5 Haziran 2018 Salı

Prompter durdu, Kandil’e devam... - L. DOĞAN TILIÇ

Spiker, Cumhurbaşkanı Erdoğan Diyarbakır’da iftarda kanaat önderlerine “Açıklamalar yapıyordu. Kısa bir ara verdi. Birazdan devam edeceğini sanıyoruz” diye dayanamayıp araya girdiğinde aranın üzerinden 1 dakika 11 saniye geçmişti.


1 dakika 11 saniye bir televizyon yayınında çok uzun bir zamandır. O kadar uzun ki, Erdoğan’ın hiçbir konuşmasında araya girme cesareti gösterilemezken araya girildi ve Cumhurbaşkanı’nın suskunluğu spiker tarafından kesildi. 

Sanırım izlemişsinizdir, hafta sonunda Diyarbakır’da yaptığı mitingin ardından bölgedeki 21 ilin kanaat önderlerine verilen iftarda konuştu Erdoğan. “Diyarbakır’ın miting alanındaki tarihi duruşuyla milletimizin kardeşliğine uzanan ellere esaslı bir cevap verdiğine inanıyorum” dedi. 

Şimdi bu cümlede de ben biraz duracağım; “miting alanı” bir alan değil caddeydi! Her zaman İstasyon Meydanı’nda yapılan mitingler bu kez meydana açılan caddede yapılmıştı ki, dar ve uzun cadde üzerinde toplanan kitle kalabalık görünsün, sonradan sosyal medya ortamlarında miting alanı boşlukları gösteren münafıklara gün doğmasın. İyi de oldu, kalabalık olmayan kalabalık, oraları ve bu işleri bilmeyen televizyon izleyicisine kalabalık gibi göründü. 

İşte o iftarda konuşurken, ne olduysa oldu, “Diyarbakır terör örgütünün siyasi uzantıları başta olmak üzere…” dedi ve sanki yayın kesildi. Daha doğrusu konuşmayı izlerken ben öyle sandım, ekran dondu sandım. Meğer donup kalan Erdoğan’mış! 

Tam 10 saniye gözü promptera dikili öylece durdu, ki o halde 10 saniyelik bir duruş da epey uzundur televizyonda. Sonra korumasını çağırıp bir şeyler söyledi. Yazılıp çizilen söylentilere göre, ilgili kişi namaza gittiği için prompter sahipsiz kalıp donmuş, Erdoğan da “Benim iznim olmadan”, “namaza mı gidilir” ve “dangalak” gibi ifadeler kullanarak tepki göstermişmiş.

Ne yalan söyleyeyim, konuşmayı izlerken ben bunları duymadım. Aslında prompterın donması üzerine Erdoğan’ın donup kalması karşısında ben ekran başında donup kalmıştım.

Sen hatipliği ile ünlü bir kişi ol, o ünün sınırları aşmış olsun, prompter durunca araya sıkıştıracak birkaç cümle bulama, sus ve cümlen öylece yarıda kalsın… Olacak şey değil! 

Neyse, insanlık hali, demek oluyor böyle şeyler. 

Son günlerde prompterlı ya da promptersız konuşan iktidar erbabı susmadığı zamanlarda sık sık Kandil’den söz etmeye başladı. 

Dün Murat Yetkin de ordunun Kuzey Irak’ta PKK üslerine karşı büyük bir operasyon sinyali verdiğini yazmış, Kandil’e işaret etmiş, bunun seçimden önce mi sonra mı olacağı noktasını açık bırakmıştı. 

Aslında sadece ordu değil; Cumhurbaşkanı, Başbakan, İçişleri Bakanı da aynı sinyali veriyorlar. 

Erdoğan, “Afrin’de zaferi yakaladık, sıra Kandil’e de gelecek” dedi. Son Başbakan Binali Yıldırım ise, “Irak’ın kuzeyinde varlığımızı iki katına çıkardık. Tam olarak 11 tane üs bölgemiz oldu” diyerek sözü edilen büyük operasyonun zaten başlamış olduğunu düşündürttü. 

En son da geçen gün İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Kandil operasyonu ile ilgili bir soruya yanıt verirken; “Eskiden ‘Kandil’e şöyle, böyle gideceğiz’ derken. Şimdi ‘Kandil’e az kaldı, merak etmeyin’ diyoruz. Orada bir hain yapıyı bırakmayacağız” dedi. Dün de o açıklamalarını; “Kandil bizim için artık uzak bir hedef değil. Kuzey Irak bölgesinde Hakurk hattında birçok noktaya kadar epey bir yer ele geçirildi” diyerek sürdürdü. “Kandil, Türkiye için güvenli bir yer haline getirilecektir. Kimsenin endişesi olmasın.” 

Eskiden, biliyorsunuz, seçime üç ay kala İçişleri, Adalet ve Ulaştırma bakanları istifa eder, onların yerine bağımsız bakanlar atanırdı, seçimin iktidar müdahalesine maruz kalmasını engellemek adına. Son referandumla yapılan Anayasa değişikliği ile bu madde kalktı ve maşallah İçişleri Bakanı Soylu sıkı kampanya yürütüyor. 

Kampanyanın sonuna doğru Kandil’e girilir mi, Kandil alınır mı, bunun seçim sonucuna etkisi olur mu? 

Spekülasyona gerek yok aslında, şunun şurası 20 günden az zaman kaldı, göreceğiz!

L. DOĞAN TILIÇ  / BİRGÜN

Vekil adaylarının mesleki durumu ve sosyal kökeni - AZİZ ÇELİK

Vekil adaylarının bildirdikleri meslekler arasında ilk sırayı serbest/özel diye ifade edilen ‘sözde meslek’ alıyor. Kendini esnaf, ev kadını ya da işçi olarak tanımlayan adayların neredeyse hiçbiri seçilebilecek sıralardan aday değil.

24 Haziran 2018 seçimlerine katılacak partilerin milletvekili aday listesi kesinleşti. Meclis’in rolünün azalacağı yeni rejimde milletvekillerinin işlevi de azalacak. Ancak tuhaf bir biçimde vekil sayısı 550’den 600’e çıkarıldı. Milletvekili listeleri çeşitli boyutlarıyla çok tartışıldı. Özellikle kimin kaçıncı sıradan aday gösterildiği üzerinde kıyametler koptu.


Türkiye’de siyasal partiler rejiminde milletvekili özerkliği yok denecek kadar az. Önseçim ve parti içi demokrasinin çok çok sınırlı olması nedeniyle vekillerin çoğunun lidere tabi olduğu sır değil. Bu nedenle yasama faaliyetinde özerk olmak bir yana, parti ilkeleri bir yana, lidere göre hareket edildiği biliniyor. Ancak yine de vekillerin müktesebatı (mesleği, sosyal kökeni, bilgisi, birikimi) büyük önem taşıyor. 

Bir havayolu şirketine taşeronluk yapan bir şirket sahibi veya ortağı vekil olduğunda kişisel çıkarı gereği havacılıkta grevi yasaklatmak için kanun teklifi verecektir. Bir iş adamı veya iş kadını vekil olduğunda TOBB’un bir dediğini iki etmeyecek ve işçi sağlığı ve güvenliği mevzuatının içini boşaltmak için kolları sıvayacaktır. İşçilik nedir bilmeyen bir vekil “güzel öldüler” veya iş cinayetlerine “fıtrat” diyebilecektir. Dolayısıyla vekillerin müktesebatı, mesleki ve sosyal konumu oldukça önemli. Devletle, siyasetle sınıfların ilişkisini anlamak için bakılacak yerlerden biri de vekillerin sosyal kompozisyonudur. İşte bu gözle milletvekili aday listelerine bakmaya çalıştım. 

Yüksek Seçim Kurulu tarafından yayımlanan aday listelerindeki meslek bilgisinden hareketle bir değerlendirme yapmaya çalışacağım. Meslek bilgisi sütununda bazen meslek, bazen sosyal sınıf bilgisi, bazen de yetersiz bilgiler yer alıyor. Bu değerlendirmenin oldukça fazla sınırlılıkları olduğunun farkındayım. Listelerdeki meslek bilgisi, adayın gerçek meslek bilgisini yansıtmayabiliyor veya parti görevlileri tarafından doldurulan tek tip bilgiler olabiliyor. Ancak yine de vekil adaylarının veya partilerinin hangi mesleğe veya sosyal sınıf ve kategoriye önem verdikleri konusunda genel bir bilgi edinebiliyoruz. 

Mesleksiz vekil adayları
Vekil adaylarının veya partilerinin bildirdikleri meslekler arasında ilk sırayı serbest, serbest meslek veya serbest/özel diye ifade edilen sözde “meslek” alıyor. 655 aday mesleğini serbest veya serbest/özel diye ifade etmiş. Vekil adayları içinde en büyük grubu yüzde 14 ile “serbest” meslek erbabı oluşturuyor. Ancak bunlar esnaf veya kendi hesabına çalışan mühendis ve mimarlar değil. Bu ciddi bir mesleksizlik eğilimine veya mesleğini bilmeme, söylememe veya kendini daha önemli gösterme eğilimine işaret ediyor. AKP listelerinde ise serbest/özel kategorisi tercih ediliyor. Bu meslek kategorisi içinde örneğin Başbakan Binali Yıldırım, Çalışma Bakanı Jülide Sarıeroğlu, Dışişleri Bakanı Mevlut Çavuşoğlu, Nabi Avcı, Numan Kurtulmuş gibi isimler yer alıyor. Oysa bu isimlerin hepsinin meslekleri var; örneğin Binali Yıldırım gemi yüksek mühendisi, Numan Kurtulmuş ve Nabi Avcı öğretim üyesidir. Öğretim üyelerinin mesleğinin serbest/özel yazılması tuhaf olsa gerek. 

Listede tuhaf meslek tanımları var; dört aday mesleğini milletvekili olarak ifade ederken, 47 aday siyasetçi olarak (siyaset bilimci değil) ifade etmiş. Mesleğin bir vasıf, kalifikasyon, edinilmiş beceri olduğunun çoğu aday farkında değil veya diğer bir ifadeyle yaygın bir mesleksizlik, vasıfsızlık söz konusu.

Adaylar içinde gerçek anlamda mesleğini ifade eden ve en yaygın grubu oluşturanlar profesyonel meslekler olarak bilinen avukatlar, mimar-mühendisler, hekimler, mali müşavirler. Avukat vekil adayları ikinci büyük aday grubunu oluşturuyor. Adayların yüzde 10’dan fazlası (462 aday) avukatlardan oluşuyor. Halen Meclis’teki en büyük mesleki grup avukatlardan oluşuyor. Yeni Meclis’te de en büyük gruplardan biri olacaklarına kuşku yok. Mühendis ve mimarlar ise avukatlardan sonraki diğer büyük grubu oluşturuyor. Saptayabildiğim 360’dan fazla mühendis ve mimar aday var ve oranları yüzde 7 civarında. İnşaatın bu kadar revaçta olduğu bir dönemde mühendis ve mimarların ikinci büyük meslek grubu olması şaşırtıcı değil. Mesleğini serbest olarak ifade edenlerin içinde de çok sayıda mühendise rastlanmaktadır. 

Akademisyen vekil aday sayısının da oldukça yüksek olduğu görülmektedir. 320 civarında akademisyenin aday olduğunu görüyoruz. Akademisyenlerin oranları yüzde 7 civarında. Eğitimci ve öğretmen aday sayısı ise 230 civarında ve oranları yüzde 5. İlginç olan öğrenci aday sayısının yüksekliğidir. 300 öğrenci milletvekili adayıdır. Öğrenci adayların HDP, Vatan ve Hür Dava partilerinde yoğunlaştığı görülüyor. Ancak öğrenci adayların seçilebilecek yerlerde olduklarını söylemek oldukça zor. Özellikle AKP ve CHP’deki öğrenci adaylar seçilebilecek sıralarda değiller. Öğrenci adayların sembolik olduğu söylemek mümkün.

Meslek grupları içinde dikkat çeken diğer gruplar ise şöyledir: Hekimler ve eczacılar (205 aday, yüzde 5), mali müşavir ve muhasebeci (112 aday, yüzde 2), ekonomist-iktisatçı 80, işletmeci 56 aday. Ayrıca mesleğini gazeteci ve yazar olarak ifade eden aday sayısı 70’den fazladır.

Vekil adaylarının sınıfsal konumları
Meslek sütununda kimi adaylar mesleklerini değil de sosyal konumlarını ve sınıflarını yazmayı tercih ediyor. Meslek ve sosyal sınıf/konum ayrı ayrı belirtilmediği için aday listesinin gerçek sınıf kompozisyonunu çıkarmak zor. Çünkü mesleğini mühendis olarak yazan bir aday pekâlâ işveren de işçi de olabilir. Ancak yine de bazı ipuçlarına ulaşmak mümkün. Adayların 410’dan fazlası kendini iş adamı, iş kadını, iş insanı, sanayici ve tüccar olarak ifade etmiş. Adaylar içindeki oranları yüzde 8,5’u aşıyor. CHP adayları genellikle iş insanı demeyi tercih ederken, İyi Parti adayları iş adamı ve iş kadını, MHP adayları iş adamı demeyi tercih etmiş. İlginç olan AKP listelerinde tek bir adayın dahi kendini iş adamı olarak nitelememesi, bunun yerine serbest/özel gibi renk vermeyen bir sıfat tercih edilmiş. AKP listelerindeki sermayedarların serbest/özel başlığı altında gösterildiğini düşünmek mümkün. Bu kategoride yer alanların 200’den fazlasının seçilebilecek yerlerde aday gösterildiğini söylemek mümkün.

Kendini yönetici olarak ifade eden sayısı ise 190 civarındadır. Yönetici kategorisi de tıpkı serbest meslek kategorisi gibi belirsizdir. Örneğin bir sendika başkanı listelerde yönetici olarak yer almaktadır. Oysa mesleği işçiliktir.

Aday listelerinde esnaf olarak kendini tanılayan aday sayısı ise 264’tür (oranı yüzde 5,4). Esnaf adayların sadece biri AKP’den, 10’u CHP’den ve geri kalanları ise diğer partilerden adaydır. Esnaf konumunda olanların bir kısmının serbest meslek adı altında AKP’den aday olmuş olması da muhtemeldir. Ancak esnaf adayların neredeyse hiçbiri seçilebilecek sıralardan aday değildir. Çiftçi aday sayısı ise 50 ile sınırlıdır. AKP’den 3, CHP’den 10 çiftçi adaydır. Çiftçi adayların çok azı seçilebilecek yerlerden adaydır. Ev kadını aday sayısı 100’e yakındır. AKP’de kendini ev kadını olarak tanımlayan aday yokken, CHP’de 5 ev kadını aday vardır. Ev kadınlarının daha çok Saadet, Hür Dava, HDP ve Vatan Partisi’nden aday oldukları görülmektedir. Ev kadınlarının hiçbiri seçilebilecek sıralardan aday değildir.

Son olarak işçilerin durumuna bakalım. Listelerde kendini işçi olarak tanımlayan aday sayısı 176’dır. İşçi adayların toplam adaylara oranı yüzde 3,5’tir. Ancak bazı işçi adayların sosyal konumlarını değil de mesleklerini belirttikleri düşünüldüğünde bu sayı artabilir. Ancak işçi kimliğine vurgu yaparak aday olanların sayısı 176’dır. Ayrıca iki işçi sendikacının da aday olduğunu biliyoruz. CHP’de üç işçi-sendikacı aday görüyoruz. AKP’de bir aday kendini işçi olarak ifade etmiş. İşçi adayların 160’dan fazlasının HDP, Hür Dava ve Vatan Partisi’nden aday olduğu görülüyor. İşçi kimliğini vurgulayan adayların da neredeyse hiçbiri seçilecek yerlerden aday değil.

Aday listelerinin durumu böyle, bakalım seçimler sonucu nasıl bir sınıfsal ve mesleki kompozisyonu olacak Meclis’in.

Aziz Çelik / BİRGÜN

Hizmette sınır yok - ÖZGÜR GÜRBÜZ

Ankara ile İstanbul arasında sık sık otobüs yolculuğu yapıyorum. İklim değişikliğine katkımı azaltmak için bu gibi kısa mesafeleri otobüsle yapmaya gayret ediyorum. Elimden geldiğince uçağa mahkûm edilmiş, çevre düşmanı ulaşım sistemine direniyorum. Son zamanlarda bu yolculuklar işkenceye döndü. Hükümetin seçim meydanlarında “proje”, “icraat” diye anlattığı 3. Köprü yüzünden eskiden beş saat süren bu yolculuğu artık 6,5 saatten kısa bir sürede yapmak mümkün değil. Bir defasında sekiz saate yakın sürdü. 3. Köprü boş kalmasın diye şehirlerarası otobüslere bu köprüden geçme zorunluluğu getirilmesiyle işin tadı kaçtı.
Esenler Otogarı’ndan çıkıp Ataşehir civarından yolcu almak isteyen bir otobüs artık âdete bir şehir turu yapmak zorunda. 3. Köprü’den geçerse fazladan 70 kilometre yapmak zorunda kalıyor. Ataşehir’e uğramasa da durum pek farklı değil. Esenler Otogarı’yla, Pendik’te O-6 ile Anadolu otoyollarının kesiştiği nokta arası Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nden geçerseniz 53 kilometre. Aynı bağlantı noktasına 3. Köprü’den gidersenizse 100 kilometre. Bir seferde 50 km zarardasınız.

Gidiş dönüş sefer yapan bir otobüs günde fazladan 100-150 km arası fazla yol yapıyor. İthal benzin yakıyor, şoför de yolcular da daha fazla yoruluyor. İstanbul Avrupa yakasından Sakarya, İzmit gibi yerlere giden ve günde iki sefer yapan otobüsleri düşünün. Dahası da var. Otobüsler 3. Köprü’den geçmek için 8 TL fazla para ödüyor. Bütün bunlar da haliyle bilet fiyatına yansıyor.

Hükümetin umurunda mı? Değil! Kendisinden hesap soracak seçmenin ise belki durumdan bile haberi yok.

Kontrollerindeki medya bunları yazmıyor.

Köprüyü 10 yıl boyunca işletecek IC İçtaş İnşaat ve Astaldi şirketlerinin umurunda mı? Değil! Onlar yaptıkları anlaşma gereği köprüden araç geçse de geçmese de paralarını devletten alıyor.

Anlayacağınız olan vatandaşa oluyor. Trafik olmayan yere köprü yaparsan, yolcu olmayan yerden otobüs geçirmeye zorlarsan böyle olur. Köprüden yılda 135 bin araç geçiş garantisi verdikleri için herkesi o köprüyü kullanmaya zorluyorlar.

2017 Ekim ayında Ulaştırma Bakanı Ahmet Arslan’ın açıkladığı rakama göre, bütün bu zorlamalara rağmen geçiş sayısı günde 80 bin civarında kalmış. Üstünü devlet şirketlere ödüyor. Kaldı ki, zorla İstanbul’daki tüm araçları doğa katili 3.

Köprü’den ve ona bağlı çevreyolundan geçirseniz ve geçiş garantisini tuttursanız ne yazar? Oradan geçen her bir araç, yaktığı petrolle, kirlettiği havayla yine ekonomiye zarar verecek. İnsanlar güneyde yaşıyor sizin köprünüz en kuzeyde.
Mesele İstanbul’un kuzeyini ranta açmak elbette. 3. Havalimanı da, Kanal İstanbul da bu planın bir parçası. Trafik sorununu çözmek isteyen trafiğin olduğu yerde, otomobile değil toplu taşımaya yönlendiren çözümler arardı. Boğaziçi Köprüsü’nün altından geçecek bir metro geçişi gibi. Her şeyden önce de İstanbul’daki nüfusu artıracak değil azaltacak projeler yapardı. Koskoca ülkenin beşte birini bir kente toplamaya çalışmazdı. Yönetici beton dökmek için değil bunları planlamak için var. Çılgın ya da mantıklı, proje dediğiniz de böyle bir kavram zaten. Köprü, tünel, bölünmüş yol, havalimanı proje değil bir inşaat çalışmasıdır. Proje ise bir izlencenin yani programın parçasıdır. Örnek verelim.

İstanbul’un trafik sorununu çözmek sizin programınızsa hayata geçireceğiniz projeler bellidir. Kentin sınırlarını çizmek, yeni göçe, rant alanlarına fırsat tanımamak ve mevcut ulaşım altyapısını toplu taşımayla güçlendirerek trafik sıkışıklığını azaltmak gerekir. Bu programı hayata geçirmek için daha fazla köprü, yol yapmaz; aksine metro, toplu ulaşım, deniz taşımacılığı gibi projelerle çözüm ararsınız. İstanbul’un el değmemiş bölgelerini imara açmazsınız. Programsız, plansız birbirinden bağımsız projeler şirketlere nakit sağlamaktan, ülkeyi borçlandırmaktan ve petrol bağımlılığını artırmaktan başka bir şeye yaramaz, hiçbir sorunu da çözmez.

Sahi, yeri gelmişken soralım. İstanbul’un trafiği 3. Köprü ve Avrasya Tüneli yapılmasına rağmen neden hâlâ tıkalı?

Özgür Gürbüz / BİRGÜN

Bulamaç Adası çok mu uzakta?. - Ahmet TAKAN

Türkiye, Yunan işgali altında seçime gidiyor. Ege'de 18 adası ve 1 kayalığı Yunan işgali altında olan Türkiye, cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimleri için 24 Haziran'da sandık başına gidecek. Küstah Yunan topraklarımızı sadece işgal etmekle yetinmiyor, en ağır silahları konuşlandırıyor. Her nedense iktidardan bir Allah'ın kulu çıkıp da "Yunanistan bizim için artık uzak bir hedef değil" diyemiyor. İnsan düşünmeden de edemiyor; oy çıkarlarına uygun düşmüyor herhalde!..

Ege'de işgal edilen adalarımız arasında Aydın Bulamaç adası da var. Sınırımıza uzaklığı sadece 5,8 deniz mili... 2 sahil güvenlik botu göndersek Yunan korkudan arkasına bile bakmadan palas pandıras kaçar. 1 günde tek şehit vermeden Yunan ve Bizans bayraklarını indiririz. Gel gelelim bizim buralarda, "apoletleri sökersin sökemezsin" tartışmaları sürerken Yunan Savunma Bakanı Kammenos, komuta kademesi ile birlikte Bulamaç Adası'na sık sık geliyor ve Türkiye'ye meydan okuyor. Hatıra fotoğrafları (!) çektiriyor. O fotoğrafların arkasına fon olarak ağır silahlarını, tanksavar ve uçaksavarlarını koyuyor. Resmi internet sitelerinden tüm dünyaya servis ederek aklı sıra bizimle kafa yapıyor!.. Peki, başta Aydın Bulamaç olmak üzere işgal edilen adalarımızda kamu düzenini sağlamak kimin görevi?.. Yasalarımıza göre, İçişleri Bakanlığı ve Jandarma Komutanlığı...
AKP iktidarı, şımarık Yunan'ın işgal faaliyetlerini seyrederken küstahlıkları ile nam salmış Yunan Savunma Bakanı Kammenos, 8 Nisan Pazar günü, Aydın Bulamaç adasına gerçekleştirdiği ziyaretin fotoğraflarını bakanlığının resmi internet sitesine koydu. Türkiye'ye yine meydan okudu... Alay etti!..
Millî Savunma Bakanlığı eski Genel Sekreteri emekli Kurmay Albay Ümit Yalım, YENİÇAĞ'a yaptığı değerlendirmede, "Kammenos hiçbir engelle karşılaşmadan askeri helikopter ile Bulamaç Adası'na geldi. Kammenos'u taşıyan Yunan askeri helikopteri Türk hava sahasını 6 mil ihlal etti. Kammenos, Kara Kuvvetleri Komutanı Korgeneral Stefanis ile birlikte Aydın Bulamaç Adası'nda konuşlu Yunan askeri üssündeki işgalci Yunan askerlerini denetledi" dedi.


Yunan bakanın denetlemesi sırasında,üzerinde uçaksavar makinalı tüfeği ve sis havanları olan zırhlı araçların arka fon olarak kullanıldığına dikkat çeken Ümit Yalım, şunları söyledi;
"Yunanistan, başta Aydın Bulamaç Adası olmak üzere işgal ettiği adalardaki asker sayısını ve ağır silah yığınağını sürekli olarak artırıyor. Kammenos ve Korgeneral Stefanis, işgalci Yunan askerleri ile birlikte Yunan bayrağının altında poz vererek Türkiye'ye ait Aydın Bulamaç Adası'nda egemenlik ve bayrak gösterisi yaptı. Adadaki zırhlı araçların üzerinde bulunan uçaksavar silahları ile araca monteli tanksavar silahı dikkat çekti.


Yunan Savunma Bakanı Kammenos, Türkiye'ye ait Aydın Bulamaç  Adası'nda Yunan bayrağı altında işgalci Yunan askerleri ile birlikte egemenlik ve bayrak gösterisi yaparken, Türkiye'ye meydan okurken, Yunan askeri helikopteri ile Türk hava sahasını 6 mil ihlal ederken, AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan, Başbakan Binali Yıldırım, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ve Savunma Bakanı Nurettin Canikli, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu  olanı biteni turist gibi seyretti. Yunanistan'a müzik notası bile verilmedi."

FETÖ'ye, PKK'ya kucak açan, hamilik yapan Yunan'a bu tavizler göz göre göre neden veriliyor acaba?..

Kandil'e sınır uzaklığımız 100 kilometre, Bulamaç'a 5,8 deniz mili... Haydi bakalım, anlam verin bu işe!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

4 Haziran 2018 Pazartesi

Popülizmin dibi - AYDEMİR GÜLER

Popülizm “halk” demagojisidir. İnsanların hoşuna gidecek mesajları, önüne arkasına bakmadan sıralamak, boş vaatlerde bulunmak, herkese çiçek dağıtmak, siyasal içerikten yoksun reklam kokan işler üstünden sempati toplamak… Popülist davranış kabaca ve kısaca budur.


Ancak popülizmin bir alışıldık türü, klasik yolu varmış; bir de postmodern türü. İkincisi ilkini mumla aratıyor. İşte Haziran 2018’de o dip noktasındayız.

                                                                 ***

İki tür arasındaki fark şöyle anlatılabilir. İlkinde, örneğin “ücretlere zam yapacağım” der siyasetçi, hatta herkese bir ev bir de araba anahtarı falan sözü verebilir. Köyünüze fabrika açacağını söyleyen adaya çok rastlanmıştır… Sonra seçim gelir geçer. Derler ki, biz de isterdik, ama gün hep birlikte kemer sıkma günü.
Popülist propagandanın ille ekonomik olması gerekmez. Siyaset alanında popülizmin sloganı vatan – millet – Sakarya üçlemesi olarak çoktan gırgıra alınmıştır. Yanına bir de yüzde doksan dokuzu Müslüman olan milletimiz eklenince, gelsin alkışlar gitsin bravolar.
Bu klasik tür.
                                                                  ***

Postmodern çağımızın kutsal kitaplarına göre doğru tek değildir. Aynı konuda birden fazla doğru olabilir. Herkesin doğrusu kendinedir hatta. Kimlikler yarışır, bin çiçek açar!
Eski popülizm toplumun farklı çıkarlara bölündüğünü yadsır. Herkese para, herkese destan! Oldu sana milli birlik, beraberlik.
Yeni popülizm, toplumun farklı çıkarlara bölünmüşlüğünü de sömürür. Herkese duymak istediği! Varsın birlik beraberlik olmayıversin. Yeter ki popülist demagogumuzun tuttuğu aynalarda herkes kendini görebilsin.
Bu kadarı eski popülistlere fazla gelirdi. Herkese ayrı bir ayna tutulmasını halk da yemezdi ve notunu “nabza göre şerbet vermek” deyimiyle hemencecik verirdi.
Şimdi postmodern popülizmin dibindeyiz!
Kuşkusuz Erdoğan’ın rekorunu kimse kıramaz. Lakin kimse Erdoğan’ın sözlerinde tutarlılık aramıyor. Biz zaten aramıyoruz, ama Erdoğancılar da aramıyor. Yolsuzluk, hırsızlık, yalan, abartı, hakaret... bunları herkes görür. Ama Erdoğancılar bunlara takılmaz. Reis ve adamları hepsini yapıyor olabilir. “Ama bi’ sor bakalım, ne için yapıyorlar?” Din için, Allah için…
Bu yol, doğası gereği dardır. Mümkünse tek bir kişinin, yalnızca büyük reisin geçebileceği kadar dar olmalıdır.
İyi de başkanın diğer adamları ne yapacak? Onlar da mecburen tek kişiden fazlasının geçemeyeceği o daracık koridora akın ederler. Her biri orada kırılacaktır. Biri kalkar “aya köprü yapacağız desek inanırlar” diye halkı över! Bir başkası İngilizce mesajında enflasyonu patlatır, Türkçe mesajında aşağı indirir! Hatta daha yeni bir AKP adayı Flormar direnişini ziyaret eder, ama konuşurken mikrofon ve hoparlörden bucak bucak kaçar; neyine lazım, duyan olur, söz olur…
Erdoğan böyle bir tuhaflığın rekortmenidir. O kadar başarılı olmuştur ki, yalnız değildir. Onu takip edenlerse işin cılkını çıkarmakta, hatta içine etmektedirler.

                                                                ***

Bu tarz sadece Reis’in küçük kopyaları tarafından izlenmiyor. Tarz egemen olmuş ve artık muhalefette de öyle yapılıyor. Hatta başka türlü yapılamayacağı varsayılıyor.
Eskiden olsa nabza göre şerbet diye alay edilirdi. Şimdi gerçekçilik oldu.
Hepimiz laikiz. Abdestsiz evden çıkmayız.
AKP gayrimeşrudur. Sayın cumhurbaşkanı yasalara uygun davranmalıdır.
AKP dini siyasete alet etmektedir. Mübarek Ramazan bayramını kutlar, hayırlara vesile olmasını dileriz.
Yoksullardan yanayız. İş insanlarına kolaylık sağlansın.
Alevilere eşit haklar isteriz. Adayımız Şeyh torunudur.
16 Nisan’da hükümet hile yaptı. Milletin kabul ettiği sistemin tanıdığı yetkileri kullanacağız.
Kadın hakları geriledi, cumhuriyeti yıkmak istiyorlar. Türban sorunu çözüldü.
Dış politikada barışçı bir çizgi izleyeceğiz. Esat bir diktatör.

                                                                ***

Bu liste uzar gider. Ben yetişemem, kimse yetişemez. Çünkü her gün düzen siyasetinde yeni inciler yumurtlanmaktadır.
Biz bu listenin hızına yetişemeyiz. Ama bu listenin asıl sorunu, insanları, kitleleri, emekçileri, aydınları dışarı itmesidir.
24 Haziran seçimlerinin propaganda haftalarına insanların katılım biçimi, esas olarak TV veya bilgisayar ekranının başında, “haydi kızım” diye yırtınırcasına bağıran at yarışı seyircisini hatırlatıyor. At yarışı seyircisini coşturan para kazanma ihtimalidir. Kendisi ne at ne de jokey olabilir.
Seçime hazırlanan ülkenin yurttaşı bu popülist yalan rüzgarında kendisini hangi dünya görüşünün, hangi fikrin, hangi sloganın parçası hissedebilir ki? Aynı Erdoğan örneğindeki gibi, “tamam bizimki de sallıyor, ama sor bakalım niye sallıyor!”
Durum budur. Düzenin istediği yurttaş tipi siyasete işte böyle angaje olan insan tipidir. Bu insan çok heyecanlanmakta ama yalana bağlanmakta ve yalan sanatını seyre dalmaktadır.
İnsana yaraşan seyretmek değil, mücadeleye katılmaktır oysa. İnsana yaraşan, hele Gezi’nin yıldönümünde bizzat orada olmaktır. Katılan, mücadele eden, kendini veren yalandan uzaklaşır.
                                                                 ***

Seçim platformunda yalnızca bu düzeni değiştirmeye çağıranlar popülizmden uzak duruyorlar. Yalnızca komünist bağımsız adaylar şerbetle, nabızla değil ilkelerle, emekçilerin çıkarıyla ilgileniyorlar. Popülizmin dibinde biriken çamur düzen siyasetinin batağıdır.

Temizleyeceğiz.

Temizleriz.

Aydemir Güler / SOL

Hollywood’un sonu mu geliyor? - ANIL ABA

Demem o ki televizyon iyiden iyiye sinemanın önüne geçti. Robert Redford yıllardır, Sundance söyleşilerinde, sinema sektörünün değişmesi ve dönüşmesi gerektiğini anlatıyor. Bazı diziler tüm bölümlerini Netflix ve benzeri internet televizyonlarında aynı günde yayınlıyor. Spielberg gibi yönetmen ve yapımcıların bile yakında prodüksiyonlarını sinema salonlarında değil internet üzerinden yayınlayacağı söyleniyor.

Hafta içi, hafta sonu, gişe filmi, sanat filmi fark etmeksizin Amerika’da sinema salonları sinek avlıyor. Bazı kompleksler terk edilmiş, hayalet binalara dönmüş durumda. Aşağıdaki grafik Amerika’da yıllık bilet satışlarının (sağ eksen) 2002’deki 1,58 milyar tepe seviyesinden, 2017 senesinde 1,18 milyara kadar gerilediğini gösteriyor. Yani yaklaşık yüzde 24 gibi büyük bir bilet kaybından söz ediyoruz. Gişe hasılatındaki (sol eksen) düşüş ise daha da çarpıcı. Zirve senesi olan 2002’deki enflasyondan arındırılmış hasılat 14,09 milyar dolar iken 2017’deki hasılat, yaklaşık yüzde 31 azalarak, 9,65 milyar dolar olmuş.

Son 23 senede ekonominin hızla büyüdüğünü ve nüfusun sürekli arttığını düşünürsek bu figürlerin yerinde sayması bile sektörün göreli olarak daraldığı manasına gelecekken, bilet satışındaki ve gişe hasılatındaki bu mutlak gerilemeler sektörün düpedüz bir bunalıma sürüklendiğini gösteriyor.

hollywood-un-sonu-mu-geliyor-470785-1.
Bir diğer gösterge de senelik gişe rekoru kıran filmlerin hasılatının azalıyor olması. Doksanlardan sonrasına baktığımızda Titanik, günümüz sabit fiyatlarıyla, 1,21 milyar dolarlık gişe yapmışken, misal, 2016’nın lideri Rogue One: A Star Wars Story sadece 540 milyon dolar gişe yapmış. Yarısı bile değil.

Orijinal filmler çekilmiyor
Şöyle dönüp son 15-20 yılın gişe rekoru kıran filmlerine bir göz gezdirdiğimizde karşımıza net bir şablon çıkıyor. Yüksek gişe yapmış filmlerin tamamına yakını ya devam/öncül filmi (sequel/prequel) ya yeniden çevrim (remake) ya da süper kahraman filmi. Herhangi bir kitaba ya da çizgi romana sırtını dayamadan, sıfırdan çekilip iyi gişe yapmış (Braveheart, Titanik, Top Gun gibi) film yok denecek kadar az.

Tablodan da gördüğünüz üzere aralarında herhangi bir çizgi romanın adaptasyonu, bir filmin devamı veya ön-bölüm olmayan tek film Kayıp Balık Nemo. O da zaten animasyon.

Aynı şekilde, gelmiş geçmiş en fazla zarar yazan 20 filmin 18’i yine 2002 sonrası çekilen filmler. Ve bunların çoğu (mesela Life of Pi ve The Golden Compass) orijinal filmler. Hollywood artık yeni ve kaliteli filmler üretemiyor. Orijinal film girişimlerinin de çoğu batıyor. Sektör artık risk alamadığı için filmleri mitoz bölünmeyle çoğaltıyorlar. Kısa bir roman olan Hobbit’ten üç film çıkardılar. Gişeyi garantilemek için romanda olmayan yıldız karakterleri (mesela Legolas) filme eklediler. Açlık Oyunları’nın ilk iki filmi tuttuğu için üçüncü kitabı bölüp iki film çektiler.

Anlayacağınız, yapımcılar sinekten yağ çıkarmaya çalışıyorlar. Yerli yersiz tutan her filmin devam filmi yapılıyor. Artık baydığı noktada, ön-bölümünü çekiyorlar. Sonra üstüne üç boyutlusunu çekip (bkz. Testere) suyunu da çıkardıktan sonra başka projeye geçiyorlar. Filmler sürekli kendini tekrar ettiğinden çoluk çocuk süper kahraman filmlerini doldursa da yetişkinleri cezbedecek filmlerin sayısı az olunca salonlar genelde boş kalıyor.

Üretim biçimi sıkıştığı zaman icat çıkarma baskısı artar. Şartlar el verirse icat çıkar; yarattığı yeni ekonomi yavaşlayan sistemi toparlar (bkz. buhar makinesi/tren, elektrik/elektronik, otomobil, bilgisayar/internet). Sinema sektörü kendi içindeki bu tıkanmışlığı aşmak için önce IMAX, sonra da 3D inovasyonlarını yaptı. Daha farklı bir sinema deneyimi sunarak izleyiciyi evlerinden çıkarıp salonlara çekmeye çalıştılar. Başta ilginç geldiyse de insanlar renkli gözlüklerden çabuk sıkıldı.

Netflix etkisi
Netflix, yılların video/vcd/dvd/bluray kiralama şirketi olan Blockbuster’ı 2010 senesinde iflas noktasına getirdi. Hatta konuyla ilgili çok goygoy bir South Park bölümü (s16e12) de yapılmıştı, kaçmasın. Artık insanlar istedikleri filmi evlerinde çevrimiçi veya çevrimdışı olarak, görece düşük bir fiyata izleyebiliyorlar. Netflix yüzünden yapımcılar filmlerini DVD ortamında daha erken çıkarmaya başladılar. Yani filmlerin sinema salonlarında kalma süresi de kısaldı.

Tabii ki salonda film izlemek ile evde film izlemek aynı şeyler değil. Netflix’e düşmesini beklemeden izlemek isteyeceğiniz filmler olabilir. Veya arada sevgiliyle dışarı çıkıp sinema randevusu yapmak isteyebilirsiniz. Ama ortalama bir filmi, birkaç ay sonra, her halükârda aylık ücretini ödediğiniz Netflix’te izlemek varken neden sinemaya gidesiniz? Üstelik bilet fiyatları da bu kadar yüksek iken.

TV dizilerinin istilası
Artık TV dizileri sinema filmi kalitesinde çekiliyor. Bazı dizilerin tek bir bölümünün bütçesi koca bir filmin bütçesini aşıyor. Üstelik dizi sektörü Hollywood’un içine düştüğü “franchise film serisi” batağına saplanmış değil; hâlâ çok orijinal yapımlara rastlayabiliyoruz. Bir noktadan sonra insanlar Ninja Kaplumbağalar 6 filmini izlemek yerine, misal, La Casa de Papel gibi orijinal bir diziyi izlemeyi tercih ediyorlar. Bu diziler, filmlere kıyasla, daha komplike hikâyeler ve daha detaylı işlenmiş karakterler sunuyor.

Demem o ki televizyon iyiden iyiye sinemanın önüne geçti. Robert Redford yıllardır, Sundance söyleşilerinde, sinema sektörünün değişmesi ve dönüşmesi gerektiğini anlatıyor. Bazı diziler tüm bölümlerini Netflix ve benzeri internet televizyonlarında aynı günde yayınlıyor. Spielberg gibi yönetmen ve yapımcıların bile yakında prodüksiyonlarını sinema salonlarında değil internet üzerinden yayınlayacağı söyleniyor.

hollywood-un-sonu-mu-geliyor-470786-1.

Yüksek bilet fiyatları
Amerika’da ortalama bilet fiyatı 9 dolar. New York, Chicago gibi metropollerde bu fiyatlar 15-20 dolara kadar çıkıyor. Festivallerde biletler 25-30 dolarlardan başlıyor. 5 dolara patlamış mısır, 3 dolara içecek. Sadece 2 kişi gidiyor olsa, 2 saat için en az 60 dolar. Amerikalılar bu fiyatları çok yüksek buluyor. Benzer durumu NBA maçlarında da görüyoruz, biletler pahalı, stadyumlardaki doluluk oranı yüzde 60’larda. Halkın alım gücü iyiden iyiye aşındığı için konserdi, maçtı, sinemaydı artık eskisi kadar rağbet görmüyor. Hatta bazı eyaletlerde yarı fiyatına halk günü uygulaması bile yapılmaya başlandı. Abur cubur fiyatlarının da saçma sapan yüksek olması insanları caydıran bir diğer faktör. Türkiye’de durum Amerika’dakinden de kötü. Sinema bileti fiyatının asgari ücrete oranı bizde daha yüksek.

Ürün satışları ve dünya gelirleri
Gone Girl gibi bir projenin ancak filmini satarsın; kısır ve riskli bir proje olur. Ama Örümcek Adam çekersen filmini satarsın, çantasını satarsın, tişörtünü satarsın, posterini satarsın, kostümünü satarsın, bilgisayar oyununu satarsın, anahtarlığını satarsın, her şeyini satarsın. Garanti bir rant var. İşte bu yüzden Gone Girl gibi iyi filmler 3-5 yılda bir denk geliyor. Gerçi o da kitap uyarlaması ama, yine de...

Büyük şirketleri batmaktan kurtaran bir diğer kanal ise dünya gelirleri. Amerika ekonomisi durağan, Hollywood krizde, iç piyasa giderek daralıyor. Fakat ekonomik durumu görece daha iyi olan yükselen bazı ülkelerden gelen gişe hasılatı yapımcıların muhasebesini toparlayabiliyor. Eskiden Hollywood filmleri Amerikan izleyicisine göre çekilirdi. Artık dünyanın diğer ülkelerindeki izleyicilerin de talepleri dikkate alınarak çekiliyor. Mesela Transformers, çizgi dizisi vaktiyle her yerde yayınlandığı için, tüm dünyada karşılık bulan bir yapım. Transformers 4, toplam hasılatının %77’sini Amerika dışından elde etmişti.

Türkiye’de tekelleşmenin sonuçları
Biliyoruz ki Türkiye’de yerli filmlerin piyasası Hollywood filmlerinden büyük. Her yıl en çok gişe yapan filmlerin çoğu yerli yapım oluyor. Fakat ülkemizde göze çarpan iki temel sorundan birisi yüksek bilet fiyatları, diğeri de artık iyice bayan şive komedileri. Yüksek bilet fiyatları operasyonda tekelleşmenin sonucu, yoksa sinema filmi göstermenin marjinal maliyeti çok düşük. Şive komedileri de kısmen dağıtımda tekelleşmeyle alâkalı. Mars Entertainment Group, hem dağıtımı hem de operasyonu büyük oranda kontrol ediyor. Bugün Türkiye’de her üç sinema biletinden ikisini Mars’a bağlı olan CineMaximum satıyor. Dağıtılan her üç filmin de birini yine Mars Media dağıtıyor.

Kapitalist, kâr haddine bakar. Eğer Recep İvedik 8, Eyvah Eyvah 5, Oflu Hoca 4 gibi filmler daha kârlı olacaksa Sarmaşık ve Kış Uykusu gibi filmler dağıtımı yapılmaz. Yapımcılar da dağıtılmayacak film çekip batmak istemezler. Mesela Recep İvedik 4 Türkiye’deki 2300 salonun takribî 1400’ünde gösterilirken Sarmaşık sadece 16 salonda gösterilmişti. Hâl böyle olunca ortalık devam filmleri ve şive komedilerinden geçilmez oluyor. Sanatsal ve orijinal filmler çekmek isteyenler Kültür Bakanlığı’nın desteklerini zorluyorlar. Fakat o desteklerin kimlere verildiği soru işareti…

Öte yandan medyada çıkan “salon çok, seyirci yok” veya “Beyoğlu’nda sinemalar can çekişiyor” ve benzeri başlıklı haberler başka sorunlara da işaret ediyor. Sinemalar AVM’lerin bir parçası haline getirilerek tüketim kültürüne entegre edildi. Sinemaları geçtim, tiyatro salonları bile AVM’lerin içine açılıyor artık. AVM’ye giden insan profili belli olduğu için buradaki sinemalarda gösterilen filmlerin de kalitesi ona göre oluyor.

Toparlamak gerekirse, dağıtım ortamındaki rekabet (Netflix, redbox, torrent, korsan stream) ve giderek tekdüzeleşen filmler nedeniyle sinema sektörü derin bir kriz yaşıyor. Azalan hasılatlar şirketlerin borsa fiyatlarına da yansımış durumda. Walt Disney vb. yapımcıların hisseleri sürekli değer kaybederken, Netflix NASDAQ’ta rekordan rekora koşuyor. Tekelleşme eğilimi bunların bir sonucudur. Edison ampulü bulduğunda bütün mumcular işsiz kalmıştı. Alternatif bir model eskisine oranla daha verimli, daha ucuz ve daha pratik bir şekilde film yayını yapıyorsa eski model piyasasını yitirebilir. Buna yaratıcı yıkım deniyor. Yirminci yüzyılın başında mumcuların başına gelen şey bugün sinema esnafının başına geliyor. Belki özel buluşmalarda ya da çok beklediğiniz filmler için sinemaya her zaman gideceksiniz ama gidişat toplam sinema ziyaretlerinin daha da azalacağına işaret ediyor.

Tim Wu “The Master Switch” kitabında Amerikan enformasyon şirketlerinin tarihsel bir incelemesini yaparken işin sinema ve TV ayağında bu meseleleri çok iyi çözümlüyor. Şu an yapım sektöründe 600’den fazla şirket her sene yüzlerce film yapıyor. En büyük 6 şirket olan Warner Bros, Walt Disney, Sony Pictures, Paramount, 20th Century Fox ve Universal sırasıyla yüzde 11, yüzde 10,3, yüzde 9,5, yüzde 8,6, yüzde 8,4 ve yüzde 7,7 pazar paylarına sahipler. Altı şirketin payları birbirine çok yakın ve toplamda da 682 şirket var. Yani sadece iki şirketin toplam yüzde 70 pazar payı olduğu gazlı içecek sektörüne kıyasla film sektöründe rekabetin daha yaygın olduğunu söyleyebiliriz.

Wu’nun da öngördüğü gibi, orta vadede büyük balıkların, batan veya kârlılığı azalan yapımcıları satın alacağını, hatta büyük şirketlerin kendi aralarında birleşmeler yaparak daha konsantre bir oligopol piyasaya doğru yöneliş olacağını düşünüyorum. Geçen yıl Disney ve Fox birleşme duyurusu yapmışlardı. Yasal süreç devam ediyor. Hollywood’un üretim noktasındaki kârlılık sorunları ancak tekelleşmeyle çözülebilir. Zaten Netflix biraz da bu yönelime sigorta olarak kendi prodüksiyonlarına başlamadı mı?

Anıl Aba / BİRGÜN

Paşa İnce'yi alkışlasaydı!!! - MEHMET FARAÇ

Türk Silahlı Kuvvetleri birlikleri sınır dışında da canları pahasına mücadeleyi sürdürürken, siyaset içindeki kimi tartışmaların TSK'yı yıpratması doğrusu çok şaşırtıcı...

Son günlerdeki tartışmaların odağına oturan bir üst düzey komutan var... Adı İsmail Metin Temel... 2. Ordu Komutanı...

Dünkü yandaş medya onun üzerinden CHP adayı Muharrem İnce'ye saldırmıştı... AKP medyası, Temel'in Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı Hareketini yönettiğini, Öcalan'ın "özledim" dediği dağlarda çay içerken poz verdiğini ve "FETÖ'cüler" tarafından öldürülmek istendiğini yazmıştı...

O komutanın geçmişine, görevdeyken yaşadıklarına, devlet için mücadelesine söylenecek söz yok... Kimse de zaten bunu tartışmıyor...

Ancak bir gerçek var; Ülkenin cumhurbaşkanı, yani iktidar partisinin lideri Erdoğan, hem de seçim "propaganda"sı döneminde diğer bir adayı eleştiriyorsa, bir üst düzey komutan söylenenleri alkışlamaz, alkışlayamaz...

Muharrem İnce işte bu gerekçeyle de tepkisinde haklı... Çünkü Temel'in alkışladığı konuşmada Erdoğan, "vatan demiyor, bayrak demiyor, millet demiyor" direkt İnce'yi eleştiriyor...
"Beni eleştirdiği yerde general de Erdoğan'ı alkışlıyor" diye tepki gösteren İnce'nin, "Türk ordusunun generali misin, AKP'nin il başkanı mısın" sorusu da ne yazık ki haklı bir soru haline geliveriyor...

Evet; siz bakmayın yandaş medyaya, AKP tayfasına ve siyasette mercimek kadar etkisi yokken her fırsatta CHP'ye saldıran iş birlikçi zavallılara...

Kimse kusura bakmasın; FETÖ balçığında zaten yeterince hırpalanan devletin ordusu bir de siyasetin içinde tartışma konusu olursa, "apolet"ler kendiliğinden sarsılır ki, bu erozyon TSK içinde disiplin de bırakmaz, ciddiyet de saygınlık da...

Üstelik İnce'ye taarruz eden yandaş güruha ve karanlık destekçilerine açıkça sormak lazım;
İsmail Paşa tam tersini yapsaydı, yani Muharrem İnce, Erdoğan'ı eleştirirken heyecanla muhalefet adayını alkışlasaydı neler olurdu acaba?.. Eminim 30 Ağustos'a bile kalmadan "FETÖ'cü" damgası yemiş olurdu!..


Mehmet Faraç / YENİÇAĞ

General ve efe fıkrası! - ARSLAN BULUT

2'nci Ordu Komutanı İsmail Temel'in, Malatya'da TOBB'un verdiği iftarda, AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan'ın, siyasi rakibi Muharrem İnce'yi eleştiren sözlerini alkışlaması, ordunun siyasete karışması olarak görüldü ve eleştirildi. Muharrem İnce ise "Onun apoletlerini sökerek emekli edeceğim" dedi. Bunun üzerine başta Tayyip Erdoğan olmak üzere AKP'li siyasiler İsmail Metin Temel'in bir kahraman olduğunu öne çıkardılar, ona sahip çıktılar.

Son olarak Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, "İsmail Temel paşa, bu ordunun şerefli ve kahraman bir mensubudur. Hem darbecilere hem teröristlere karşı devletinin milletinin hukukunu ölümüne müdafaa etmiştir. İsmail Temel gibi kahraman bir vatan evladının apoletlerini sökme görevi PKK veya FETÖ veya onu destekleyenler tarafından Sayın İnce'ye mi verildi?" diye sordu. Vatan Partisi de aynı cümleye ABD'yi ekledi!.

                                                                         ***

Oysa meselenin özü ordunun siyasete karışmamasıdır. Yakın zamana kadar askeri vesayetten şikâyet eden bir siyasi hareketin, özellikle 15 Temmuz'u Allah'ın lütfu olarak görüp, ordu üzerinde siyasi vesayet kurması, hatta Müyesser Yıldız'ın haberine göre hükümet yanlısı olmayı terfi etmek için kriter haline getirmesi, bu ülkeye yapılan en büyük kötülüktür. Zira ordunun siyasete karışması, iç siyasetin bir malzemesi haline gelmesi, o ülkeye felaket getirir. Böyle bir ordu, savaş yeteneğini kaybeder. Çünkü terfi sistemindeki adaletsizlik, orduyu kendi görevinden uzaklaştırır. Ordu, milletin ordusu olmaktan çıkar, siyasi iktidarın baskı aracı haline gelir!

Bunu mu istiyorsunuz? Son tahlilde ordunun zayıflamasından dolayı, iktidar ülkenin güvenliğini tehlikeye atmış olur ve toprak kaybeder! Bu sebeple halkın iktidara olan güveni sarsılır. İktidar bu sebeple paldır küldür düşer! Düşer de ülkeyi de ayağa düşürür.

                                                                          ***

Evet, Muharrem İnce'nin "apoletlerini sökerim" sözü, ağırdır. Zira apolet sökmek, yürütme görevinde olanların değil yargının yetkisindedir. Ayrıca, İsmail Metin Temel'in davranışı, apoletlerin sökülmesi kararı verilecek bir suç değildir. Şimdilik bir disiplin suçudur. Muharrem İnce, yürütmenin başına seçilirse, şimdiki gibi yargıya talimat mı verecektir?

Fakat Muharrem İnce, tepki göstermekte haklıdır. Tepki gösterdi diye İsmail Metin Temel'in terörle mücadelesinden yola çıkarak, İnce'yi PKK, FETÖ ve ABD'nin yanına koymak, komiktir!
İktidar kanadı, CHP'nin seçim bildirgesinde ve Muharrem İnce'nin konuşmalarında yer alan "açılım politikası"nı eleştiremiyor, çünkü kendisi aynı politikayı uzun süre uyguladı. Şimdi kendi yaptıklarını hatta daha fazlasını CHP'nin de seçim vaadi olarak açıklamasına ses çıkaramıyorlar ama siyasi bir davranış sergileyen generali koruma bahanesiyle, onun kahramanlığını öne çıkararak CHP'yi suçlamaya, böylece bu krizden oy devşirmeye çalışıyorlar.

                                                                            ***

Bir defa kahraman olmak, kimseye suç işlemek için imtiyaz tanımaz! Ordu "siyasetin figüranı" olarak kullanılmak istenirse, Türk subayının görevi, buna karşı, ordunun ilkelerini korumaktır.
Denilebilir ki "Orduda çok ciddi bir FETÖ kadrolaşması yaşanmışken, üstelik bu yapı hâlâ tasfiye edilememişken, ordunun bir alkışlama ile siyasete karıştığını iddia etmenin ne anlamı var? Ordu siyasete, asıl bu kadrolaşma ile bulaştırıldı ve onlar da ülkeye 15 Temmuz'u yaşattılar. Bu kadrolaşma yaşanır ve ordu ele geçirilirken ses çıkarmayan siyasilerin şimdi bir alkış üzerine kıyameti koparması efe fıkrasındaki gibi her şey olup bittikten sonra harekete geçmeye benzemiyor mu?"


Benziyor da "sinek ufaktır ama mide bulandırır" derler ya, iftar sofrasında milletin midesini bulandırmaya kimsenin hakkı yoktur!


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

3 Haziran 2018 Pazar

Gözyaşı: Yemek tarifinde de var - MUSTAFA K. ERDEMOL

Prometheus, insanları yarattığı çamuru gözyaşıyla yoğurmuştu. Cenazelerde gözyaşı döksün diye para karşılığı tutulan ağlayıcılar vardı.

Haber birkaç satırlıktı, ama o kadarı bile benim için ilginç olmaya yetti. Siirt’te düzenlenen bir operasyonda, 3 ya da 4 bin yıllık olduğu tahmin edilen aralarında 86 gözyaşı şişesinin de bulunduğu 123 tarihi eser niteliğine sahip malzeme ele geçirilmiş.

Belli ki define avcıları bir yerleri kazıp bulmuşlar bunları. Diğerleri ne kadar değerlidir bilemem, ama kaçakçılar eğer satabilselerdi en çok parayı o gözyaşı şişelerinden kazanacaklardı kuşku yok. Ne anlama geldiğini biliyorlar mıydı, ondan da emin değilim ama bana göre ellerindeki en değerli parça işte o 86 adet şişedir. İyi vurgun doğrusu.

O şişeler insanlığın yas tarihinin en ilginç gereçleridir. İnsanoğlu/kızı, hem de binlerce yıldan beri gözyaşlarını bu şişelerde topladı/toplamaktalar çünkü. Bugün unutulmuş sanılır ama hâlâ bazı toplumlarda bu adet sürer.

Ne zaman çıktı belli değil
Bu şişeler tam olarak ne zaman kullanıldı, bir tarih vermek zor ama antik çağda başladığını düşünmemize yol açacak bir dolu belirti var. Eski Ahid’de de geçer ayrıca; Davud, Tanrı’ya dua ettiğinde gözyaşını bir şişede toplandığından söz eder. Hıristiyan Roma döneminde de yas tutanlar, küçük cam şişelerini gözyaşıyla doldururlardı. Daha yakın sayılacak bir zamanda, 19. yüzyıl İngilteresinde, Victoria döneminde sevenlerinin kaybı için yas tutarken ağlayanlar da gözyaşlarını özel tıpalı şişelerde toplardı. Bu şişelerin bir özelliği, gözyaşının zamanla buharlaşmasına olanak verecek şekilde tasarlanmasıdır. Nedeni şu; şişedeki gözyaşı tamamen buharlaşıp yok olunca matem de bitmiş olurdu. Tuhaf bir zaman belirteci yani.

Daha da yakın sayılacak bir dönem olarak Amerikan İç Savaşı verilebilir. Kadınlar savaştaki eşleri için döktükleri gözyaşını şişelerde toplayarak onların sağ salim döneceklerine inanırlardı.

Tuhaf ya da değil sonuçta kimseye zararı olmayan bir inanç bu. Matemin doğal eşlikçisi olan gözyaşının yemekte bile kullanıldığına şaşırabilir insan ama var. Ermeni mutfak kültürünün en hoş tariflerinden birinde rastladım ben buna örneğin. Hâlâ çıkıyor mu bilmem (keşke devam ediyor olsa) Yemek ve Kültür dergisi vardı bir zamanlar. Bulabildiğim tüm sayılarını alırdım. Derginin sekizinci sayısında Musa Dağdeviren’in ‘Unutulmuş Halk Yemekleri’ başlığıyla anlattığı Zavuş adlı bir yemeğin tarifi vardır. Bir Ermeni yemeği bu. Nar ve mercimek ile yapılıyor. Narları tane tane ayırıyor, bir bez torbanın içine koyup suyunu çıkarıyor, ardından mercimekleri bir tülbente koyup ağzını bağlıyorsunuz. Bundan sonrası biraz zor tabii; nar suyunu bir testinin içine koyduktan sonra bir tepe bulmanız gerekiyor çünkü. Bulduktan sonra testinin içine mercimekleri atıyorsunuz. Testinin ağzını bezle bağlayıp üzerini çalı çırpıyla kapatıp, iki ay tepede bırakıyorsunuz. Her on beş günde bir gelip etrafında “Zavuş Meryem, Zavuş Meryem” diye üç kez bağırmanız gerekiyor. Asla yapamam. Bu ne sabır isteyen bir yemektir böyle. Yemeğin gözyaşıyla ilgili bölümü şu; mercimekleri testinin içine atarken, üç damla da gözyaşı eklemeniz gerekiyor.

Olmadık yerlerde karşımıza çıkıyor yani gözyaşı. Prometheus’un insanları yarattığı çamuru gözyaşıyla yoğurduğunu bilir, ‘Eh efsanedir olur’ deriz ama gözyaşı kullanımı sadece efsanelerde var olan bir olgu değil.

İmam Gazali de gözyaşına çok değer verirdi. Kuran okumanın kuralları diye maddeler dizisi vardır onun. Kurallardan birinde Kuran okunurken bol bol gözyaşı dökmek öğütlenir. Bu kadar önemli yani bu gözyaşı.

Dolayısıyla İslam’da da gözyaşına değer verilir. “Gözyaşı Medeniyeti” diye tanımlayanlar da vardır İslam’ı bu nedenle. İslam dünyasında “el bukain” adı verilen bir topluluktan söz edilir. “Ağlayıcılar” demektir bu.

Bu kadar değerli olan gözyaşının konduğu o şişeler bu nedenle çok pahalıya giderdi. Siirt’te yakayı ele veren kaçakçıların büyük voleyi kaçırdıkları kesin. Hele tahmin edildiği gibi 3 ya da 4 bin yıllıksa o şişeler gerçekten paha biçilemez. Umarız müzelerimizden birinde sergilenir de görürüz.

Ücretli ağlayıcılar
Tabii bu kadar değerli olunca gözyaşını ranta çevirenler de olmamış değil. Yani hemen hemen her toplumda, bizde de cenaze törenlerinde kiralık ağlayıcılar tutulurdu. Verirdiniz parasını, kaybınız için kendi ana ya da babaları ölmüşçesine ağlarlardı bunlar. Büyük profesyonellik yani. Bu ücretli ağlayıcılara Mısır’da, Çin’de, Akdeniz’de, Yakın Doğu’da hâlâ rastlanır. Ugarit destanlarında da adı geçen bu tür topluluklar vardır. Rudaali olarak da adlandırılan profesyonel yas tutan kadınlar, Hindistan’ın birçok bölgesinde özellikle de Rajasthan eyaletinde yaygındır örneğin. Tüm bunların “resmi” adları da Moirologlar, yani Yas Tutanlar’dı. Ne meslekler varmış meğer.

Nasıl ağladıklarına Eski Mısır’dan örnek vereyim; ağlamalarının istendiği kişinin cenazesinde yüksek sesle ağlar, bedenlerini döver, yine bedenlerine çamurlar sürerlerdi. Parayı hak ediyorlarmış doğrusu.

İşte şişelere toplanan gözyaşı böyle bir şey. Tarihsel yas geleneğinin bir parçası. Günümüzde belki hâlâ gözyaşlarını toplayanlar vardır. Çünkü dünyanın neresine giderseniz gidin bu şişeleri üretenleri görürsünüz. Cam sanatçıları hâlâ yapıyorlar. Uzun boyunlu, küçük şişeler bunlar, gövdesi ampul şeklinde olanlar da var.

Bence en iyisi ampul şeklinde olanı. 24 Haziran’dan sonra ya sevinçten ya da üzüntüden toplayacağımız gözyaşları için ideal bir seçim.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Gezi’den 24 Haziran’a: Sığmadığımız çuval, giymediğimiz deli gömleği - FATİH YAŞLI

Gelecekte bir gün bugünlerin tarihi yazılırken, son on altı yıla dair incelemeler yapılırken, “Gezi’den önce” ve “Gezi’den sonra” diye başlıklar atılacak, Gezi’nin, 2013 yılının o görkemli Haziran ayının, sadece Türkiye için değil dünya toplumsal mücadeleler tarihi için de nasıl muazzam, nasıl müstesna bir hadise olduğu anlatılacak, “Gezi’den sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı” denecek.


Tam beş yıl oldu, tam beş yıl önce bu ülkede milyonlar eşine tarihte az rastlanır bir şekilde, sokakları, alanları zapt ettiler, bir şenlik havasında, bir karnaval havasında direndiler, yurttaş oldular, halk oldular, kardeş oldular, öğrendiler ve öğrettiler.

Mesele “üç beş ağaç” değildi elbette, daha doğrusu mesele “sadece üç beş ağaç değil”di ama her şey o üç beş ağaçla başladı, öyle başlaması da gerekiyordu; çünkü iktidara direnmenin tam da o iktidarı sembolize eden şeye, yani betonlaşmaya karşı o “üç beş ağacı” savunmak için başlaması kaçınılmazdı adeta. İnşaat üzerine kurulmuş bir ekonomik büyüme modeli, buradan dağıtılan rantlar, yok edilen kentler, yok edilen doğa, yok edilen tarihsel doku, işçi ölümlerinde üst üste kırılan rekorlar, kentin ortasında seri katil misali can almaya devam eden hafriyat kamyonları…

İktidar bunların hepsinin toplamı olduğu için direnişin tam da buradan, buna karşı başlaması tarihsel bir zorunluluktu ve işte Gezi o zorunluluğun ta kendisiydi.

Peki Gezi yenildi mi? Direniş sokaktan çekildi, kişisel tarihleri “Gezi’den önce” ve “Gezi’den sonra” diye ikiye bölünenler, Gezi’yle politize olanlar evlerine döndüler, Gezi’nin ruhu seçim sandıklarına hapsedilmek istendi, sandıktaki her sonuç Gezi kitlesini yılgınlığa, bezginliğe, umutsuzluğa sevk etti. İnsanlar giderek kendi dünyalarına gömüldü, ülkeyle ve siyasetle bağını asgari düzeye indirdi, Gezi de çok uzak bir geçmişte kalmış nostaljik bir hadiseye dönüştü.

Ancak öte yandan Gezi ruhu, fırsatını her bulduğunda, ülkenin üzerinde dolandığını göstermeye devam etti. 7 Haziran seçimleri böyleydi, Adalet Yürüyüşü böyleydi, referandumdaki hayır kampanyası böyleydi. Eğer Gezi, iktidar partisinin memleketi içine doldurmak istediği çuvala, topluma giydirmek istediği deli gömleğine esaslı ve esastan bir itirazsa, Gezi ruhu yenilmedi, “yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer”e dönüştü.

Evet zaman zaman geri çekildi, zaman zaman sessizliğe büründü ama toplumsal olanın derinlerinde bir yerde, bir yeraltı ırmağı gibi sessiz sedasız akmaya ve bir çatlak bulduğunda oradan kimi zaman sızmaya kimi zaman taşmaya devam etti. Şimdi yine bir seçim arefesinde, üstelik Haziran ayında, Gezi’nin beşinci yılındayız ve bir kez daha o ruh memleketin üzerinde dolanmaya, o yeraltı ırmağı bulduğu çatlaklardan sızmaya, toplumda bir umut dalgası yaratmaya başlamış durumda. 

On altı yılın sonunda, iktidar partisinin elindeki her türlü güce rağmen, yandaşlaşmış basına, bağımlı hale gelmiş yargıya, susturulmuş üniversiteye rağmen, Türkiye toplumunun en az yarısı, siyasal İslam’ın toplumsal mühendislik projesine bir kez daha itiraz ediyor, Türkiye toplumunun en az yarısı iktidar partisinin inşa ettiği rejime bir kez daha “Dur” demeye hazırlanıyor.

Seçim kararının alındığı ilk günden beri bu köşede, bu umudun ne kadar değerli, ne kadar kıymetli olduğunu söyledik; Türkiye toplumunun teslim olmama iradesine güvendik, halkın gücüne inandık. Öte yandan, sandıktan ibaret bir siyasetin zaaflarına, eksiklerine işaret ettik ve örgütlü bir toplum olmanın, sokaktaki mevcudiyetin, sandık sonrasını düşünmenin önemini anlattık.

Seçime üç hafta kala şimdi bunu bir kez daha ve çok daha güçlü bir şekilde idrak etmek gerekiyor. Bir yandan, devletleşmiş bir partinin iktidarı öyle kolay kolay bırakmayacağını, bunun için her şeyi göze alabileceğini ve her şeyi yapabileceğini akıldan hiç çıkarmamamız, iyimser olmakla birlikte temkinli bir gerçekçiliği devam ettirmemiz lazım.

Çünkü bu aynı zamanda yapabilecekleri her şeye dair zihinsel ve pratik olarak hazırlıklı olmak anlamına gelecek.

Öte yandan, olası bir iktidar değişikliğinde dahi topluma acı bir reçetenin ve kemer sıkma politikalarının sunulmasının kaçınılmaz olduğu dile getiriliyorken, “nefes alma”nın sadece siyasetin despotluğundan değil, piyasanın ve sermayenin despotluğundan da kurtulmak anlamına gelmesi gerektiğini unutmamalıyız. Siyasal despotluktan kurtulduk diye piyasanın despotluğuna razı olmamak, krizin faturasının emeğiyle geçinen insanlara ödetilmemesi, krizin yükünün halkın sırtına bindirilmemesi için mücadele etmek zorundayız.

Gezi’nin beşinci yıl dönümündeyiz ve elimizde umut ve direnmek adına ne varsa hepsi Gezi’den, hepsi o muhteşem Haziran’dan kalma. Sandığı ihmal etmeden ama sandığa da sığmadan, seçim sonuçlarını önemseyerek ama seçimden bir gün sonrasını da unutmayarak, o umudu ve direnişi güçlendirmemiz, çoğala çoğala yürümeye, büyüye büyüye yol almaya devam etmemiz gerekiyor.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN