10 Haziran 2018 Pazar

İstanbul'un yasak ve yasakçıları. - Burhan AYERİ

Dersaadet'in bazı güzellik ve özelliklerini tanıyan kaç kişi kaldı? Aslında nesilleri tükendi. Aramızda kalsın bunlardan biri yani son kalıntılarındanım. Şöyle bir geçmişime bakınca, neler hatırlıyorum neler.

Hani "Yağcılarda inecek var ödülü"nü ihdas edişimi anımsayın. Bu, Eminönü-Unkapanı arasındaki yolun genişletilmesini izlemiş birisinin buluşudur. Yani benim. Mahmutpaşa ve Sultanhamam'daki sırtçı hamalların hakimiyeti yıkılalı neredeyse yarım asır oldu.

Oysa Eminönü'ndeki Yağcılar iskelesinin "sırıkçı"ları epey ilginçti. Bunlar ikili çalışırlardı. Ellerindeki esnek ve sağlam uzun ağaçlara taktıkları fıçıları iskeleden alıp, ardiyelere götürürlerdi. Eğer o daracık yolda bunlara takılırsanız yanardınız. Salına salına gidişlerinin son bulmasını beklerdiniz. Hele bir otobüsün içindeyseniz ya sabır çekmekten başka yapacak şeyiniz olmazdı.

Çok sonraları buna geçici bir çözüm bulundu. Taşıma işleri gece yarısından sonra ile sabah namazı arasına alındı. Bu defa da motorlu araçlar çoğaldı ve yine her şey kilitlendi.

Dönem değişti
Şimdi öyle mi? Tabii ki değil. Ayçiçeği, mısır, fındık, kolza ve zeytinyağı her boyda pet ve teneke kaplara aktarılmakta. İhtiyacınıza göre satın alma imkanınıza sahipsiniz. Paranız varsa hiç bir sorun yok. Bas telefonu, ya da bilmem ne kom'a gir her şey kapınıza teslim.


Olan, Niğdelilerin liderliğini yaptığı sırıklılara oldu. Semt pazarlarında bile yaşlılara ve özelliklere bayanlara yardımcı olan sırtçı çocuklara bile rastlanmaz hale geldik. Ne diyelim "marketler sağ olsun". Bu defa da bulduğunuza ve yediğiniz kazığa razı olacaksınız.

Ya yasaklar
İstanbul'la başladık, devam edelim. Bu şehir yıllar yılı mantıklı mantıksız bir sürü yasakla yönetildi. Örf, adet, gelenek, din, ahlak ve hukuk kuralları bu yasakların sebebi olmuştur.

İsterseniz Osmanlı'dan başlayalım. En çok gadre uğrayanlar hep kadınlar olmuştur. Mesela tek başlarına "gece fenerle sokağa çıkmaları" ve "paytona binmeleri" zinhar yasaktı. Eyüp Sultan'a özel bir yasak ise bölgenin ünlü kaymakçılarına girememeleriydi.

Böylesi engellemeler Cumhuriyetin ilk yıllarında da sürdü. Mesela Mikap yasağı -yasak kitaplar- en bilinenlerindendir. Bundan epey ünlü yazarımız nasibini almıştır.

Ülkedeki yönetim değişiklikleri ve askeri müdahaleler her zaman yasak kapsamını genişletmiştir. Melih Cevdet Anday'ın Yanyana'sı, Şükran Kurdakul'un Giderayak'ı, Metin Eloğlu'nun Sultan Palamut'u gibi kitaplar bir türlü vitrine çıkamadılar. Hatta bugün en önemli klasikler arasında sayılan Sait Faik Abasıyanık'ın Medarı Maişet Motoru uzun yıllar tezgah altından satılabildi.

Güvercin bile!
27 Mayıs İhtilali'nin getirdiklerine birlikte bakalım:
*Adnan Menderes'in yurt dışında basılan resimleri.
*Üzerinde güvercin -barış sembolü- bulunan kartpostallar.
Hâlâ çözemediğim ise disk atan atlet figürü bulunan mavi zeminli rozet.
Şimdi sıkı durun; yasaklanan dualar bile vardı. Bunlar görüldüğü an yapıştırıldıkları yerden sökülürdü. Bu konuda özel bekçi kadrosu ihdas edildi. Peki bunlar hangi dualardı?
*Karınca duası
*Enamı şerif
*Mevlidi nebevi
Birisi bugün çıksın da bunları yasaklayan zihniyeti savunsun.
Her dönemde birtakım kısıtlamalar eksik olmadı. Saçmasapan da olsalar.

Fahrettin Kerim dönemi
Öğrencilik yıllarımda epey tanınmış hocam oldu. Bunların arasında en popüleri Ordinaryüs Profesör Doktor Fahrettin Kerim Gökay'dı. Boyunun çok kısa oluşundan dolayı vatandaş; küçük, ortası tombul rakı şişelerine "Fahrettin Kerim" ismini takmıştı.

İstanbul vali ve belediye başkanlığını birlikte yürüten Gökay, sarhoşlardan, hele yalpalayarak yürüyenlerden nefret ederdi. Hatta bir keresinde bunları "belinizden su alırım" diye tehdit etti. Aslında söylediği mantıklı gerekçeye dayanıyordu. O zamanlar şimdiki alkolmetreler yani alkol ölçücüler yoktu. Sarhoşluğun derecesi kan alma yoluyla belirleniyordu. Küçük Vali, durumu biraz da abartarak ayyaşlara gözdağı vermek istemişti.

Tükürene ceza
Daha yakın dönemden hatırladığım isim Mümtaz Tarhan'dı. Onun da takıntısı "yerlere tükürenlere" idi. Bu işi en aza indirmenin yolunu gerçekten buldu. Yollara tükürenler, anında başlarında zabıta memurlarını buluyorlardı. Kesilen ceza da o zamana göre hiç de fena değildi; 150 lira.

Tarhan'ın paralı kontrollerinde hocam Gökay'dan daha başarılı olduğunu söyleyebilirim...


Burhan Ayeri / YENİÇAĞ

Erdoğan'dan önce Müslüman değil miydik? - Tuncay MOLLAVEİSOĞLU

Cuma günü saat 22:00'den itibaren Bağdat Caddesi eline Türk Bayrağını alıp gelenlerin akınına uğradı...
Her yaş grubundan insan vardı...
Çocuklar babalarının omuzları üzerinde, yaşlılar gençlerin koluna girmiş...
CHP'nin Cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce'nin sosyal medyadan yaptığı çağrı ile onbinler Suadiye'den Göztepe'ye kadar Bağdat Caddesi'ni doldurmuştu.
Uzun süredir görmeye hasret kaldığımız bir heyecan dalgası kalabalağın arasında dolaşıyordu...
Değerli dostum Hüseyin Sağ ile karşılaştık, kol kola yürüyerek mitinge eşlik ettik.
Hüseyin Sağ, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nde AKP'ye kök söktüren bir isim. Ben ona "kent şövalyesi" diyorum... Hüseyin Sağ ile; yolsuzluklarla mücadele eden bir gazeteci olarak birlikte çok mesaimiz oldu...
Gece saat 01:00'e yaklaşıyordu. İki saattir alanda bulunan kimse ayrılmayı düşünmemişti... İnce gelecek ve Kadıköy ona desteğini gösterecekti.
Yürüyüş sırasında Kartal Belediye Başkanı Dr. Altınok Öz'ü gördüm, Kartal'da halk ile iftar yapıp Cadde'ye gelmiş, gülümseyerek insanları selamlıyordu... Kalabalık bir ekip de kendisine eşlik ediyordu...
Hüseyin Sağ; "Bu kez iktidara çok yakınız" dedi... İnce'nin hemen her mitingindeki coşku Kadıköy'de de yaşanıyordu...
Saat 01:00'de otobüsün üzerinde yine enerji dolu bir konuşma yaptı Muharrem İnce... Erdoğan'ın aynı gün yaptığı eleştirilere hemen yanıt verdi;
Erdoğan'ın "Kazanamazsan siyaseti bırakacak mısın?" sorusuna İnce; " Evet kazanamazsam siyaseti bırakacağım ama bir şartım var; senin seçtiğin bir kanalda benimle canlı yayına çıkacaksın..." diyerek yanıt verdi...

İnce'nin din sömürüsü ile ilgili şu cümlesi ise duvara asılacak türden;
"Camiler babasının malı sanki, Bolu'da Cuma namazı kıldık, Müslümanlığı ondan mı öğreneceğiz? Erdoğan Cumhurbaşkanı olmadan önce Müslüman değil miydik?!"

Erdoğan'a karne vererek protesto eden liseli gençler (çocuklar demek lazım ) polis otobüsünde ciddi şekilde darp edilmişlerdi. İnce o çocuklara da sahip çıktı; "Ben de burada Erdoğan'a karne veriyorum, beni de mi döveceksiniz?!" diyerek tepki gösterdi...

Gecenin ilerleyen saatlerinde CHP Trabzon Milletvekili Haluk Pekşen aradı. İnce'nin en son Karabük ve Kastamonu mitingine katılan Pekşen, Kadıköy'den yansıyan fotoğrafı değerlendirdi;
"Hep Türkiye büyük bir dip dalgasına hazır olsun diyordum. Büyük bir değişim geliyor... Muharrem İnce önce kendisi ve sonra kadrosu ile bu dip dalgasının üzerinde yükseliyor. İnce geleceğin siyasi tarihini yazmak üzere, bunu görüyorum..."

Muharrem İnce ilk günden bu yana şaşırtıcı bir performansla çıtayı hep daha yükseğe taşıdı... Pekşen; "... espri, zeka, akıl, gençlik, umut, gelecek, bilim, vizyon... Türkiye'de geleneksel siyasetçiler bunu bilmez... gençlik heyecanını, kucaklaşmayı, aşkı bilmezler... onların bilmediği bir dil bu.. İnce bu dili çok iyi kullandı ve Türk siyasetini bu kulvara çekti. Bu alanda İnce çok başarılı..." diyor.

Yalnızca geleneksel siyasetin dili değişmiyor, İnce'nin enerjisi ile CHP'nin de iktidar yürüyüşü hızlanıyor...
Cumhurbaşkanı Erdoğan uzun süredir ilk kez; Meral Akşener, Temel Karamollaoğlu ve Muharrem İnce ile gerçek bir yarışın içinde kendisine çıkış yolu arıyor...

                                                                          ***

Ece neden tutuklandı?

Çağdaş Ses Gazetesi yazarı Ece Sevim Öztürk geçen gün, gece 02:30 da göz altına alınıp tutuklandı...
ODA TV de yer alan bilgiye göre Ece, 15 Temmuz'a dair hazırladığı bir belgesel ile ilgili olarak Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'nın yaptığı suç duyurusu üzerine tutuklanmış.


Ben belgeseli izlemedim ancak iddiaya göre darbeye direnmiş görünen iki denizci komutan aslında darbeyi önceden biliyormuş... Ece bunları tutuklu FETÖ'cülerin iddialarına dayandırmış...

Bana sorarsanız tutuklu FETÖ'cüler intikam amacı ile de birilerini suçlayabilir yani bu tip açıklamalara büyük şüpheyle yaklaşılmalı... Ancak Ece bu iddiaları belgeseline konu etmiş... Ece'nin sırf bu iddiaları aktardığı için tutuklanması ağır olmadı mı?

İddiaya konu olan kişiler kendi doğrularını kamuoyuna açıklayıp olayı kapatabilirlerdi... Şimdi iftira ve karalama olarak nitelenen mesele daha da büyüdü...

Deniz Kuvetleri Komutanlığı, Ece'nin belgeselde yer verdiği iddialarla ilgili olarak darbe girişimi davasını ve yargılama sürecini yıprattığı ve terör örgütü lehine yargıyı etkilediği iddiası ile hakkında savcılığa başvurmuş...

Yayınlanmayan bir belgesel ile ilgili olarak Ece tutuklanmış. Dün sosyal medyada bu belgeseli arayan insanlar olduğunu gördüm. Yani bu tutuklama, sakıncalı görülen bu belgeselin "popüler" olmasına neden oldu.

Oysa iddiaların yalan olduğu, tutuklu FETÖ'cülere ait olduğu şeklinde bir yalanlama yapılıp kamuoyu aydınlatılabilirdi...

Ece'ye gelince; Kanaltürk'ü kurduğumuz dönemde gazetecilik merakı ile haber merkezini sürekli ziyaret ederdi...  Daha çocuk sayılacak bir yaşta Cumhuriyet mitinglerinin neredeyse tamamına katıldı... Atatürkçü genç bir hanımdı...

FETÖ'cü olacağına asla ihtimal vermiyorum...

Benim gördüğüm Ece'nin 15 Temmuz sorgulamalarının sinsi örgütün "işine geldiği" onun gazetecilik merakını FETÖ'cülerin kendilerini aklamak için kullanmaya çalıştıkları yönünde...

Ece'nin her sorusunu terör örgütünün sosyal medya hesapları yaygınlaştırdı. Bu kirli örgütün pası, Ece'nin gazetecilik merakının üzerine bulaştı...

Umarım yargı kısa zamanda bu gerçeği görür ve Ece özgürlüğüne kavuşur...


Tuncay MOLLAVEİSOĞLU  / YENİÇAĞ

9 Haziran 2018 Cumartesi

Ekonomik seçenekler daralıyor - KORKUT BORATAV

Türkiye’de ekonomik bir bunalımın eşiğindeyiz. Finans kapitale kalıcı teslimiyete son vermenin ilk adımı radikal bir program önermektir. Güçlüklerini açıklamak da görevimizdir.


Belirtiler Türkiye’nin bir krize sürüklendiğini gösteriyor. Durgunlaşmayı izleyen ılımlı bir daralma ile geçiştirilebilir mi?

Finansal kriz ve kapsamlı bir bunalım mı? 

İyimser senaryo: Durgunlaşma ⇒ Ilımlı daralma ⇒ İstikrar… 

Türkiye için iyimser bir senaryonun işlerliği öncelikle dış dünyaya bağlıdır: FED’in parasal daralma / faiz artırma temposu hızlanmamalı; ABD 10 yıllık tahvil faizleri yüzde 3’lük eşiğin altına yerleşmeli; finans kapitalin “risk iştahı” aniden coşmalı ve “yükselen piyasalar”dan fon çıkışları son bulmalı… 

Dış ortamdaki “olumlu” koşulların Türkiye ayağı da var: TCMB, politika faiz oranını son enflasyon verilerinin üst eşiğine (yüzde 20’lik ÜFE artışına) çeker. Batılı finans çevreleri, “Türkiye’de fiyatlar yeterince düştü; girme zamanıdır…” teşhisinde birleşir. Sıcak para akımları döviz kurlarına ve faizlere istikrar getirir. 

Ancak dikkat: Bu yeni istikrar ciddi kayıpları izleyecektir. Döviz fiyatlarının geçen yıl sonundaki 1 dolar = 3,77 TL düzeyine dönmesi olası değildir. Döviz borçlusu şirketlerden başlayan zincirleme etkiler, tüm ekonomiye, bankalara yansıyacaktır. Borçlu şirketleri ve bireyleri zorlayacak olan bir diğer zinciri de hatırlatalım: TCMB politika faizi ⇒ mevduat faizleri ⇒ tırmanan kredi faizleri… 

Tek telafi edici etken, hükümetin Nisan ve Mayıs 2018’de artan kamu harcamalarını içeren seçim paketidir. Ancak, döviz kuru ile faiz artışlarının daraltıcı etkileri yıl boyu sürecek; “seçim paketi” yılın ikinci yarısında son bulacaktır. 

Bu iki karşıt akım, şu anda ekonominin durgunlaşmasına yol açmaktadır. İlerleyen aylarda olumsuz finansal etkenler ağır basacaktır.

En iyimser senaryo, ekonominin 2019’a ılımlı bir daralmayla girmesi ve giderek istikrar bulmasıdır. 

Kriz niçin gündemdedir? 
Bu iyimser senaryonun gerçekleşmesi, mümkündür; ama muhtemel değildir.

FED’den kaynaklanan finansal daralma yavaşlamayacak; belki de hızlanacaktır. Finans kapitalin “yükselen ekonomilerin kırılgan halkaları”na (öncelikle Arjantin, Türkiye, Brezilya’ya) dönük risk iştahı yok olmuş; fon çıkışları yaygınlaşmıştır. 
Batılı bir bankerin ifadesiyle, Cumhurbaşkanı’nın Londra’da “TCMB’nin itibarını ciddi boyutta zedeleyen; inanılmayacak derecede zarar veren söylemlerinin etkisi” süregelmektedir. Mehmet Şimşek’in telafi çabalarının etkisiz kaldığı anlaşılmaktadır. “Faiz lobisi” ile savaşa tutuşan Cumhurbaşkanı’nın olası seçim zaferi dahi, geçmiş örneklerin aksine, finans çevrelerinin tedirginliğini gidermeyecektir. (Bk. Financial Times, 23 Mayıs, 4 Haziran; Economist, 2 Haziran.) 

Olumsuz algılamaların yansımaları ortadadır. Mart’ta sermaye hareketleri tersine dönmüştür ve dış kredilerde 3 milyarı aşkın ana para ödemesi yapılmıştır. Döviz piyasaları, bu eğilimin üç aydır hızlandığını göstermiştir. Kredileri yapılandırılan büyük şirketlerin sayısı artmaktadır. Moody’s 14 T.C. bankasının kredi notunu düşürmüştür. 

Finansal bir krizin ön göstergelerini günü gününe izliyoruz. 

Krizde IMF seçeneği
Kriz patlak verdiğinde (Haziran 2018 verilerine göre) âcil soru şu olacaktır: 12 ay içinde vadesi gelecek olan 182 milyar dolarlık dış borcun ve 55 milyar dolar civarında seyreden cari işlem açığının finansmanı nasıl sağlanacak? 

Gündemde sadece iki seçenek vardır: Bir IMF programı veya dış borç ödemelerini askıya almakla başlayan radikal program…

İktidara aday olan iki ittifakın, krizde IMF seçeneğini yeğlemesi beklenir. Bu programın ipuçlarını Nisan’da yayımlanan (ve bu köşede tartıştığım) IMF’nin Türkiye raporu vermekteydi. 

Yukarıdaki soruya IMF’nin yanıtı basittir: Ekonomi küçülür; cari dış finansman gereksinimi de aşağı çekilir. IMF kredileri de dış borç taksitlerini öder. 

Ekonominin küçülmesini, maliye ve para politikalarında ağır kemer sıkma önlemleri sağlar. IMF’nin Nisan Raporu, kamu harcamalarının 2018’den 2019’a milli gelirin yüzde 2’si oranında kısılmasını öneriyor. Bu, millî gelirdeki daralmanın en alt sınırıdır; malî çoğaltanın ve kredilerdeki düşmenin etkileri buna eklenmelidir. 

Kemer sıkma öncelikle emekçilere yansıyacaktır. Emekli aylıklarında, memur maaşlarında, asgari ücretlerde enflasyona endeksleme son bulacaktır. Kıdem tazminatının tasfiyesi, geçici istihdam biçimlerinin yaygınlaştırılması gündemdedir. Sosyal güvenlik sisteminden özel sigortalara geçiş hızlanacaktır. 

Döviz kuru dalgalanmaya bırakılacak; emek gelirleri, döviz fiyatlarını (dolayısıyla enflasyonu) geriden izleyecektir. 

Bir-iki yıllık bir küçülme sonrasında ekonominin yeni bir dengeye oturması umulur. Bu reçetenin en katı türüne muhatap tutulan Yunanistan ekonomisinin küçülmesi çok daha uzun sürdü. 

Benzer bir programın 2002 sonunda AKP iktidarı ile sonuçlandığını da hatırlatalım.

Radikal bir anti-kriz programı: Nasıl?
IMF seçeneğini reddeden “radikal” bir anti-kriz programının yanıtlaması gereken âcil soruyu tekrarlayalım: 12 ay içinde vadesi gelecek olan 182 milyar dolarlık dış borcun ve 55 milyar dolar civarında seyreden cari işlem açığının finansmanı nasıl sağlanacak? 

Yanlış anlaşılmasın. Finansal kriz, Türkiye ekonomisinin dış finansman kanallarını tamamen tıkamaz. Portföy yatırımlarından çıkışlar kısmen telafi edilebilir. Gayri menkul, şirket alımları biçiminde gerçekleşen yatırım türleri son bulmaz. Vadesi gelen kredilerin tümü tahsil edilmez; bir bölümü (kredi faizleri yükseltilerek) yenilenebilir. 

Belirleyici olan, toplam dış kaynak girişlerinin anlamlı boyutlarda düşmeye başlamasıdır. Bu sürecin uzaması kriz ortamına girişi kesinleştirir. 

IMF anlaşmalarının avantajı, “program uygulanırken ödenen kredi dilimlerinin” sağladığı dış finansmandır. Radikal bir programda bu kaynak gündem dışıdır. Dış borç ödemelerinin askıya alınması bu nedenle zorunludur. Borçların “yeniden yapılandırılması” müzakere konusudur; sonuçları öngörülemez.

Sermayeye ve IMF’ye teslimiyeti reddeden radikal bir seçeneğin hareket noktasının “dış borçların yapılandırılması, konsolidasyonu, reddedilmesi” olduğunu Sungur Savran ve Oğuz Oyan BirGün Pazar (3 haziran 2018) ve soL Haber (5 Haziran) yazılarında belirttiler. Yukarıdaki âcil soru yanıtlandıktan sonra izlenebilecek ilerici bir güzergâh ise, Birleşik Haziran Hareketi tarafından Emeğin On Çözümü başlığı altında ifade edildi. Bu yazıda, “âcil soru” gündemi içinde kalıyorum. 

Türkiye’nin 453 milyar dolarlık dış borç stokunun sadece yüzde 30’u (136 milyarı) kamuya aittir. Siyasî iktidarın ‘acil bir borç yapılandırma” talebi de sadece kamu borçlarıyla ilgili olabilir. Özel şirket ve bankaların dış borçları, özel hukukun borçlu-alacaklı düzenlemeleriyle ilgilidir. Türkiye hükümeti 2001 krizinin arifesinde bankaların dış borçlarını üstlenmişti; bu yüz kızartıcı hatanın tekrarı söz konusu olamaz. 

Döviz kısıtı yüzünden aksayan özel sektör borç taksitleri için TL ile ödeme; borç / hisse senedi takasları müzakere konularıdır. İflas halinde uygulanacak icra yöntemleri, genel hukuk kuralları içinde yer alır. 

Ancak, özel sektörün veya kamunun döviz yükümlülükleri karşılanamadığı ölçüde sermaye hareketleri sınırlanmalıdır. Yöntemler farklı olabilir: Ülke dışına döviz transferleri izne bağlanabilir; yabancıların portföy çıkışları vergilendirilebilir; kredi ödemelerine döviz tahsisi sıraya konabilir; döviz hesaplarından günlük çekişler sınırlandırılabilir…

Dahası da var: Cari işlem açığını sürdürme güçlükleri, ithalatın kısıtlanmasını da zorunlu kılar. Burada AKP dönemine özgü bir dış bağımlılık olgusu ile karşı karşıyayız: Ekonominin küçüldüğü yıllarda dahi ortadan kalkmayan cari işlem açığı… Millî gelirin toplam olarak yüzde 4 düştüğü 2008-2009 yıllarında Türkiye ekonomisi toplam 51 milyar dolar cari açık vermişti. Daha önceki yirmi beş yılın ödemeler dengesi tablolarına bakınız: Ekonominin durgunlaştığı veya küçüldüğü her yıl (1988, 1989, 1991, 1994, 1998, 2001) cari işlem dengesi fazla vermişti… Tarihe karışmış olan “normal” bir ekonominin olağan göstergeleri…

Kriz ortamında iç talebin daralması, dövizin pahalılaşması, ithalatı kendiliğinden aşağı çekecektir. Geleneksel korumacı önlemler de (gümrük tarifeleri, ithal kotaları) ayrıca gerekir: Dünya Ticaret Örgütü’nün “istisnaî önlemeleri” kullanılacak; AB ile Gümrük Birliği kuralları ihlal edilecektir.

Sınıfsal ittifak gereği
AKP’nin kitle tabanını ve seçmen desteğini ayakta tutmuş olan bölüşüm bilançosunu hatırlatmak gerekir: Kişi başına hesaplanırsa on beş yıl boyunca ortalama işçi, köylü gelirleri, milli gelirin gerisinde seyretmiştir; ancak emekçilerin tüketimleri, gelirlerinden daha hızlı artmıştır. 

Bu “refah artışı” nasıl gerçekleşti? Emekçiler açısından borç tuzağı ile… Toplam tüketici kredilerinin milli gelirdeki payında gerçekleşen (%2’den ⇒ %20’ye) tırmanma ile… Makro-ekonomik düzlemde, özel ve kamusal tüketimin milli gelirdeki oranının yirmi yılda beş puan artması (%80 ⇒ %85) ile… Bu artış, cari işlem açığının millî gelirdeki ortalama payına eşittir. 

Dış borç ödemelerini askıya alarak başlayan, ithalatın kısıtlanmasını da içeren radikal programdan Haziran Hareketi’nin önerdiği emek-yanlısı ve dinamik bir ekonomiye geçiş sancılı olacaktır. Ortalama hayat standartlarını zorlayan önlemler, halk sınıfları gözetilerek uygulanacaksa burjuvazinin vergilenmesi gerekecektir. “Sermayenin grevleri” patlak verirse, kamulaştırmalar gündeme gelir. 

Sungur Savran yazısında, dünya çapında sınıf mücadelelerinin seyrinde “2011-2013’te devrim için tarihi koşulların var [olduğunu]” hatırlatıyor. Sonraki beş yılda ise Yunanistan’dan Orta Doğu’ya, Latin Amerika’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyada sermayenin tahakkümü yeniden pekiştirildi.

Türkiye’de de ekonomik bunalımın eşiğindeyiz. Finans kapitale kalıcı teslimiyete son vermenin ilk adımı radikal bir program önermektir. Güçlüklerini açıklamak da görevimizdir. 

Böyle bir programı hayata geçirebilecek mavi ve beyaz yakalı işçi sınıfı ile köylülüğün ittifakına dayalı bir iktidar yapısı, yakın geleceğin gündeminde değildir. 

Bu tür bir ittifakı oluşturma görevi ise Türkiye’nin sosyalistlerine düşüyor.

Korkut Boratav / BİRGÜN

Üçüncü gol geldi - HAYRİ KOZANOĞLU

Bu faiz düzeyiyle yatırımlar şak diye durur, kredilere ilgi olmaz, talep çok yavaşlar, muhtemelen yılın üçüncü çeyreğinde büyüme eksiye geçer. Döviz rezervlerinin hızla tükenmesi ise insanın aklına Dünya Bankası’nın ikiz kardeşi bir finansal kuruluşun adını getiriyor.

Merkez Bankası’nın (MB) 15 gün içerisindeki ardı ardına faiz artırma kararıyla birlikte politika faizi yüzde 16.50’den yüzde 17.75’e yükseldi. Böylelikle daha seçim sürecinin ilk yarısı sürerken 3. gol gelmiş oldu. Golü yiyenin ismini telaffuz etmeye gerek yok, siz bilirsiniz… Golü atan, futbol terminolojisiyle “hat trick”e imza atan ise “faiz lobisi” haliyle…

Hatırlarsanız MB, faiz lobisinin sıklaşan ataklarını durdurmak için defansa çekildi. 7 Mayıs’ta rezerv opsiyon mekanizması kapsamında katsayıları düzenleyerek 2.2 milyar doları bankaların kullanımına sundu. Ardından döviz depo ihalesi tutarını 1.25 milyar dolardan 1.5 milyar dolara yükseltti. 9 Mayıs’ta döviz depo ihaleleri yoluyla oluşacak satım tutarını 5.3 milyar dolardan 7.1 milyar dolara çekti. 16 Mayıs’ta sağlıksız fiyat oluşumlarının izlendiğini, gerekli adımların atılacağını açıkladı.

İlk gol 23 Mayıs’ta
Topu taca atma, faule başvurma, adam adama markaj, sahada dışından dövize itibar edenlere tekme sallama hamleleri bu defansif önlemlerin hiçbiri sonuç vermedi ve 23 Mayıs’ta ilk gol geldi. MB 23 Mayıs’ta dolar kurunun 4.92 TL’ye dayanması karşısında Geç Likidite Penceresi (GLP) borç verme faiz oranını 300 baz puan artırarak yüzde 16.50’ye yükseltti.

Örtük faiz artışı
Faiz lobisi tek golle yetinmeyip ataklarını sıklaştırdı. MB, 24 Mayıs’ta uzlaşmalı döviz satım ihaleleri miktarını bir kez daha artırarak, 25 Mayıs’ta ihracat reeskont kredilerinde kur sabitlemesine giderek kalesini savunmaya çalıştı. Ancak 1 Haziran’da ikinci golü kalesinde gördü. Her ne kadar pozisyonu faiz artışında “sadeleştirme” etiketiyle savuşturmaya çalışsa da, politika faizi adı verilen bir hafta vadeli repo ihale oranını yüzde 16.50’ye yükseltmesi; faiz koridorunun üst bandının bunun 150 baz puan, GLP’nin de 300 baz puan daha yukarısında bulunması, aslında “örtük” faiz artışıydı.

Tahvil faizleri yeni artışın habercisiydi
Çok geçmeden 7 Haziran’daki tüm beklentilerin de ötesinde bütün faiz türlerindeki 125 baz puan artış, ne yazık ki yeni bir gol demek. Zaten gösterge faiz kabul edilen, iki yıl vadeli tahvillerin faiz oranının yüzde 18’in üzerine sıçraması (bu yazı kaleme alınırken yüzde 18,37’ydi ) yeni bir faiz artışının habercisiydi.

Spekülatörlerin yüzü gülüyor
Faiz artışıyla döviz kurlarında şimdilik bir geri çekilme gözleniyorsa da, 24 Haziran seçimlerine yaklaşırken hem döviz spekülatörlerinin hem de faiz avcılarının yüzünü güldüren bir noktada bulunuyoruz.

Geçtiğimiz yıl kapasitesinin ötesinde bir hızla arabayı zorlayarak yüzde 7.4 büyüme ile böbürleneyim derken motora su kaynattıran, balataları yakan şoför, şimdi de sürekli faiz artışlarıyla frene basmaktan başka çare bulamıyor. Bu faiz düzeyiyle yatırımlar şak diye durur, kredilere ilgi olmaz, talep çok yavaşlar, muhtemelen yılın üçüncü çeyreğinde büyüme eksiye geçer. Yani araba takla atar.

Faiz kararıyla aynı saatlerde açıklanan bir veri de brüt döviz rezervlerinin 25 Mayıs ile biten haftada 83,8 milyar dolardan 82.2 milyar dolara gerileyerek 1.6 milyar dolar daha kan kaybetmesiydi. Rezervlerdeki bu cephaneliğin hızla tükenmesi, ister istemez insanın aklına üç harfli, Washington 19. Cadde’de bulunan, Dünya Bankası’nın ikiz kardeşi bir finansal kuruluşun adını getiriyor.
Bizden ipucu bu kadar…

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Yalan, çamur bile inandırıcılık ister..- ŞÜKRAN SONER

“Çamur at izi kalsın” özdeyişi ile yola çıkıp, “Yalancının mumu yatsıya kadar” karşıt özdeyişinden ders çıkarmamak.. Seçim kampanyası sürecindeki 16 yıllık iktidarlarının ağır suç ortaklıkları, sorumluluklarıyla yüzleşmeme, hesap vermemek uğruna, önüne çıkanları, siyasi rakiplerini yalan, çamur atmada sınır tanımaz boyutlarda suçlamak.. Haksız, hukuksuz, adil olmayan, dudak uçuklatan ölçeklerde kamu kaynaklarını kullanarak örgütlenen seçim kampanyalarında taşınmış kitlelere yuhalatmak.. Yüzde 95 ele geçirilmiş medya güdüleme araçlarıyla sandıkta seçim kazanma hesapları yapmak.. Nereye kadar geçerli işe yarıyor olabilir? 

Büyük paralarla işin içinden çıkılamayan seçim anketleri üzerinden kısır, bıktırıcı tartışmalara ek bir yazı yazmaya kalkışmak aklımın ucundan geçmez. Olsa olsa geçmiş, tarihe tanıklık edebilecek kimi yaşanmışlıklardan örneklerle, hepimizin beyinlerini kurcalayan sorgulamalara katkı yapmaya çalışabilirim.. 12 Eylül’ün, cuntanın gücü, icraatlarının sorgulanmasının söz konusu olamayacağı günlerde    Evren  cezaevlerinde ağır işkenceden geçirilen, 5 yıl pisipisine en kötü koşullarda hapis yatacak, yaşamları karartılacak, sonrada ceza almadan davalarının düşmesiyle serbest kalacak, DİSK’in yöneticileri, başkanlarının topunu birden hedef alan, kalabalık kitlelere coşkulu alkışlattığı, yuhalattığı bir çamur atma suçlamasında, “Sendika ağaları, işçi parasını yiyenler, teröristler..” vurgulamalarıyla dilediğince atıp tutmuştu.

***

Türk-İş’e bağlı TGS’nin genel eğitim sekreterliğini de yapıyordum. DİSK’lilere ödetilen bedeller üzerinden, koskoca Türk-İş kapalı kapılar arkasındaki genelgeler, talimatlarla tüm sendikal faaliyetlerini fiilen durdurmak zorunda kalmış, sendikalı örgütlü işçiler için zorunlu tahkim sistemi, yargıçlara yeniletilen sözleşmeler yürürlüğe sokulabilmişti... 
İlk inanılmaz insancıl cılız tepki örneğini İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’na bağlı görev yapmış genç subaylardan duymuştum. Ülkemizde gerçek sendika ağaları bilinirken, “Toptancı ağalık, terör örgütü..” suçlamalarından duydukları vicdan azabı ile, DİSK sendikalarının binalarının labirentleri sökülerek yapılmış aramalardan sonra toplanmış çuvallarla evraklardan birkaçını, kanıt yok etmeyecek ancak iddiname yazılımında zorluk çıkarmak üzere yakıverdiklerini şaka mı, doğru mu bilemem kulağa fısıldayıvermişlerdi. Aksine, kış ayazında, ağır işkenceden çıkmış, yaşlı başlı sendikacıları saatlerle parmak kaldırdıkları halde, buz gibi taş üstünde titrettiren, tuvalet izni vermeden işkence yapılmasına da çok tanıklık etmiştik.

Özal, MESS’ten 12 Eylül yönetimine 24 Ocak kararlarının mimarlığı için transfer edilmiş, sivil iktidar olarak gerçekleştirmede başarılı olamayan Demirel Hükümeti bir kez daha şapkasını alarak çekilmek zorunda kalmıştı. Kayıtlı belgeleri ile, noktası virgülü ile öngörülmüş ağır sendikal anayasal, yasal yasakların günümüze uzanan gaspında belirleyici rol oynamıştı.. Özal’ın askerlerin veto ettiği aday vitrininde, yasaklı 12 Eylül anayasası, yasalarının uygulanmasının başında sivil lider olarak bir on yılı başbakan, sonrası cumhurbaşkanı olarak görev yaptığını unutmuş olamazsınız. Kaderin cilvesi Özal’ın Amerika’dan istediği tekstildeki kotaların verilmemesi, Türkiye’nin “korumaya mazhar ülkelerin listesine alınması”nın reddinde, Amerika tam da bu söz konusu anayasa ve yasalar yasaklarını gerekçe yapmıştı..

Öncesinde Türkiye’de DİSK’in kapatılmasını isteyen Amerikan dış siyaseti, sonrasında AB sendikacıları “DİSK için üzüldüler, onları daha çok üzmek istemiyoruz” gerekçeli, siyasi iradeleriyle, DİSK’lilerin önce tahliyelerinin, sonrasında açılmış davlarının düşmesi sonucunu üretmişti. Ne gariptir ki, bu yasaklı düzen içinde toplusözleşmelerin Özal iktidarları sürecindeki siyasi irade ağırlığında sürekli hak kayıpları sonrası, sendikal haklarını kullanamayan ama o tarihler için hâlâ var güçlü kamu sendikalarındaki işçilerin tabandan patlamalarıyla, bahar yaz eylemleri, büyük Zonguldak direnişi sayesinde, geriye dönük pek çok yılın hak kayıplarını anlamlı düzeltmelerinin ötesinde, Özal’ı referandum yenilgisine götüren, siyasal, ekonomik, sosyal, toplumsal patlamanın da önünü açıvermişlerdi..

Şükran Soner / CUMHURİYET

İhtimaller - ÖZGÜR MUMCU

Erdoğan’ın gerçeklikle ilgisi olmayan açıklamalar yapmasına alışığız. Gazete arşivlerine başvurmaya gerek duymadan, Dolmabahçe Camii’nde içki içilmesinden, Kabataş’ta başörtülü bir kadına saldırıya, Kolomb öncesi devirde Küba’da cami bulunduğuna dek sayısız örnek verilebilir. 


Otoriter liderlerin kendi alternatif gerçekliklerini yaratmaları sık karşılaşılan bir durum. Siyasetçilerin yalan söylemelerinin pek şaşırtıcı bir yanıyok. Öyle ki, konu hakkında Chicago Üniversitesi’nden Profesör John J. Mearsheimer’ın “Liderler Neden Yalan Söyler” başlıklı bilimsel bir incelemesi dahi mevcut. 

Bu yalanların sadece şahsi hırslar sebebiyle değil, milletin ve devletin bekasının korunması amacıyla söylendiğini ileri sürenler de var. 

Seçime iki hafta kala aday Erdoğan’ın ardı ardına gerçeklikle bağlantısız açıklamalar yapması nasıl değerlendirilmeli? 

Duvar sitesi bir özet yapmış. Buna göre Erdoğan, 1987’de yapılan İzmir havaalanını kendilerinin yaptığını söyledi. 

Isparta’ya üniversiteyi AKP’nin kurduğunu ileri sürdü. Üniversite 1992’den beri oradaydı. 

Adıyaman’da 1992’den beri havaalanı vardı. Ancak Erdoğan, onun da kendi dönemlerinde inşa edildiğini açıkladı. 

6-7 Ekim olaylarının 7 Haziran seçimlerinden sonra gerçekleştiğini savundu. Oysa 53 vatandaşın ölümüyle sonuçlanan çatışma seçimden bir sene öncesindeydi. 
Komünistlerin Boğaz Köprüsü’nü satmak istediğini ancak Özal’ın buna karşı koyduğunu iddia etti. Köprüyü satmak isteyen Özal iken satılmasına karşı çıkan komünizmle ilgisi bulunmayan Halkçı Parti Başkanı Necdet Calp idi. 

Önceki gün ise ilkokulu tek parti döneminde 75 kişilik sınıfta okuduğunu söyledi. Erdoğan, tek parti döneminden 4 sene sonra doğduğu için iddiasının gerçek olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Okul arkadaşlarına göreyse sınıflar 75 kişilik değil 35-40 kişilikti. 

Aday Erdoğan’ın seçim kampanyasını kendisine tam olarak ne kazandıracağı belirsiz bu tuhaf açıklamalara dayandırması nasıl izah edilebilir? 
İlk ihtimal, 16 senelik iktidarın getirdiği ağır yorgunluk ve iş temposu sebebiyle artık ne söylediğinin pek farkında olmadığı. Çevresinde onu uyaracak kişiler bulunmadığı ve karşısına çıktığı gazetecilerin de bu garip beyanları eleştiremeyecek kadar korkak olmaları. 

Bu ihtimal bırakalım demokrasiyi, otoriter bir devlet yönetiminde dahi kabul edilemez. Bunca kafa karışıklığı ve gerçeklikten kopuş kasti değilse, Erdoğan’ın mesela uluslararası müzakerelerdeki performansı ve karar alma kudreti sorgulanır. 

İkinci ihtimal ise, aday Erdoğan’ın seçimi kazanmak için kamuoyunu manipüle etmek amacıyla bilerek artık neredeyse komiklik derecesinde gerçeklikten kopuk demeçler vermesi. 

Bu ihtimal ise, seçmenin zekâsıyla dalga geçen ve ne pahasına olursa olsun seçilmeye ant içmiş birinin ülke yönetimini hak edip etmediği sorusunu ortaya koyar. 
Benim aklıma başka bir ihtimal gelmiyor. Her iki ihtimalde de ülkenin geleceği için sayın Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmemesinde sayısız fayda var. 

Ha elbette bir ihtimal daha var. Hepimiz topluca bir sanrının içindeyiz ve 2002’ye kadar İsmet İnönü’nün iktidarda olduğu gerçeği bize unutturuldu. Vaziyet böyleyse şehir hastaneleri daha da genişletilmeli ve modern tıbbın imkânları kullanılarak ülke nüfusunun büyük çoğunluğunun, Erdoğan gerçekliğine uyum sağlaması mümkün kılınmalı.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Emekli maaşı 10 yılda yarıya yarıya azaldı - SAYGI ÖZTÜRK

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, iktidarın ‘sosyal güvenlik reformu’ adıyla yaptığı düzenlemenin emeklileri vurduğunu belirtti. Hak kaybıyla ilgili çıkardığı hesabı şöyle açıkladı: “ASGARİ ücretten prim yatıran bugün 718 lira emekli aylığı alıyor. Bu düzenleme yapılmasaydı bin 822 lira alacaktı. Esnaf ve çiftçi emeklilerinin aylığı da yarıdan fazla azaldı.”


CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğu; “Sürekli, benim SSK Genel Müdürlüğüm dönemini gündeme getiriyor. Gelsin karşıma. İstediği yandaş televizyon kanalında beraber oturalım. Kendi gazetecilerini de alsın. Sosyal Sigortalar Kurumu'nu konuşalım. Sosyal güvenlik açığı 34 milyara nasıl çıktı bir açıklayalım. Benim dönemimde 2 milyardı, şimdi 34 milyar lira açık var. Benim dönemimde emeklilik yaşı kadınlarda 34, erkeklerde 43'tü, şimdi 65. Prim günü 5 bindi, şimdi 7 bin 200. Daha uzun süre prim ödüyorsun daha geç emekli oluyorsun. Neden emekli maaşı düşüyor? Prim ödeme gün sayısı artıyor. Emeklilik yaşı uzuyor ama açık büyüyor. Bugün 722 prim ödeyen 65 yaşını dolduran birisi, gidip sigortaya başvurduğunda 718 lira 69 kuruş emekli aylığı alıyor. Bu kişi 1 Ekim 2008'den önce başvursaydı bin 822 TL aylık alacaktı. Yani emekli aylığı 1822 liradan 718 liraya düşüyor. Bağ-Kur'lu olsaydı bin 800 alacaktı, şimdi başvurduğunda 840 TL alacak. Çiftçi 1 Ekim 2008'den önce bin 260 lira alacaktı. Bugün 621 lira emekli aylığı alıyor. Yani aylıkları düşürerek emeklinin sırtından sosyal güvenlik reformu yaptılar. Erdoğan'a, bakanlara sesleniyorum; mutfaklarını bir ay süreyle 621 lirayla geçindirsinler. Vatandaşa reva gördükleri para bu.” ifadelerini kullandı.

MALİYE BAKANI'NI GÖREVDEN ALACAK MI?

Biz diyoruz ki 1 milyon 644 bin emekli 1500 TL'nin altında maaş alıyor. Naci Ağbal çıktı SGK'da en düşük emekli aylığı 1570 liradan 1670 liraya çıkacak dedi. Yalan… İlk TV programımda bu yalanı da ortaya koyacağım. 1405 TL Bağ-Kur, bu da yalan. Erdoğan bu sorularıma cevap versin, palavrayı bıraksın. Yeni emeklilik dilekçesi vermiş, bin TL'nin altında aylık alan birinin belgesini gösterdiğimde Maliye Bakanı'nı görevden alacak mı? Emekli aylığı belgesini kamuoyu ile paylaşırsam, kamuoyuna yalan söylediği için bakanı görevden alacak mı? 1 milyon 644 bin kişi, 1.500 liranın altında maaş alıyor. 700 TL ve altında ücret alan 26 bin kişi var.

SARAY'A ERDOĞAN İÇİN DEĞİL, ÜLKEM İÇİN GİTTİM İKRAM EDİLEN PASTAYI HARAM DİYE YEMEDİM

CHP lideri, 15 Temmuz sonrası tartışılan Erdoğan ziyaretinin gerekçesini böyle açıkladı. Saray'a niçin gittiğini uçakta SÖZCÜ'ye anlatan Kılıçdaroğlu, “Darbelere karşı olduğum için gittim. Ben Ebuzer o Muaviye” dedi…
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu seçim çalışmaları kapsamında Manisa'ya giderken, Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın, bazı iddialarına cevap verdi. Kılıçdaroğlu şu çarpıcı açıklamaları yaptı:
Demokratik parlamenter sisteme geçmek için anayasa değişikliği gerekiyor. Anayasa değişikliği için oturup hem Millet İttifakı'nın hem de şu anda o ittifaka dahil olmayan partilerin değişikliğe ‘evet' demesi gerekiyor. Bir anayasa değişikliğinin yıldırım hızıyla Parlamento'dan geçmesi doğru değil. Toplumsal uzlaşmayla geçmesi gerekir. Darbe hukukundan arınması gerekir. Daha demokratik bir siyasi partiler yasası olması lazım. Parlamento'nun iradesine bir başka güç ipotek koymamalı. 4 partiden uzmanlar bir araya gelsinler, demokratik parlamenter sisteme geçişle ilgili ana ilkeleri belirlesinler. Kamuoyuna bir açıklama yapalım diye karar aldık. Uzun metinler hazırlanmayacak. Ana ilkeleri oturup kendi aramızda hazırladıysak, demokratik parlamenter sisteme geçişin de bir protokolü hazırlanacak.
PROTOKOLÜN DETAYLARI
Güçler ayrılığı ilkesinin tam oturduğu, medyanın bağımsızlığı, halkı bilgilendirme konusunda standartları taşıyan bir sistem. Seçim barajının minimize edildiği gibi bazı kurallar. Yurtdışı seçim çevresi olmalı. Dışarıda 6.5 milyon vatandaşımız var. Niye bu vatandaşlar seçilemiyorlar. Milletvekili de seçilsin, biz bunu da savunuyoruz. Demokratik parlamenter sistem gerçekten demokratik olan, liderin baskın, dominant güç olarak parlamentoyu etkilemediği bir sistem. Gruplar kendi içinde karar alabilirler. Cumhurbaşkanı halk tarafından seçilebilir de seçilmeyebilir de. Bizim illa şu olsun diye ısrarımız yok. Cumhurbaşkanının yine eskisi gibi tarafsız olması gerekir. Partili olabilir ama aday olduktan sonra ayrılmak zorunda.
ARTIK BİTMİŞ DURUMDA
Erdoğan ne söyleyeceğini bilmiyor. Türkiye'nin geleceği ile ilgili olarak bir ufku yok. Bitmiş yani. Bütün söylemleri, 25 Haziran'dan sonra ‘göreceksiniz' diyor. Neyi göreceksiniz o belli değil. Ekonomiden hiç söz etmiyor. Kendisine şu telkin yapılmış, sakın konuşma sen konuşunca ekonomi bozuluyor. İşsizlikle nasıl mücadele edecek belli değil, dış politikada ne yapacak belli değil, eğitimde ne olacak belli değil. Toplumsal barış nasıl sağlanacak belli değil, çiftçinin durumu belli değil. Erdoğan şu gerçeğin de farkında Türkiye'yi kendisi yönetmiyor. Egemen güçler Türkiye'yi yönetiyor ve o güçlerin telkinleriyle politika üretiyor. Dış politikada Suriye'ye girilmesi egemen güçlerin telkiniyle oldu. Devlette liyakat sisteminin bozulması, Gülen cemaatini telkin ediyordu. Üretim ekonomisinden vazgeçip rant ekonomisine geçilmesi, müteahhit çevrelerin telkiniyle oldu. Erdoğan, akılcı politikalar üretemiyor artık.
TALİMATLA KARAR VERİLDİ
Man Adası ile ilgili olarak davanın açıldığı mahkemenin hakimleri değiştirildi. Avukatım, ‘delilleri toplayın' demesine rağmen, hakim delilleri toplamadı. Önce reddi hakim talebinde bulundu, usule aykırı olarak reddedildi. Talimat almış, talimatın gereğini yerine getirdi. İspat hakkına dahi izin verilmiyor. O davayı kaybetme şansım sıfır. Dünür var mı var, enişte var mı var. Halk Bankası var mı var. Dekontlar doğru mu, doğru. Neye itiraz ediyorsun? Sadece hangi şirketi sattığı yok. Hakim talimat üzerine karar verdiği için, seçim öncesi Kılıçdaroğlu mahkum oldu algısını yaratmak istediler. Hakimler Savcılar Kurulu'na şikayet edeceğiz. Çünkü hakimlik yapmıyor, oraya değiştirilerek görevle getirildi. Tazminatın zenginleşmeye yol açmaması lazım. O konuda Yargıtay'ın içtihatları var. Erdoğan çok fakir olduğu için böyle bir tazminat çıktı! Biz hakim hakkında da tazminat davası açacağız. Yanlış, ön yargıyla karar verdi, reddi hakim talebine rağmen davadan çekilmedi, tarafsızlığını kaybettiği gerekçesiyle suç duyurusunda bulunacağız. O davayı kaybetmeyiz ama kaybedersek de kampanya açarız.
YÜREKLİ BİR İNSANIM
Saray'a gidişimi bile farklı anlatıyor. Erdoğan, beni tanımıyor. Ben yürekli bir insanım. Korkak değilim, ben Türkiye için oraya gittim, Erdoğan için değil. Darbelere karşı olduğum için oraya gittim. Erdoğan için değil. Erdoğan kendisi için gittiğimi düşünüyorsa yanılıyor. Orada bana ikram edilen pastayı bile yemedim; haram diye. O kadar lüks haram. Ben Ebuzer'in felsfesine inanıyorum. O, Muaviye'nin felsefesinde. Halkın parasıyla yaptıysan helal değildir diyor. Şatafatı, lüksü, haramı temsil ediyor. Erdoğan'a verilen her oy harama ortak olmak demektir.
HER SEÇİMDE KAYBEDECEK
Erdoğan da seçimi kaybedeceklerini görüyor, biliyor. Parlamento'da Millet İttifakı çoğunluğu aldıktan sonra Türkiye sağlıklı bir yola girmiş olacaktır. İstedikleri kadar seçim yapsınlar, dikkat ediniz her seçimde kaybediyorlar. Artık iniş trendine girmiş vaziyetteler. Millet bıkmış artık. Erdoğan, açıklamalarında ‘OHAL'i kaldırabiliriz' diyor. Sayın Muharrem İnce'nin seçilince yapacağı ilk iş OHAL'i kaldırmak. Bir ay içinde kaldıracağız. Batı'ya bu güvenceyi vereceğiz.

ERDOĞAN YENİLDİ, TEFECİLER İSE KAZANDI

Faizler yine artırıldı. Sonunda Erdoğan yenildi, tefeciler kazandı. Bilek güreşinde Erdoğan yenildi, tefeciler kazandı. Biz artırmayacağız diyordu, tefecilere, lobilere teslim etmeyeceğiz diyordu. Lobilerin, tefecilerin kucağına oturdu. Teslim aldılar. İçeride direniyormuş gibi yaptı. Londra'ya gitti, yalvardı yakardı. Sonunda faiz artırdı. Erdoğan kaybetmedi, kaybeden halk. Erdoğan ne olacak, sarayında oturuyor, onun hayatında değişen bir şey yok.

DÜZENDEN SADECE RANTİYECİLER MEMNUN

Erdoğan'ın ekonomi politikası rantiyeye dayalı bir politika. Bu düzenden şikayet etmeyen tek bir kesim var; rantiyeciler. İstediği gibi faizi yükseltiyor, kazanıyor. Bunu da dış güçler olarak millete pazarlıyor. Erdoğan, bir yıl içinde 240 milyar doları nereden bulacağını kamuoyuna açıklamak zorundadır. 240 milyar dolarlık borçlanma karşılığında ne yaptığını bu millete anlatmalıdır. Vatandaşın borcundan söz etmiyorum, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti'nin borcundan söz ediyorum. Elin parasıyla gerdeğe girilmez. Elin parasıyla düğün, bayram yapılmaz.

İKTİDARIMIZDA TÜRKİYE'YE DOLAR YAĞACAK

CHP iktidara geldiği an Türkiye'ye dolar yağacak. Bunun için iki ana eksene dayanıyoruz; ülkeye demokrasiyi getireceğiz, herkesin can ve mal güvenliği olacak. Ortadoğu'da barış ve işbirliği teşkilatını kuracağız. Siyasal, kültürel ekonomik olarak ciddi bir güçbirliği sağlayacağız. Örneğin Denizli'de üretilen kablo Suriye'de, Irak'ta kullanılacak. Türkiye'nin çimentosu oralarda kullanılacak. İşadamlarımız oralarda yatırımlar yapacak. Orta Doğu'yu yeniden inşa etme kararlılığındayız. Bizim işadamlarımız alın teri dökerek Türkiye'ye para getireceklerdir. Bizim borçla, yalvarma yakarmayla da işimiz yok.

Saygı Öztürk / SÖZCÜ

6 Haziran 2018 Çarşamba

Uçtuğunu zanneden şeyh: Aziz Yıldırım - TAYFUN ATAY

Yaşar Kemal’in “Dağın Öte Yüzü” roman üçlemesi (Ortadirek, Yer Demir Gök Bakır, Ölmez Otu) bize bir insan topluluğunun yokluk ve umarsızlık sarmalında kalınca kendi içinden nasıl bir “kült” figür çıkardığını da; ancak koşullar değiştiğinde onu yerle yeksan ederek ölüme mecbur bıraktığını da müthiş çarpıcı şekilde anlatır. 

Çukurova köylüleri kendi aralarında etten kemikten bir âdemoğlu olarak yaşayan Taşbaşoğlu’nu “ermiş” kılarlar. Sonrasında Taşbaş’ın ermiş kişiliği, beşeri kişiliğinden ayrışır; öyle ki bir süre aralarından kaybolmuş sonra geri gelmiş “insan” Taşbaş’ı tanımaz ve takmaz köylüler… Hatta ısrarla Taşbaş olduğunu iddia etmesi karşısında onu pataklarlar. Bu duruma dayanamayan Taşbaş sonunda kendini öldürür.
 
Fakat ilginç olan şudur ki Taşbaşoğlu “beşeri” varlığına son verse de köylüler asıl, yani “ermiş” Taşbaş’ın çoktan “kırklara karıştığı” inancındadır. Dolayısıyla “Taşbaş”ın ölüsünü dahi tanımaz, “o” olarak kabul etmezler.
***

Yaşar Kemal’in, doğup büyüdüğü coğrafyanın halk inançlarından damıtarak kurguladığına benzer bir başka örnek de sufi-tarikat İslâm’ında sıklıkla karşımıza çıkan “Şeyh uçmasa da mürit uçurur” deyişidir. 

Taşbaşoğlu’nu köylüler, önceleri o kendisine atfedilen olağanüstülükleri reddetse de, “ermiş” değil onlardan biri olduğunu çırpına çırpına söylese de ısrarla uçurmuşlar da uçurmuşlardır. 

Böyle olunca giderek kendisini “uçtuğu”na inandıran Taşbaşoğlu, sonrasında tablo değişince buna katlanamamış, neticede (“uçmak” ne kelime!) uçurumun dibini boylamıştır.
***

Aziz Yıldırım, Fenerbahçe’nin “Taşbaşoğlu”dur. 

Geçen pazar günkü korkunç seçim hezimeti, bir topluluk tarafından yıllarca yüceltilip, kültleştirilip, mitleştirilip “uçurulmuş” bir figürün, aynı topluluğun yeni arayışlarına artık hitap edemez olduğunda ve de kendisinin yerinden edilemez bir “efsane” olduğuna inandığı noktada başına gelen bir “uçurumdan yuvarlanma”dır.
 
Herkes Aziz Yıldırım’ın gitmesi gerektiği halde gitmemekte ısrar ettiği için bu acı sona maruz kaldığını söyleyerek faturayı tek başına ona kesiyor.
 
Bu haksızlık olur. 

Aziz Yıldırım’ı yıllar boyunca “uçurmuş” müritlerin ortaya çıkan hazin tablodaki payını görmezden gelmek olur.
***

Aziz Yıldırım 20 yıllık başkanlık döneminde iki defa kendisi başkanlığı bırakmak istedi. “Sen bu camiaya lâzımsın Büyük Başkan! Bizi bırakma” diyerek vazgeçirdiler onu… 

Son birkaç yıla gelinceye kadar, onu hep bir olağanüstülük abidesi olarak yücelttikçe yüceltenlerden geçilmedi. 

Yetmedi, şike davası sürecinde Türkiye’de FETÖ’nün el atıp da çökertemediği kurumun başındaki şahsiyet olarak, sadece Fenerbahçe’nin değil, Türkiye’nin kahramanı yaptılar onu. 

Şimdi bunlar olduğunda, ölümlü bir varlığın böylesi bir “ölümsüzlük” mertebesinden sökülüp alınma teklifini ha deyince içine sindirebilmesi, kabul edebilmesi, mitsel motivasyondan uzaklaşıp ussal (rasyonel) düşünebilmesi de o kadar kolay olmuyor işte…
***

Olursa da böyle oluyor. Vahim, hazin, trajik!.. 

Nasıl Taşbaşoğlu’nu bir mitsel kahraman, bir “ermiş” yapıp ululayan köylüler, onu sıradanlaştırıp takmaz olduklarında o ısrarla varlığını sürdürmek, var olduğunu duyumsatmak istediyse; 
Ve nasıl bu ısrarı sonucu onu bir zamanlar uçuranların dayaklarına maruz kaldıysa; 
Neticede de canına kıydıysa; 
Hayli benzer bir durumdur Aziz Yıldırım’ın başına gelen…

16 bine 4 bin” fark, başka türlü nasıl yorumlanabilir?! 

Bir zamanlar uçurdukları “şeyh”in hâlâ uçmak isteme ısrarı karşısında pataklayıp hizaya çektiler onu…
***

Dedik ya, Taşbaşoğlu’nun cansız bedeni ile karşılaşan köylüler, hâlâ onun “gerçek” Taşbaşoğlu olmadığını ileri sürüyor, Taşbaş’ın çoktan “Kırklar’akarıştığı”nı söylüyorlardı. 

İlk sandık açılıp sırra kadem basan Aziz Yıldırım 4 bine karşı 16 binlik sonuç karşısında bir bakıma (“manen”) ölmüş olsa bile arkasından yapılan konuşmada onun bir Fenerbahçe efsanesi olarak yaşadığının söylenmesi de kısmen böyle bir şey değil mi?!

***

Şimdi Kadıköy’de Fenerbahçe semalarında bir yeni “Taşbaşoğlu”, uçuruldukça uçurulmaya başlanıyor. 

Acaba Ali Koç, Yaşar Kemal’in bu büyük eseri, “Dağın Öte Yüzü” üçlemesini okumuş mudur dersiniz?.. 

Okumadıysa, onu bugünden itibaren bir başucu kaynağı olarak yanından ayırmamasını önerelim!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET