.”

                                                           •••

Dünyada para bolken.. AB Erdoğan’ı desteklerken.. Liberaller, Gülen’le birlikte AKP’nin değirmenine su taşırken.. Bu ülkenin vatandaşlarının alınteriyle, vergisiyle yaratılmış ne kadar fabrika / tesis / banka varsa haraç mezat satılıp parasıyla gösteriş yapılırken.. Erdoğan’ı ASRIN LİDERİ diye takdim etmek kolaydı.

Hadi bakalım, şimdi “anlık politikalarla yürümeye çalışan” partiyi ve liderini parlatın da görelim!

Ha bir de Cemil Ertem parlatayım derken, “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın faiz-enflasyon ilişkisi hakkında söyledikleri bugün tam da çağdaş bilimsel iktisat teorisinin konusudur. Aksi iddialar da bilimdışı safsatadan ibarettir” demez mi!
Ekonomistler bir gül bir gül..
Nohuta artık kıyma bile koyamayan vatandaş bir gül bir gül..
O kadar olur yani!

Son dakika notu:
Saray danışmanları hakikaten şahane. RTE’nin neyi danıştığını bilemediğimiz İlnur Çevik “seçimden sonra yeni bir açılım süreci başlayabilir” dedi. Anında Saray sözcüsü Kalın’dan yalanlama geldi. Ekip dediğin böyle olur!!

Ayşenur Arslan / BİRGÜN

Gençlik Bayramı - ÖZGÜR MUMCU

Her 19 Mayıs’ta aklıma Can Yücel’in şiiri gelir: 

Bugün Ondokuz Mayıs, Mayısın ondokuzu! / 
 Sen ey Türk istiklâlinin koruyucusu, / 
 Sen ey ülkemizin geleceği / 
 Ulusumuzun gözbebeği / 
 Sen ey demir parmaklıklarda barfiks yapan / 
 Ranzalarda parende atan / 
 Sportmen ve kahraman Türk Gençliği / 
 Önünde senin bütün Kilit-bahirler açık / 
 Ama her zaman Samsun’a çıkılmaz a / 
 Bu sabah da avluda volta atmağa çık!” 

Ülkemizin gençlik politikasını daha iyi anlatan bir çalışmaya henüz rast gelinmemiştir. “Geleceğimizsiniz” diye sırtı okşanan gençler, her zamankinden daha hızlı yaklaşan geleceğe hazırlıksız yakalansınlar diye sanki özel olarak tasarlanmış bir eğitim sistemine mahkûm bırakılmış. 


Yoksullukla baş edemeyenler, iktidarların desteklediği tarikatların yurt ve okullarına teslim edilmiş. Sınav sorularının çalınmasına göz yumulmuş, devlette iş bulmaları için belli tarikatlara girmeleri neredeyse şart koşulmuş. 

Biraz sesini çıkartan, nefes almaya çalışan mahkeme salonlarına, cezaevlerine alıştırılmış. 

İhtiyarların aldığı kararlarla, onlar nutuk atıp güç devşirirken savaşlara yollanmış. Memleketin ciğerlerine arsızca saplanan inşaatlarda, iş cinayetlerinde hayatlarını kaybetmiş. 

Geleceğine iyi davranmayan bir ülke burası. Yeni kuşakları geleceğe hazırlamaya çalışan Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel’in Köy Enstitülerini kapatan, eğitimi gericileştiren, “çağın en güzel gözlü maarif müfettişinin” oğlunu cezaevine tıkıp avluda volta atmaya mahkûm eden bir ülke. 

Bu durum, parti devleti günlerinde daha da ağır. Ülke bir cenderedeyken, sıkışmışlığı en çok hissedenin gençler olması da gayet doğal. Gezi’de ağırlıklı olarak onlar vardı. Seçimlerde genç seçmen AKP’ye ülke ortalamasının bir hayli altında destek veriyor. Anayasa referandumunda genç seçmenin tercihi net bir şekilde hayırdan yanaydı. 
Gençler, tek parti yönetiminde büyümelerine rağmen, doludizgin yaklaşan geleceğe kendilerini mesleksiz ve niteliksiz bırakan bu düzeni kuranlara karşı varlıklarını korumayı amaçlıyor. Referandumda sadece gençler oy kullansa “hayır” kazanacaktı. 24 Haziran’da sadece gençler oy kullansa aday Erdoğan’ın başkan olma ihtimali çok düşecek. 

Yani gençlerin bir bildiği var. Bu ülkenin de gençlerine büyük bir borcu var. Teknolojik gelişmenin ve eşitsizliğin mevcut sosyoekonomik düzeni sürdürülemez hale getireceği yeni bir dünya kuruluyor. Küresel ölçekte bunun sancıları çekilmekte. Gençleri zor bir dünya bekliyor. Ülkeyi ileride yönetecek kadrolar, bunu tespit eden ve genç kuşakların bu fırtınalı denizde seyredebilmelerini sağlayacak siyasi çözümleri getirenler olacak. 
Bugün değilse yarın. Yarın değilse öbür gün. Ama yakında. Bu karanlık devirden çıkacaksak bu büyük ölçüde gençlerin katkısıyla başarılacak. 

Bu 19 Mayıs, sürekli bir gençlik bayramının ilk günü olsun.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Banka reklamlarında komedi - REMZİ ÖZDEMİR

Türkiye gerçekten çok komik bir ülke.
Bu nedenle birçok trajediyi bile komik olarak görüyoruz.
Mesela banka reklamları.
Farkında mısınız bankaların büyük bir bölümü reklamlarında hep komedyen oynatıyorlar. Komedyenler genelde hep müşteri rolünü oynuyor. Komedyenler aptal, bir şeyden anlamayan ve dahası sersem bir müşteri profili çiziyor. İnsanlar bu reklam filmlerini beğeniyor mu bilemem ama ben şahsen beğenmiyorum ve hep tepki gösterdim.
Reklamlarında komedyen oynatmayan bankalar da var.
Mesela geçen hafta anneler günüydü. Özel ve Avrupa sermayeli bir banka anneler günü sebebiyle reklam filmi hazırlatmış. Kendi personelinin annelerini reklam filminde oynatmak çok akıllıca bir şey. Gerçekten başarılı bir PR çalışması. Ancak gelin görün ki, bu reklam filmini hazırlayan bankanın bir de farklı bir yüzü var.
Bu banka en çok anneleri işten kovmakla ünlü. Özellikle süt izninde olan anneyi işten attığı için günlerce basının gündeminde olan banka, anneler günü sebebiyle reklam filmi hazırlatıyor.
Güler misin ağlar mısın?
Üstüne üstlük bu banka daha geçen yılın son bir haftasında birçok anneyi de işten çıkarttı. Bu sebeple de birçok bankacının anasını ağlattı.
Sen gel Türk halkına şirin görünmek için anneler günü reklam filmi hazırlat.
Yersen!
Ama artık insanlar yemiyor!
Mesela bu reklam filmini Twitter'da paylaşan bayan genel müdüre işten atılan anneler adeta ders verdi. Twitter'da çok sayıda tepki mesajı geldi.
Bir tanesi şahsen beni çok etkiledi:
"Lütfen samimi olun! Son bir yılda en fazla şube kapatan, en fazla personel çıkartan bankasınız. Kaç tane anneyi yavrusundan dolayı ağlattınız. Lütfen yapmayın komik oluyorsunuz. Türkiye sizi artık sahte gülüşünüzle tanıyor."
Dedim ya artık insanlar öyle PR çalışmalarını yemiyor.
Süt izninde olan bir anneyi işten at sonra anneler gününde reklam filmi hazırla Türk halkına şirin görünmeye çalış.
Siz önce o sahte ve zoraki gülüşünüzden vazgeçerek samimi olun. Özeleştiri yapın. Canını yaktığınız personellerden ve onların annelerinden özür dileyin.
Samimiyseniz bunu yapın. Yoksa PR çalışması için bir iki tane gazeteciye şirin görünüp haber yaptırmayın.
Bu bayan genel müdür yazılarımdan o kadar rahatsız olmuş ki, beni Twitter'da engellemek zorunda kalmış. Bundan gurur duydum! Demek ki, saçmalıklarını ve ikiyüzlülüklerini sadece kendisine yalakalık eden gazetecilerin görmesini istiyor. Benim gibi yıllardır haksızlığa ve ikiyüzlülüklere karşı mücadele veren bir gazetecinin twittlerini görmesini istemiyor. 200 bin bankacının hakkını savunuyorum.

Türkiye hiçbir ülkenin ve sermayenin sömürgesi değildir.
Bu tür ikiyüzlülüklere hep itiraz edilmeli ve bunu yapanların yüzlerine vurulmalı. Bir avuç plaza çalışanı tarafından kurulan Plaza Eylem Platformu işte bunu yapıyor. Haksızlıklara ve ikiyüzlülüklere karşı mücadele veriyor. Süt izninde anneleri işten çıkartan sonra hiçbir şey yokmuş gibi şubelere süt odaları yaptırdıklarını açıklayan bankanın önünde eylem yaptı. Plaza Eylem Platformu bu kez bankanın Avrupa'daki merkezinin önünde eylem yapmaya hazırlanıyor.
Reklam filmlerinde komedyen oynatan ya da tertemiz analarımızı ikiyüzlülüklerine alet eden bankalara buradan sesleniyorum:
Yapmayın! Komik oluyorsunuz.


Remzi Özdemir / YENİÇAĞ

18 Mayıs 2018 Cuma

Finansal krizin ayak sesleri - KORKUT BORATAV

Bozulan piyasa sinyalleri          
Finansal bir gerilim önce günlük piyasalarda algılanır.  Doların veya döviz sepetinin fiyatı, borsa endeksi, iki veya on yıllık tahvillerin piyasa faiz oranları…


Dalgalanmalar olağandır; “her çıkışın bir inişi vardır.”  Gerilim, olumsuz hareketlerin sertliği, fazla sürmesi ile ortaya çıkar. Belli bir eşiğin ötesi, finansal kriz olasılıklarını düşündürür.

Türkiye’de “gerilim eşiği” Mayıs’ta aşılmış görünüyor. Piyasa faiz oranlarında belirgin bir tırmanma var: İki yıllık tahvil faizleri  Şubat sonu ile 15 Mayıs arasında yüzde 13’ten yüzde 17 eşiğine yükseldi.

Günü gününe izlenen, en kestirme sinyal dolardır. TCMB’nin “gösterge dolar alım fiyatları”nı izleyelim: 2018’in  ilk iki ayında ılımlı bir artış: 3,77 → 3,80 TL; Mart’ta hızlı (yüzde 4’lük) yükseliş: 3,95 TL; Nisan sonunda dokuz kuruş daha artış; Mayıs 16’da 4,46 TL ile tarihsel rekor…  2018’in beş buçuk ayında yüzde 18,2’lik tırmanma…
Dolar fiyatı arttıkça borsa düşer. BIST 100 endeksine bakalım: Gerileme eğilimi Şubat sonunda başlamış;  Mayıs’ta hızlanmıştır. 16 Mayıs’ta endeks değeri 2018 zirvesinin yüzde 15,5 oranında gerisindedir.

Geçmiş krizlerden hatırlatmalar
Piyasa bilgilerinin ötesine bakalım. Son çeyrek yüzyılda finansal gerilimler dört kez krizlere, Türkiye ekonomisinin küçülmesine  yol açtı: 1994, 1998-99, 2001 ve 2008-2009…
Arka planda ekonominin yapısal ve dış kırılganlıkları belirleyicidir; ama bunalımı öncelikle tetikleyen sermaye hareketlerinin tersine dönmesidir.

“Tersine dönme” nasıl tespit edilir? Dış kaynak hareketleri 12 ay öncesiyle karşılaştırılır. Gerilemeler kısa sürerse ekonomi durgunlaşır; on aya ulaşır veya aşarsa ekonominin küçülmesine yol açar. Sermaye girişleri, yavaşlamanın da ötesinde net çıkış gösterirse finansal kriz ve  kapsamlı bir ekonomik bunalım gündeme gelir.

Son istatistikler, bu tür bir olumsuzluğun Mart 2018’de başladığını gösteriyor.
Mart’tan önceki iki ayı, Türkiye ekonomisinin balonlaşması  olarak nitelendirmiş ve bu köşede gözden geçirmiştim (“Ekonomide Balonlaşma ve ‘Hava Kaçırma’, Sol Portal, 20 Nisan 2018). O yazıda açıklamıştım ki, AKP iç talebi kamu harcamaları ve destekleriyle beslerken dış açık genişlemiştir.  Ocak-Şubat 2018’de yabancı sermaye girişleri de on iki ay öncesine göre yüzde 78 oranında artmıştır. Dış açık bu sayede fazlasıyla kapatılmış; hatta döviz rezervleri artmıştır.  

Aşağıdaki tablo, Mart 2017- 2018’in istatistiklerini karşılaştırıyor ve gösteriyor ki “sermaye hareketlerinde tersine dönüş” bu yılın Martında başlamıştır.

Mart 2018: Krizin ön-göstergeleri
Tablodan gözlemleri yabancı sermaye hareketlerinden başlatalım. Bu ana kalem Mart 2018’de “net sermaye çıkışı” göstermektedir (satır 2). 2017-2018 değerlerini (milyar dolar olarak) karşılaştırın: +3,0 → -2,4.  
Sermaye hareketlerinin (tabloda yer almayan)  alt öğelerine bakalım: Mart  2017’de yabancı sıcak para girişleri söz konusuydu; 12 ay sonra bu akım da 1,4 milyar dolarlık “net çıkış” gösteriyor.  Daha da kritik ve   olumsuz bir gelişme borç yaratan sermaye akımlarında gözleniyor. Mart 2018’de 3,1 milyar dolarlık net dış borç ödemesi yapılmıştır.  “Dış borçlarımız hafifliyor” diye sevinmeyiniz; bu durum vadesi gelen dış kredilerin “döndürülemediğini” gösterir ve ekonominin daralmasına katkı yapar.

Cari işlem açığındaki artışın (satır 1) dış kaynak girişlerinin daralması ile birleşmesi durumu vahimleştirmiştir. Genişleyici maliye politikaları iç talebi, oradan da ithalatı (cari açığı)  pompalamaktadır; dış açık bir önceki yıla göre yüzde 54 artmıştır. Üstelik dış kaynaklardaki  bolluk aniden son bulmuş; kriz olasılığı gündeme gelmiştir.  

Türkiyeli şirket, banka ve rantiyelerin yurt dışına sermaye aktarımları (satır 3) sürmektedir; ama üçte iki oranında düşmüştür. Bankaların, dış dünyadaki rezervlerini (mevduatı) Türkiye’ye taşımaları bu olguya katkı yapmıştır. Artan finansal gerilimin dolaylı bir yansıması olarak görülebilir.

“Esrarengiz” belki de “mafyatik”  kayıt-dışı sermaye hareketleri Mart 2018’de 2,9 milyar dolar net giriş (satır 4) olarak belirlenmiştir. Ekonominin dış kaynak sıkıntısına sürüklendiği her konjonktürde ortaya çıkan bu “karanlık dış kaynak” şimdi de tek “can kurtaran simidi” olarak sahnededir.

Ne var ki bu “esrarengiz can simidi” yeterli değildir. Cari açığın, yerli ve (Mart’ta “net çıkış” gösteren) yabancı sermayenin döviz taleplerinin karşılanması için TCMB rezervlerinin  de 4,8 milyar dolar eritilmesi gerekecektir (satır 5).     

Yabancı, yerli ve kayıt dışı sermaye akımları, toplam sermaye hareketlerini oluşturur. Türkiye ile dış dünya  arasındaki sermaye akımlarının bu bütüncül hesabı Mart 2017’de ılımlı bir pozitif düzeyde (600 milyon dolarda) idi; bir yıl sonra sıfıra inmiştir (satır 6).

“Aşırı ısınma”: Nereye Kadar?
Yukarıda sözünü ettiğim (1994, 1998, 2000, 2008’deki) dört bunalımın başlangıçları  Mart 2018’deki görünüme uymaktadır. Piyasa göstergelerinin Nisan-Mayıs’ta da olumsuz seyrettiğine yukarıda değindim. Dış kaynak hareketlerindeki “tersine dönme” (en azından portföy akımlarında),  sonraki iki ayda da devam etmiş gibidir. 

Geçen hafta bu köşede IMF’nin Türkiye ekonomisine dönük “aşırı ısınma” teşhisini tartışmıştım (“2018’de Ekonomiye IMF Programı”). Hükümet Nisan ve Mayıs’ta artan kamu harcamalarını içeren iki ayrı paketi yürürlüğe koydu. Son istihdam ve sanayi istatistikleri   iç talebin tırmanmakta olduğunu gösteriyor.

Daha da yükselen aşırı ısınma ile daralan dış kaynakların birleşmesi… Ne kadar sürdürülebilir? Gerilimler bir finansal çöküntüye yol açıncaya kadar… Veya Arjantin’in Mayıs başında yaptığı gibi erkenden IMF’ye başvuruluncaya kadar…

Bir Londra gezisinin izleri
IMF’nin, Moody’s’in, S&P’nin Türkiye raporları, uyarıları… Bizimkiler ne yapıyor?
Hükümetten iki-üç kişi, “seçimlere kadar ısınmaya devam; inceldiği yerden kopar; sonrası Allah kerim” anlayışı içinde.

Cumhurbaşkanı ise faiz kavgasındadır; bakanlara, TCMB başkanına yükleniyor; ülke dışına para kaçıranları tehdit ediyor. Piyasalardan olumsuz tepkiler gelince de  9 Mayıs’ta Ekonomi Koordinasyon Kurulu’nu topluyor ve finans kapitali sakinleştirecek bir açıklamaya (en azından) ses çıkarmıyor: “Açık piyasa ekonomisi politikalarına sıkı sıkıya sahip çıkılacaktır. Kur rejimi, döviz tevdiat hesapları ve kambiyo rejimi başta olmak üzere hiçbir konuda, piyasa mekanizması dışında yöntemler asla söz konusu değildir.”
Arkasından Londra’ya gidiyor. Hava alanında yine eski telden çalıyor: “Faizi her türlü ekonomik alanda kötülüğün anası-babası olarak görüyorum.”  
Londra’da Kraliçe Elizabeth ve Başbakan May ile görüşüyor; ayrıca medyaya demeçler ve finans çevrelerine yemek veriyor.

Yatırımcılar, Erdoğan’ın Londra gezisinden, “Türk ekonomisinin aşırı ısınmasına ilişkin endişeleri hafifletmesini; çift haneli enflasyonu indirmek için merkez bankasının müdahalesine izin vermesini” beklemekteymiş. Birdenbire karşılarına “düşük faizlerin enflasyonu düşüreceği” söylemi çıkıyor. Aynı söylem, Cumhurbaşkanı’nın para politikasına ilişkin tercihlerinin merkez bankası özerkliğinden önce gelmesi gerektiğini de vurguluyor. (“Erdoğan’la Yemek Yiyen Yatırımcıların İştahı Kaçtı”, Financial Times, 16 Mayıs).

BBC, Bloomberg News ve Financial Times’ta 15 ve 16 Mayıs 2017’de yayımlanan yatırımcı tespitlerinden hızlı bir derleme ile yetineceğim:
“Erdoğan artık piyasalara kulak vermemektedir; röportajından sonra yabancı yatırımcının yüzünü tekrar Türkiye'ye dönmesi zordur.”

“Temel faiz teorisine inanmayan birisinin yönettiği bir ülkeye nasıl yatırım yaparsınız?”
“Artık ümit yok; anlaşılan kimseyi dinlemiyor.”

“Türkiye’nin ağır kırılganlıklarının olduğu bir dönemde enflasyon yükselirken fiili faiz oranı yüzde 13,5 ve çok düşüktür;  Merkez bankası derhal harekete geçmelidir; ama Erdoğan  burada yangına benzin döktü.”

“Piyasalar TL’yi cezalandıracaktır. TL en azından seçimlere kadar, hatta Erdoğan sermaye kontrolleri gibi işler yapmaya kalkarsa daha sonra bile değer yitirecektir.”
Türkiye’de ise Mehmet Şimşek çaresiz kalmış; “piyasa ekonomisi” teranesini karnından konuşarak tekrarlıyor.

AKP’nin teslimiyet bilançosu
Ey bugün faiz lobisine kafa tutanlar: Arjantin 2002’de dış borçlarının çoğunu faiz ödemeleriyle birlikte sildikten bir yıl sonra Kemal Derviş ve IMF’nin programını olduğu gibi, tartışmasız benimserken aklınız neredeydi? 

IMF’nin enflasyon hedeflemesi programını, yani sıkı para (yüksek faiz) ve dalgalı kur (ucuz döviz) ikilisini kesintisiz ve coşkuyla uygulayan siz değil miydiniz?

2005’te IMF ile üç yıllık 10 milyar dolarlık yeni bir kredi anlaşmasını imzalayan siz değil misiniz?

Doğu Asya ülkeleri 1998-2002 krizlerinde ders alarak cari işlem açıklarını sıfıra indirirken faizci sıcak para girişlerinin rehavetine ekonomiyi teslim eden; on yıl içinde dış kırılganlık ölçütleri bakımından Türkiye’yi ilk sıraya oturtan siz değil misiniz?


Bugün ağlaşıyorsunuz; ama geç kaldınız. Üstelik, Türkiye ekonomisini sizden sonra yönetecekleri de çok ağır bir açmaza mahkum kılarak…

Korkut Boratav / SOL

Bir milletvekili adaylığı öyküsü* - Alpaslan Savaş

2007 yılı genel seçimleriydi. Milletvekili adayları arasında tersane işçisi Orhan da vardı. 
Arkadaşları, “Komünist Orhan” diye bilir onu. Şimdilerde kırk beşlerindedir. Usta kaynakçıdır. Tuzla’nın ardından Yalova kıyıları tersanelerle dolunca orada bir işyerinde çalışmaya başladı. Nicedir işe gitmek için Eskihisar-Topçular arasındaki vapurla sabahın kör ışığında yola koyulup durur.

O zamanlar, Tuzla’daki Torlak Tersanesi’ndeydi. Ölümlü kazalarıyla nam salmış bir tersanedir Torlak. Diğer namı ise patronun tescilli faşist olmasıydı. O seçimlerde tersanenin patronu da milletvekili adayı oldu.

Bir tarafta kaynak ustası Orhan, diğer tarafta Orhan’ın çalıştığı tersanenin patronu Durmuş Ali Torlak. 2007 seçimlerinde biri TKP’den, diğeri MHP’den milletvekili adayı oldular.
Torlak seçildi.

Orhan ise seçim çalışmasını işyerinde büyük bir gururla yürüttü.

Mesai arkadaşları “Senden milletvekili mi olur Orhan” diye takıldılar başlarda. Çok net anlattı onlara: “Bu gemiyi kim yapıyor? Ben yapıyorum, sen yapıyorsun. Üstüne kurulup gemisini yüzdüren milletvekili oluyor da, gemiyi yapan niye olamıyor? Koca koca gemileri yapabiliyorsak ülkeyi de yönetebiliriz evelallah…” Arkadaşlarından “İşçiyiz biz. İşçi dediğin patronlara da patronların partilerine de oy vermez!” diye oy istedi.

                                                                ***

24 Haziran’da yapılacak baskın seçimin takvimi işliyor. Olası bir seçimde meclise kapağı atma hayalini kuranlar aynı hızla partilere milletvekili aday adaylığı için başvuruda bulunuyorlar. Onların arasında CHP’den adaylık başvurusu yapan DİSK Genel Başkanı Kani Beko da var.

Beko’nun adaylık başvurusu tartışılıyor. DİSK başkanlığının başka hiçbir görevle değiştirilemeyeceğini söyleyen de var, aday olurken yönetim kuruluna sormamakla eleştiren de. DİSK üyesi işçiler en çok konfederasyon başkanlığının milletvekilliği için basamak haline getirilmesinden şikayet ediyor.

Bu tartışmalar süredursun Kani Başkan milletvekilliği koltuğuna sıçrama fırsatını kaçırmamakta kararlı görünüyor. 

Bilenler bilir, başkan namı diğer Lastikçi Kani’dir. Ama sendikacılık kariyeri, lastikçilik mesleğini fazlaca eskide bırakmış, belli ki şimdi de sıra vekilliğe gelmiş durumdadır.
Galiba DİSK başkanlığı böyle böyle bir protokol makamına dönüşüyor. O makam işçileşmedikçe “Lastikçi Kani”nin önce “Başkan”, sonra terfi edip “Sayın Vekil” olması kaçınılmaz oluyor.

Peki sendika başkanı vekil olunca otomatik olarak işçi sınıfının siyasi temsilcisi mi oluyor? İşte bu, DİSK başkanlığından meclis koltuğuna sıçramak kadar kolay olmuyor. İşçi sınıfının siyasi temsiliyetinin koşulu var. Bir avuç para babasının emekçi halkı sömürmesini ve bu sömürücülerin düzen partileri eliyle ülkeyi yönetmesini reddetmek. Yani mevcut düzenden kopmak!

Düzenden kopmadan işçi sınıfının siyasi temsilcisi olunmaz ama “sayın vekilim” olunur.
Biz bu nedenle Kani Beko CHP’den milletvekili adayı olunca kaynak ustası Orhan’ı hatırladık. “Koca koca gemileri yapabiliyorsak ülkeyi de yönetebiliriz” diyen Orhan, kendi sınıfının güncel olduğu kadar tarihsel çıkarlarını da temsil ediyordu. Seçimlerde patron sınıfının karşına dikilmişti.

Kani Beko aday olarak hangi patronun karşısına dikilmiş oldu sizce?

Alpaslan Savaş / SOL







* soL Dergi'nin 10. sayısında yayımlanan "Bir milletvekili adaylığı öyküsü: Lastikçi Kani'nin Kaynakçı Orhan'la imtihanı" başlıklı yazıdan alınmıştır.