21 Mayıs 2018 Pazartesi

Malezya, ‘Asya değerleri’ ve Türkiye - TANER TİMUR

En azından iktidar çevrelerini şaşırtmamış, aksine memnun etmiş görünüyor. Seçimlerden sonra Anadolu Ajansı, sonuçları “Malezya seçimlerini ‘Erdoğan’ın dostu’ Mahathir kazandı” başlığıyla veriyordu. Oysa Türkiye’de AKP’nin iktidara geldiği tarihte Mahathir iktidardan ayrılmış, Erdoğan ve AKP’nin Malezya dostluğu aslında Necip Rezak zamanında pekişmişti.


9 Mayıs Çarşamba günü Malezya’da seçimler oldu ve Meclis’te çoğunluğu “Umut İttifakı” (Pakatan Harapan) kazandı. İttifakın lideri, tıp tahsili yapmış ve 1957’de ülkesi bağımsızlığına kavuştuğundan beri hep iktidarda olan Ulusal Malay Birliği Örgütü (UMNO) saflarında yer almış Mahathir bin Muhammed idi. Sonuçlar kesinleştikten sonra da, bir parlamenter ve federal krallık olan Malezya’da, Kral tarafından yeni hükümeti kurmakla kendisi görevlendirildi.
Mahathir daha 1964’te milletvekili seçilmiş ve 1980-2003 arasında da ülkeyi başbakan olarak “demir pençe” ile yönetmişti. Ne var ki son 15 yılda köprünün altından çok sular aktı. Bu kez seçimlere, Mahathir, bir muhalefet koalisyonu (Umut İttifakı) olan Partisi’nin bayrağı altında giriyor ve iktidarın tüm anti-demokratik önlemlerine rağmen Meclis’teki 222 koltuğun 122’sini elde etmeyi başarıyordu. On beş yıl önce herkesin emekli olmuş gözüyle baktığı ihtiyar kurt, 92 yaşında seçim kazanarak tekrar iktidara dönüyordu. Bu bir ilk ve özel bir rekordu.

•••

Seçimlerde yenilen ise yine bir koalisyon partisi olan Barisan Nasional ve lideri Necip Rezak oldu. Aslında Rezak’ın seçim kozu ülkedeki “görülmemiş” kalkınma olmuştu. 2006’da 9. Kalkınma Planı ile ortaya atılan “Malezya 2020” sloganı tüm partizanların dilindeydi. Kuala Lumpur metrosu, otoyollar, köprüler, ticaret limanları vb. hepsi ortadaydı. Ne var ki Necip Rezak nüfusunun üçte biri (% 25 Çin, % 6 Hint kökenli) etnik azınlıklardan oluşan Malezya’yı milliyetçi-İslamcı bir politikayla yönetmiş ve vahim bir kutuplaşmaya yol açmıştı. Onun gözünde Malay ve Müslüman olmayanlar ikinci sınıf vatandaştı.

•••

Aslında Malaycı politika UMNO’nun geleneksel politikası idi. Baba tarafından Hintli olan Mahathir de nispeten ılımlı bir Malaycılık izlemişti. Ne var ki Necip Rezak döneminde bu politika Çin ve Hint kökenliler aleyhinde büyük bir ayrımcılığa dönüşmüş, üstelik buna korkunç boyutlara ulaşan bir de yolsuzluklar dosyası eklenmişti. ABD Adalet Bakanlığı’na göre UMNO yöneticileri, ABD finans kuruluşlarında devlet fonlarından 3,5 milyar dolar “yıkamış” ve bunu lüks villalar, mücevherler, kıymetli tablolar vb. şeklinde aralarında paylaşmıştı. Aynı kaynaklar Başbakanın tek başına 681 milyon doları hesabına geçirdiğini söylüyordu. (The Economist, 12 Mayıs 2018). Özellikle de karısının 60 milyon avro değerindeki 22 karatlık elmas kolyesi dillere destan olmuştu. Bu vurgundan şaşkına dönen Mahathir, “bir başbakanın bu kadar korkunç derecede hırsız olabileceği aklıma gelmezdi” diyordu.

Yine de Mahathir intikamcı değildi; her şey hukuk içinde cereyan edecekti. Daha ziyade, çalınan parayı geri almaya çalıştıklarını ve hakkında yurt dışına çıkma yasağı konan Necip eğer kaçarsa İnterpol’a başvuracaklarını söylüyordu. Buna karşılık Necip de tüm yolsuzluk iddialarını inkâr ediyor, hesabındaki yüzlerce milyon doların Suud Krallığı’nın hediyesi olduğunu söylüyordu (Le Monde, 16 Mayıs 2018). UMNO’da Necip’in halef olarak tayini, Mahathir’in, kendi ifadesiyle, “hayatındaki en büyük hata” olmuştu (N.Y. Times, 12 Mayıs 2018).

•••

Yolsuzluğa bu kadar bulaşmış bir başbakan ne yapar? 
Önce iktidardan düşmemek için her türlü yola başvurur. Necip Rezak da bunu yaptı. Tüm devlet olanaklarını seferber etti; seçim kanununda değişiklik yaparak seçim bölgelerinde partisi lehine düzenlemeler yaptı ve seçimlerin de çarşamba günü yapılmasını sağlayarak bir kısım muhalif seçmenlerin kendi sandıklarında oy vermelerini engelledi. Malezya, 2018 yılında Sınır Tanımayan Gazeteciler’in basın özgürlüğü sıralamasında 145. sıraya düşmüştü. Oysa bütün bunlar yetmedi; artık mızrak çuvala sığmıyordu ve Necip iktidardan kovuldu. 9 Mayıs gecesi Malezya’da bayram havası esiyordu.

•••

Yine de geleceğe ait kuşkular giderilmemişti. Mahatmir, ileri yaşının ötesinde, geçmişi de soru işaretleriyle dolu bir liderdi. Yaşlı lider daha önceki 22 yıllık başbakanlığından hiç de “hukuk devleti”ne uygun anılar bırakmamıştı. O yıllarda koyu bir milliyetçilik temelinde Batı düşmanlığı yapmış, “Asya değerleri”ni öne çıkarmaya çalışmıştı. Bu konuda, 1994 yılında Pekin’de bir de toplantı yapılmış, International Herald Tribune gazetesinin örgütlediği bu toplantıya bazı tanınmış devlet adamları da katılmıştı. Kalkınmakta olan ülkelerdeki siyasal rejim sorunlarının tartışıldığı bu konferansta ilginç tezler ortaya atılmış, Mahathir’in görüşleri, toplantıya egemen kılınmak istenen görüşlerin adeta bir özeti olmuştu. Malezya Başbakanı Konferansın bitiminden hemen sonra yayımladığı bir makaleyle de (İ. H. Tribune, 18 Mayıs 1994) mesajını çok daha geniş bir kitleye yayma fırsatını buldu.

Mahathir’e göre Batılı ülkeler kendi demokrasi modellerini, farklı bir toplum ve kültür yapısındaki ülkelere zorla empoze etmek istiyorlardı. Oysa neredeyse tüm Doğu Asya ülkeleri “laisser faire” kapitalizmine dayanan bu modeli reddediyorlardı. Neden? Çünkü bu ülkelerin sermaye hareketlerinde “tek rekabet avantajı” olan düşük ücretleri koruyabilmek için “güçlü ve istikrarlı hükümetlere” ihtiyaçları vardı. Batılıların bir “uluslararası asgari ücret” önererek kırmak istedikleri bu avantajı, ancak güçlü iktidarlar koruyabilirdi. Diğer tüm avantajların (sermaye, teknoloji, büyük pazarlar vb.) Batı’nın lehine olduğu düşünülürse, Asyalı ülkelerin yapabilecekleri başka bir şey yoktu. Görüldüğü gibi anti-emperyalizm cilasıyla sunulan bu politikada temel araç, “rekabet” adına emekçileri “vahşi kapitalizm” koşullarına mahkûm etmekti. Şimdi bu lider, 92 yaşında, “hukuk devleti” vaadiyle Malezyalıların umut kaynağı oluyordu. Seçim zaferinden sonra artık yönetimde “çoğunluk kuralı”nın hâkim olacağını söylüyor ve koalisyonu oluşturan en büyük partinin lideri olan Enver İbrahim’i de Kralın hemen affedeceğini vadediyordu. Dediği de oldu; önce kendi başbakanlığı, sonra da Necip Rezak’ın sırasında iki kez eşcinsellik “iftirasıyla” mahkûm olan Enver İbrahim affedildi ve iki yıl sonra başbakanlığı devralmaya hazırlanıyor.

Enver, daha yirmi yıl önce muhalefete geçerken Mahathir’in “devleti yönetemeyen bir bunak” olduğunu söylemiş ve kendisini hapishanede bulmuştu. Mahathir de üç yıl önce Le Monde’a verdiği beyanatta “bu şahsın kuşku verici alışkanlıkları var; benim zamanımda başbakan yardımcılığı ve maliye bakanlığı yaparken bir hiçti” diyordu. Şimdi ise ikisi birlikte “umut ittifakı” içinde ülkeyi yönetmek için gün sayıyorlar! Seçimlerden sonra bu ithamları hatırlatan Le Monde yazarı “Malezya bizleri şaşırtmaya devam ediyor” diyor (11 Mayıs 2018).

•••

Bütün bunlar Mahathir’in “güçlü iktidar; düşük ücret!” doktrininin zaten uygulama halinde olduğunu göstermiyor mu? Oysa bizim topraklarda da iş adamlarını toplayarak onlara “Şimdi grev tehdidi olan yere biz OHAL’den istifade ile anında müdahale ediyoruz; diyoruz ki, hayır! Burada greve müsaade etmiyoruz; çünkü iş dünyamızı sarsamazsınız; bunun için kullanıyoruz biz OHAL’i!” diyen bir Başkan’ın yönetiminde “Asya değerleri”ne doğru yol aldığımızı da kimse yadsıyamayız.

Peki, Malezya seçimleri bizleri de şaşırtıyor mu? 
En azından iktidar çevrelerini şaşırtmamış, aksine memnun etmiş görünüyor. Seçimlerden sonra Anadolu Ajansı, sonuçları “Malezya seçimlerini ‘Erdoğan’ın dostu’ Mahathir kazandı” başlığıyla veriyordu. Oysa Türkiye’de AKP’nin iktidara geldiği tarihte Mahathir iktidardan ayrılmış, Erdoğan ve AKP’nin Malezya dostluğu aslında Necip Rezak zamanında pekişmişti. Gerçekten de önümüzdeki günlerde ülkesinde yargılanacağı anlaşılan Necip Rezak, 2011 Şubat’ında Türkiye’yi ziyaret etmiş ve Bahçeşehir Üniversitesi Medeniyet Araştırmaları Merkezi tarafından düzenlenen “Adalet, Barış ve Onur İçin Küresel Hareket Forumu”nun açılışına katılmıştı. Erdoğan da 2014 Ocak ayında iadeyi ziyaret etti ve görüşmelerden sonra düzenlenen ortak basın toplantısında, “Türkiye ve Malezya’nın gelecekteki işbirliğinin çerçevesini teşkil edecek Stratejik İşbirliği Eylem Planını”nın imzalandığını” açıkladı. Ne var ki 17-25 Aralık 2013 skandalından iki hafta sonra yapılan bu ziyaret basında çeşitli söylentilere yol açmış, hatta CHP Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a Erdoğan’ın Malezya’dan “sığınma talebinde” bulunup bulunmadığını bile sormuştu. Dört yıl sonra ise bu ilişkilerde bambaşka bir tablo ile karşı karşıya bulunuyoruz. Necip Rezak gitti; Mahathir Muhammed geldi ve AKP sözcüsü organlar bu kez “Erdoğan’ın dostu seçimleri kazandı” diye seviniyorlar. Biz ise bu genel gözlemleri bir sorgulama ile noktalayalım. Acaba Mahathir’le beraber “Asya değerleri” de mi tekrar gündeme gelecek? Böyle bir sorunun son yıllarda Avrupa değerlerinden Asya değerlerine doğru savrulurken yolun ortasında (Avrasya) bulunan Türkiye’yi de ilgilendirdiğini sanıyorum.

•••

Gerçekten de bugün “Asya değerleri” nedir? 
Aslında Asya coğrafyasına bir göz atınca bunun yanıtını az çok verebiliyoruz! Tayland’da askeri cunta; Myanmar’da etnik temizlikle meşgul generaller; Kamboçya’da her türlü muhalefeti yok eden Başbakan Hun Se; Filipinler’de uyuşturucularla savaşıyorum diye binlerce masumu katleden Duterte... liste daha da uzatılabilir. Koyu Hindu milliyetçisi Modi’nin Hindistan’ı ve geçen Mart’taki seçimleri kazandıktan sonra ilk işi anayasayı değiştirerek ölene kadar iktidar olmanın yolunu açan Xi Jinping’in Çin’i gibi dev ülkeler de “büyük resim”in asıl parçalarını oluşturuyor..

Bütün bunlar Mahathir’in “güçlü iktidar; düşük ücret!” doktrininin zaten uygulama halinde olduğunu göstermiyor mu? Oysa bizim topraklarda da iş adamlarını toplayarak (TOBB toplantısı, 12 Temmuz 2017) onlara “Şimdi grev tehdidi olan yere biz OHAL’den istifade ile anında müdahale ediyoruz; diyoruz ki, hayır! burada greve müsaade etmiyoruz; çünkü iş dünyamızı sarsamazsınız; bunun için kullanıyoruz biz OHAL’i!” diyen bir Başkan’ın yönetiminde “Asya değerleri”ne doğru yol aldığımızı da kimse yadsıyamayız. Diliyor ve tahmin ediyoruz ki 24 Haziran seçimleri buna da “Artık tamam; dur!” demenin umutlu bir fırsatı olacaktır.


Taner Timur / BİRGÜN




Türkiye için Arjantin ve Malezya dersleri - HAYRİ KOZANOĞLU

Malezya’da değişmez gibi görünen değiştiği, devrilmez zannedilen devrildiği için insanın içinden haliyle sevinmek geliyor. Ne var ki, denklemlerin göründüğünden çok daha karışık olduğunu hatırlatmak da gerekiyor.



Son haftalarda dünya gündeminde yoğun yer tutan iki ülkeden söz edeceğiz: Arjantin ve Malezya. Çünkü her iki ülkede yaşananlar da Türkiye için önemli dersler içeriyor.

Hatırlayalım, IMF defterini 2007’de kapatan, Arjantin bir kez daha dara düştü ve Fon’dan borç istemekten başka çare bulamadı. Malezya’da da tüm yetkileri ve fonları kendi elinde toplamaya çalışan Başbakan Necip Rezak büyük bir seçim yenilgisine uğradı.


İsterseniz Arjantin’le başlayalım. 
Daha çok Maradona’nın, Messi’nin memleketi olarak tanıdığımız bu Latin Amerika ülkesi, 20. Yüzyıl başlarının umut coğrafyasıydı. Avrupa kökenli, göreceli eğitim düzeyi yüksek bir nüfusa sahip; doğal kaynakları zengin Arjantin’de ekonomi de hızla büyüyordu. Tarım ve hayvancılığa elverişli uçsuz bucaksız verimli topraklara sahipti. İngilizlerin inşa ettiği demiryolu ağı sayesinde, soğutma teknolojisindeki gelişmelerin de yardımıyla ihracat kapasitesini ciddi ölçüde artırmış, Avrupa’nın et ve hububat deposu haline gelmişti.

1920’lerdeki Büyük Bunalım’da tarım piyasalarının çöküşüyle Arjantin de irtifa kaybetmeye başladı. Bu dönemin ardından iktidara gelen popülizmin babası kabul edilebilecek Juan Peron döneminde ise, gelişmiş ülkelerle yarışma iddiasından geri durmak zorunda kalsa da, ithal ikameci sanayileşme yoluyla küçümsenemeyecek bir refah düzeyi yakalandı. Peronizm, otoriter eğilimleri, muhalefete yönelik yıldırma politikaları yanında; işçi sınıfıyla ittifaka önem veren, emek hakları ve sosyal devlet uygulamaları konusunda elini korkak alıştırmayan “ikili bir karaktere” sahipti.

Arjantin’de barikat günleri 
Güney Amerika akbabalarına “Condor” deniliyor. Tüm Latin Amerika’da, solun yükselişi karşısında CIA tezgahlı “Condor Operasyonları” devreye sokulur. Arjantin’de de “komünizm tehlikesinin” baş göstermesi gerekçesiyle 1976’da askeri darbe gerçekleştirilir. Otoriter yönetimler altında Türkiye’yle eş zamanlı, IMF ve Dünya Bankası reçeteleri doğrultusunda “yapısal uyum programları” uygulanır.

Videla cuntasının işkence ve katliamları insanlık tarihinin utanç sayfalarına yazılır. Plaza de Mayo Anneleri da o yıllardan beri bıkmadan usanmadan Buenos Aires’te faşizmi teşhir çabalarını sürdürür. 2001 yılında hem Arjantin’de, hem de Türkiye’de ağır bir ekonomik kriz yaşanır. Arjantin’de pesoyu dolara sabitleyen “para kurulu” mekanizmasının çöküşünün ardından, sert bir devalüasyon gelir. Türkiye’de ise “para kuruluna” daha yumuşak versiyonu “döviz kuru çıpası” işlemez, bilindiği üzere devalüasyondan başka çare kalmaz ve ekonomik çöküş gerçekleşir. Her iki döviz kuru sistemini dayatan da ilginçtir ki IMF’dir.

Arjantin’de kemer sıkma politikalarına karşı halk “barikatlarda” direnir, “cacerolazo” adı verilen tencere tava çalma eylemleriyle yeri göğü çınlatır. Üç devlet başkanının ardı ardına devrilmesi süreci literatüre “Arjantinazo” etiketiyle geçer. Çare yine Peronizm’de bulunur.

Kirchnerler dönemi 
2003-2015 arasında ülkeyi dönüşümlü yöneten Nestor-Cristina Kirchner çifti Peronizm’in sol kanadını temsil ediyor. Latin Amerika’da “pembe dalga” tabir edilen; güç ve mülkiyet ilişkilerine dokunmadan, geliri ve serveti halk sınıfları lehine düzenleyen akımın iyi bir temsilcisi kabul edilebilirler.

Kirchnerler döneminin bölüşüm anlayışını anlatan aşağıdaki ifade Dünya Bankası’nın sayfasından alındı:

Arjantin 2004-2008 arasında, yoksulluğu azaltmada ve refahı paylaşmada bölgenin en başarılı ülkesiydi. Ortalama gelirler yılda %7.6 artarken, en alttaki %40’ın geliri yılda %11.8 sıçrama gösteriyordu. Bu eğilim yavaşlasa da 2008’den sonra da devam etti. Ülke Genel Çocuk Ödemesi’yle 3.7 milyon çocuğa ve 18 yaşına kadarki nüfusun %9.3’ünü oluşturan gençlere yönelik sosyal programlara öncelik verdi.

Emtia fiyatlarındaki düşüşler ve New York’taki Thomas Griesa adlı yargıcın komploları sonucu ülkenin uluslararası borç piyasalarında temerrüt durumuna düşmesiyle Arjantin ekonomisi zora girer.

Sağcı Macri iktidarda 
İşte bu psikolojik ortamda, 2015’te sağcı aday Mauricio Macri seçimi kazandı. Akbaba fonlara büyük tavizler vererek onlara müthiş kârlar sağladı. Hâkim Griesa, Macri’nin seçilmesinin “her şeyi değiştirdiğini” ilan ederek, tedbir kararını “şipşak” kaldırdı. Böylelikle Arjantin’in uluslararası sermaye piyasalarından borçlanmasının yolu açıldı.

Macri “zengin dostu” neoliberal politikaları sorgusuz sualsiz benimseyen, başta ABD emperyalist ülkelerle de ekonomik ittifaklar ve askeri stratejiler konusunda yakın işbirliği yapan bir figür. Turgut Özal’dan aşina olduğumuz, yanlış bir ön kabulu var: Küresel sermayeye ne kadar hayırhah davranırsan, ne ölçüde taviz verirsen, onlar da başın sıkıştığında sana vefa borçlarını ödemeyi ihmal etmezler.

Macri göreve başlar başlamaz “Lebac” denilen, peso cinsi kısa vadeli borçlanmaya hız verdi. 35 güne kadar kısa vadeli, faizleri %30’a yaklaşan bu kâğıtlar kapış kapış gitmeye başladı. Pesoya çevrilen dolarlar, büyük bir iştahla dış borcun ödenmesi için sarf edildi.

Her vade geldiğinde borçların kolaylıkla yenilenmesi, bu mutluluk tablosunun ilanihaye süreceği yanılsamasını yarattı. Ne var ki Nisan’da ABD tahvil faizlerinin yükselmesi sonucu küresel sermaye akımlarının da yön değiştirmesiyle iş zora girdi. Bir haftada 4.3 milyar dolarlık rezerv tüketilmesi, faizlerin %40’a çekilmesi de kanamayı durduramadı; peso değer yitirmeye devam etti.

Dejavu psikolojisi 
Macri soluğu daha Aralık 2017’de 4. Gözden Geçirme kapsamında Arjantin ekonomisine geçer not veren IMF kapısında aldı. Büyük ihtimalle yine halka büyük yokluklar getirecek bir kemer sıkma programı izlenecek. Sade yurttaş “ben bunları yaşamamış mıydım?” sorusuyla bir “Deja Vu” psikolojisi yaşayacak.

İsterseniz, “Niye Türkiye’yi Arjantin’le bir tutuyorsun?” diyeceklere bazı rakamları hatırlatalım. Bir kere Arjantin’in dış borçlarının 2018’de 253 milyar dolarla GSMH’nin %38.8’i olması bekleniyor; Türkiye’nin dış borçları ise 453 milyar dolarla GSMH’nin %53.3’ü. Türkiye’de özel sektörün iç ve dış borçları toplamının GSMH’ye oranı %70; Arjantin’de ise sadece %16. Türkiye’nin döviz cinsi tüm borçlarının GSMH’ye oranı %69.5 iken, aynı oran Arjantin’de %51. Örnekleri çoğaltıltmak mümkün…

IMF’ye davetiye mi çıkarıyorum? Kesinlikle hayır! Önermiyorum, temenni de etmiyorum… Ne var ki, “artık IMF bizden borç istiyor” kostaklanmalarına aldanmayın. Çok geçmeden, yine IMF kapısına düşersek; ekonomiye yön veren IMF müfettişleri yeni Cottarelliler, Mogadamlar’la tanışırsak sakın şaşırmayın.

Malezya’nın serüveni
Geçen haftaya kadar Malezya’da büyük bir karamsarlık havası hâkimdi. Başbakan Necip Rezak adeta bir parti devleti kurmuş; tüm kurumsal yapıları yok ederek, hukuku hiçe sayarak bütün gücü elinde toplayabilmek yolunda ciddi mesafe almıştı.

9 Mayıs’taki seçimlerde beklenmedik bir sonuç ortaya çıktı; muhalefetteki 4 partiden oluşan, adını da Umut İttifakı (Pakatan Harapan) koyan koalisyon Rezak’ın UMNO partisini ağır bir yenilgiye uğrattı. Halkın yolsuzluk, usulsüzlük, eşitsizlik ve haksızlıklara karşı gelişen tepkisi, güçlü bir dip dalgasına dönüştü. Bir anda Rezak’ın rejimi tuzla buz oldu.

Yurtdışına çıkma hamlesi de boşa çıkarıldı. Kendini çelik iradeli adam (Man of steel) olarak tanıtan, ancak halk arasında hırsız (Man of Steal) diye anılan Rezak kısa sürede zombiye dönüştü.

İlk anda Türkiye ile çok ciddi benzerlikler dikkat çekiyor. 24 Haziran seçimleri için umut beslemek açısından Malezya gerçekten iyi bir örnek oluşturuyor. Benzerlikleri, farklılıkları masaya yatırmadan önce, isterseniz ülkede yaşanan süreci kısaca bir hatırlayalım.

Malezya bilindiği gibi, başta eski başbakan Ahmet Davudoğlu İslamcı kadroların yıllarca feyz aldığı bir Güneydoğu Asya ülkesiydi. İslam’ı kapitalizmle bağdaştırmış, göreceli yumuşak bir din yorumuyla küresel sermayeye davetkâr bir tutumu birleştirmiş bir örnek olarak önemseniyordu.

İktidara geldiğinde ülkeyi demokratikleştirmek, vesayet rejimini ortadan kaldırmak gibi kulağımıza aşina gelen vaatlerle Batılı çevrelerin de desteğini almıştı. Çünkü veliahtı olduğu Mahatir Muhammet oldukça otoriter, sıkıştıkça Malay milliyetçiliğine başvuran bir şahsiyetti. 1997 Asya krizi sırasında faturayı George Soros’a çıkarmış, uyguladığı sermaye kontrolleriyle Malezya’nın krizi göreceli az hasarla atlatmasını sağlamıştı. Ancak küresel sermaye tarafından da mimlenmişti.

1MDB: Rezak’ın Sonu
Rezak’ın sonunu 1MDB diye kısaltılan Malezya Kalkınma Fonu’nun getirdiği söylenebilir. Necip 2009’da ayağının tozuyla 1MDB fonunu kurar. Gel zaman git zaman fon yatırımlarından çok yolsuzluklarla gündeme gelir. Hatta yaşananlar The Guardian gazetesi tarafından “dünyanın en büyük finansal skandalı” diye nitelendirilir.

Malezya varlık fonunun talan edilmesi hikâyesi bir yönüyle Netflix dizilerine konu olacak ölçüde dolambaçlı ve renkli. Bir yönüyle de yoksul Malezya halkının paralarına el uzatılması anlamında hazin. Özetle, fonun paraları Petro Saudi isimli bir Suudi Arabistan şirketiyle işbirliği halinde sifonlanıyor. Fon lüks gayrimenkulleri, şirketleri, mücevheratı ve tabloları değerinden pahalıya alıyor. Malezya yurttaşlarının zararı Necip ve suç ortaklarının kâr hanesine yazılıyor.

Yolsuzluk Wall Street Journal gazetesinin Necib’in kişisel hesabına tam 681 milyon dolar aktarıldığını belgelemesiyle su yüzüne çıktı. Bir Suudi Prensi’nin bu meblağı hiçbir karşılık beklemeden, sırf Necib’e sempatisinden ötürü seçim kampanyasına bağış olarak gönderdiğini açıklaması da, tuhaflıklar zincirine yeni bir halka ekledi.

2016 Temmuz’unda ABD Adalet Bakanlığı soruşturmanın devam ettiğini, fonun 1 milyar dolarlık varlığına el koyduğunu ilan etti. Hangi birini sayalım Manhattan’da Central Park’a nazır çatı katları, Los Angeles tepelerinde villalar bir bir ortaya çıktı. Washington’u saymadın diyebilirsiniz. Çünkü Necip ve avenesi başkente geldiklerinde Trump International Hotel’de kalmakta, keyif çatarken yüklü bir fatura da ödeyerek ABD başkanının gönlünü hoş etmekteydiler.

Necib’in sanata düşkünlüğünü es geçip, haksızlık etmeyelim. Fonun portföyünde Claude Monet ve Pablo Picasso tabloları da bulunmaktaydı. Ayrıca Leonardo Di Caprio’nun başrolünü oynadığı “The Wall of Wall Street” filmini de fon finanse etmiş, playboy Rıza Aziz’in Las Vegas kumar borçları bile, kitabına uydurulup kasadan ödenmişti.

Necip rüşvetin böyle aleni bir biçimde ortaya çıkmasıyla hızla irtifa kaybetmeye başladı. İddiaların araştırılmasını talep eden başbakan yardımcısı görevinden alındı ve darbeci ilan edildi. Soruşturmayı yürüten savcıya işten el çektirildi. Yeni savcı hemen davayı örtbas etti v.b.. Kafanızdan neler geçtiğini okur gibiyim, o nedenle bu noktada Türkiye’yle paralellikler kurmak için çaba sarfetmeye gerek olmadığını düşünüyorum…

Umut İttifakı
Necip yolsuzluk gündemini ikinci plana itmek amacıyla, “en iyi müdafaa hücumdur” taktiği ile gemi iyice azıya aldı. Öncelikle her türlü muhalefet, “isyana teşvik” suçu atfedilerek bastırılmaya çalışıldı. Basının hoşa gitmeyen haberleri, “devletin sırlarını ifşa etmek” suçlamasıyla cezalandırıldı.

Malay milliyetçiliğinin ve İslamcılığın dozu giderek artırılarak ülkedeki kutuplaşma iyice derinleştirildi. Çin ve Hint kökenli etnik azınlıklara karşı baskı yoğunlaştı. Şehirli eğitimli kesimler ile azınlıklar Necib’e muhalefette birleştiler. Özellikle kırsal kesimdeki muhafazakârlar ise, tüm “koruma ve kollama” mekanizmalarının da desteğiyle başbakanın arkasında birleştiler.

İşte 9 Mayıs seçimlerine bu iklimde gidildi. Korkulan olmadı. Çok yıpranmasına karşın Necip bir yolunu bulur, durumu lehine çevirir endişesi boş çıktı. 1957’de ülkenin İngiltere’den bağımsızlığını kazanmasından bu yana iktidarda bulunan UMNO bir gecede sandığa gömüldü.

Malezya’da değişmez gibi görünen değiştiği, devrilmez zannedilen devrildiği için insanın içinden haliyle sevinmek geliyor. Ne var ki, denklemlerin göründüğünden çok daha karışık olduğunu hatırlatmak da gerekiyor. Bir kere yeni başbakan Mahatir Muhammet tam 92 yaşında ve ülkedeki otoriter sistemin mimarı. Yaşasaydı 94 yaşında olacak eskinin başbakanı Süleyman Demirel’in siyasete dönüşü gibi bir durum söz konusu demek de mümkün. Abdullah Gül planının uygulamaya sokulması ve sonuç vermesine benzetmek de.

Umut İttifakı’nın 4 bileşeni var. En güçlü taraf parlamentoda 47 sandalyesi bulunan Enver İbrahim’in Halkın Adaleti Partisi. Çinlilerin desteğine dayanan Demokratik Hareket Partisi, UMNO’dan oy çalan Mahathir’in Malezya Yerlileri Partisi ve İslamcı PAS’tan kopanların oluşturduğu Amanah da diğer ortaklar.

Enver İbrahim faktörü 
Mahathir iki yıl sonra başbakanlığı Enver İbrahim’e devretme taahhüdüyle görevi devraldı. İbrahim aslında radikal İslamcı bir geçmişe sahip. Bir anlamda Milli Görüş gömleğini çıkararak 80’lerde UMNO’ya katılıyor. 1997 Asya krizi sırasında başbakan yardımcılığına kadar yükselmiş bulunuyordu. Mahathir krizde dış güçleri suçlar, sermaye kontrolleri uygularken, İbrahim IMF’yle anlaşmayı, küresel sermayeye teslim olmayı savunuyor. Mahatir’in gazabına uğrayıp soluğu hapishanede alıyor.

Enver İbrahim’i neoliberalizm tutkunluğu nedeniyle Ali Babacan ya da Mehmet Şimşek’e benzetmek mümkün. Necip de İbrahim’i tehlike görünce, 2014’te hem de düzmece bir “sübyancılık” iddiasıyla hapse atıyor. 2016’da iki hasım Mahathir ve Enver, Necib’e karşı birlikte mücadele etmek için el sıkışıyor. Umut ittifakı bu uzlaşmadan doğuyor.

Bu bir rejim restorasyonu 
Görülen, işler yolunda giderse dahi, Malezya’da en fazla rejimin restorasyonu beklenebilir. Bu yönüyle durum bizim Millet İttifakı’nın başarısına benzetilebilir. Ne yazık ki Malezya’da güçlü bir toplumsal muhalefetin eksikliği fazla umutlu olmaya olanak tanımıyor.

Şimdi, Türkiye’de de cumhurbaşkanlığı seçiminde sosyalist, düzen dışı sembolik bir aday bile bulunmamasından hareketle, bir noktaya kadar haklı paralellikler kurulabilir. Ancak Türkiye’de Gezi Ayaklanması’nda, 16 Nisan’da, 9 Temmuz Adalet Yürüyüşü’nde açığa çıkan, sokaklara taşan ciddi bir direniş damarı var.
Eğer hiçbir cumhurbaşkanı adayı dile getirmiyorsa bile 24 Haziran sürecinde; adını koyarak kapitalizmi karşımıza alabilir; adını koyarak başta Ortadoğu’daki varlığı emperyalizmi mahkum edebilir; yine adını koyarak Laikliğe, Aydınlanma’ya sahip çıkıp, tarikat, cemaat kadrolaşmasını teşhir edebiliriz. Bu çizgiyi 24 Haziran sonrasında da iş TAMAM’lanana kadar sürdürmeyi görev edinebiliriz.

Aksi takdirde RTE’ye yaşatılacak bir seçim yenilgisi tabii ki hepimizi çok mutlu eder. Ancak payımıza, düşse düşse Malezya’daki gibi rejimin restorasyonu düşer…

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Seçim vakti İngiltere seyahati nereden çıktı? - FATİH YAŞLI

İslamcı anlatı ve tarih yazımı içerisinde İngiltere’nin her zaman “özel” bir yeri olmuştur. Buna göre 33 yıllık Abdülhamid iktidarını deviren İttihatçıların arkasında İngilizler vardır, Mustafa Kemal İngilizlerin adamıdır, hilafetin kaldırılması bir İngiliz operasyondur vs. Ve elbette bugün de İngiltere, İslam’a ve Müslümanlara düşmanlığa devam etmekte, politikalarını da buna göre belirlemektedir.


İşte böylesine derin bir düşmanlıkla anılan İngiltere’ye, geçen günlerde, tam da İslamcılığa yakışır bir şekilde, seçim telaşının içerisine sıkıştırılan bir gezi düzenlendi. Düşman falan dinlemeden hem Kraliçe’yle hem Başbakan May’le pozlar verildi, kapısından girenin “İngiliz ajanı” diye adlandırıldığı Chatham House’da küresel sermayenin temsilcileriyle buluşuldu, İngiliz medyasıyla röportajlar yapıldı.

İktidarın İngiltere gezisinden murat ettiği iki şey vardı: Birincisi, ABD’yle ve AB’yle ilişkilerin hayli gerilimli olduğu bir seçim sürecinde Batılı bir partnerle ilişkileri derinleştirmek, örneğin Merkel’in bu sefer önceki seçimlerdeki gibi gelip altın varaklı koltuklarda poz vermeyeceği bilindiğinden, yeni bir emperyalist güce yaslanmak ve Ortadoğu jeopolitiği üzerinden birtakım pazarlıklara girişmek. 

Ve ikincisi, Türkiye ekonomisinin kıyısına geldiği krizi ve döviz ihtiyacını aşabilmek için küresel finans sermayesinin kalbi olan Londra’da finans sermayesinin temsilcileriyle görüşmek ve onları Türkiye’ye gelmeye ikna etmek. Böylelikle, sıcak para akımlarına bağımlı hale getirilmiş Türkiye ekonomisinin bu bağımlılığına bir süreliğine de olsa çare bulmak.

İlkinde, yani devletten devlete ilişkide, istenilen hedefe ulaşılmış gibi görünüyor. Yapılan açıklamalara bakıldığında, işin diplomatik nezaket kısmını bir kenara bırakacak olursak, anlaşılan o ki İngiltere’ye birtakım taahhütler verilmiş ve bunun karşılığında da birlikte çalışma sözü alınmış durumda. İngiliz basınında çıkan yazılarda “her şeye rağmen İngiliz çıkarlarına uygun hareket edilmesi gerekliliği”nden söz edilmesi boşuna değil yani.

Ancak ikincisi için, yani küresel finans sermayesinin Türkiye’ye gelişi için aynı şeyi söylemek pek mümkün görünmüyor. Neden mi? Çünkü küresel sermayenin kalbinde, küresel sermayenin dini neoliberalizmin amentüsü olan “özerk Merkez Bankası” fikrine aykırı şeyler söyler, başkan seçildikten sonra Merkez Bankası’nın politikalarına daha etkili bir şekilde müdahale edeceğinizi açıklar, bir de buna “Faiz sebep, enflasyon neticedir” şeklindeki iktisadın en temel ilkelerine karşı olan görüşünüzü eklerseniz, küresel sermayeyi herhangi bir şeye ikna edemezsiniz.

Peki bunu neden yapıyorlar? 
“Reis” neden döviz kurunun yükseleceğini ve bunun Türkiye ekonomisi üzerindeki etkilerini bile bile böyle konuşmaya devam ediyor? Bu soruya tahminen birtakım yanıtlar verilebilir, vermeye çalışalım.

İlki, akla en yakın olandır. İnşaata dayalı birikim rejiminin sonuna gelindiğinin hâlâ farkına varılmadığı için, faizleri yükseltmek, dövizin nereye gideceği bilinmesine rağmen, tercih edilmemektedir. Böylece ekonomideki büyüme kur artsa da bir süre daha garanti altına alınabilecek, borçlanmayla da olsa toplum tüketmeye devam edebilecek ve toplumsal destek sürecektir.

İkincisi, iktidar sahiden de 24 Haziran sonrası ekonomi politikalarında köklü bir değişikliğe gidecek, örneğin kuru sabitleyecek, sermaye giriş çıkışlarını kontrol edecek, Merkez Bankası’nı kontrolü altına alacak ve para politikalarını kendi hedefleri doğrultusunda belirleyecektir. Bu, akla en uzak olan ihtimaldir; çünkü 24 Haziran sonrası eğer seçilirlerse iktidarın para bulmak için yeni bir kemer sıkma politikasına gideceği, IMF’yle adı konulmamış bir anlaşma yapılacağı ve bunun üzerinden küresel sermaye çevrelerinin güveninin yeniden kazanılmak isteneceği görülebilmektedir. Bunu yapmayıp az önce anlattıklarımı denemek ise artık “çılgınlık” noktasına gelindiğini gösterecektir ki, bunun çok köklü neticeleri olacaktır.

Ve üçüncüsü, ki bu hiç de mantıksız değildir, iktidar 24 Haziran sonrası kemer sıkma politikalarına girişecektir ama seçim süresince hem içeriye hem dışarıya “Türkiye’nin kaderiyle benim kaderim ortak, ben gidersem Türkiye de gider” tarzı bir mesaj vermeye çalışmakta, seçime bir tür “ekonomik şiddet”le gitmeye ve toplumu bunun üzerinden terbiye etmeye, rehin almaya çalışmaktadır.

Hangisi deneniyor olursa olsun, 24 Haziran sonrası Türkiye toplumunu, emekçileri ve yoksulları zor günlerin beklediği, krizin faturasının halka kesilmeye çalışılacağı görülebilmektedir. Olası bir iktidar değişikliğinde dahi topluma bir “acı reçete” yazılacak, o “acı ilaç” içirilmeye çalışılacaktır.

Tam da bu nedenle İslamcılığın “Abdülhamid 33 yıl imparatorluğu yedi düvele karşı yönetmişti, İttihatçılar gelip on senede yıktılar” anlatısının bir benzerini bugün için devreye sokup “Biz ülkeyi IMF kapısından kurtardık bunlar gelip tekrar oraya bağladılar” demeleri ve birkaç yıl sonra başka isimlerle yeniden “kurtarıcı” olarak iktidar olmaları istenmiyorsa, 24 Haziran’daki siyasi tablo nasıl olursa olsun, emek eksenli, halkçı, kamucu bir siyasi-ekonomik alternatifin topluma sunulması, bu alternatifin güç kazanması için mücadele edilmelidir.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Daha fazlası gerek - ÖNDER İŞLEYEN

Seçimleri her şeyin sonu ya da başlangıcı olarak görmek (solda yeni parlamento merkezli yaklaşımların körüklediği ve 7 Haziran’da da görülen) büyük bir yanılgıdan başka bir şey değil. Seçim sonuçları AKP lehine olsa dahi kısa sürede yeni bir yönetememe krizine girileceği aşikâr.

Seçim kararının alınmasından bugüne geçen kısa zamanda toplumsal dip dalgasının yeniden harekete geçtiğini görüyoruz. OHAL’le birlikte tırmandırılan baskı ortamı bu dalgayı olabildiğince geri iterek bir durağanlığa hapsetmeye çalışmıştı. Ancak baskın seçim kararının hemen ardından çember kırılarak, referandumun ‘HAYIR’ dalgası yeni biçimlerde kendini göstermeye başladı. Bu durum hem 24 Haziran hem de sonrasında izlenecek siyasetler açısından çok şey söylüyor.

I
AKP-MHP ittifakının seçim kararının bir iflas beyanı olduğu çokça ifade edildi. Bu durum bugün daha açık biçimde görülebiliyor. Referandumda, siyasal İslam’ın nasıl bir hegemonya kaybına uğradığı ilk kez ortaya çıkmış, AKP’nin eskimiş bir proje olarak kalmaya başladığı görülmüştü. Bu kez bu hegemonya kaybını fetihçi bir eksende aşmaya yönelik hamleler gerçekleşe de oluşan milliyetçi reaksiyonlar çok kısa süreli kalabildi. Bugün artık baskıyla da yönetmek çok mümkün değil. Türkiye’de denklem siyasal İslam’ın iktidarını savunma ekseniyle onun karşısındaki toplumsal değişim talebi etrafında şekilleniyor. Baskın seçim kararının ardından beklenenin aksine AKP-MHP ittifakının (ince ince planlanmış tüm hazırlıklarına rağmen) moral üstünlüğü hızla kaybetmesinin en önemli nedeni de bu. Siyasal İslamcı rejim, toplumun değişim talebini içeremediği gibi aynı zamanda kalıcı olarak bastıramıyor.

II
Bugünkü durum, önümüzdeki seçimlerde (tüm anti-demokratik özelliklerine rağmen) siyasal İslam’ın bir düzlemde yenilgiye uğratılması bakımından belirli bir imkânı da içerisinde barındırıyor. Ancak muhalefet hareketleri bunun daha ötesine geçebilen bir mevzilenme içinde olmadığı takdirde seçim sonucu ne olursa olsun durumun aynı biçimde devam etme ihtimali de ortada duruyor. HAZİRAN Hareketi, geçtiğimiz hafta sonu seçimlere ilişkin yaklaşımını ortaya koyarken, tam da bu noktayı işaret ederek şu hatırlatmaları yaptı: “Unutulmaması gereken, demokratik bir dönüşümün sadece Parlamento içindeki güçlere bırakılarak gerçekleştirilemeyeceğidir. Seçimler nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın yarınlara daha büyük bir umutla bakabilmemizin ve tepemizdeki zorba iktidardan kurtulabilmemizin asıl güvencesi halkın öz gücüne dayanan birleşik mücadelesidir.”

III
Bu hatırlatmalar bu tür dönemlerde, her şeyin sandığa doğru kilitlenmesi nedeniyle gölgede kalabiliyor. Öte yandan muhalefet hareketi içinde, son yıllarda (seçimlere kadar söylenenler bir yana) seçimler söz konusu olduğunda parlamento ve sandığa olduğundan çok daha fazla anlam yükleyen, yüksek matematik siyasetinin hakim olduğu da görülüyor. Kuşkusuz parlamentoyu bir mücadele alanı olarak tümüyle küçümsemek doğru değil. Ancak solda, -bir yolunu (!) bularak- parlamentoda yer almayı merkeze koyan yaklaşımların nasıl bir ağırlık kazandığı da malum. Yaşanan tüm olumsuz deneyimlere rağmen, başka güçlerden destek alarak ayakta durma anlayışı her zaman kendine yeni muhataplar bulabiliyor. Bunu bir yana bırakırsak bugün yapılması gerekenleri seçimlerle sınırlanmayan, evet ‘imkânsızı isteyen’ bir anlayışa sahip olarak mücadeleye devam etmeye ihtiyaç var.

IV
Seçimleri her şeyin sonu ya da başlangıcı olarak görmek (solda yeni parlamento merkezli yaklaşımların körüklediği ve 7 Haziran’da da görülen) büyük bir yanılgıdan başka bir şey değil. Seçim sonuçları AKP lehine olsa dahi kısa sürede yeni bir yönetememe krizine girileceği aşikâr. Öte yandan burada siyasal İslam’ın mümkün görünen yenilgisinin gerçekleşmesi durumunda da sorunlar bir başka biçimde devam edecektir. Türkiye’nin gerçekten demokratikleşme doğrultusunda adımlar atmasını, parlamentodaki güçlerin insafına bırakarak gidilebilecek çok fazla yer olmadığı şimdiden görülmelidir. O yüzden de parlamento dışında bir bağımsız halk muhalefetinin güçlendirilemediği koşullarda dönme dolap misali her şeyin aynı yere gelme ihtimali ortada durmaktadır. Kaldı ki bunun da ötesinde siyasal İslam’ın yarattığı tahribat karşısında asıl yapılması gerekenin, yani Türkiye’nin laiklik, bağımsızlık, özgürlük ve eşitlik temelinde yeniden kurulmasının başka güçlere havale edilemeyeceğini söylemeye gerek bile yok!

V
Bütün bunların yanında, güncel olarak Türkiye’nin çok büyük bir ekonomik krize doğru ilerlediğini de görerek mevzilenmeye ihtiyaç var. Belli ki baskın seçim kararının arkasındaki faktörlerden birisi de ekonominin artık sürdürülemez duruma gelmesi. Erdoğan’ın, İngiltere’de üç gün boyunca aradığının da ekonomiye çözüm olduğu bir sır değil. Bu duruma ilişkin olarak, Korkut Boratav’ın (5 Mayıs’ta Redaksiyon’un Kurucu Fikirler Sempozyumu’ndaki  sunumunda) önümüzdeki günlere ilişkin yaptığı şu değerlendirmeyi akılda tutmak gerekiyor: “Emperyalizm Türkiye’yi öyle bir noktaya sıkıştırmıştır ki şu anda mevcut iktidar yapısı içinde farklı bir seçenek gündeme gelirse hareket serbestliği aşağı yukarı sıfırlanmıştır. Türkiye, içine sürüklendiği sınıfsal açmazı ancak ve ancak bir devrimle aşabilir. Yani halk sınıflarının iktidarı olmadıkça, Türkiye ekonomisi için finans kapitalin ve emperyalizmin cenderesinden kurtulma seçeneği tıkanmıştır. (...) Dış borcu reddeceksiniz, ama bu da yetmeyecek. Çünkü sıfır dış borçta bile dış açık verecek yapısal bir deformasyona uğramış durumda ekonomi. Demek ki halkımız tüketiminin gelirini aşması beklentisini kaybedecek. Döviz büroları kapanacak, dövizle işlemi önleyecekseniz her şey TL’ye dönecek. Döviz hesabınız TL’ye dönecek, şirketler dıştan borçlanamayacak. İşte Syriza’nın başına gelen, Latin Amerika’da Brezilya’nın başına gelen açmazla karşı karşı karşıyayız.”

Bu güç dengeleri içinde en son tam da bugün ve gelecek için umut olacak muhalefet dalgalarından söz edebiliriz. Seçimlerin hemen ardından, ilk görünmez dalga A. Gül’ün çatı adaylığı konusunda gündeme geldi. Soldan da kimilerinin ‘demokrasi bloğu’ siyasetlerinin Gül’e kadar uzandığı noktada, A. Gül’ün adaylığını (çatıya inen helikopter ve Akşener bir yana) muhalefet cephesinde imkânsız hale getiren tam da dipten gelişen tepkilerdi.

VI
Bu muhalefet dalgasının esas açığa çıkmasını ise ‘TAMAM’ dalgasında gördük. ‘HAYIR’ın devamını olan ve bir başka biçimi olan ‘TAMAM’, AKP’nin artık baş etmesinin mümkün olmadığı yaygın ve kontrolü güç bir muhalefet dalgasıyla karşı karşıya olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Bunun bir başka dalgası da HAZİRAN’ın çağrısıyla gerçekleşen ‘Kapat Gitsin’ eyleminde görüldü. Adil olmayan medya düzenine karşı yapılan protesto aynı zamanda sokağa, parklara yönelik çağrısıyla büyüdü. Önümüzdeki günler yeni muhalefet dalgalarıyla gelişmeye devam edecek. O zaman toplumun bu değişim talebini, dalga dalga ortaya çıkan gelecek arayışıyla bütünleşecek, onun büyütecek ve daha ileri bir değişimin öznesi haline getirecek bir mücadeleye ihtiyaç var. O yüzden, bugün salt ‘oy verme ve sandık’ matematiklerine sıkışmayan, başka gölgeler altına sığınmayan bir iddiayla, kırıntıyı değil dünyayı değiştirmeyi istemeye devam ederek yürüyelim!

Önder İşleyen / BİRGÜN

Konutta faiz oyunu - REMZİ ÖZDEMİR

Konut kredisinde Başbakan'ın çağrısına uyan birkaç banka faiz oranını yüzde 1'in altına indirdi.
Ağzı olan konuşuyor!
Yok konut satışları patlayacak, çatlayacak.
Allah akıl versin. Alanında en iyi ekonomistler, etmeyin eylemeyin bu inşaat işinden vazgeçin acil olarak üretime yönelin diyorlar ama nafile.
Bizimkiler illa da inşaat yapacaklar.
Hükümet sanayiciye, esnafa düşük faizli kredi verin demiyor, inşaat için baskı yapıyor.
Dünyada olmayan bir büyüme ve kalkınma modeli bu.
Ülkede işsizlik yüzde 10'un üzerinde, genç nüfusta bu oran yüzde 24 seviyesinde. Binlerce iş yeri kapanmış, Türkiye'nin en büyük sermaye sahipleri borçlarını ödeyemiyor, bankadan yapılandırma istiyor ama Türkiye yüzde 7 büyüyor.
İnşaat, Türkiye'yi yapay olarak büyütüyor. Birileri bu rant ile zengin oluyor.
Fabrikaları kapatıp arsalarına ev ve AVM yapan dünyada tek millet biziz.

Şehirlerde yeşil alan sadece mezarlıklarda kaldı.
Ülke nohutu, buğdayı ve hatta samanı bile ithal ediyor ama on binlerce yeni ev ve AVM yapılıyor.
Resmen akıl tutulması.
Artık bu saçmalığı iktisatçılar bilimsel olarak açıklayamıyorlar.
Büyüme üretime dayalı olmadığı için halka yani tabana yayılmadı ve halkın alım gücü düştü. Artık kredi ile bile ev alacak gücü kalmadı milletin. Faizlerin ve dövizin artışı konuttan daha çok kazandırıyor. Satan çok alan yok!
İnşaat böyle.
Hükümet halen 2010 yılında sanıyor Türkiye'yi. Amerika'dan hâlâ bol ve ucuz paranın geleceğini sanıyor. Yok öyle bir şey. O dönem belki de 50 yılda bir geliyor o da AKP'ye yaradı. Millet bunu AKP'nin ekonomi mucizesi sandı.
Türkiye bu bol parayı yatırıma değil toprağa gömdü.
Doğal olarak elin adamı şimdi parasını istiyor.
Ne yapacağız?
Evlerin betonunu demirini söküp borç mu ödeyeceğiz.
Bankalar artık yurt dışından zor para buluyor. Bulmasına buluyor oldukça maliyetli. Bankalar yeni sendikasyonu almıyor. Sadece eskisini uzatma peşinde. Daha üç gün önce Türkiye'nin en büyük bankası 15 ülkeden 40 bankadan zar zor para buldu.
Bu banka bu şartlarda gelip de hükümet istedi diye 10 yıl vadeli konut kredisi verir mi? Üstelik yüzde 1'in bile altında. Mevduat faizi şu anda aylık yüzde 1,5 seviyesinde. Yani yüzde 15. Bir aylık vade ile topla 5-10 yıl vade ile zararına sat.
Hani bazı iş yerlerinin kapısında yazıyor ya "kapatıyoruz zararına satış" işte öyle bir durum bu ticaret.
Hükümet istedi diye bazı bankalar faiz oranını düşürdü. Gerçekten yüzde 1'in altında faiz oranı var mı?
Elbette var. Ama nasıl?
100 bin liralık bir kredi alan kişiye bankalar en az 3, hatta 4 sigorta kesiyor. Hayat sigortasından tutun da gözüm, çocuğum, dişim, cüzdanım ve daha buradan aklıma gelmeyen saçma sapan bir düzine sigortayı zorla kesiyor.
Yok diyenlere güle güle diyor.

100 bin liralık bir kredide vatandaş bankaya en az 8 bin liralık masraf ve sigorta primi bırakıyor.
Durum böyle olunca 0.99'dan kullandırılan kredi aslında 1.5'e yaklaşıyor.
Yani anlayacağınız bankalar yine bildiğini okuyor ve hükümetin sırf gönlü hoş olsun diye indirdik diyor.

Olay sadece bir aldatmadan ibaret.
Hükümet bunu bilmiyor mu?
Elbette biliyor. Hiç son bir yılda bankaların ne kadar saçma sapan sigortalarla halkı soyduğunu bilmez mi?
Hazine Müsteşarlığı ve BDDK; söylediklerimde haklı değil miyim?
Sizde şahitsiniz bu soyguna.


Remzi Özdemir / YENİÇAĞ

20 Mayıs 2018 Pazar

Bir ülke bir kere kurulur, ikincisi neyin nesi ? - ORHAN BURSALI

RTE’nin ‘Dava’sı ve Muharrem İnce’nin onarım manifestosu üzerine 
Cumhurbaşkanı AKP milletvekilleri ile bir veda iftarı yaptı. Konuşmasına baktım, en önemli iki noktası vardı: 
1) Yeni gelecek milletvekillerinin bir dava uğruna mücadele ettiklerini bilmeleri gerektiğini ve, 
2) Meclis’in ikinci kurucu meclis görevini üstlendiğini söylemesi... 

Birinci Meclis ülkeyi kurtardı, ülke kurdu, devlet kurdu, ulus oluşturdu, medeni hukuku kurdu, Cumhuriyeti kurdu, yurttaşlığı kurdu, dünyada Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdu. 
Peki görevi biten Meclis neyi kurdu? 

Türkiye mi işgal edildi ve ortadan kaldırıldı, ikinci kurtuluş savaşı verdik de düşmanı denize mi döktük, ülkeyi yeniden geri kazandık da haberimiz mi olmadı? 

Birinci Meclis başbakandı, cumhurbaşkanıydı, demokrasiydi, her şeydi. 

Şimdiki Meclis’in ise ne başbakanı ne cumhurbaşkanı ne bakanları ne demokrasisi var... Üstelik denetleme yetkisi de yasa yapma yetkisi de önemli atama yapma yetkisi de tırpanlandı. Meclis, kendi kendini yarıladı bile denebilir.

Ülke ile davası var 
“Dava” lafını Cumhurbaşkanı ilk kez etmiyor, geriye doğru gidin, kritik zamanların hemen hepsinde bir “dava” lafı var. Dava nedir? Davaya baş konur, beden konur, kefen giyilir, korkulmaz.. Cumhurbaşkanı tüm bunları dile getirmiştir. 

Allah aşkına, Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetmek için aday olanların “nasıl bir kişisel, grupsal, partisel davası” olur? Geleceksiniz, yöneteceksiniz, gideceksiniz, başkası gelecek. Arkanızda bu ülke ve insanlar için yaptığınız güzel şeyler varsa bunlarla anılacaksınız... 

Görevini bitirmekte olan Meclis’teki milletvekillerini Kurucu Meclis diye anmasının “dava” ile ilişkisini kurabilir miyiz? 

Bu Meclis evet ciddi bir yönetim değişikliği yaptı. Parlamenter sistemi sona erdirdi ve başkanlık sistemine geçildi. 

Cumhurbaşkanı bu değişikliği haksız ve yanlış yere yeni bir “Kurucu”lukla özdeşleştiriyor. 

Akla başka şeyler geliyor tabii. Baştan beri Cumhuriyetle ve Atatürk’le, yani ülkenin kuruluş ilkeleri ve babalarıyla bir türlü barışık olmayan AKP’li politikacıların pek çoğu, kendileriylebaşlayan Yeni Ülke, Yeni Türkiye düşleriyle yatıp kalkıyor. Ana bağlantıları Abdülhamit ve Osmanlı ile. 

Tüm bunların vitrindeki cilası ise  “Yeni Türkiye!”

Türkiye Cumhuriyeti ayakta 
Çok şükür. Cumhurbaşkanı yeniden seçilirse de ayakta duracak. Sorun millete nerede yaşıyorsunuz diye, “Türkiye Cumhuriyeti’nde” yanıtını verecekler ve Atatürk’ü de Kurucu Lider olarak söyleyecekler. 

Şu 19 Mayıs’ların ülkece ve büyük bir duygusallıkla, heyecanla kutlanması, ne anlatıyor? 
Atatürk’e koşmalar, Anıtkabir’den dalga dalga dışa akmalar, iktidarın da kutlamak zorunda kaldığı Zafer bayramları, 23 Nisan’lar, bunların hepsi Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu anlatıyor. 

Bu ülke bir kez kuruldu ve bu millet de bir daha kurtuluş için cephelere koşmayı görmesin. 

AKP’nin bu konuda kuracak düşü yok. Boş hayaller kurmak, ülkeye zaman kaybettirir, kan kaybettirir, can kaybettirir.

Evet, yenilenmeye ihtiyaç var 
Türkiye, AKP’den önce ülkeyi yöneten merkez sağ - liberal “şirket” partilerince ekonomik olarak dibe vurduruldu kaç kez. 

AKP bu yıkıntı üzerinde yükseldi. Yapması gereken, bu partilerin hatalarından ders alarak, ülkeyi ileri demokratik ve hukuk ülkesine taşımak, düzgün bir gelir paylaşımı sağlamak ve bunun için de ülkenin yaratıcı güçlerini üretici ekonomi - kültür sanat için seferber etmekti. 

Bunları yapamadı; dahası tam tersini yaptı.. trilyonlar aktı bu ülkeye, onlarla bir tüketim ülkesi yarattı... 

Akan trilyonlar ve 500 milyar dış borçla iktidarını sürdürebilen AKP, şimdi ise dış güçler dolarla, TL ile, benimle oynuyor palavrası içinde çırpınıyor. 

Muharrem İnce, manifestosu ile, 17 yıl önceki çöken ülkenin nasıl ayağa kaldırılabileceğinin işaretini verdi dün. 

AKP’nin yaptığı pek çok alanda tahribat onarılmadan, Türkiye’nin çağdaş dünyada gidebileceği yer yok.

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

Son şans, son seçim! - Mine G. Kırıkkanat

İnançlarımız vardı, bizim.
Kimimiz Allah’a, kimimiz hümanist düşünceye inanır, ilahi ya da beşeri adaletten çekinir, kötülük etmemeye çalışırdık. Yoksullara acırdık. Cahilleri eğitmeye, insana, hayvana ve doğaya zarar vermemeye uğraşırdık.
Vicdanımız vardı.
Açın yanında tok olmaya utanır, yemeğimizi paylaşırdık. Bir ağacın kopan dalına üzülür, bir hayvanın ölümüne kederlenir, bir çocuğun yalnızlığına kahrolurduk.
Birine bilmeden zararımız dokunsa, uyuyamazdık geceleri…
Önce inancımızı öldürdüler.
İyiliğin kötülüğe galip geleceğine, ilahi ve beşeri adalete güvenimiz kalmadı. Vicdanımız karardı. Bırakın rızkımızı olmayanla paylaşmayı, sadaka bile vermiyoruz artık. Yoksullara ve cahillere acımayı bıraktık. Onları sorumlu tutuyoruz, hırsızın, yolsuzun, haksızın ve hatta düpedüz kötünün; dürüst, ilkeli, haklı ve iyi olanı yok ettiği ahlaksız düzeneğin devamından. Bölündük, düşman olduk ötekine.

***
Sevinçlerimiz vardı, bizim. Azla yetinen, neşeli insanlardık.
Kadın-erkek birlikte güler, eğlenir, kahkaha atmaktan çekinmezdik. Günah dediler ayırdılar, eğlenmeyi, gülmeyi ayıpladılar, kahkahamızı bastırdılar.
Doğru bildiğimizi söylemekten korkmazdık, özgürlüklerimiz vardı… Hepsini tek tek elimizden aldılar. İşten attılar, hapse attılar, sattılar, kapattılar, yasakladılar. Paralanan kötünün, iyiyi açlıkla tehdit ettiği bir dehteşe düşürüldük. Her şeyden, herkesten korkar olduk, sindirildik, sustuk…
Çocuklarının geleceği için hayaller kuran, umutları olan insanlardık. Hayallerimizi yerle bir ettiler, umudu öldürdüler.
Kendi mutsuzluğumuz, umutsuzluğumuzdan geçtik. Bebeleri, gençleri bekleyen zifir gelecekten nasıl kurtaracağız diye, uyku tutmuyor artık…

***
Bu son seçim. Sonuncu virajdayız.
Ya aydınlığa çıkacak ya da karanlığın en dibine batacağız.
Oysa 16 Nisan 2017 referandumundan beri, artık çoğunluk olduğumuzu biliyoruz. Sandık denetimi sağlanmıştı referandumda. Hile, oylama sürerken kural değiştiren YSK’nin mühürsüz oyların kabul etmesiyle yapıldı ve muhalefetin vahim hatası, 2.5 milyon sahte oyun kabulüne tepki vermemesi oldu.
Bu kez öyle olmayacak.
Muhalefet bu kez oldu bittilere izin vermemeye, hiçbir hile ve sahtekârlığı geçirmemeye nihayet kesin kararlı.
Yeni yasadaki tüm hukuk dışı ve tarafgir düzenlemelere rağmen, sahte oy kullanmak ve hile yapmak hâlâ suç…
Yeter ki geçen yıl da başarıldığı gibi, sandık güvenliği sağlansın.
Bizlerin daha rahat soluk alacağı, çünkü çocuklarımıza özgür ve yaşanır bir ülke bırakmak için vereceğimiz bu son mücadelede, hepimizin oy vermesi şart, ama yeterli değil!
Hem oy vermek, hem de çaba harcayarak verdiğimiz oya sahip çıkmamız gerekiyor.

***

Sandık güvenliğini sağlamak için yurt düzeyinde 1 milyon müşahide ihtiyaç var. Referandumdan beri sandık denetimi üzerinde uzmanlaşan ve gönüllülük esasına dayanan üç kuruluş, yurt sathında avukatlardan ve bilinçli yurttaşlardan oluşan müşahitleri kaydediyor, eğitiyor: www. sandikgucu.com, www.oyveotesi.org, @SensizOlmazHrkt. 

Gün, demokrasiyi ter dökerek, uğrunda mücadele ederek hak etmek günü.
Gün, hile ve hurdayla elimizden alınan egemenliğimizi, özgürlüğümüzü ve hayallerimizi; sahtekârlığı önleyerek yeniden kazanmak günü. 

Sahtekârlar öylesine fütursuz, ihanet öylesine büyük ki, bir cumhurbaşkanı adayını oy hesabıyla hapiste tutan zihniyet; bugünlerde sanki muhalif görüşte kişilerden geliyormuş gibi iletiler gönderiyor ve seçmenler nezdinde “sonuç nasılsa değişmeyecek” algısı yaratarak, oy vermekten caydırmaya çalışıyor. 
Kanmayın! 

Elimizi taşın altına koyalım, oyumuzu verelim ve verdiğimiz oya sahip çıkalım. Değişim mümkün!

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Gerçeğimsi varoluşun kırılma noktası - UĞUR KUTAY

TV dünyasının en iyi muhalif şovmenlerinden Stephen Colbert -kendisini trajikomik “RTE’yi Yüzüklerin Efendisi’ndeki Gollum’a benzeten Bilgin Çiftçi’nin yargılanması” olayındaki tepkisinden hatırlarsınız- 2005’te ünlü programı The Colbert Report’ta “Gerçeğimsicilik!” (truthiness) diye bir sözcük uydurmuştu: “Şimdi eminim bazı dil jandarmaları, Webster’s Sözlüğü’ne sarılan bazı ‘sözcükerilla’lar ‘Hoop, böyle bir sözcük yok!’ diyecekler. Bilenler bilir, sözlükler ve başvuru kitaplarıyla aram hiç de iyi değildir. Onların hepsi elitist! Bize sürekli neyin doğru olduğunu ve neyin olmadığını söyleyip duruyorlar. Ya da ne olduğunu ve ne olmadığını… Britannica Ansiklopedisi kim oluyor da bana Panama Kanalı inşaatının 1914’te bittiğini söylüyor?! Belki ben bunun 1941’de olduğunu söylemek istiyorum?.. Bu kitaplara hiç güvenmiyorum; sadece gerçeklerle uğraşıyorlar, kalbî duygulara hiç yer yok… Kabul edin artık millet, biz bölünmüş bir ülkeyiz; kafasıyla düşünenler ve kalbiyle düşünenler arasında bölündük. Bölündük, çünkü hanımlar ve beyler, gerçeğin çıkış noktası aslında bağırsaklardır.”

Colbert postmodern dünyada gerçek ve doğru bilginin itibarsızlaştırılmasıyla böyle dalga geçerken Trump’ın başkanlığı henüz hayal bile değildi, dolayısıyla 2016’da bazı düşünürlerin Trump dönemini açıklamak için kullandığı ‘post-truth’ (gerçek-sonrası) terimi de Oxford Sözlüğü’ne girmemişti daha (post-truth: nesnel hakikatlerin belirli bir konuya dair kamuoyunu belirlemede duygulardan ve kişisel kanaatlerden daha az etkili olması durumu). Ama bu programdan kısa süre önce Başkan Bush’un danışmanlarından Karl Rove, kurmaya çalıştıkları yeni dünya düzenini tanımlarken ‘gerçeklik temelli toplum’ diye ‘eski’ bir şeyden bahsedip şöyle demişti: “Gerçeklik temelli toplumda insanlar çözümlerin net gerçeklere dayalı akılcı çalışmalarla ortaya çıktığına inanır. Ama dünya artık bu şekilde işlemiyor.”

Tabii dünya doğal bir diyalektik süreç yüzünden artık böyle işlemiyor değil; 2000lerin başından bu yana dünya politikasını totalitarizme doğru yönlendiren ülke liderlerinin hepsi önce medyayı kontrol altına aldı. 11 Eylül’ü kullanarak ‘patriot act’i ve ‘teröre karşı savaş’ palavrasını inşa eden Bush, medya patronu başbakan Berlusconi, muhalif gazetecileri öldürtmesiyle ünlü Putin, akrabalık ilişkileri ve gizli kapaklı anlaşmalarla yandaşlaştırdığı koskoca ülke medyasını halkın gerçeklik algısını bulanıklaştırmak için kullanan RTE, inşaatçı medya patronu Trump gibi distopik karakterlerin yönettiği bir dünyada gerçek, doğru ve hakikat kavramları tarihte görülmemiş bir kırılganlıkla oradan oraya savruluyor bugün.

Belli ki 24 Haziran seçimleri de kelimenin tam anlamıyla ‘gerçeğimsici’ bir ortamda yapılacak. RTE’nin kamera önünde rakiplerinin karşısına çıkmamasının nedenini ‘muhaliflerce sıkıştırılma korkusu’, ‘sorulara makul yanıtlar verememe endişesi’ olarak açıklayanlar var. Bunlar doğru tabii, ama derinlerde yatan asıl neden, hep 50 liralık benzin aldığı için zamlardan etkilenmediğini söyleyen, ülkenin para birimi TL olduğu için dolardaki yükselişin fasa fiso olduğunu haykırıp kamera önünde sahte düğün dolarları yakan, ay sonunu nasıl getireceğini bilmezken ‘itibardan tasarruf olmaz’ insafsızlığına hak veren gerçek-sonrası seçmen kitlesine rağmen, medyada yaşanabilecek bir çatlama sayesinde eğer halk gerçek ile gerçeğimsi arasındaki varoluşsal gerilimi bir anlığına bile fark edecek olursa, RTE de biliyor, vay haline!

Uğur Kutay / BİRGÜN

Haftanın verileri ışığında ekonomi - HAYRİ KOZANOĞLU

İşsizlikte şubat ayı verileri 17 yılda bir arpa boyu yol bile gidilemediğini gösterdi. Sanayide büyümeye rağmen yeterli istihdam sağlanamadı. Kredili konut satışları ise nisanda geçen yıla göre yüzde 35.6 azalarak korkutucu bir boyut kazandı.


Geride bıraktığımız hafta Türkiye ekonomisinde yoğun bir veri trafiği yaşandı. Normal bir ülkede değerlendirmelere bu rakamlar damgasını vurur. Ancak ekonomik istatistikler de artık Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hızına ayak uyduramıyor. En son Londra’da bankacıları kendinden menkul faiz teorilerine ikna etmeye kalkınca döviz kurlarında yeni rekorlar kırıldı. Örneğin, en son açıklanan işgücü istatistikleri şubat dönemine ilişkin. Diğer bir ifadeyle, işsizlik rakamları 2.5 ay geriden geliyor. Buna karşın Erdoğan her ağzını açtığında ekonominin dengeleri şipşak değişebiliyor.

Yine de eğilimleri izleyebilmek açısından 14-18 Mayıs haftası verilerine yakından bakmakta yarar olabilir. Cari açığı salı günü ele aldığımız için bu yazımızda diğer istatistiklere yoğunlaşacağız.

Yüksek işsizlik devam ediyor
Türkiye ekonomisi 24 Haziran seçimlerine yol alırken, işsizlik oranı çift hanelilerin altına bir türlü inmiyor. 2018 Ocak-Mart dönemini kapsayan şubat verileri de yüzde 10.6 işsizliğe işaret ediyor. Evet bu oran, bir yıl öncesine göre 2 puan azalmış durumda. Ancak başta KGF kredileri, onca teşvik yeterince sonuç vermemiş görünüyor.

İlginçtir ki, ekonominin dibe vurduğu, AKP sözcülerinin hatırlatmaktan haz duyduğu 2001 krizinde de işsizlik tam aynı düzeyde yüzde 10.6’ymış. Yani 17 yılda bir arpa boyu yol bile gidememişiz. Avro bölgesinde dahi işsizlik yüzde 8.5’e kadar geriledi. Yükselen ülkeler kategorisinde de, yüzde 13.1 işsizlik oranına sahip Brezilya’yı bir yana bırakırsak, Türkiye’den kötü durumda ülke bulunmuyor. İşsiz sayısı geçen yılın aynı dönemine göre 546 bin azalmış olsa da, 3 milyon 354 bin yurttaşımız istediği halde işgücüne katılamıyor.

Dikkatle izlediğimiz bir gösterge, 15-24 yaş arası genç nüfusta “ne eğitimde ne istihdamda” olanların oranı da yüzde 22.8. Bu bir anlamda gelecek umudunu yitiren gençlerin yüksekliği gibi çok karanlık bir tabloya işaret ediyor.

Sanayi üretimi yüzde 7.6 arttı
16 Mayıs Çarşamba günü açıklanan mart ayı sanayi üretiminin bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 7.6 arttığı açıklandı. Böylelikle sanayi üretiminde 2017 yılının ilk çeyreğine göre yüzde 9.8 genişleme gerçekleşti.

Bu istatistikler 2017 yılındaki hızlı büyüme seyrinin 2018’de de devam ettiğini gösteriyor. Ne var ki, iki noktaya dikkat çekmekte yarar var. Birincisi, hızlı büyüme döneminde dahi sanayinin yeterince istihdam yaratamaması, olası bir daralma sürecinde daha vahim bir işsizlik tablosuyla karşılaşacağımız sinyalini veriyor. İkincisi, mevcut döviz kuru ve faiz düzeylerinde yılın ikinci yarısında sanayi üretiminin de stop edeceğini tahmin etmek zor değil. Çünkü hem bu kurlarla ham madde ve ara mal ithalatı yavaşlayacak, hem de yüksek fiyatlar nedeniyle talep hız kesecek.

Döviz sıçraması ‘menkul kıymet’ten okunamıyor
Döviz kurlarının haftalık yüzde 5 civarında sıçrama sergilediği bir konjonktürde, normalde bu trendi yabancıların menkul kıymet davranışlarından ve yerlilerin mevduata yönelik tutumlarından gözlemlemek gerekir. Değerlendirmeye geçmeden önce isterseniz rakamlara bir göz atalım:
En son açıklanan, 11 Mayıs’ta biten haftanın verileri, yurtdışı yerleşiklerin 28.8 milyon dolar hisse senedi aldıklarını ve 230 milyon dolar devlet iç borçlanma (DİBS) senedi sattıklarını gösterdi. 2018 başından bu yana ise, 1 milyar doların biraz üzerinde bir DİBS alıp, 832 milyon dolar hisse senedi satmışlar. Özetle, yabancıların Türkiye’den bariz bir çıkış eğilimi gözlenmiyor. Üstelik, daha iki ay önce 9 Mart’ta 94.1 milyar dolar portföyleri varken (53.1 hisse senedi, 31 DİBS), 2 ayda bu rakam 67.9 milyar dolara (40.8 hisse senedi, 27.1 DİBS) gerileyerek, 26.2 milyar dolar erozyona uğramışken. En genelde, yabancı yatırımcıların zaten Türkiye pozisyonlarını daralttıkları, beklemede oldukları söylenebilir.

11 Mayıs haftasında yabancı mevduatlarda da belirgin bir hareket gözlenmiyor. Mevduat bankalarındaki hesaplar 1 haftada sadece 40 milyon dolar, yıl sonuna göre ise 700 milyon dolar azalmış. Alt kırılımlara bakınca gerçek kişilerin yıl sonuna göre dolar hesaplarını 4.5 milyar dolar aşağı çektikleri görülüyor. Diğer bir ifadeyle, döviz hesapları bir ölçüde daralmış, doların başta avro, diğer paralara karşı değer kazanmasıyla, yani parite etkisiyle stok yerinde kalmış.
Buradan, döviz hareketlerinin büyük ölçüde yurtdışı alımlardan veya yerlilerin yastık altına koyan spekülatif davranışlarından kaynaklandığı sonucu çıkarılabilir.

Konut sektörü zorda
Konut sektörünün zorda olduğunu söylemek için istatistiklere bakmaya gerek yok diyebilirsiniz. Haklısınız, zaten istatistikler de inşaat sektörünün kabataslak yüzde 60’ını oluşturan konutlardaki sıkıntıyı ortaya koyarak, yaygın kanıyı destekliyor.

Önce konut fiyatlarından başlayalım. Merkez Bankası’nın konut endeksi Mart ayında bir önceki aya kıyasla enflasyonun altında, yüzde 0.91’lik bir artış göstermiş. Bu yıllık değişimi yüzde 9.29’a taşıyarak, reel olarak yüzde 0.85 oranında azalmaya işaret etmiş. En vahim tablo ise İstanbul’da; aylık yüzde 0.15 azalış gözlenmiş, son 12 ayda da tüketici enflasyonunun çok çok altında sadece yüzde 3.24’lük bir kıpırdama gerçekleşmiş.

Cuma günü açıklanan konut satış istatistikleri de sektördeki durgunluğu doğruluyor. Türkiye genelinde 2018 Nisan’ında konut satışları bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 9.9 oranında azalmış. İpotekli, yani banka kredisiyle yapılan konut satışlarında gerileme ise yüzde 35.6 oranıyla korkutucu bir boyut kazanmış.

Sektör sözcüleri aylık konut kredi faizlerinin yüzde 1 psikolojik sınırın altına çekilmesini talep ediyorlardı. Nitekim Ziraat ve Halkbank öncülüğünde aylık yüzde 0,98 faizle konut kredisi verilmeye başlandı. Mevcut faiz, kur ve enflasyon düzeylerine bakılırsa, bu oran gerçekçi görünmüyor. Seçim belirsizliğinde, bu ikram gerçek alımları mı tetikler, yoksa ucuz krediden yararlanmak için hülleli işlemlerin mi önünü açar, yakında anlayacağız…

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN