6 Haziran 2018 Çarşamba

Türkiye ekonomisinin büyümesi sağlıksız niteliktedir - ERİNÇ YELDAN

Türkiye ekonomisi yeni bir kriz tehdidi altında. Peki, bu istikrarsız yapının ana kaynağı nedir? Türkiye ekonomisi niçin potansiyel büyüme hızında süreklilik gösterememektedir? 

Bu sorunun yanıtı kuşkusuz, ulusal ekonominin büyümesinin ardında yatan niteliksel öğelerde gizlidir: Türkiye ekonomisinin dalgalanmaları doğrudan doğruya uluslararası sermaye akımlarının yönüne bağlı olarak yaşanmaktadır. Dışarıdan (her ne pahasına olursa olsun) sermaye girişi yaşandığında ekonomik aktivite canlanmakta, sadece iç talep değil, ihracat performansı da ithal girdilerin ucuzlaması sayesinde yükselebilmektedir. Sermaye girişlerinin yavaşlaması durumunda ise ulusal ekonomi durgunluğa sürüklenmektedir. 


Türkiye ekonomisi özellikle 2010 ve sonrasında küresel ekonomideki ucuz kredi bolluğuna dayanarak yeni bir spekülatif büyüme konjonktürüne sürüklenmiştir. Türkiye’nin 1990 sonrası iktisadi tarihçesi bu tür konjonktürel büyüme dalgalarının nasıl hüsranla sonlanmış olduğuna dair örneklerle doludur. 

Bu tespitler sadece bizler tarafından değil, uluslararası kuruluşlarca da sıklıkla dile getirilmektedir. Örneğin 2012’de IMF tarafından yayımlanan VI. Çerçeve Raporu, daha ikinci paragrafında bu sorunu, “sermaye girişleri bol iken büyüme güçlü seyretmekte; sermaye hareketleri yön değiştirdiğinde ise ekonomi daralmakta, Türkiye’yi genişleme-daralma çevrimlerine mahkûm etmektedir”  sözleriyle itiraf etmekteydi.

***

2000’li yıllarda tüketim ve yatırım talebi ithalata bağlı olarak hızlanırken, ulusal sanayi de ithalat baskısı altında gerilemesini sürdürdü. Kalkınma yazınında “olgunlaşmamış sanayisizleşme” (premature de-industrialization) diye anılan istikrarsızlık tehdidi Türkiye’yi de etkilemekteydi. 

Sanayisizleşme kavramı ile, olgunlaşmış sanayi toplumlarının artık işgücü ve diğer kaynaklarını giderek sanayi sektöründen, inovasyon ve yüksek teknolojili hizmetler sektörlerine kaydırma süreci anlatılmakta. Sanayiden giderek aktarılan işgücü ile birlikte sanayi katma değerinin toplam milli gelir, sanayi istihdamının da toplam istihdam içerisindeki payının azalması kaçınılmaz olduğu için, söz konusu sürecin sanayisizleşme kavramı ile betimlenmesi son derece doğal. 

Konunun Türkiye benzeri gelişmekte olan ülkelerdeki boyutuna bakacak olursak, taklit ve montaj sanayiilerine dayalı sanayileşme sürecine sürüklenip, ulusal sanayilerde gelişme olgunluğunu tamamlamadan, doğrudan doğruya spekülatif köpüklere dayanan hizmetler sektörlerine (ve Türkiye ve benzer birçok ülkede inşaata) işgücünü aktarmaya başlaması bir dizi yapısal sorunu da beraberinde getirmekte olduğunu görebiliriz. 

Örneğin, hizmetler sektöründe inovasyon ve yüksek teknolojili ürün üretme kapasitesinin henüz geliştirilememiş olması nedeniyle, söz konusu istihdam güvencesiz ve marjinalleştirilmiş biçimde hiper-sömürü altında çalışmaya itilmekte; sanayileşme sürecinin getirdiği kazanımlar geciktikçe demokratik bir dizi kurum da oluşturulamadan işlevini yitirmektedir. 

Türkiye’de istihdamın dönemsel dinamiklerini yakından gözleyebilmek için TÜİK’in yayımlamakta olduğu mevsimsel etkilerden arındırılmış işgücü verilerini inceleyeceğiz. Aşağıdaki grafik son 13 yılın gelişmelerini özetliyor.

[Haber görseli]

Sanayinin üretim ve istihdam kaybı Türkiye ekonomisinin son 15 yılını net bir şekilde özetliyor:Türkiye giderek sanayiden uzaklaşan ve taşeron bir hizmet üreticisi olarak bir ithalat cennetine dönüştürülmektedir.
 
Türkiye ekonomisinin büyümesinin sağlıksızlığı burada yatmaktadır.

Erinç Yeldan / CUMHURİYET

İlk yılın Gar-anti faturası: 16.5 milyon TL - ÇİĞDEM TOKER

Ankara YHT (Yüksek Hızlı Tren) garının inşası sırasında, övgü niteliğinde sıkça  “Havaalanı gibi” benzetmesi yapıldı. Bugün de gar binasından ilk kez giren hemen herkes aynı duyguyu hissediyor. 

Bu his ve teşbih boşuna değil. 

Yap-İşlet-Devret (YİD) modeline dayalı Türkiye’deki ilk gar olan Ankara YHT’nin havaalanına benzetilmesine yol açan sebep tam da bu: Modeli. 

YİD modeli, yatırımı finanse etmesi karşılığında, devletten şirkete yıllar itibarıyla döviz cinsinden verdiği yolcu sayısı garantisi, ticari alanların gelirleri gibi ayrıcalıklar sağlanması demek. 

Bu da günün sonunda, yani 20-25 yıl bitip de şirketin projeyi devlete devrettiği saatte yapılan yatırımın kat kat çıkarılması, şirket kasasına milyarlar aktarılması anlamına geliyor.

Dünkü yazıda Ankara YHT için TCDD’nin yolcu başına 1.5 dolar artı KDV üzerinden verdiği ve 14 yılı kapsayan yolcu garanti sayılarını aktarmıştım. 

Bugün de 29 Ekim 2016 tarihinde hizmete giren Ankara YHT için, bir yıllık net yolcu sayısı ve şirketle imzalanan sözleşme kapsamında, Limak-Kolin- Cengiz ortaklığına aktarılacak kaynağı irdeleyeceğiz.

Aktaracağım rakamlar TCDD kaynaklı. 

Garın hizmete açılışının ertesi günü 30 Ekim 2016-30 Ekim 2017 döneminde, İstanbul, Eskişehir ve Konya yönüne toplam 2 milyon 207 bin 230 yolcu seyahat etmiş.

İlk yıl için, yolcu başına 1.5 dolar artı KDV’den garanti edilen toplam yolcu sayısı 2 milyon. Sayı 2 milyonun üzerine çıkarsa, 50 sent garanti ödeniyor. 

İlk yılın 3 milyon dolara karşılık gelen garanti tutarı, mayıs ayı dolar kurunu ortalama 4.5 TL aldığınızda 13.5 milyon TL. KDV’siyle birlikte yaklaşık 16 milyon TL. 2 milyonun üzerine çıkan 207 bin 230 yolcu sayısı da 50 sent üzerinden KDV’siyle birlikte yaklaşık 550 bin TL. 

Bu veriler altında, TCDD’nin ilk yıl için Limak-Cengiz-Kolin’e yaklaşık 16.5 milyon TL ödediğini söylemek mümkün. 

Sözleşmeye göre yıllar ilerledikçe yolcu garanti sayısı 5 milyon, 8 milyon, 10 milyon diye gidecek.
 
Garanti süresi 14 yıl. Yani sadece Ankara YHT için Limak-Kolin-Cengiz’e 2030’a kadar bütçeden kaynak aktarılacak. Bugünün kuruyla 2030 yılında 10 milyon yolcu garantisi karşılığında devletten 69 milyon TL ödenecek. Bu sayıya KDV tutarı ve 10 milyonun üzerine çıkacak yolcu sayısı dahil değil. Otel, motel, lokanta, kapalı-açık otopark gelirleri hiç dahil değil. Ki, asıl kazanç alanları orada. Dün sosyal medyada “Devletin tapusu adeta üç şirkete çıkarılmış” yorumları okudum. 

Onlarca YİD sözleşmesiyle küçük bir grup müteahhide sağlanacak Hazine kaynaklarının altından kalkmak sanıldığından daha zor. 

Şirketlerin, YİD projelerini yapmak için yurtdışından getirdikleri kredi borçlarını olası bir temerrüt halinde Hazine’nin ayrıca üstlendiğini de hatırlamakta fayda var.

Karayolları İstatistik Gizliyor
Karayolları Genel Müdürlüğü, her yıl periyodik olarak bir istatistik yayımlıyor.
“Trafik ve Ulaşım Bilgileri” adlı istatistik, memleketin dört bir yayımdaki yollardan geçen araç sayıları hakkında bilgi verir. Otoyollar ve devlet yollarının yıllık ortalama günlük trafik değerleri ayrıntılı biçimde yer alır.
 
Geçen gün 2017 yılı istatistiği yayımlandı. Fakat o da ne? Bütün ama bütün yollardaki trafik bilgilerinin yer aldığı harita ve listede, 3. köprü, Osmangazi Köprüsü, Avrasya Tüneli’ne dair bilgiler yok! Gelinen noktada YİD modeliyle yaptırılan altyapı proje sözleşmelerini “ticari sır” diye açıklamayan zihniyet, bu yollardan geçen araç sayılarını dahi açıklayamıyor. 

Yoksa, 2017 boyunca 3. köprü, Osmangazi ve Avrasya’dan geçen araçlar, döviz kuru üzerinden verilmiş trafik garantilerinin altında mıydı?

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Çavuşoğlu’nun Menbiç’i... - CEYDA KARAN

Eski ABD Başkanı Barack Obama’nın metin yazarı ve dış politika danışmanı olan Ben Rhodes’ın ‘The World As It Is’ (Olduğu Gibi Dünya) isimli yeni kitabı vesilesiyle Obama döneminin en önemli dış politika kararları yeniden gündeme taşındı. 

Rhodes, kitabında başta İran’la nükleer anlaşma, Küba ile normalleşme ve Suriye’ye ‘doğrudan müdahaleden kaçınma’ olmak üzere pek çok kararı elbette savunuyor. Obama’nın kendisine sorduğu ancak yanıt veremediği şu sorusu dikkat çekici: “Ya bizim vurduğumuzu Rusya, İran ile Esad yeniden inşa ederse ne olur? Suriye; bizim hareketsizliğimizin trajediye yol açarken müdahalemizin sadece bu trajediyi şiddetlendireceği bir diyar.”

***

Belki de asıl trajedi, Obama’nın bu soruları soracak zekâ ve donanıma sahip olmasına karşılık, Amerikan müesses nizamın oyununu oynamaktan kaçınmamış olması... Bu liberal müdahalecilik oyunu sayesindedir ki, Libya enkaza dönüştürüldü, siyasal İslamcılık projesi Mısır’ın da Suriye’nin de mahvına sebep oldu. 

Salt Ortadoğu da değil. Güney, Orta Avrupa’da yeni sağ dalga körüklendi, Doğu Avrupa’da açık neo-faşist köpükler yaratıldı. Bugün Avrupa’da liberallere ‘popülizm’, ‘milliyetçilik’ ve ‘otoriterlik’ çığlıkları attıran zemin, Obama döneminde yaratıldı. 

Trump yönetimi daha saldırgan bir retorikle üzerini ‘buldozerliyor’. Trump’ın Berlin’e atadığı büyükelçi Almanya ve Doğu Avrupa’da alenen ‘aşırı sağa kol kanat gereceğini’ beyan edebiliyor. Almanlar ‘niyeyse!’ şoke olabiliyorlar. 

Dönelim Ortadoğu’ya... Trump yönetimi hiçbir uluslararası yasa tanımadan, IŞİD sayesinde işgal gücü olarak Suriye’ye yerleşti. Ekibi “Suriye’den çekilmeyiz” demekle kalmıyor, “Heyt, herkes çekilsin ben dilediğim porsiyonları hazırlayacağım” diye ekliyor. 
Amerikan neo-liberal kurgu âlemi tarihin motorunu ancak böyle döndürebiliyor. Tekerlekten ‘faşizmin’ buharı çıkıyor.
***

Asıl acıklı olan ABD politikalarının benimseyicileri. Avrupa’da da öyle, Türkiye’nin bölgesinde de. (‘Varoluşsal sebeplerle’ ve ‘savunma mekanizmasıyla’ hareket edenleri bilinçli olarak saymıyorum.) Bizi Türkiye’yi yönetenler ilgilendiriyor. Onlar en başta gelenler... Ankara’daki siyasal İslamcı akıl, Amerikan politikalarının hep başrol oyuncusu oldu. Hâlâ da öyle olmak için çırpınıyor. 


Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu Washington’a, “Biz Suriye’de siyasi çözüm için çalışıyoruz. Suriye’yi bölmeye yönelik tüm çabaları reddediyoruz” diyerek gitmiş, 

Trump’ın yeni bakanı Mike Pompeo ile ‘ilk görüşmesini’ yapmış, YPG zaten Kasım 2016’da çekildiği Menbiç’ten kalan ‘askeri danışmanlarını’ da geri çekecekmiş, komşunun kasabasını Türkiye ile Amerika birlikte yönetecekmiş. “Hem onlar Arap ve Sünniler, Türkiye’yi de çok seviyorlarmış.” 
Tez bu.
***

Geçiniz... Ankara, Şam’da İhvancı rejim kurmayı başaramayınca memleketin fay hatları ve ABD ile Rusya’nın bilek güreşinden faydalanarak meseleyi komşu ülke topraklarını ilhak etmenin mekanizmalarını döşemeye döktü. Sınırının dibindeki coğrafyaya dair meşru güvenlik kaygıları ve çıkarlarını savunmayı çok aşan, ‘başkaları lokmaları lüpletecekse, ben niye yapmayayım’ diyen bir akıl mütemadiyen ‘sınır ötesi’ hayallerini somutlama moduna girdi. 

Ankara son üç senede Şengal’e, Telafer’e de girecekti. Tıpkı Amerikalılar gibi... Değil mi ya, onlar yapıyorsa, biz niçin yapmayalım? Bıçak kemiğe dayanınca tümüyle Rusya’nın çizdiği çerçeve içinde cihatçı nüfuz alanına müdahil olunabildiyse eğer ‘kaç vakte kadarın’, ‘nasılın’ önemi var mı? 

‘Rusya ve İran’la kıyas edecek olanlar’ dönüp Suriye’nin güneybatısında yeniden hükümet kontrolünü tesis için İsrail ile girişilen ‘koordineli pazarlıktaki hedeflerin boyutlarını ve derinliği’ bir ölçsünler.

***

Çavuşoğlu kaç kere Pompeo ile görüşse değişmez. Türkiye dış politikası Amerikancı dış politikadır. Yapıntıdır. Ekonomik, askeri ve siyasi gücünün ayırdında olmadığı için ‘oyun bozuculuk’ ötesinde ederi yok. Asıl sorun bölgede emperyalistlere rağmen emperyalistçilik oynamakta ısrar etmek. 

Bu değiştirilmediği müddetçe, geçmiş ola.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Adayı alkışlamak - ÖZGÜR MUMCU

Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Alaattin Duran, cumhurbaşkanı adayı  Muharrem İnce’nin ziyareti sonrasında YÖK’ün talimatıyla rektörlük tarafından görevinden alındı. Duran, yaptığı veda konuşmasında “Sayın Muharrem İnce’yi okula almamam gerektiği konusunda talimat verdiler. Ancak ben bunu kabullenemedim. Böyle bir şey mümkün değildi. Açıkça söylemek gerekirse dünkü olay ipimizi çekti” dedi. 

Geçen sene CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun uçağı Bandırma 6. Ana Jet Üssü’ne indi. Kılıçdaroğlu, üste resmi selamlamayla karşılandı. Hatırlarsınız kıyamet koptu. Sadece iktidar yanlısı medya değil, iktidarın üyeleri de askeri töreni düzenleyenleri darbecilikle suçlayacak kadar sert tepki gösterdi. Üs komutanı “uyarı” cezası aldı. 

Geçen hafta TESK, Malatya’da bir iftar yemeği verdi. Yemekte Cumhurbaşkanı ve cumhurbaşkanı adayı Erdoğan konuşuyordu. Konuşmasının bir yerinde şunları söyledi:
Çırağa dükkân teslim edilmez. Siyasetin çıraklarına da Türkiye emanetedilmez. Siyasette hiçbir başarısı, hiçbir tecrübesi olmayanlara ülkenin yönetimini asla veremeyiz. Kardeşlerim; girdiği her yarışı kaybedenlerin ne kendilerine, ne de milletimize verebilecekleri bir şey yoktur.” 

24 Haziran seçimine yönelik, diğer adaylara ve özellikle Muharrem İnce’ye doğrudan eleştiri niteliği taşıyan bu sözler, açıkça bir seçim faaliyetinin parçasıydı. Konuşmasının tam bu kısmında protokol sıralarından bir alkış koptu. Alkışlayanlar arasında yüzünde engel olamadığı gülümsemesiyle 2. Ordu Komutanı Korgeneral İsmail Metin Temel de vardı.
 
Cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce, cumhurbaşkanı seçilmesi durumunda Temel’in derhal emekli edileceğini açıklayarak “Onun apoletlerini sökeceğim” dedi. 
Askeri Ceza Kanunu, askerlerin siyasi faaliyette bulunmasını yasaklıyor. Mahkemenin içtihadına bakınca, bu maddenin işletildiğini ve siyasi faaliyet yasağı sebebiyle askerlere ceza verildiğini görüyoruz. Siyasi gösteriye iştirak etmek de bu kapsamda. Elbette Korgeneral Temel, siyasi bir gösteriye katılmadığını, TESK’nin düzenlediği bir iftar yemeğinde ülkenin cumhurbaşkanını dinleyip alkışladığını ileri sürebilir. 
Gelgelelim, ne zaman cumhurbaşkanı, ne zaman cumhurbaşkanı adayı sıfatıyla konuştuğu belirsiz olan Erdoğan, iftar yemeğinde açık bir şekilde aday niteliğinde bir konuşma yaparak Korgeneral Temel’in bu duruma düşmesine yol açmıştır. 
Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ın, Abdullah Gül’ün adaylık ihtimali doğduğunda helikopterle Gül’ün bahçesine inip ona telkinde bulunmasından sonra bir başka generalin Erdoğan’ın siyasi propagandasını alkışlaması, herhalde demokrasilerde rastlanılması olağan bir manzara değildir.

Devlet bir parti devletine dönüşürken, ordunun da bir parti ordusuna mı dönüştüğü soruları sorulmaya başlamıştır. Cemaat merkezli ve iktidar destekli siyasi davalarla yıpratılmış, cemaatin sızması ve darbe girişimiyle sarsılmış TSK’nin ve ülkenin en son ihtiyacı siyasallaşmış bir ordudur. 

İsmail Metin Temel’in Cumhurbaşkanı’nı alkışlaması, başkomutanına sadık bir askerin cumhurbaşkanına saygılarını sunması şeklinde değerlendirilemez. İsteyerek ya da istemeyerek, üniformasıyla siyasi propagandayı desteklemiştir. 

Ordunun siyasallaşması ve partizanlaşması eleştirilerine karşı kendisini ve kurumunu korumak için istifa seçeneğini değerlendirmesinde fayda var. 

Seçilmiş iktidarın “askeri vesayete” tabi olması ne kadar demokrasiye uymazsa, bir partinin orduya kendi siyasi kimliğini vermesi de o kadar, belki daha da fazla uymaz.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Sağın bütçesini uygulayacak “sosyalist”: İncil’e el basmayan ilk İspanya Başbakanı - MUSTAFA K. ERDEMOL

Bir ateist olan Pedro Sanchez’in Kilise’ye karşı aldığı tutum büyük destek görüyor. Büyük bir Katolik ülke olan İspanya’da Vatikan’a savaş açmak cesaret isteyen bir tutum.


İspanya’da geçen hafta bir yolsuzluk davasında iktidardaki Halk Partisi’nin (PP) bazı üyelerinin hapis cezası alması gerekçesiyle İspanya Sosyalist İşçi Partisi (PSOE) bir gensoru verdi ve hükümeti düşürdü. Böylelikle Başbakanlığı düşen Mariano Rajoy’un yerine PSOE Lideri Pedro Sanchez ülkenin yeni Başbakanı oldu.
Aslında yolsuzluk patlak vermeseydi de Rajoy hükümetinin ömrü uzun sürmeyecekti. Çünkü 2011’den beri İspanya’yı ciddi bir ekonomik durgunluk içine sokmuş, avro bölgesinin en borçlu ülkesi durumuna getirmişti Rajoy.

Kimdir bu Sanchez?
Politika sahnesinde yeni sayılmaz. Beş yıl Madrid Belediye Meclis Üyesi olarak görev yaptıktan sonra 2009’da milletvekili seçilmiş, 2014 yılında da Sosyalist İşçi Partisi (PSOE) Genel Sekreteri olmuş genç bir politikacı. Daha önce 2015 ve 2016 genel seçimlerinde partisinin başbakan adayı oldu, ama başarı kazanamadı. Genel Sekreter olarak görev yaptığı ilk dönemde Rajoy’un Başbakan olarak yeniden seçilmesine ağır bir şekilde karşı çıktığı için (çünkü Rajoy, meclis çoğunluğunu güvence altına almak için Milletvekilleri Kongresi’nde PSOE’nin çekimser kalmasına ihtiyaç duyuyordu) parti içerisinde çalkantılara yol açtı bu tutumu. 1 Ekim 2016’da hem Genel Sekreterlik’ten hem de milletvekilliğinden istifa ederek sadece PSOE önderliğini üstlendi. Daha sonra partinin ağır topları olan Susana Díaz ve Patxi López’i alt ederek Haziran 2017’de yeniden Genel Sekreter oldu.

Çok hızlı yükselen bir politikacı olduğu kesin. Zengin bir ailenin çocuğu olarak Madrid’de dünyaya gelen 46 yaşındaki politikacının profesyonel bir basketbolcu olma hayalinden vazgeçip siyasete atılmasına neden olan şeyin ne olduğu halen bilinemese de ekonomi eğitimi almasının onu politikaya ittiği söylenebilir. Üniversitede solla tanışmasından sonra Sosyalist İşçi Partisi’ne (PSOE) girdiğinde 21 yaşındaydı. Madrid bölgesinde hızla yükseldiği partinin 2009 kongresinde o yıl emekli olan eski Ekonomi Bakanlarından Pedro Solbes’ten boşalan üyeliği kazandığında aklında parti liderliği var mıydı bilinmez.

1982’den 1996’ya kadar partiyi yöneten Felipe González’in modernleşme dönemi, partinin bir seçim geçirdiği 2011’de istifa eden José Luis Rodríguez Zapatero’nun yönetiminin gölgesinde kalmış bir anıydı. Bu nedenle 2014’te partide yeni liderlik arayışı başgösteriyordu. Sánchez, belli bir kesim tarafından bilinse de yine de çoğunluk tarafından tanınmayan bir aday olarak atıldı ortaya. Ama hiç kimsenin beklemediği bir zafer olarak PSOE liderliğine seçildi.

Sosyalist ve Felipist
Bir Felipe Gonzales hayranı olduğunu saklamadı hiç, “Ben bir sosyalist ve Felipist”im der bir söyleşisinde. Ancak Gonzales’in popülaritesini geride bırakması uzun sürmedi. Çünkü sosyal iletişim araçlarını çok iyi kullanan, mükemmel İngilizce, Fransızca konuşan, dinleyelerin aklında kalan bir ses tonu olan biri Sanchez.

“Kendimi tanımlamam gerekirse, ben bir sosyalist ve bir Felipist olduğumu söyleyebilirim,” dedi, eski bir PSOE lideri olan Felipe González’in havarilerine atıfta bulundu.

Sanchez bir ekonomi profesörü. Ülkesinde siyasete atılmadan önce Avrupa Parlamentosu’nda görev aldığını, Yugoslavya İç Savaşı sırasında Bosna’da Birleşmiş Milletler adına bulunduğunu da belirtmek gerek.

İspanyol komünistlerince sol liberal olarak değerlendirilmesine rağmen Sanchez’in kendi partisi içinde, ülkenin aşırı sol kabul edilen partisi Podemos’a yakın durmakla suçlanması garip gelebilir ama öyle. Bunda PSOE’yi eski lideri Zapatero çizgisinden uzaklaştırmaya çalışmasının etkisi var.

Magazine düşkün olmakla suçlandığını da hatırlatalım. 2015 yılında Harper’s Bazaar’ın Kasım 2015 tarihli İspanyol baskısı için saçını okşayan bir kadınla fotoğrafının kapakta yer alması çok eleştirildi. Önde gelen bir sosyalist politikacı, sağcı bir web sitesi olan Libertda Digital’e verdiği demeçte Sanchez’in “bir aptal” olduğunu bile söyledi. Bir diğer eleştiri de “boş kafalı, güzel çocuk”tu.

Ama kim ne derse desin bu tutumlarına rağmen İspanya’da büyük bir sempati kazanmayı sürdürdü Sanchez. Geçen yıl yapılan bir kamuoyu yoklamasında kendisine verilen destek 13 puan artarak yüzde 50’ye yükselmişti örneğin. Öyle ki Podemos ve Ciudadanos partileri de seçim yarışında Sanchez’i destekleyebileceklerini belirttiler.

Sanchez’in tatsız yanı şu: “Sosyalist” lider, “temel önceliğinin”, Madrid’in Avrupa Birliği’ne yönelik taahhütlerine saygı duymak ve Rajoy’un muhafazakâr Halk Partisi hükümeti tarafından tasarlanan 2018 bütçesini uygulamak olduğunu söylüyor.

O zaman gerçekten sosyalist bir alternatif olup olmadığını tartışmanın bir anlamı da kalmıyor haliyle.

Laiklikten taviz yok
Yine de toplumda geniş bir desteği var gibi görünüyor. Bir yıl içinde bir genel seçim var ufukta. Sanchez’in geniş kitlelerden büyük destek almasına yol açan şey ekonomik ya da siyasi vaatleri değil. Bir ateist olan Pedro Sanchez’in Kilise’ye karşı aldığı tutum büyük destek görüyor. Büyük bir Katolik ülke olan İspanya’da Vatikan’a savaş açmak cesaret isteyen bir tutum. Sanchez bunu çekinmeden yapabilen biri. 2017’de yaptığı bir konuşmada İspanya ile Vatikan arasında 1979’da imzalanan antlaşmaları feshetme sözü vermişti. Bu anlaşmaya göre ülkede kiliseler İspanyol vergi mükelleflerinin paralarıyla garanti altına alınmış dini kurumlarda, ayrıca yine bu anlaşma uyarınca devlet okullarında dini eğitim için devlet ödenek ayırmak zorundaydı.

Sanchez, başbakanlığında verdiği sözü tutacak gibi görünüyor. Başından beri dile getirdiği “Kilise kendi kendini finanse etmeli” önerisini ve dinin devlet okullarındaki müfredattan kaldırılmasını ilk icraat olarak gündeme getirmesi bekleniyor.
Bunu yapacağı kesin çünkü Sanchez, başbakanlık görevine başlarken İncil üzerine yemin etmeyen ilk başbakan olarak İspanya tarihine geçti bile.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Nikaragua’da aslında neler oluyor? - İBRAHİM VARLI

Küçük Orta Amerika ülkesi Nikaragua’da neler oluyor? Sosyal güvenlik reformuna karşı başlayan olaylar kısa sürede Devlet Başkanı Daniel Ortega’nın istifasının istendiği gösterilere dönüştü. Reform paketi birkaç gün içinde geri alınmasına rağmen olaylar dinmek bilmiyor. Ülkeyi tesiri altına alan şiddet sarmalında bugüne kadar yüzden fazla kişi yaşamını yitirdi. Batı medyası, uluslararası kuruluş ve örgütler çoktan Orta Amerika’nın bu son solcu yönetiminin “kötülükler”ini ortaya sermeye başladı!


Peki olayların perde arkasında neler var? Olayların gerekçesi sosyal kısıtlamalar mı, yoksa Nigaragua’ya Venezuela ve Brezilya tarzı bir dizayn mı verilmek isteniyor? Ve daha önemlisi solcu iktidarın Çin ile birlikte startını verdiği Büyük Okyanus ile Atlas Okyanusu’nu birbirine bağlayacak ve Panama Kanalı’na alternatif olabilecek kanal projesinin olaylardaki dahli nedir? ABD–Çin rekabeti ülkeye nasıl sirayet ediyor?

Protestolar nasıl başladı?
Olayların kıvılcımı 16 Nisan’da iktidarın emekli maaşlarını kısma ve sosyal güvenlikte kesintilere gitme kararı üzerine başladı. Tasarı 18 Nisan’da Başkan Ortega’nın onaylamasıyla yürürlüğe girdi. Bunun üzerine tasarıya karşı eylemler başladı. Gösteriler sağcı muhalefetin kışkırtmasıyla yayıldı. Sosyal medyadan “#SOSINSS” etiketiyle çağrılar yapıldı, kampanyalar başlatıldı.

Eylemlerin ardından birkaç gün sonra Ortega, kesintileri içeren tasarıyı iptal etse de hükümet karşıtı gösteriler son bulmadı. Olayların çığırından çıkması üzerine Katolik Kilisesi’nin arabuluculuğunda Ortega, muhalif gruplarla bir araya geldi. 16 Mayıs’ta başkent Managua yakınlarında düzenlenen görüşmelere Ortega, yardımcısı olan eşi Rosario Murillo ve muhalefet temsilcileri katıldı. Ancak görüşmeden muhalefetin katı tutumu nedeniyle sonuç çıkmadı.

Nedir bu sosyal güvenlik meselesi?
Nikaragua Sosyal Güvenlik Enstitüsü’nün (INSS) hazırladığı sosyal güvenlik reform paketi sistemdeki 75 milyon dolarlık açığı kapatma gerekçesiyle hazırlanmıştı. Paket emeklilik fonuna hem işverenlerin hem de çalışanların yapması gereken katkıları artırıyordu. İşçiler ile çalışanların emeklilik katkı payları artırılırken, yardım ödeneğinde ise küçük de olsa kesinti öngörüyordu.

Düzenlemeye göre, 1 Temmuz’dan itibaren işçilerin sigorta primi 0,75 oranında artırılırken yüzde 6.25’ten yüzde 7’ye çıkarılıyordu. Ayrıca şirketler ve işverenlerin de katkısı yüzde 19’dan yüzde 21’e yükseltiliyordu. İşverenin yani patronların katkısı ise yüzde 3,5 oranında artırılıyordu. Primlerin dereceli olarak artırılarak 2020 yılında yüzde 22.5’a yükselmesi hedefleniyordu.

Reform özel sektörün sigorta prim tutarını artırdığından en çok sermayenin, özel sektörün tepkisini çekti. Hükümet, değişikliklerin sosyal güvenlik sistemindeki yangını söndürmek için gerekli olduğunu savunuyor. INSS’nin çökmek üzere olduğu, değişiklik yapılmazsa 2019 yılına kadar iflas edebileceği belirtiliyor.

Muhalefet ve iktidarın iddiaları neler?
Muhalefetin hedefinde Başkan Ortega ve iktidardaki Sandinista Ulusal Kurtuluş Cephesi-FSLN var. Küba, Venezuela, Bolivya ve Ekvador gibi Latin Amerika’nın solcu iktidarlarıyla yakın ilişkileri olan Ortega, on bir yıldır ülkeyi kesintisiz yönetiyor. Bu yönüyle ABD ve sağ muhalefetin şimşeklerini her daim üzerine çekiyordu.

Ancak asıl kırılma bir yıl önce eşi Rosario Ortega’yı yardımcılığına atamasıyla yaşandı. Bu atama muhalefete istediği argümanı vermiş oldu. Muhalefet otoriterleştiğini iddia ettiği Ortega’nın ve eşinin istifasını talep ediyor. Muhalefet istifaları ön şart olarak ileri sürerken, iktidarın 14 ay içinde seçimlere gidilmesi teklifi yerine de hemen seçimlerin gerçekleştirilmesini istiyor.

FSLN iktidarı ve Ortega ise eylemlerin ‘halkı kışkırtmak için muhalefetin bir oyunu’ olduğunu savunuyor. Ortega, göstericiler arasına çete üyelerinin sızdığını, protestocuların sağcı gruplar tarafından provoke edildiklerini söylüyor.

Büyük bir komplo kurbanı olduğunu iddia eden Ortega, ABD’nin de bu grupları mali olarak desteklediklerini kaydediyor.

40 yıllık Amerikancı diktatör Anastasio Somoza’yı devirerek 1979 devrimiyle işbaşına gelen ve benzeri görülmemiş şekilde demokratik bir seçimle iktidarı 1990’ların başında neoliberal sağcı muhalefete bırakan Sandinistler muhalefetin iddialarını reddediyor, ısrarla ABD’yi işaret ediyor.

ABD’nin Panama Kanalı’na karşı Çin’in Nikaragua Kanalı
İktidara göre ABD’nin rahatsızlığı “arka bahçe”de Çin’in sol bir iktidar üzerinden artan varlığı ve Panama benzeri büyük kanal projesinin inşa edilmek istenmesinden kaynaklı. Managua yönetimi batısı Büyük Okyanus, doğusu ise Karayip Denizi/Atlantik Okyanusu ile çevrili ülkede birkaç yıl önce okyanuslar arası bir kanal inşa etmek için düğmeye bastı.

Projeye göre tıpkı komşu Panama’da olduğu gibi Pasifik Okyanusu ile Atlantik Okyanusunu birbirine bağlayacak bu kanal adeta ticaretin de seyrini değiştirecek. Kanalın geçiş rotası, Pasifik Okyanusu tarafında Brito Nehri ağzından başlıyor, Karayipler tarafında Punto Gorda Nehri’nde bitiyor. Çin merkezli Hong Kong Nicaragua Development (HKND) şirketi, 278 kilometre uzunluğundaki kanalı tamamladıktan sonra 50 yıl boyunca işletecek.

Nikaragua böylece bir süre önce 100’üncü yılını kutlayan güneydeki Panama Kanalı’na rakip olacak. Ortega, kanalın ülkesi için önemli bir fırsat sunduğuna dikkat çekiyor.

Ve ne olduysa iki okyanusu birbirine bağlayacak bu projenin start almasıyla eşzamanlı başladı. Adım adım muhalefetin rahatsızlığı körüklenerek ülke Venezuela, Brezilya gibi istikrarsızlığa sürüklenmeye çalışıldı.

ABD bu projeye şiddetle karşı. Yüz yıl önce Panama Kanalı’nı inşa ederek faaliyete geçiren ABD, alternatif bir kanalın inşasının kendi çıkarlarına aykırı görüyor. Dünya ticaretinin yüzde 5’i Atlas ve Büyük Okyanus’u birleştiren Panama Kanalı üzerinden yapılıyor. Nikaragua Kanalı ABD’ye ekonomik, ticari ve siyasi olarak büyük bir darbe vuracak.

Panama Kanalı’nın tekelini yakın dönemde son bulduracak kanal aynı zamanda Çin’in ABD’nin nüfuz alanı Güney/Orta Amerika’da söz sahibi olmasını da getirecek. Çin’in Latin Amerika’daki etkinliği ise ABD için “kırmızı çizgi.” Uluslararası jeopolitik ve jeostratejik dengeleri değiştirecek bu tarz projelerin gerçekleştiği coğrafyalar dışardan müdahalelerle ciddi bir istikrarsızlığa sürüklenmiştir her zaman. Haliyle “Devrimle gelen seçimle giden devrimciler” olarak bilinen Sandinistleri bir hayli zor zamanlar bekliyor.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Kandil'in eteklerine karşılık Fırat'ın Doğu'su...- Ahmet TAKAN

Yol haritası onaylandı mı?...
Nereden baktırıldığınıza bağlı!..
Algı operasyonu, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ABD'ye gitmeden Menbiç için "3 aşamalı plan" ile başlamıştı. Amerikalı mevkidaşı ile görüştükten sonra açıklamaları peş peşe patlattı!.. Daha Türkiye'ye gelmeden "yol haritası onaylandı", "tarih net" dedi ama aylardan bahsetti. 6 ay süre koydu. Hem "yol haritasını onayladık" dedi hem de parametrelerden bahsetti. Onaylanan yol haritasının ana hatlarını bile açıklayamadı!.. Çalışma gruplarından dem vurdu. Çavuşoğlu, Washington'dayken Reuters haber ajansı, "yol haritasının detayları belli değil, nasıl çözecekleri belli değil" diye haber geçti. Newyork Times gazetesi de, "Pompeo-Çavuşoğlu görüşmesinden sonra  Çavuşoğlu'nun Türk gazetecilerle yaptığı basın toplantısında  anlattıklarının Amerikalı yetkililerce teyit edilemediğini" yazdı. Çavuşoğlu, Antalya'ya geldi. Orada açıklamalarını yineledi, süreyi 6 aydan az bir zamana indirdi ama yine kesinleştiremedi. "Temmuz ayında bir toplantı daha gerçekleştirilecek" sözlerinde işin sırrı saklıydı bence!..


Belliydi ki ABD, AKP iktidarına seçim öncesi bir parça havuç uzatmıştı. Fakat neyin karşılığında?..
Mevlüt Çavuşoğlu, Antalya'da Menbiç açıklamaları yaparken Ankara'ya bölgedeki istihbarat kaynaklarından ilginç haberler ulaşıyordu. İmralı'da bebek katili Öcalan ile yapılan pazarlıklar neticesinde Kandil ve civarında yaşayan eli kanlı katil elebaşlarının yer değiştirdiğine ve bölgeyi kısmen boşalttıklarına dair. Hem de Barzani destekli!. Geçenlerde bu köşeden ilk defa fotoğraflarını gördüğünüz Sincar'daki yeni ABD üssüne Kandil'den PKK güçlerinin kaydırıldığı ve kahpelerin YBŞ'ye (Sincar direniş birlikleri) katıldığı bilgileri geliyordu. Bölgedeki istihbarat kaynakları, YPG'nin "Mınbiç'in IŞİD'den alınmasından sonra 2016'da kenti Mınbiç askeri meclisine bırakıp çekildiklerini bildiren YPG; Mınbiç askeri meclisi artık bölgeyi koruyabilecek yetkinliğe ulaştığı için bölgedeki son askeri danışmanlarımızı geri çekiyoruz" açıklaması yaptı diye rapor veriyordu. Adı, "kent meclisi" oldu!.. Bkz. Çavuşoğlu'nun  Menbiç yönetim modeli konusundaki söylediklerindeki paralelliklere !..

İmralı-Kandil arasında sağlanan mesaj trafiğinde terörist başı Öcalan'ın "herkesi daha gelişmiş bir çözüm süreci söylemi ile ikna etmeye çalışıyor" bilgisini veriyor Ankara'daki güvenlik kaynakları.
Son sıcak gelişmeleri stratejist Cahit Armağan Dilek'e sordum. Şunları söyledi;
"Biliyorsunuz, Kuzey Irak'ta Hakurk bölgesinde Mart ayında başlayan bir operasyon var, sınırlı sayıda birlikle yapılan operasyon ama ilginçtir tam da geçen hafta AA'nın Menbiç ile ilgili 3 aşamalı yol haritası haberiyle eş zamanlı Irak'ta operasyon Kandil operasyonu falan diye haber yapılmaya başlandı. Tam da Menbiç görüşmeleri yapıldığı gün hem İçişleri Bakanı hem Bekir Bozdağ Kandil'e her an girebiliriz gibi hayali bir hedeften söz ettiler... Sanırım Menbiç mutabakatı ki bu haliyle ABD'nin senaryosunun kabullenilmesinden başka bir şey değil, onun üstünü örtmek gündemden düşürmek için Kandil gazını veriyorlar.

Kandil'i gündemde tutup Suriye'yi gündemden düşürerek Menbiç'te başarı gibi gösterilen sözde mutabakatın gerçekte oradaki PYD/YPG varlığının kabullenildiği gerçeğinin gözden kaçırılmasına hizmet eder. ABD için Türkiye'ye oradaki durumun kabul ettirilmiş olması çok önemli, zaten Türkiye'nin Irak kuzeyindeki harekatına ses çıkarmıyorlar, PKK terör örgütü ona karşı operasyon yapabilirsiniz bakın karşı durmuyoruz ama Suriye kuzeyinde YPG/PYD onlardan farklı, onlara operasyonu aklınızdan geçirmeyin, kabullenin aynen Barzani gibi yapın, oluşumlara ses çıkarmayın..."

                                                                          ***

Terörist ele başlarından PKK/YPG'li Salih Müslim'in ayaklarına Ankara'da kırmızı halı serip sonra da yaygaralar koparan AKP iktidarı bakın daha ne tiyatrolar oynuyor. Haberin tüm detaylarını yandaş haber medyasında bulabilirsiniz. Ben de onlardan birinden (a haber) alıntı yapıyorum;
"Zehra Üniversitesi kurucularından Prof. Dr. Mustafa Müslim, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın katılımıyla TÜYAP Diyarbakır Fuar Merkezi'nde düzenlenen kanaat önderleriyle iftar programına katıldı, ardından gazetecilerin sorularını yanıtladı.

Gaziantep Valisi Ali Yerlikaya aracılığıyla davet edildiğini anlatan Müslim, Müslümanları faziletli ramazan ayında bir araya getiren toplu iftar organizasyonunun önemine değindi. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Kürtlere verdiği söz ve vaatleri yerine getireceğine olan inancını dile getiren Müslim, 'Çünkü Erdoğan, Müslüman ve mümin bir insandır. Müslüman ve mümin bir insan da verdiği sözü yerine getirir. Bu yüzden şu aşamada bence bütün Kürtler Erdoğan'ı desteklemelidir' dedi."
Bu adamın Salih Müslim'in ağabeyi olduğunu ve Gaziantep'te üniversite kurdurulduğunu 16 Şubat'ta "kimin eli kimin cebinde" başlıklı yazımda detayları ile anlatmıştım.

Sincar'da yeni Kandil kuruluyor. İmralı'dan bebek katili Öcalan ile yeniden başlatılan pazarlıklarla ilgili akıl almaz bilgiler geliyor. Fırat'ın Doğu'sunu AKP iktidarının kabul ettiği çok net!.. Acaba, İran'a karşı ABD'de ne taahhütler verildi?.. Kandil'e dikkatle bakın; Türkiye seçim için düzenlenecek bir şov ve algı operasyonu ile el altından İran'a karşı ileri karakol haline mi getiriliyor?..
Siyaset denen şey midemi bulandırıyor!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

5 Haziran 2018 Salı

Ağzından Çıkanı Kulağı...- ÖZGEN ACAR

AKP Reis-i Umumisi, 15 Mayıs’ta Londra’da Bloomberg TV’sine verdiği şu özel demeçle Türk ekonomisinde deprem yarattı:
“Faiz sebeptir, enflasyon neticedir. Faiz ne kadar düşük olursa, enflasyon da o kadar düşük olacaktır. Bizim bunu bir defa iyi ayarlamamız lazım!”
Bununla da yetinmedi, “Merkez Bankası’nın bağımsızlığını” şu sözlerle yok etti: “
Merkez Bankası da bu bağımsızlığının gereğiyle, kalkıp herhalde yürütmenin başı olan bir başkanın burada vermiş olduğu sinyalleri (işaretleri) bir kenara koyacak hali yok! O da tabii buna göre değerlendirmelerini yapacaktır. Adımlarını ona göre atacaktır!”
Bu demeçten sonra dolar, 4.92 TL’nin üzerine çıkarak tüm zamanların en yüksek “rekorunu” kırdı... 


İmam Hatipli AKP Reis-i Umumisi’nin yoldaşı Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan “Faiz haramdır; İslamın hukuk ve ahlâk sisteminin temelinde yer alan ‘Hak’ kavramına aykırıdır. Faiz kul hakkını hiçe sayarak, insanları kolaylıkla aldatmanın yolunu açar, toplumu felakete sürükler. Yalnızca malın değil, hayatın da bereketini kaçırır!” desteği geldi. 

Sanki “Kuran’da”, “ekonominin temeli” olan “arz ve talep kanunu” da anlatılmış!
Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, AKP Reis-i Umumiliği koltuğunda oturmakla yetinilmiyor, bağımsız Merkez Bankası’nın üzerine “Demokles’in kılıcı” konuluyor, şimdi de 24 Haziran seçimden sonra “Kalkınma Bakanlığı’nın ve Hazine’den sorumlu Başbakan Yardımcılığı’nın da Maliye Bakanlığı’na bağlanacağı” açıklanıyor.
Yaşasın “demokrasi” yaşasın “ekonomi”...

***

Reis’in demecinden sonra, 2 hafta boyunca dünya basınındaki değerlendirmelere göz atalım:
İngiliz Financial Times (FT): “ABD’li Prof. Steve Hanke, gerçekte yıllık enflasyon oranı yüzde 39.2 olduğu için faizin de yüzde 40’ın üzerinde olması gerekir!”
FT: “Akıllı bir otokrat (tek yetkili=diktatör), neyi kontrol edemeyeceğini bilir.  Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, küresel finansın seyrinin, ne derse ona göre hareket etmeyeceğini öğreniyor. Akıllı bir yönetici, politikalarını da değiştirmeyi bilmelidir!” 

ABD’nin etkili dergisi Foreign Policy: “Erdoğan, ekonomi dersinden kalıyor. Kendisinin haklı ve dünyanın bütün ekonomi uzmanlarının hatalı olduğu üzerine devasa bir kumar oynadı! 

Erdoğan’ın faize karşı düşmanlığının daha felsefi olduğu, tefeciliği günah sayan İslami ve Hıristiyan görüşlere dayandığı açık... Dahası, Merkez Bankası’nın yöneticilerinin isteklerine karşı açıkça ifade ettiği muhalefeti, yatırımcıları bu kurumun bağımsızlığı konusunda endişelendirdi! 

Türkiye’de büyük yatırımları bulunan Almanya, Fransa ve Hollanda gibi ülkelerle kavgalar çıkararak bu duruma pek yardımcı olmadı. Yabancı şirketlerin bir gün, ülkenin siyaseten çok istikrarsız olduğuna kanaat getirebileceğine dair endişelere kulak vermedi!” 

Amerikan iş çevrelerinin gazetesi Vall Street Journal: “Erdoğan, Merkez Bankası’na Suriye lideri Beşar Esad muamelesi yaptı! Konuşmasında, faizi her türlü ekonomik kötülüğün anası ve babası olarak nitelendirdi. Yatırımcılar bu sözleri, enflasyonun yüzde 11’e yaklaşması üzerine Erdoğan’ın Merkez Bankası üzerinde siyasi kontrol kurduğunun bir göstergesi olarak yorumladılar!” 

Amerikan Nev York Times gazetesi: “Kurdaki yükseliş, seçim kampanyasına hazırlanan Erdoğan için en kötü zamanda geldi. Liradaki değer kaybı Erdoğan’ın tekrar seçilme şansını tehlikeye attı!” 

Alman Die Velt gazetesi: “Erdoğan lira krizi karşısında çaresiz kaldı. Dolar pahalandıkça özel borçlar kabarıyor ve Türkiye ekonomisi mahvoluyor. Uzmanlara bakılırsa Türkiye de sonunda Uluslararası Para Fonu’na (IMF) sığınmak zorunda kalacak!”
Bloomberg haber ajansı: “Uluslararası piyasalarda Türkiye’nin tahvillerinde faiz yükselmesinin nedeni Erdoğan’ın konuşmalarıdır. Bu durum ‘Erdoğanomi’dir.”
Almanya’nın Sesi: “Saray’ın faiz inadı, ekonomiye ağır darbe vurdu. Merkez Bankası’nın olası bir faiz artırımı bile, doların ateşini düşürmeye yetmeyebilir!”
Amerikan değerlendirme kuruluşu Fitch: “Erdoğan’ın para politikasıyla ilgili sözleri keyfi uygulamalarının işaretidir. Türk ekonomisinin kredi profili bu nedenle baskı altına girebilir!”

Makro ekonomist ve finans tarihçisi Russell Napier’in İsviçre Neue Zürcher Zeitung gazetesine açıklaması: “Türkiye’yi büyük bir kriz bekliyor. Türkiye’nin iflası başladı. En geç seçimlerden sonra, TL muazzam değer kaybedecek. Türkiye, 400 milyar doları bulan borcunu ödeyemeyecek duruma geldi!”

***

AKP Reis-i Umumisi geçen gün “Şahlanma dönemini açıyoruz!” dedi. Ata bile binmesini bilmeyen bir kişinin; şahlanma öncesi buysa, sonrasını düşünmek bile istemiyorum...
CHP cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce seçilirse, onunla birlikte Türk halkını “enkazın beklediğini” şimdiden algılamamız gerekiyor!

Özgen Acar / CUMHURİYET

Kibrin Anatomisi: Terbiyesiz, 4 şerit ve apolet - GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN

Saray çevreleri, Erdoğan’ın “adaylar üstü” pozisyonunu ve “soğukkanlılığını” 24 Hazirana kadar koruyacağını, rakiplerini muhatap dahi almayacağını yazıyorlardı. Ancak Erdoğan profilindeki bir siyasetçi için böylesine bir taktiği sürdürmek kolay değildi, eninde sonunda rakiplerine hiddetlenecek ve kontrolünü yitirecekti. Öyle de oldu, hem de beklenenden çok daha önce. Muharrem İnce’nin tahminleri aşan başarılı kampanyası ve Demirtaş’ın özgürce seçim çalışması yapabilmesi için Perinçek dışındakilerin ısrarcı olması Saray’ın taktiğini bozdu. Şimdilik hedefinde yalnızca İnce ve Demirtaş var. Meclis aritmetiğini ve 2. turu hesaba katarak Akşener ile Karamollaoğlu’na çok ilişmiyor fakat o da bir yere kadar.

AKP Genel Başkanı İnce’de epey zorlandı. Onu ne Fethullahçılıkla ne de darbecilikle itham edebildi. “CHP zihniyeti”, “monşer bunlar” gibi iktidarın bir dönem liberallerin desteğiyle oluşturduğu söylem repertuarı da İnce mevzu bahis olduğunda iyiden iyiye boşa düştü. Elde birşey kalmayınca İnce’nin diploma çıkışını dahi “elitistliğe” kanıt göstermek istediler ama o da tutmadı. Çünkü mesele diplomanın kerameti değil, yasada açık bir önkoşulun ihlal edilip edilmediği, halkın aldatılıp aldatılmadığı. Saray “dişli İnce” imajıyla baş edemeyince fabrika ayarlarına döndü. Şimdilerde Muharrem Beyi kâh “gariban” kâh “çırak” olarak küçümseyerek hem onu itibarsızlaştırmaya çalışıyor hem de içinden geldiği cumhuriyetçi geleneği hedef alıyor. Halbuki o geleneğin kitlelere en çok temas eden yanı yoktan var olma, kendi başarı öyküsünü kendi yazma becerisi.

“Hor görülen” seçmeni temsil ettiğini söyleyen iktidar ise istediği cevabı duymadığında o seçmeni “terbiyesizlik” ile suçlayacak kadar kibirli. Bu kibrin arkasında liyakatsizler ordusundan bürokrat ve parti kadrosu oluşturan, tüm güç merkezlerini elinde tuttuğuna inanılan tek adam rejimi var. Damadın, ‘Erdoğan aya 4 şerit yol yapacağım derse inanırız’ diyen seçmeni konuşmasına bu denli rahat malzeme yapması da tesadüf değil. Cumhuriyetçiler, solcular, ‘AKP’li seçmene tepeden bakıyor’ diyenler damadın kürsüden iftihar ederek dillendirdiği örneğin hazinliğine baksın. Erdoğan kültünü yüceltmek adına AKP seçmenini hakir gören, onu akıl ve izandan yoksun resmeden böylesine bir söylem Saray’ın bizzat kendi tabanına sırt çevirdiğinin delili. Saray (hanedan dahil) için halkın kendisine oy vermek dışında bir önemi ve misyonu yok. Aksi olsa yaz boz tahtasına çevrilen sınav sistemiyle çocuklar mağdur edilmez, öğrenciler mahallesindeki okula mecbur kılınmaz, her geçen gün fakirleşen, intiharın eşiğine gelen çiftçiye, emekçiye kayıtsız kalınmazdı. Patronlar, rejimin bekçisi olarak görülen yüksek yargı ve komuta kademesi ama öyle mi. Orada siyasi ikbal sözü verilen dünürler, imtiyazlı yerlere atanacak evlatlar, talan edilecek kamu varlıkları var.

Erdoğan TESK’in düzenlediği iftarda İnce’yi eleştirdiğinde onu alkışlayanlar arasında 2. Ordu Komutanı da vardı. Bir an için herhangi bir komutanın, İnce’nin Erdoğan’ı eleştirdiği bir anda onu alkışladığını düşünün. AKP sözcülerinden yandaşlara Saray etrafında kim varsa kıyameti koparır, komutanı darbecilikle itham ederdi. Ama şimdiki örnekte tam aksi oldu, komutanın önünde siper oldular ve ikiyüzlülüklerini bir kez daha gösterdiler.

Gül’e “sakın aday olma” ziyareti yapan Genelkurmay Başkanı’nın Sarayla ilişkisi herkesin malumu ama uzun zamandır belki de ilk kez yüksek kademeden bir komutan içeriği net biçimde siyasi olan bir konuşmada iktidardan yana saf tuttu. Bu tutum, tıpkı Akar’ın Gül’e gidişi gibi, kişisel bir tercih olarak düşünülemez. Üzerinde askeri üniformayla verilen bu fotoğrafın tercümesi açıktır. Üst komuta kademesi “yeni Türkiye”nin İslamcı-baskıcı siyasetinin asli bir parçasıdır ve hem Saray hem de sermayeyle arasında çıkar birliği vardır. İnce’nin “apolet sökme” çıkışı bir dönem AKP’nin kendine atfettiği “asker karşısında dik duruş” iddiasının ötesine geçmek durumundadır. Muhalefet eğer güçlü bir parlamenter sistem inşa etmek istiyorsa tek adam rejimiyle sermaye ve bürokrasi arasındaki ittifakı çatırdatmadan bunu yapamaz.

“Restorasyonla” yetinmek isteyenler bile bu oligarşik siyaset mimarisini bir ölçüde bozmak durumunda.

Toplumsal muhalefetin görevi ise çok daha çetin. Çünkü seçim sonrasını gören, ona hazırlık yapan ilerici-devrimci bir siyaseti kitleselleştirmek mecburiyetinde. Kim iktidar olursa olsun 24 Haziran sonrasına saklanan acı reçeteye dur diyecek bir direnci örgütlemek, laikliği kazanma mücadelesini derinleştirmek, savaş politikalarına set çekmek ezcümle Hayır’ı Tamam’lamak zorunda.

GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN / BİRGÜN

İtalya’da neoliberalizm popülizme karşı - HAYRİ KOZANOĞLU

İtalyan halkının büyük çoğunluğu AB üyeliğinin kendilerine hayır getirmediğine inanıyor. Bugün İtalyan ekonomisi krizin vurduğu 2008’e göre yüzde 6 daralmış durumda. Kişi başına gelir de 2007’nin yüzde 8 altında.


İtalya’nın çok renkli ve hareketli bir ülke olduğunu hepiniz bilirsiniz. Kendi ölçülerini de zorlayan çalkantılı iki haftanın ardından, yeni hükümet, Cumhurbaşkanı Mattarella tarafından onaylandı ve yemin ederek göreve başladı. İşin ilginç bir yönü de, başbakanlık koltuğunda oturan Giuseppe Conte ile yeni Maliye Bakanı Giovanni Tria’nın pek tanınmayan, aslında siyasi güçleri de bulunmayan iki genç akademisyen olmaları (Birisi hukuk, diğeri iktisat profesörü).
Bazı yorumlara göre, 1945’te Mussolini’nin devrilişinden bu yana ülkenin en sağ hükümeti kuruldu. Koalisyonun büyük ortağı Luigi Di Maio’nun liderliğindeki Beş Yıldız hareketi. Ancak bu süreçte Lega’nın başkanı, yeni İçişleri Bakanı faşist Matteo Salvini öne çıktı, bir anlamda koalisyon sözcüsü gibi davrandı.

4 Mart Seçimleri ve popülist koalisyon
Gelişmeleri şöyle kısaca hatırlarsak, 4 Mart’taki genel seçimlerde oyların yüzde 32’sini alan Beş Yıldız, birinci parti oldu. İkinciliği ise, oyların yüzde 19’unu toplayan merkez sol Demokratik Parti (PD) aldı. Ancak önceki Başbakan Matteo Renzi’nin neoliberal, AB’ci partisi öyle yıpranmış, prestijini öylesine yitirmişti ki muhtemel bir koalisyonda adını bile telaffuz eden çıkmadı. Silvia Berlusconi ile ittifak yapan, Forza İtalya’yı 4 puan farkla geride bırakan aşırı sağcı Lega ise üçüncü sırada, seçimin galipleri arasında sayıldı. 

Ülkenin yaşadığı ekonomik gerilemeden geçmişte hükümette bulunan partileri sorumlu tutan İtalyan kamuoyu da, bir bakıma sol popülist Beş Yıldız ile aşırı sağcı Lega arasındaki koalisyona yeşil ışık yaktı. Komedyen Beppe Grillo tarafından kurulan Beş Yıldız hareketi 2008 Ekonomik Krizi sonrasında artan öfke temelinde yükseldi. Düzen politikacılarının kirlenmişliğini, yolsuzluğu, AB’nin İtalyan halkına dayatmalarını hedef alarak geçmişte sola oy veren kitleler, özellikle gençler arasında çok etkili oldu. Vergileri düşürme vaadi, yer yer göçmenleri hedef alan söylemleri partinin sol değil de “popülist” kategorisinde değerlendirilmesine yol açtı. 

Lega ise daha önce Kuzey Birliği (Lega Nord) ismiyle biliniyordu. Padanya olarak da adlandırılan Po Ovası’nın zenginliğini, diğer bir ifadeyle Milano ve Torino’nun refahını, ülkenin geri kalanı, özellikle güneyi ile paylaşmaya yanaşmayan reaksiyoner bir tepkiye dayanıyor. Bu özelliğiyle de aşırı sağcı, ayrılıkçı bir psikolojiye hitap ediyordu. Zaman içerisinde isminden Kuzey ifadesini de atarak ülkenin tümüne hitap etmeye; göçmenlere, Çingenelere, Müslümanlara, Afrikalılara, eşcinsellere karşı gelişen tüm gerici tepkilere yaslanmaya başladı. 

Bir bakıma, Lega güneylileri aşağılayanların partisiyken; koalisyon ortağı Beş Yıldız, ülkenin refahının adaletsiz paylaşılmasına tepki duyan güneyin yoksul bölgelerinin oylarıyla yükseldi. Özellikle bölgesel bir stratejisi bulunmamasına karşın, Beş Yıldız’ın aylık 780 avro “temel yurttaşlık geliri” vaadi, ülkenin güneyinde etkili oldu. Her iki parti seçmenlerinin ortak noktası ise, Brüksel’in dayatmalarına, AB’nin neoliberal politikalarının sade yurtaşa ödettiği faturalara şiddetli tepkiydi. 

Çünkü İtalyan halkının büyük çoğunluğu AB üyeliğinin kendilerine bir hayır getirmediğine inanıyor. Bugün İtalyan ekonomisi krizin vurduğu 2008 yılına göre yüzde 6 daralmış durumda. Kişi başına gelir de 2007’nin yüzde 8 altında. İtalya’nın en büyük ekonomik sorunu 2.3 trilyon avroluk kamu borcu. Bir yılda sırf 65-70 milyar avro faiz ödemek zorundalar. Faizlerin “normal” bir düzeye yükselmesi halinde bu borçların servisi çok zorlaşacak. İtalya’nın Yunanistan’ın aksine, büyük bir ekonomi olması, ortaklığı terk etmesi durumunda AB’nin çöküşü anlamına gelecek.

Neoliberal müdahale 
İşte böyle bir ortamda, Beş Yıldız ve Lega koalisyon kurma konusunda En sonunda anlaştılar ve Cumhurbaşkanı Mattarella’ya hükümet listesini sundular. Kızılca kıyamet Maliye Bakanlığı’na aday gösterilen isimden koptu. Çünkü 81 yaşındaki Paolo Savona AB’ye muhalif ve avrodan çıkmayı savunan bir ekonomi profesörüydü. Savona’nın düzen dışı bir figür olduğu sanılmasın; tam tersine zamanında Sanayi Bakanlığı yapmış, banka ve şirket yönetim kurullarında dünyalığını doğrultmuş, İtalyan TÜSİAD’ı sayılabilecek işveren örgütünün genel müdürlüğünü yürütmüştü. Ancak avroya karşı tutumu zaten sallanan birliği dinamitleyebilirdi. Bu nedenle de Mattarella’nın vetosuyla karşılaştı. 

Mattarella, 28 Mayıs günü hükümeti kurma görevini çok iyi tanıdığımız bir kişiye, eski IMF Türkiye Masası Şefi, geçen hafta bu sütunlardan ismini yad ettiğimiz Carlo Cottarelli’ye verdi. Koalisyon ortaklarının siyasi eğilimleri ne olursa olsun, Cumhurbaşkanı’nın bu müdahalesi açıkçası halkın iradesini hiçe saymak anlamını taşıyordu. 

Aslında, halka sorumluluğu bulunmayan teknokratik hükümetler üzerinden neoliberal reçeteleri dayatma hevesi, küresel kriz sonrasında gündeme gelmişti. Diğer bir ifadeyle, ekonomi ile siyaseti ayırarak, piyasa sinyallerine ve sermayenin taleplerine göre ekonomi politikalarını belirleme tasarımı yeni sayılmazdı. 2011’de İtalya’da Goldman Sachs ekürisi Mario Monti ve Yunanistan’da eski Avrupa Merkez Bankası Kurmayı Lucas Papademos ile denenmiş ve fiyaskoyla sonuçlanmıştı. 

AB birliğinde ortak para avro kullanıldığı için piyasa, tepkilerini İtalyan kamu kâğıtlarının fiyatlarını düşürüp-faizlerini yükselterek gösterdi. Brüksel’den önce, bütçe komiseri Günther Dettinger’in “piyasalar İtalyanlara bir dahaki seçimde nasıl oy vereceklerini öğretir” şeklindeki haddini fazlasıyla aşan mesajı geldi. Ardından komisyon başkanı Jean Claude Juncker, İtalyanların tembelliği ve yolsuzluklara batmışlıkları iddiasıyla, “kendi sorunlarınız için Brüksel’i suçlamayı bırakın” sözlerini sarfetti. Bu kem sözler de İtalyan halkının tepkisini AB Komisyonu’na yöneltti. 

Zaten Cottarelli’nin halk nezdinde çok olumsuz bir imajı vardı. 2013’te Demokratik Partili Enrico Letta’nın başbakanlığı döneminde “tasarruf komiseri” olarak atanmış, kamu bütçesinde yaptığı budamalarla “bay makas” namıyla anılmaya başlamıştı. Toplumda, Brüksel’in İtalya’nın içişlerine müdahale ettiği yargısı yaygınlaşıp , kısa sürede güven oyu alamayacağı anlaşılınca bu proje çöktü.

İlk raund berabere 
Maliye Bakanlığı’nı sivrilikleri bulunmayan Tria’nın üstlendiği Beş Yıldız-Lega koalisyonunun onaylanmasıyla ilk raund berabere bitmiş görünüyor. Matterella Savona’yı atamayarak koalisyona şimdilik geri adım attırdı. Onlar da teknokratik hükümete oy vermeyeceklerini ilan ederek, Cottarelli’nin başbakanlık hevesini kursağında bıraktılar.

Aslında yaşanan, birçok ülkede tanık olduğumuz, açıkçası tarafımızı belirlemekte güçlük çektiğimiz bir kutuplaşma… Bir yanda piyasacı, sade yurttaşın sorun ve taleplerine kör, elitist bir zihniyet bulunuyor. Öte yanda ise, sade yurttaşların tepkilerini sağ versiyonunda göçmenlere-çingenelere husumete, “sol” versiyonunda ise yolsuzluğa bulaşanlara, yüksek vergi alanlara tepkiye yönlendiren ; emekçilerden, sınıftan, sömürüden söz etmeyen popülist akımlar yer alıyor.

Ne yazık ki bu tablonun sorumlularından biri de; sürece ağırlığını koyamayan, bir seçenek olarak sade yurtaşın aklına ve kalbine hitap edemeyen gerçek sol güçler... Emekten yana, güç ve mülkiyet ilişkilerine vurgu yapan, adını koyarak kapitalizmi karşısına alan sosyalistler… Üstelik Gramşi’nin ülkesinden, Komünist Partisi’nin 70’lerde yüzde 35 oy aldığı İtalya’dan bahsediyoruz…

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN