11 Temmuz 2018 Çarşamba

Afrika tipi başkanlık - Özgür Mumcu

Rejim değişikliği gerçekleşti. Artık bir başbakan ve bakanlar kurulu yok. Erdoğan“size nasıl hitap edelim, cumhurbaşkanı mı yoksa başkan mı”   sorusuna  “başkan diyebilirsiniz” cevabını verdi. Türkiye herhangi bir denetime tabi olmayan, neredeyse sınırsız güçlere sahip bir tek adam rejimiyle yönetilmeye başladı. 

Uygulamada durum buydu, şimdi iş resmiyet kazandı. 

OHAL rejimi kalıcılaştı. Artık OHAL’e ihtiyaç kalmadı. Yeni rejim daimi bir OHAL’dir.
Bugüne dek, denetimsiz bir başkanlık rejimiyle kalkınmış, demokratikleşmiş, refaha ermiş, vatandaşlarını mutlu etmiş bir örnek bulmak güç. 

Erdoğan, rejim değişikliğini “ülke tarihinin en önemli günü” diye değerlendirdi.
Ardından da “Türkiye Osmanlı’dan beri tarihinde ilk defa kritik bir yol ayrımında, tercihini darbe veya benzeri zorlamalarla değil, milletimizin özgür iradesiyle   gerçekleştirmiştir”  dedi.

Belli ki başkan, kendini sadece bir rejim değişikliğinin lideri değil aynı zamanda yeni bir devletin kurucusu gibi de görmekte.

Darbe ve zorlamalara karşı ilk defa milletimizin özgür iradesiyle bir tercih yaptığını ileri süren yeni başkanın, misafir listesi pek iç açıcı değildi. Demokratik ülkelerin kendine pek yer bulamadığı listede, özellikle Afrika’nın “tek adam”ları dikkat çekmekte. 
Rejim değişikliğinin Amerikan ya da Fransız tipi bir rejime değil, Afrika’da sıklıkla karşılaşılan başkancı rejime benzediğini söyleyenleri de haklı çıkaran bir manzarayla karşılaştık. 

Kendisi de bir darbe girişimini atlatmış, başkanlığını darbe karşıtlığı söylemiyle meşrulaştırmaya gayret eden birinin bunca darbeci devlet başkanını, tek adam tacı giyeceği törene çağırması ilginç. 

Ekvator Ginesi başkanı Teodoro Obiang Nguema Mbasogo, davetliler arasındaki en kıdemli darbeci. 1979 Ağustos’unda yaptığı darbeden bu yana ülkesini yönetiyor. 
Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Darfur katliamı sebebiyle hakkında tutuklama emri verdiği Sudan başkanı Ömer El Beşir ise 1989’da yapılan askeri darbenin generallerinden.
 
Çad Başkanı general İdris Deby ise 1990 senesinde, birliklerinin başkenti ele geçirdiği günden bu yana ülkesinin tek yöneticisi. 

Moritanya başkanı Muhammed Velid Abdül Aziz ise kısa aralıkla iki darbede yer almış bir albay. Önce 2005’te. Sonra da 2008’de. 

Kim bilir bu darbeci başkanlar, Erdoğan’ın darbe karşıtı sözlerinin tercümesini kulaklıklarından dinlerken ne hissetmiştir.
 
Yüzyıllık bir parantezi kapatmak iddiası önceki gün hiç olmadığı kadar somutlaştı. Karşı devrim, uluslararası siyasi iklimin de popülist otoriter iktidarlardan yana esmesiyle çok önemli bir mevzi kazandı. 

Bakalım bu Afrika tipi tek adam rejimi, Türkiye gibi bir ülkeyi yönetmeye yetecek mi? Muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkma hedefinden buraya varmak elbette çok üzüntü verici. Aynı zamanda da demokrasiyi yeniden kurmak amacıyla bir araya gelmek için de o kadar motive edici.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

10 Temmuz 2018 Salı

Ayfer Eğilmez’i tanır mısınız - İZZETTİN ÖNDER / ODATV

Doğum ve ölüm; evrim denen muazzam kuramın iki dijital aşamasıdır. Doğum ve ölüm arasında yaşanan biyolojik varlıkların tümü tarihte kayıtlıdır. Tarihin akışında, iki dijital aşama arasında seyreden çoğu insan akışla sürüklenirken, kimileri ise dik duruşlarıyla akışı olumluya yönlendirmede aktif rol oynar. İnsanlığın çok şey borçlu olduğu bu savaşçılar çoğu zaman yaşamlarını bu yolda feda ederler. Yokluk içinde ölen Marks da, insanlıktan nasibini almamış çıkarcıların tıkadığı kulaklara giremedi, ama yüzlerini insanlığa ve medeniyete dönmüş tüm yüreklerde hak ettiği yeri buldu.
SOSYALİST MÜCADELENİN ÖRGÜTLÜ OLARAK VE CEPHE MANTIĞI İLE YAPILMASI GÖRÜŞÜNÜ HİÇ AKLINDAN ÇIKARMAMIŞ
Eğilmemek, ama ne adına, ne amaçla! Dik durma ilkesi ve eylemi ancak ve ancak amacı ile değerlendirilebilir. Medeniyete ve insani duygulara dönük dik duruştur alkışlanması gereken, insanlığa karşı olanı değil! Geçen hafta yitirdiğimiz yaman mücadeleci Ayfer Ablamız, bir zamanlar taşıdığı soyadı ile müsemma şekilde “eğilmez” idi. Kapitalizmin her türlü habasetine karşı saf yüreklilik ve dik duruşu ile insanlığı, toplumun çıkarlarını ve, hepsinin de üzerinde, ahlaklılığı temsil etti ve savundu.
Ayfer Ablayı ilk olarak, özelleştirme çapulunun ilk dönemlerinde Ankara’da tertiplenmiş bir oturumda, Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü’nde görevli bir eleman olarak tanıdım. Bu ilk karşılaşmamız bizi öylesine birbirimize yapıştırdı ki, yıldırım gibi geçen uzun mücadele yıllarının ardından maddi ayrılık geçen haftanın son günü, Cumartesi günü cenazede gerçekleşti. Dostlarının kucağında Kimya Mühendisleri Odasının Kadıköy’deki binasının önündeki mütevazı törende akıllara gelen onlarca mücadele örneği adeta nutkumuzu tıkıyordu. Yetmiş yıla yakın yaşamına neleri sığdırmamıştı ki Ayfer Ablamız! Bedeni ile aramızdan ayrılan Ayfer Abla, ortamına göre yufka yürekli ortamına göre sert ve vazgeçilmez mücadeleci ruhu ile aramızda yaşayacaktır.  
Sosyalist mücadelenin örgütlü olarak ve cephe mantığı ile yapılması görüşünü hiç aklından çıkarmamış olan Ayfer Abla, TMMOB ve KİGEM gibi meslek odaları ve özel amaçlı kuruluşlar yanında sendikalarda da fiilen danışman-araştırmacı olarak çalışmış, her daim siyasi yürüyüş çizgisini muhafaza etmiş ve yükseltmiştir. Ailesel geleneklerden de kaynaklanan bu tavır kendisinin her sahada ilişkili ve etkin olmasına ve geniş bir iletişim ağı oluşturmasına yol açmıştır.
Özelleştirme sahte sözcüğü altında toplumun varlıkları özel kesime yok pahasına devredilirken, Mümtaz Soysal, Korkut Boratav ve Bilsay Kuruç gibi değerli hocalarımızın öncülüğünde, Kamu İşletmeciliği Geliştirme Merkezi (KİGEM) kuruldu ve söz konusu soygun politikasına karşı olan akademisyenler ve dostlar çeşitli alanlarda ve zamanlarda bu merkezde görev yaptı. Merkezin genel sekreteri gibi çalışan ve geçtiğimiz yılda kaybettiğimiz İlter Ertuğrul ile birlikte Ayfer Abla’nın yanında Ayla Hanım, ben diğer bazı dostlar da canla başla çalışma örneği sergiledik. Mümtaz Soysal hocamız ve İlter Ertuğrul’un yoğun gayretleri ile özelleştirme aleyhine Danıştay’da çok sayıda karşı dava açıldı ve çoğunda da başarılı sonuçlar alındı. Ne var ki, sahtecilikle kamuoyunu arkasına alan ekonomik güç siyasi örgütü marifetiyle, arada tökezlemiş olsa da, kimi zaman yargı kararlarını dahi uygulamadan, gözünü bağladığı halkın elinden değerli varlıklarını almayı becerdi. Bizleri derinden üzen tüm oluşumlar belki de Einstein’ı haklı gösteriyor: “Dünya kötülük yapanların değil, seyirci kalıp hiçbir şey yapmayanlar yüzünden kötü bir yerdir.”
TOPLUMA KATKI YAPARAK TARİHİ SÜRÜKLEYEN KIT İNSANLARDI
Dünyadaki ve ülkemizdeki olumsuz gidişatı zaman zaman Ayfer Abla ile tartışırdık. Tartışmalarımızda, görünürde anlaşılamayan politika ya da yürüyüşlerin ne denli sistemik olduğunu ve insanlığın onuruna ters geliştiğini beni inanılmaz şekilde şaşırtırcasına hiddetlenerek anlatırdı. Sistemin işleyişinden öyle örnekleri cımbızlayarak ortaya koyardı ki, işleyiş ve amaç tüm çıplaklığı ile açığa çıkarılmış olurdu.
Çok geniş alana yayılı dostluk ve sevgi bağı ile gerek haber almada gerek etkilemede güçlü bir odak gibi çalışırdı Ayfer Abla. Son zamanlarda yaşı ve kendisini zorlayan rahatsızlıkları nedeniyle durağanlaşan Abla yine de aktif siyaseti izlemeden ve dostları ile tartışmadan uzun süre uzak kalamazdı. Bu meziyetleri ile derinden etkilendiğim ve yararlandığım Ayfer Abla’yı, maalesef, kısa bir hastalık sonucunda geçen hafta kaybetmenin hüznünü yaşıyoruz.
Evet, evrim kuramının bir insanda gerçekleşmesi mukadder ikinci aşaması Ayfer Abla için de gerçekleşecekti ve gerçekleşti. Ama sosyal evrim sürecini nesilden nesile aktarılan kalıtımların muhassalası olarak tanımlarsak her insanın yüklenemediği etkileme-aktarım süreci Ayfer Abla halkasında mükemmel şekilde gerçekleşmiştir ve süreç devam edecektir. Sosyal evrimin her ileri aşaması insanlığa daha büyük saadet ve eşitlik getirmeye adaydır. Ayfer Abla, sonuçlarını öngörebildiği bu aşamaların ileri safhalarını göremeyecekti, sosyal evrime böylesi katkı yapan hiçbir canlının da böyle bir şansı yoktur. Ne var ki önemli olan yaşam süresinde görmek değil, ileriye yönelik katkı yapmaktır. Bu anlamda Ayfer Abla başlı başına tarih idi. Türkiye’nin çeşitli sarsılmalarında ve bu sarsılışlara karşı verilen mücadelede Ayfer Ablanın yeri ve rolü daima vardı. Ayfer Abla, hiçbir fedakârlıktan kaçınmadan tüm yaşamını sosyal evrime katkı yapmaya vakfetmiş idi. Var olan ekonomik sistemi devamlı eleştiriyor ve insanlığa hizmete yönelik olası açılım kanallarını işaret ediyordu. Gelecek nesillere örnek teşkil eden Ayfer Abla’nın hedeflediği insanlık için özgür ve adil düzene, izleyicilerinin giderek büyüyen çabaları sayesinde daha da büyütülerek ulaşacağından eminim.
Tarihin insan kalabalığı bölümü sadece iki dijital aşama arasında yaşayıp, kayda geçmeden yok olup giden biyolojik varlıklarla doludur. Tarihin kaydına geçenler ise, iki dijital aşama arasına sıkışmış biyolojik varlıklarını ileriye aktardıkları fikir ve eserleri ile aşan, topluma katkı yaparak tarihi sürükleyen kıt insanlardır, eğilmez savaşçı Ayfer Abla gibi!
Prof. Dr. İzzettin Önder / Odatv

Başkanlık sultası rejimi - OĞUZ OYAN

Yeni rejimin karakterini az-çok biliyoruz. Örgütlenme yapısında ise yeni bir dönem başlıyor. Yeni örgüt şeması yavaş yavaş biçimleniyor. Aceleleri hem var hem yok; telaşsız olmalarının nedeni, karşı koyacak güç olmadığını düşünmeleri.


Otoriterlik ve tek merkezlilik rejimin ana yönetim karakteri olduğundan, bu rejime “başkanlık sultası” adı verilebilir. “Sulta” yerine onunla kısmen anlamdaş olan “velayet” terimi de kullanılabilirdi. Hatta kendini yönetmekten aciz olanların başına vasi atanmasına gönderme yaparak “başkanlık vesayet rejimi” de denilebilirdi. Burada, toplumun kendisinden ziyade, tüm yetkeleri tek bir kişiye devretmekte sorun görmeyen iktidar partisi yönetim kademeleri de anlaşılabilir. Bu kademeler, başlarına bir vasi atamış durumda değiller mi? İyi de, ilerde vasiye vasi atanması olasılığı yok mu ve bu olasılık son derece riskli değil mi?

Her neyse, biz yeni nesillerce daha anlaşılır olan “sulta” sözcüğünü benimseyelim. “Sulta” ile “sultan” yakınlığı da algılamayı kolaylaştırıyor. Zaten ülkenin dörtbir bucağında 101 pare top atışıyla cülus etmenin başka ne karşılığı olabilirdi ki? Tören anısına dağıtılan 1 TL’lik hatıra paralar da “cülus bahşişi” metaforuna tekabül ediyordu herhalde. Düğün arabası tarzında bir basitlikle süslenen Cumhurbaşkanı makam arabası da galiba yeni arabeskliklerin yaşamımızın bir parçası olacağını haberliyordu.

Bu arada, en hasından Cumhuriyet karşıtı/ Osmanlı özentisi bir anlam taşıyan cülus töreni başka simgesel anlamları da içermekteydi: 

Top atışları sadece sultanın cülusunu değil, yeni rejimin gürültülü bir açılışını simgeliyordu. 

Dinsel motifleri güçlü tutulan, azınlık dinleri temsilcilerini sahne önüne dizerek “inançlara saygı” müsameresinin malzemesine dönüştüren, Diyanet Başkanının Kuran okuyarak kutsadığı yeni rejimin kurucu başkanını (o nedenle yeniden bir 1. Cumhurbaşkanını) “muvaffakiyetler ihsan eyle ya rabbim” diyerek selamlayan bu tören, laikliği temel ilke olarak benimsemiş Cumhuriyetin adeta ruhuna Fâtiha okuma töreni gibiydi.
Törene katılan yabancı devlet adamlarının büyük çoğunluğunun çevre ülkelerin otoriter rejimlerinin veya Türkiye’nin ekonomik desteğine muhtaç ülkelerin temsilcilerinden oluşuyor olması da Tayyip Türkiye’sinin artık kendisini hangi ligde gördüğünün açık bir kanıtına dönüşmüştü. Formatlanan bu yeni Türkiye artık Avrupa ile Ortadoğu arasında “araf”ta kalmış bir ülkeye değil, adeta “benim Avrupa’da işim yok” diyen bir ülkeye tekabül etmekteydi.

Ama daha vahimi, yemin töreninden iki gün önce, 18 bin kişinin -bu arada içlerinde çok sayıda imzacı akademisyenin- kamudaki görevlerine son veren bir Kararnamenin yeni dönemin açılışına eşlik etmesiydi. Bu, nasıl bir rejime girildiğini bir türlü tam anlayamayan, OHAL’in kaldırılacak olmasına büyük umutlar bağlayan çevrelere adeta yeni bir şok uyarıcıydı.

Ama cülus töreni öncesindeki Cumhurbaşkanı “Andiçmesi”nin içeriği olsun, henüz zorunlu bir gelenek olmaktan çıkmamış olan Anıtkabir ziyareti olsun, yeni rejimin yeni dönemecinin hâlâ bir takiyeler (ikiyüzlülükler) zinciri üzerine inşa edilmek zorunda kalındığını, henüz herşeyi tamamen açık oynayabilecek aşamaya geçilemediğini göstermekteydi. (Herhalde 2023 vadesi bu eksikliklerin ikmali açısından kritik görülüyordur!). 

Nisan 2017 Referandumunda değiştirilmeyen (şimdilik değiştirilemeyen) hükümlerden olan Anayasanın 103. maddesi, “Cumhurbaşkanı, görevine başlarken TBMM önünde aşağıdaki şekilde andiçer” diyerek yemin metnini verir. Bu metinde, şimdiki rejim açısından iki önemli takiye varlığını korumaktadır. Birincisi, “Anayasaya, hukukun üstünlüğüne, demokrasiye, Atatürk ilke ve inkılâplarına ve lâik Cumhuriyet ilkesine bağlı kalacağıma” bölümü, ikincisi ise “üzerime aldığım görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağıma” bölümüdür. (Aslında metnin diğer bölümleri açısından da, uygulamayla karşılaştırıldığında, ciddi sorunlar vardır: “Devletin bağımsızlığı”, “milletin bölünmez bütünlüğü” (…), “herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ayrılmamak” gibi…). Ben şu “tarafsızlık” üzerine “namusum ve şerefim üzerine andiçerim” tarafına daha çok takıntılıyım. Her ne kadar madde 101’in son fıkrasında yapılan değişiklikle “Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisi ile ilişiği kesilir” hükmü Nisan 2017’de kaldırılmışsa da, 103. Maddedeki bu yemin orada durdukça Cumhurbaşkanı Hazretlerinin AKP Genel başkanı olması mümkün değildir. 101’deki “varsa partisi ile ilişiği kesilir” ifadesini, “yoksa, partisi ile ilişiği kurulur” şekline dönüştüremezsiniz; hele de iktidar partisinin genel başkanlığı ile tarafsızlığı hiç bağdaştıramazsınız. Madde 103 varken, madde 101’in son fıkrasına zaten gerek yoktur. Dolayısıyla açık bir Anayasaya aykırılık durumu söz konusudur. Ama burada birinci takiyeye dönüyoruz: “Anayasaya bağlı kalmak” bir aldatmacadan başka bir şey değildir, hele ki AYM denetiminin içi boş bir kalıba dönüştüğü zamanlarda.

Yazıyı yazarken yeni rejimin Meclis’e hesap vermez ve kendilerinden hesap sorulamaz bakanları belli oldu. Çoğunluğu atanmışlardan oluşan bu bağımlı heyetin nitelikleriyle ilgilenmenin bir anlamı yoktur; ancak Cumhurbaşkanı Yardımcısı ile bakanlardan hesap sorulmasının niçin Cumhurbaşkanı için olduğu kadar zorlaştırılmış olduğu üzerine bir çift söz edilebilir: Bu zorlaştırma, aslında, bir Erdoğan Bayraktar düzenlemesidir. Çünkü Bayraktar, kendisini istifaya zorlayan Başbakan RTE’yi canlı yayında açıkça suçlayarak istifa ederken, aslında “zat-ı muhtereme” kendisi kadar bakanlarını da kollamak zorunda olduğunu uygulamalı biçimde öğretmişti.

                                                                 ***

Rejim değiştirmede yeni bir dönemeç alınırken, muhalefet ne yapıyor acaba? Rejim değişikliğini sıradanlaştırarak ona dolaylı bir katkı mı sunuyor yoksa bu değişikliğin gerçek içeriğine yönelik itirazlarını alçak perdeden yaparak edilgen bir tutum mu takınıyor? Bu sorular ayrı bir yazı konusu olabilir.

Bu arada rejim değişirken CHP içinde farklı toplum projelerine dayanmayan kişisel rekabetler hızlanıyor. CHP içinde her iki tarafın da sermayenin programı dışında özgün bir ekonomik programa sahip olmadığını bilerek ve herhangi bir tarafa yakın olmaksızın şunu saptayabiliriz: M. İnce, CHP kitlesini toparlayabildiği gibi onun dışına düşmüş bir kitleyi de çeşitli nedenlerle harekete geçirebildi. Bu, kendisinin becerileri kadar kitlelerin umuda olan susamışlığıyla da ilişkiliydi. Beş haftada partisinin oylarını 8 puan aşarak gerçekleştirdiği bu başarıyı, seçimden sonraki iki haftada çelişkili kurultay açıklamalarıyla ve zamansız kurultay çıkışıyla harcamış veya harcayacak gözüküyor. Anamuhalefette yerel seçimler öncesinde suların durulması mümkün olabilecek mi bilmiyoruz. Ama zaten buradan AKP/RTE’ye gerçek bir alternatif çıkmasını beklemenin ham hayal olduğunu düşünüyoruz.

Gene de olağanüstü kurultay restleşmesine ilişkin bir siyasi çıkarımda bulunalım: Siyasette haklılık veya haklı konumda kalabilmek önemli bir başlangıç konumudur. Bunu yitirmek, siyasi hedefleri de altüst edebilir. 

Oğuz Oyan / SOL

18 Brumaire’den 9 Temmuz’a - ORHAN GÖKDEMİR

1789’da patlayan devrimci fırtına 1793’te gücünü kaybetmiş görünüyordu. Her şeye rağmen 1804’e kadar etkisini sürdürdü; birinci cumhuriyettir. 1848’de fırtına yeniden patladı, ikinci cumhuriyetin açılışıdır. İkinci fırtınanın her şeyi silip süpüreceği sanılırken dört yıl sonra, 1852’de ikinci cumhuriyet de bir şarlatan tarafından tepelendi ve imparatorluk yeniden ihya edildi. Her şey güllük gülistanlık oldu sanılırken 1871’de yeniden patlak verdi, alt sınıflar ayaklandı, üçüncü cumhuriyettir. Demek ki cumhuriyet ile 1789, 1848 ve 1871 arasında bir bağ var. Cumhuriyet dediğimiz vakanın esası Büyük Fransız Devrimi, 1848 İşçi Devrimleri ve Paris Komünüdür.

Elimizde bu dönemle ilgili çok değerli üç kitap var. Birincisi, “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri” 1848-1950 arasındaki gelişmeler üzerinedir. İkincisi, “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire”i, ikinci cumhuriyetin yıkılıp yerine imparatorluğun inşa edilmesini konu edinir. Üçüncüsü ise “Fransa’da İç Savaş”, 1852’de başlayan sürecin nasıl Paris Komününe yol açtığı üzerinedir. 

Hatırlatmamızın nedeni, içinden geçtiğimiz karanlık dönemi anlamak için çok faydalı kaynaklar olmalarındandır. Özellikle “18 Brumaire”de yazılanlar yeniden hayat bulmuş, Türkiye’de sahne almıştır. Yani bugünlerde Marx’ın Fransa üzerine yazdıklarına bakmakta büyük fayda var. 
Şimdilik şu kadarını söyleyeyim, cumhuriyet kurmakla devrim yapmak bir ve aynı şeydir. Kurarız, gelip yıkarlar, kalkıp yine kurarız, iyi kurarız. Üç kitaptan çıkan sonuç işte budur…
                                                                  ***

“Fransa’da Sınıf Mücadeleleri” Engels’in nefis bir devrim analizi ile başlıyor. Cumhuriyet teorisine giriş de sayabiliriz. Şöyledir: 
“Bugüne kadarki tüm devrimler, belirli bir sınıf egemenliğinin yerini bir başkasının almasıyla sonuçlandı; ancak, bugüne kadarki tüm egemen sınıflar, hükmedilen halk yığınları karşısında yalnızca küçük birer azınlıktı. Hükmeden bir egemen azınlık bu şekilde devriliyor, bir başka azınlık onun yerine devlet iktidarını ele geçiriyor ve devlet kurumlarını kendi çıkarları doğrultusunda yeniden biçimlendiriyordu.”
Yani? Aslında sosyalist devrimlere kadar bütün devrimler birer azınlık devrimiydi. Çoğunluk bu devrimlere katıldığında bile bunu bilerek veya bilmeyerek, bir azınlığın çıkarlarına hizmet edecek şekilde yapıyordu. Böylece azınlık da tüm halkın temsilcisi gibi görünebiliyordu. 

Şöyle devam ediyor: Zafer kazanan azınlık ilk büyük başarısının ardından bölünüyordu. Azınlığın bir yarısı elde edilen kazanımları yeterli bulurken, diğer yarısı daha ileri gitmek istiyor, en azından kısmen büyük halk yığınının gerçek ya da görünürdeki çıkarlarını da yansıtan yeni talepler ileri sürüyordu. Burada, “sosyal demokrasinin” kaynaklarını teşhis edebiliyoruz. Gerçekte azınlık devriminin bir parçası olmakla birlikte, bir konjonktür süresince büyük halk yığınlarının çıkarlarını yansıtmak… Sosyal demokrasi budur. 
Sözü edilen geçmiş zamandır. Şimdi sadece azınlığın çıkarını savunan yekpare bir blok oluşturdular. Arsız, utanmaz bir bloktur bu. Görüyorsunuz, toplandılar, bir karşı devrim yaptılar. Geçici bir süre için bile geniş kalabalıkların çıkarlarına değinme gereğini duymadılar.

Ama bu arada geniş kalabalıklar oylarını götürüp onlara verdi. Büyük sorumuz ve büyük sorunumuzdur. Soruyu Engels formüle ediyor. Bu büyük halk yığınları azınlıklar tarafından kandırılıp bu kadar kolayca mobilize edilebiliyorken, kendi çıkarlarını savunan fikirlerin peşine neden takılmasın? Ekleyelim; Bu yığınları sosyalist-komünist fikirlere ikna etmek, kendi aleyhlerine olan durumlara ikna etmekten neden daha zor olsun?

                                                                  ***

Karşıdevrimin teorisine geri götürüyor bu cevap bizi. Yeni Bonaparte, ilkinin bir karikatürü olsa bile cumhuriyeti alaşağı etmeyi başarmıştır. Bunda azınlığın olduğu kadar, elbette kalabalıkların da-bilerek veya bilmeyerek-onayı vardır.

Marx sorunun cevabına şöyle bir giriş yapıyor: “Devrimci ilerleme, kendi yolunu, dolaysız trajikomik başarılarıyla değil, tam tersine birleşik, güçlü bir karşı-devrim yaratarak, bir düşman yaratarak açtı; yıkıcı parti, ancak bu düşmanla mücadele içinde olgunlaşarak gerçek bir devrimci partiye dönüşebildi. “

Daha açık ne söylenebilir ki? Şimdi birleşik, güçlü bir karşı devrimle karşı karşıyayız. Mücadele içinde olgunlaşarak dönüşeceğiz. Demek ki devrim tarihimiz içinde karşıdevrim tarihi önemli bir yer kaplıyor. Şimdi karşıdevrim tarihi içindeyiz. Düşüyoruz veya düştük. Sorun bu değil. Sorun kalkmayı başarıp başaramayacağımızda…

                                                                ***

İkinci kitap, bana kalırsa daha güncel! Fransa’da 1848 yılının Şubat ayında gerçekleşen devrimle başlayan İkinci Cumhuriyet dönemi, Cumhurbaşkanı Louis Bonaparte’ın 2 Aralık 1851’deki darbesiyle son buldu. Cumhuriyet yıkılmıştı. Bonaparte, 2 Aralık 1852’de imparatorluğunu ilan ederek III. Napoleon adını aldı. Marx, kitabı bu bir yılda yazdı. Konusu, 1848’de başlayan devrimci dalganın 4 yıl sonra bir darbeyle son bulması ve cumhuriyetin yıkılıp, imparatorluğun kurulmasıdır. 

Anlatılanların tuhaf bir biçimde içinden geçtiğimiz döneme benzediğinin farkındayım. 2013’te Gezi’de başlayan ve üç yıl sonra 2016 Temmuzunda bir darbeyle sonuçlanan süreçten söz ediyorum. 

İlginç, atlamışım, Marx önsözde bu kitapla aynı dönemde yazılan iki kitaptan daha söz ediyor. Victor Hugo’nun Küçük Napoleon, “Napoleon le petit”si ve Proudhon’un “Coup d’etat”sı. Marx, Victor Hugo’nun darbenin görünüşteki kahramanına karşı acı ve nükteli sövgülerle yetindiğini, böylece her şeyin sorumluluğunu tek bir kişiye yükleyerek aslında onu yücelttiğini not ediyor. Tarihte “tek adam” diye bir şey yoktur.  Proudhon ise olup biten her şeyi öncesindeki tarihsel gelişmelerin basit bir sonucu olarak sunduğu için darbe kahramanını aklamış oluyor. Marx şöyle tamamlıyor iki kitabın eleştirisini: “Bense, Fransa’daki sınıf mücadelesinin, sıradan ve gülünç bir kişiliğin kahraman rolünü oynamasını mümkün kılan koşulları ve ilişkileri nasıl yarattığını gösteriyorum.” Yordam’ın “Fransız Üçlemesi”nden aktardım. 

                                                                 ***
                          
2018’de, 1852’dekine benzer bir komedinin içinden geçtiğimiz kuşku götürmez. Ama bu aynı zamanda bir başka şeye, devrimci bir bunalım çağına yaklaştığımız gerçeğini örtmemeli. Geçmişin ruhları böyle fütursuzca ortalıkta dolaşıyorsa yine, komik kahramanların korku içinde onları yardıma çağırmalarındandır. Cumhuriyet bir darbeyle yıkıldı. III. Abdülhamit tahta çıktı yeniden. Öfkelenmek ve üzülmek elbette insani şeyler. Ama asıl mesele dün olduğu gibi bugün de sınıf mücadelesinin, sıradan ve gülünç bir kişiliğin kahraman rolünü oynamasını mümkün kılan koşulları ve ilişkileri nasıl yarattığını göstermekten ibaret.

Öfke kısmına gelince, onu da ödünç alalım. Diyor ki Marx, 1952 Fransa’sını anlatırken, “Fransızların yaptığı gibi, ulusların gafil avlandığını söylemek yetmez. Bir ulusun ve bir kadının, karşılarına çıkan ilk maceracının ırzlarına geçebildiği tedbirsizlik anları bağışlanamaz.” 

Bizim de bağışlamayacaklarımız elbette var. Mesela karanlığa biat etmiş aydını bağışlamayacağız. Cumhuriyete ve laikliğe sırtını dönmüş bir halkı da öyle. Diktatörün elini eteğini öpen bilim adamının, gönüllü saray soytarısı olmuş sanatçının nesini affedeceksin? Fabrikası özelleştirilirken sessiz kalan işçi, okulu imam hatip yapılırken ses çıkarmayan veli nasıl bağışlanabilir?

“Onlar ağır ellerini toprağa koyup doğruldukları zaman…” dönüp yeniden düşünürüz bunu. Hem zaten esirgeyen ve bağışlayan yalnızca devrimin şaşmaz saatidir!

Orhan Gökdemir / SOL

‘Cülus töreni’ - TAYFUN ATAY

Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçiş seremonisinin Meclis ayağından itibaren kendisini gösteren koyu bulutlar, kararan gökyüzü ve boşalan yağmuru nasıl yorumlamalı?.. Bu, Türkiye’nin hangi “kutbunda” olduğunuza bağlı olarak farklılaşabilir.


Bir yandan, “1923 Cumhuriyeti”nin en merkezi simgesi olan Meclis’in, yani parlamenter sistemin “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” kisvesi altında bir tek adam rejimine intikal ettirildiği duygu ve düşüncesiyle töreni izleyen milyonların ya gözlerinden açık seçik ya da kalplerinden sessiz sessiz süzülen gözyaşlarına göklerin de iştirak etmesi olarak alımlanabilir o kara bulutlar ve sağanak yağmur...
Barış Manço şarkısının sözlerinde olduğu gibi:
“Gökler ağlıyor dostlar, ben ağlamışım çok mu?..”
Buna karşılık, kendilerini “zulmetten nura” çıkardığını düşünüp ölesiye bağlılıkla bir efsaneye dönüştürdükleri karizmatik şahsiyetin “vurgun ve de tutkun”ları için onun muazzam bir güçle donanıp toplumu da, devleti de kendinde eritmesinin nişanesi olan törende aniden bastıran yağmur, “göklerden gelen ses”in de olup bitene iştiraki sayılabilir.

Onlar için de Manço’nun aynı şarkısının şu sözü makbul olsa gerek:
“Rahmet yağarken dostlar, ben ıslanmışım çok mu?..”
Her ne olursa olsun, toplumun nasıl derin bir yarla birbirinden ayrıldığının en “doğal” göstergelerinden biri sayılabilir cumhurbaşkanlığı yemin törenine eşlik etmiş o anormal hava koşullarına bakışımız!..
Makber ve mihrap
Meclis’ten sonra Anıt Kabir’deki tablo ne kadar ıssız, sessiz, kimsesiz, sönük, sıradan ve “talî” idi...
Beştepe ise nasıl da dolu, hareketli, renkli, coşkulu ve en önemlisi “merkezî” idi.
Elbette denilebilir ki bir “Kabir”den bahsediyoruz, orada temaşa beklenecek değil. (Kaldı ki “temaşa”, feci tren kazası nedeniyle Beştepe’de de iptal edilmişti.)

Ama biz Anıt Kabir’in çok daha hareketli, coşkulu, heyecanlı ziyaretlere uğradığına da fazlasıyla aşinayız. Orası laik, demokratik, parlamenter Cumhuriyet için bir nirengi noktası olmuştur hep.
Yeni sistemin nirengi noktası ise Külliye... Karşımızda cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin cismani karşılığı olan zatın Anıttepe’deki ve Beştepe’ki belirimleri arasındaki farka baktığımızda, Allah’ın bildiğini kuldan niye saklayalım, aklımıza gelen ve hissiyatımız şu:
Anıt Kabir artık simgesel olarak da bir “makber”; eski sistem, yani parlamento, Meclis, kuvvetler ayrılığı ve anayasallık anlamında...

Beştepe ise bir “mihrap”; kuvvetlerin tek elde, tek kişide, tek iradede toplanması demek olan yeni sistem anlamında...

‘Cülûs-i hümayûn’
Erdoğan geçtiğimiz cumartesi günü yeni kabinenin kompozisyonuna ilişkin gazetecilerin sorularını yanıtlarken meclis dışından, iş dünyasından isimlerin bakan olabileceğini belirttikten sonra, benim çok takıldığım bir söz de sarf etti. “Ama sizi ters köşe de yapabilirim, Meclis içinden de olabilir bakanlar” dedi.
Hatırı sayılır bir futbolculuk geçmişi olduğu için bu “ters köşe” tabirini siyaset pratiğinde bir mecaz olarak sık sık kullanmıştır Erdoğan...

Ama bence onun siyasi hayatını en doğru aksettirecek tabir de budur. Siyasette en uzağındaki hasımlarından, en yakınındaki dava arkadaşlarına kadar herkesi, toplumu, siyaseti hep ters köşe yapmakla geçti hayatı.

Bakın mesela ne diyor 1999 yılında; siyasette “yaş haddi” hususunda:
“Türkiye’de siyasi düşünce ve parlamento daha genç, daha dinamik nesillere inmeli. Bunu sağlayabilmek için alt limit belirlenmiş. 25 iyi bir yaş. Nasıl alt limit varsa üst limit de konulabilir. Yasalar bu işe müsait değilse, partiler kendi iç tüzüklerine, adaylık şartlarına 65 yaşı aşmama şartını koyabilir. Ve bunun birilerini üzmemesi lazım. Kaldı ki Allah ömür verirse, yarın benim için de geçerli. 30 yıllık deneyimimden edindiğim tecrübe bu” (akt. Fehmi Çalmuk, “Recep Tayyip Erdoğan-Bir Dönüşüm Öyküsü” [R. Çakır’la birlikte], 2001, s. 100).

Demek ki onun da, bizim de görecek günümüz varmış! Bugün o, 64 yaşında ve 65’inden gün almış olarak başkanlık koltuğunda. Allah ömür verirse en az 70’ine kadar da orada. Sonrası da Allah kerim!..
İşte size ters köşe!..

Daha ne “ters köşe”ler var; hemen bir diğeri (Erbakan’ı ima ile konuşuyor):
“Artık şahıs merkezli, ben merkezli siyaset dönemi bitmiştir. Lider hegemonyası istemiyoruz. İşte yenilik. Bir kadro yönetecek partiyi. Liderin gölgesi düşmeyecek. Katılımcı, çoğulcu bir demokrasi anlayışını hayata geçireceğiz” (aynı kitap, s. 110).

Bu sözleri 2001 yılında etmiş olan kişi, şimdi yola beraber koyulduğu hemen herkesi ıskartaya çıkarmış mahiyette tek başına, şahıs-merkezli, ben-merkezli, lider-hegemonyalı/gölgeli ve katılımcıçoğulcu demokrasinin beşiği Meclis’i de fiili anlamda büyük ölçüde tarihe gömmüş olarak karşımızda. Ve monarşilerde alışık olduğumuz tarzda bir tahta çıkma ya da bir dostumun cuk oturan tabiriyle “cülûs töreni” denilebilecek bir gösteri eşliğinde kendi mutlakıyetini geçirdi hayata...

Kabinede “ters köşe” yapsa n’olur; memleketi “ters köşe” yaptı esas o...

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Ucuz hayatlar - ÇİĞDEM TOKER

Parmağın, telefon ekranı üstündeki her yukarıya doğru hareketinde 16/18 satır geçiyor. 
Her birinde görevleri, kurumlarıyla birlikte kamu görevlilerinin isimleri.
 
Ekranı her itiş hareketinde, kurum kurum listeler akarken ailelerle birlikte 60’ar, 70’er kişi, mutfak alışverişi, kredi kartı, çocukların okul giderleri, ev kirası ilaç parası tasaları bir yumak olmuş geçiyor. 

Pazar sabahı, yakınında bir masaüstü bilgisayar bulunmayan kamu görevlileri, 18 bin 632 kişilik listenin içinde isimlerini böyle aradı. 17, 18. 

Bakanlar Kurulu’nun tarihe karışmadan bir gün önce yaptığı son büyük icraattan biriydi 701 sayılı OHAL KHK’si. 

TBMM oturumlarında, mikrofon önünde, seçim bölgelerinde “millet millet” diyen onca bakan, haklarında idari soruşturma ya da ceza soruşturması olmayan binlerce insanın kamu görevinden atılmasına -kimisi önceden hazır edilmiş-fiyakalı imzalarıyla onay verdi.
 
Altına imza attıkları o listenin, nefesler tutulmuş baş ya da işaretparmağıyla ekranlar üzerinde taranacağını, ihtimal ki düşünmeden. 
Binlerce çift kısılmış gözün, her parmak hareketiyle ekrana gelen küçük tabloda, gerilimli bir kaygıyla kaderini arayacağını hayal etmeden. 

İhraç edilenler arasında kamu görevlisi olma niteliğini kaybetmiş kaç kişi olduğunu şimdiden bilme olanağı yok. Ancak kesin olan, bu sayı içinde haklarında idari ya da ceza soruşturması açılmamış pek çok insanın mutlaka olduğudur. 
Onlar şimdi kıyıcı, zorlu bir mücadele alanının içinde girdi. 

Kamu görevlisi olma niteliklerini halen taşıyan binlerce “muhrec” kamu görevlisi yeni rejimde, haklarını aramaya çalışacak. 
 
Boşlukta sallanan ray 
Tekirdağ-Çorlu’da devrilen tren, insan yaşamına ucuz bakış kadar bakıştaki ucuzluğu da isyan ettiren bir biçimde gözümüzün önüne koydu.


O trende bulunanların yakınlarının tek ihtiyacı olan şeyin haber olduğu saatlerde konulan yayın yasağı insanların acılarıyla alay etmekti. Parti medyasının dünyadaki büyük tren kazalarının hemen dolaşıma soktuğu haberi, “Bu facia o kadar da büyük” değil demeyen getiren, “normalleştirme” amaçlı gayri insani ama bir o kadar da “görevli” bir tutumdu. 

Adında düne kadar (artık değişti) haberleşme kelimesi de geçen bakanlığı açıklaması inandırıcı değildi. 

Boşlukta öylece sallanan, havada asma köprü gibi duran raylar, mühendisliğe en uzak insanlara bile facianın aşırı yağışlardan olmadığını anlatırken yapıldı bunlar. 
Mühendislik dediğimiz bilim, menfez ile ray arasındaki toprağın, yağış olsa bile boşalmamasını sağlamak için değil midir? Rayları yaptığınız zeminin doğası, bu tür taşkınlara eğilimliyse ve siz oradan bir demiryolu geçireceksiniz projesi ona göre yaptırılmaz mı? 

İnşaat teknolojinin bu kadar geliştiği mühendisliğe, müşavirliğe bütçeden avuç dolusu kaynak aktarılan bir ülkede yağmurda eriyecek bir toprak dolgu yapıp/yaptırıp insanların hayatını nasıl tehlikeye atarsınız? 

Bir söz de ana muhalefete: 
Yol bekçileri kadrolarının kaldırılması, bakım hizmetlerinin TCDD personeliyle değil ihaleyle yapılması, kârı önceleyen anlayış, menfezlerin aşınması önleyen malzeme kullanılmaması, rayın altına döşenecek malzemelerin yeterince kaliteli ve uygun olmaması... 

Bunların hepsi ama hepsi siyasidir. 

Dolayısıyla o trenin devrilmesi sonucu gencecik insanların, çocukların aralarında yer aldığı 24 kişinin yaşamını yitirmesi, 338 kişinin yaralanması da öyle. 

Hem de kamu yararının değil müteahhit yararının gözetildiği, kayırmacılığın normalleştiği bir iklimde sadece siyasidir. 

Dolayısıyla yaşamını yitiren insanların hakları aranacaksa bu hak arama işi öncelikle siyasi zeminde olmak zorundadır.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

9 Temmuz 2018 Pazartesi

Düzyatan Gazi’nin ABD seferi - TAYFUN ATAY

Cuma günü Ertuğrul Özkök yazdı ya, TRT’nin “resmen fenomen” dizisi Diriliş Ertuğrul’un“Ertuğrul Gazi”si Engin Altan Düzyatan, hamile eşi Neslişah Alkoçlar’la birlikte Los Angeles’ta imiş... Neslişah daha erken gitmişti; Ertuğrul, pardon(!) Engin de dizi final yapar yapmaz soluğu orada aldı. Son gelen haberlere bakılırsa doğumun da orada olacağı anlaşılıyor.

Hâlbuki Neslişah Alkoçlar, Mayıs’ta 3 yaşındaki oğlu ile beraber ABD’ye uçtuğunda basına yansıyan haberler, haziran sonunda Türkiye’ye dönmenin planlandığı, çünkü doğumu İstanbul’da yapmak istediği şeklindeydi. Anlaşılan karar değiştirmişler. Temmuz ortasına geliyoruz ve onlar, ailecek Los Angeles’ta.
Doğumun orada olması, bebeğin Amerikan vatandaşlığı alması demek... Tabii bu, Özkök’ün tabloya hafif bir fırça dokunuşunda bulunmasının da etkisiyle tam bir sosyal medya tartışmasının (elbette “geyiği”nin de) önünü açtı. Yıllardır ekranlarda Osmanlı-İslam yüceltisi yapılan ve herkesi evde ekran karşısında neredeyse elde yalın kılıç/ pala seyre sevk eden bir dizinin, rolüyle alabildiğine özdeşmiş başrol oyuncusu nasıl olur da çocuğunun doğumunu “diyar-ı küffar”da gerçekleştirtirdi? Yavrusunu nasıl yabancı doktorlara emanet ederdi?!..
***
Tartışmalarda bir aktör ya da aktrisin kurguda üstlendiği hayalî karakterle gerçekte kendisi olarak yaşadığı hayatın içindeki tercihleri arasında bağ, uyarlılık, tutarlılık aramanın son derece abuk ve kabul edilemez olduğu vurgulanmakta. Özkök de yazısında aynı doğrultuda hareket ederek bunu sorgulama cihetine gitmemiş (yine de bazı dolaylı imalarda bulunduğu söylenebilir!).

Doğru mu, doğru.. Söz gelimi kimse İslam dünyasında ve tüm Müslümanların gönlünde“Hazreti Hamza” karakteriyle taht kurmuş Anthony Quinn’den namazlı-niyazlı, taharetli bir yaşam sürmesini beklemedi ya!..

Ancak yine de “Ertuğrul/Engin Altan” bağlamında göz ardı edilemez bir fark var.
O farkı fark ettirmeden önce yalnız, bazı dipnotlar düşelim!..
***
Bu topraklarda vatandaş sık sık perdede ya da ekranda ne görüyorsa, gördüğünü ona gösterenle, yani rol kesenle özdeşleştirmiştir.
Rahmetli Erol Taş’ın sokaklarda çektikleri mesela!.. Ya da Cüneyt Arkın’ı “Malkoçoğlu” diye baş tacı etmeler, ülfete mazhar kılmalar...
Kurtlar Vadisi’nde mafya babası “Çakır” (Oktay Kaynarca) öldürülünce gıyabi cenaze namazı kılmalar...
Yine de bunların hiçbirisi, Muhteşem Yüzyıl dizisinde “Kanuni” rolü ile unutulmazlaşmış
Halit Ergenç’in başına gelen kadar müthiş değildir.
Dizinin seyrin zirvesinde olduğu, ama sokaklarda da Gezi patlamasının yaşandığı günlerdi. Ergenç, olayları yatıştırma yolunda arabuluculuk çabasına soyunmuş grupla o dönem başbakan olan Erdoğan’ın huzuruna çıkıp bir-iki de laf etme “cüret”ini gösterdiğinde nasıl tekdir ve tedip edilmişti “Reis” tarafından, hatırlayın:
“Sen Osmanlıca biliyor musun, asıl ondan haber ver!..”

***
Malum, Tayyip Erdoğan hiç mi hiç haz etmedi Muhteşem Yüzyıl’dan... “Tarihimizi yanlış aktarıyorlar, ceddimizi küçük düşürüyorlar” dedi durdu hep. (Hâlbuki dizi Yunanistan’da da Osmanlı yüceltisi yapıyor diye protesto edilip yasaklanmak istenmişti!)
İşte Diriliş Ertuğrul bir bakıma Muhteşem Yüzyıl’a karşı kotarılmış bir “kontra-kurgu”dur. Aslında çok yabancımız da değildir. Sinemada, hem de bu iktidarın “parantez arası” saydığı o “Eski Türkiye” günlerinde üretilmiş bir dolu karşılığı da vardır: Tarkan, Karaoğlan, Kara Murat, Malkoçoğlu, Battal Gazi...
Muhteşem Yüzyıl elbette dizi film tarihimizde büyük bir iz bırakmış ve pek çok farklı yönden ele alınabilecek önemli bir dizi. Ama belirtmekten de kaçınmayalım ki “oryantalist” yanları olan bir diziydi o.
Diriliş Ertuğrul ise “oksidentalist” bir dizi; yani Batı-Hristiyan dünyasına/insanına/ kültürüne kötüleyici, küçümseyici, aşağılayıcı, itibarsızlaştırıcı, değersizleştirici, ötekileştirici bir bakış, anlayış ve kurguya sahip...
Muhteşem Yüzyıl’ı lânetleyenler, Diriliş Ertuğrul’u bu “oksidentalist” motivasyonu nedeniyle alkışladıkça alkışladılar. Başta da “Reis”... O, defalarca övdü diziyi; seti ziyaret etti; “Ertuğrul Düzyatan”la resimler çektirdi; torununun, diziyi izlemek ne kelime, tekrarlarını bile izlediğini ballandıra ballandıra anlattı.
***
Dedik ya, burası Türkiye. Sonuçta Halit Ergenç nasıl o istenmedik “Süleyman” tiplemesiyle gazaba uğradıysa, Düzyatan da istendik “Ertuğrul” tiplemesiyle hem çok ama çok iyi“kazandı”, hem de bol bol taltife mazhar oldu.
Her yerde de gereğini yaptı!
Allah’tan henüz Osmanlıca öğrenmesini gerektiren bir dönemde rol kesmiyordu!.. Sadece “şive” edindi. Kocca bir sakal bıraktı ve reklamlarda bile o sakalla karşımızda oldu (Ama Los Angeles’tan fotoğraflarına baktım, o sakalı usulüne uygun ve gayet “Avrupai” şekilde inceltmiş!).
Kısaca Düzyatan, dizideki rolünü gözümüzün içine baka baka hayatın içine taşıdı. Evet, biz hiçbir zaman “Hazreti Hamza”yı canlandırarak sinema tarihine geçmiş Anthony Quinn’i “İkindi okundu, haydin namaza” deyip caminin yolunu tutarken görmedik. Ama Düzyatan’ı, Anadolu şehir girişlerinde cirit ekibi, mehter takımı eşliğinde muazzam kalabalıklarla takviyeli törenlerle karşılanıp kendisine “takdim edilen” Kayı Boyu bayrağını öpüp başına koyarken gördük!..
Hâl böyle olunca müsaade edin de “Gazi’mizin yavrusu”nun “taharetsiz yaban eller”de dünyaya getirilme tercihi üzerine de kaşlar kalksın!..
***
Biz dizi evrenimizde Engin Altan Düzyatan’ı “Ertuğrul Gazi” olmadan önce, “Eeeengiiin Aaaaltaaan Düzyataaan, Engin Altan Düzyatannn” olarak tanıdık.

Artık onu bir cihan imparatorluğuna doğuş verecek “sulb”ü taşıyor olma mes’uliyetine sahip Osmanlı ceddi olarak biliyoruz!..

Eskiden onu cıngıl cıngıl “Eeeengiiin Aaaaltaaan Düzyataaan...” diye karşılayan fanların yerinde şimdi ona “Soy soylasın, boy boylasın benim Ertuğrul beyim” diye sancak sunanlar var.
O yüzden bu “Los Angeles seferi”ni yorumlamakta güçlük çekiyoruz.

Belki “Dârü’l-Harb”i, “Dârü’l-İslâm” yapma yolunda bir öncü girişimdir?!..
Kim bilir belki de dizi üzerine art arda kalem oynattığım bir dönemde yazdıklarıma katkı vermiş sosyal bilimci ve tarihçi dostum, Prof. Suavi Aydın’ın sözlerinden çıkan bir kerametin tecellisidir!..
Diriliş Ertuğrul dizisine binaen, “Maalesef bu ‘özcü’ kurguların tamamı, tarihsel gerçeklikler alanını bir yana koyup ‘revivalizm’in [‘Dirilişçilik’ yani!] cazibesi altında her türlü eleştirel bakışa kulak tıkıyor, hatta saldırıp yok sayıyor” demişti Suavi... Ve şöyle noktalamıştı:
“Dizideki sarışın başrol oyuncusunun Asya’dan yeni kopup gelmiş bir Türkmen reisini ne kadar temsil edebileceği de ayrı bir konu!..”

Bu sözü hatırlayınca, acaba Los Angeles gidişi kahramanımız açısından (elbette “kültürel”olarak) geçici mahiyette de olsa bir “aslına rücu” mudur diye düşünmeden de edemiyor insan...

Her neyse, hâlâ vakit var mı hamilelik açısından, bilemiyorum, ama umarım doğum için dönerler de biz mahcup oluruz!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

TÜSİAD’la değil, emekçilerle - FATİH YAŞLI

24 Haziran seçimlerinden üç gün önce CHP’nin cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce TÜSİAD’ı ziyaret etti ve toplantı öncesi yaptığı açıklamada “Demokrasisi düzgün işlemeyen, hukuk devleti olmayan, mahkemeleri bağımsız olmayan bir Türkiye güven veremez. Yerli yatırımcıya da, yabancı yatırımcıya da güven veremez” dedi.

Benzer bir ziyareti HDP de -Demirtaş içeride olduğu için- bir heyetle gerçekleştirdi ve toplantının ardından bir açıklama yapan Sezai Temelli, “Türkiye hızla demokrasi sorununu aşmak zorundadır. 24 Haziran seçimleri bu anlamda Türkiye için büyük bir önemi sahiptir. Türkiye demokrasi sorununu aşabilirse, diğer bütün sorunların çözümü için de önemli bir başlangıç yapacaktır” dedi.

Her iki ziyaret de ve her iki konuşmadaki vurgu da iki şeye işaret ediyor: Birincisi, CHP de HDP de TÜSİAD’ı, yani Türkiye büyük burjuvazisini demokrasi mücadelesinde bir müttefik olarak görüyor. İkincisi ise gerek sosyal demokrasi gerekse de radikal demokrasi, siyasete sınıf penceresinden, sınıf mücadelesi ekseninden, emek-sermaye çelişkisi üzerinden bakmıyor, ikisinin de sermaye düzeniyle gerçek bir derdi bulunmuyor.

Peki TÜSİAD, yani sermaye sınıfı için demokrasi herhangi bir anlam ifade ediyor mu? Geçen günlerde eski Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz, Mahfi Eğilmez’in baskılar neticesinde NTV’den ayrılması üzerine sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada, “Sermaye sahibi Türk burjuvazisi hiçbir zaman demokrasiden yana tavır almadı” demişti. Tespiti doğru olsa da Durmuş hatalı bir kabulden, yani dünyanın başka yerlerinde burjuvazinin demokrasinin yanında olduğu, demokrasi talep ettiği kabulünden yola çıkıyordu.


Oysa bu doğru değildir, yani dünyanın hiçbir yerinde sermaye sınıfı “kendiliğinden” demokrat olmaz, demokrasi talep etmez. Demokrasiyi bugünkü haline getiren, sözü edilen ülkelerin işçi sınıflarının, emekçilerinin, halklarının mücadeleleri olmuştur. Burjuvazi dünyanın hiçbir yerinde hiçbir demokratik ya da sosyal hakkı kendiliğinden kabul etmemiş, halka durup dururken bahşetmemiş, tüm bunlar toplumsal mücadelelerinin neticesinde gerçekleşmiştir.

Dolayısıyla Türkiye sermaye sınıfı da, alttan bir basınç olmadıkça ve emekçiler taleplerini örgütlü, güçlü bir şekilde dile getirmedikçe, sosyal ve siyasal haklar konusunda adım atmayacak, demokrasiye değil, kârını nasıl çoğalttığına bakacaktır. Burjuvazinin talep ettiği şey, demokrasi ya da hukuk devleti değildir; burjuvazi mülkiyetinin garanti altında olmasını, özel mülkiyete dokunulmamasını ister. Demokrasi de hukuk devleti de bunun için bir araçtır. Velhasıl, sermayenin demokrasiye ve hukuka bakışını kendi sınıfsal çıkarları belirler.

Bu nedenle, daha önce defalarca bu köşede yazdığımız üzere “laik sermaye” diye bir şey olmadığı gibi, sermayenin demokratik bir Türkiye istediği de palavradan ibarettir. Nasıl ki Türkiye sermaye sınıfının mensuplarının kendi özel dünyalarında seküler yaşamlar sürmeleri sermaye sınıfını sınıfsal çıkarları adına dinselleşmiş bir Türkiye istemekten alıkoymuyorsa, aynı şekilde mülkiyetleri için talep ettikleri güvence de sermaye sınıfının demokrasi yanlısı olduğu, demokrasi istediği anlamına gelmez; otoriterleşme, grevlerin yasaklanması örneğinde olduğu gibi, gayet işe yarardır sermaye sınıfı için.
Unutmamalıyız ki, bugünkü otoriter-dinsel rejim, her şeyden önce sermayenin çıkarları adına ve sermayenin desteğiyle kurulmuştur. Cumhuriyet’in kazanımlarının birer birer yitirilmesinin gerisinde sermayenin sol düşmanlığı, emek düşmanlığı vardır. Bunu çok açık ve net bir şekilde görmek gerekir ki bu rejime karşı nasıl muhalefet edileceği de doğru bir şekilde görülebilsin; kimlerin müttefik, kimlerin hasım olduğu doğru bir şekilde anlaşılabilsin.

Yarın yeni rejimin ilk resmi kabinesi açıklanacak. Havada uçuşan isimlere bakılırsa Türkiye bir şirket gibi yönetilecek, sermayenin temsilcileri doğrudan kabinede yer alacaklar, arkasından da Türkiye kapitalizmini krizden çıkarmak için adı konulmamış bir IMF programı yürürlüğe konulacak. Şirketleri ve bankaları kurtarmak için krizin faturası işçilerin, emekçilerin, çalışanların sırtına yıkılacak. Hayat daha da pahalılaşacak, vergiler daha da artacak, alım gücü azalacak, işçiler işlerini kaybedecek, işsizler iş bulamayacak.

İşte tam da bu noktada, sosyal demokrasiyle radikal demokrasinin dışında, üçüncü bir seçeneğe, dünyaya ve Türkiye’ye emek-sermaye çelişkisi üzerinden bakan, emekçilerin çıkarlarını savunan, emekçileri siyaset sahnesine taşımayı amaçlayan, gerçek bir sol siyasete ihtiyacımız var. Kapitalizmin krizinin derinleşeceği, sermayenin daha da çok saldırganlaşacağı ve emekçilerin giderek daha da yoksullaşacağı bir konjonktür, sol seçeneğin güçlenmesi, solun halkla ve halkın solla buluşması için bir fırsat anlamına geliyor. Bu konjonktür doğru değerlendirilir, bu fırsat doğru bir şekilde kullanılırsa, siyaset sahnesine yeni ve güçlü bir aktörün, solun çıkması engellenemeyecektir.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Dört maddede Habertürk’ün kapanışının anlamı - ÜMİT ALAN

Radikal gazetesi 2014 yılında basılı versiyonuna son verdiğinde bunun bir küçülme ve neredeyse yarı yarıya kapanma gibi algılanmasının Radikal’in kendi kabahati olduğunu anlatan bir yazı yazmıştım. Çünkü Radikal, basılı yayınına son vermeden dört yıl önce (2010) ”Medyada Radikal devrim” sloganıyla gürültülü bir relansman yapmıştı. Teoman’ın seslendirdiği, animatik ve meraklandırıcı reklamlarıyla “n’oluyor acaba?” dedirten işlerdi. Elbette medya dışı bir sermaye grubundan solun anladığı manada devrim beklemiyorduk. Ancak içten içe “eğer tamamen dijitale geçmeyi devrim diye duyuruyorlarsa büyük iş” şeklinde düşündüğümü hatırlıyorum. Ancak “Radikal Devrim” denen bu olay, gazetenin tabloid boya geçmesi ve birkaç yazar transfer etmesinden ibaret bir silkinmeyle sınırlı kaldı. O dönemde “Kâğıt bitti, tüm enerjimizi ve yatırımımızı dijitale yönlendiriyoruz” demek daha “devrimci” bir hareket olurdu. Evet, ticari riskleri vardı ama o sermaye gücüyle denenmeye değerdi. Nitekim sonraları yenilgi psikolojisiyle dijitale yönelen Radikal, bir daha toparlanamadı ve Doğan Medya’nın kararıyla bir süre sonra tamamen kapatıldı.
Konuyu Habertürk’ün basılı versiyonunun kapanmasına getireceğimi anlamışsınızdır. Peki bu son gelişmeyi nasıl okumalıyız? Bu haftaki Köşe Vuruşu’nun sorusu bu. Dört maddeyle cevaplamaya çalışalım:

1- Habertürk’ün basılı versiyonu kapatması bir aslına dönüştür
“Diğer gazetelerin aksine Habertürk'ün enteresan bir durumu vardı, internette başlayıp basılı versiyon çıkarmıştı. Şu an aslına rücû ediyor ama eskisinden daha zayıf şekilde.” Habertürk’ün kapanış haberini aldığımda böyle bir tweet attım. Çünkü Habertürk, 1999’da yani Türkiye’de internetin tam anlamıyla emekleme yıllarında Ufuk Güldemir tarafından kurulmuş bir haber sitesiydi. O yıllarda gazetelerin bire bir kopyası olan internet sitelerine göre oldukça yenilikçiydi. Doğal olarak dikkat çekmiş ve internet üzerinden televizyona da evrilecek bir marka değeri yaratmıştı. Güldemir’in ölümünden sonra televizyon ve site, Ciner Grubu’na satıldı ve tam bir medya grubu izlenimi vermek için de basılı gazete olarak çıkmaya başladı. Olaylı Sabah grubu macerasından yenilgiyle ayrılmış Ciner Grubu için de o yıllarda havalı bir markaydı doğrusu. Şu anda yeniden dijitale dönmesi esasında asla dönüş ama küçülme gibi algılanması normal. Çünkü ne dijitaldeki gelirler Ciner Grubu’nun dişinin kovuğuna gider ne de orada holdingin anladığı dilde ticari fırsat oluşturacak bir güç olunabilir.

2 - Merkez medyadaki temsiliyet sorunu varlığı anlamsızlaştırdı
Geçen hafta bu sayfadaki yazıda, Erdoğan’a oy vermeyen %47,4’ün hiçbir ana akım medya organında temsil edilmediği ve bu manzaranın ticari olarak da sürdürülebilir olmadığını yazmıştım. Habertürk gazetesinin basılı versiyonuna son vermesinin bu yazının üzerine gelmesi iyi bir örnek oluşturdu. Çünkü, Habertürk’ün varlığı, ‘bir illüzyon dahi olsa’ iktidarla çelişen görüşlere de yer vermesiyle mümkündü. Bu durum Türkiye’de geçen hafta bu sayfada anlattığım nedenlerle imkansız hale geldi. Ticareten varlık göstermenin birinci şartı farklılaşmak. Tüm markalar kendilerini diğerlerinden farklı bir yere konumlayarak varlık gösterebiliyor. Habertürk yıllar önce kendini “Gücü özgürlüğünde” gibi bir yere konumlamış ve bunu da bire bir sloganına taşımıştı. Bu sloganın o dönem için de Habertürk’ü anlatıp anlatmadığı tartışılır ama bu slogandan bir “farklılaşma” niyeti olduğunu anlıyoruz. Bugün o düzeyde bile farklılaşma mümkün değil. Basılı gazetelerde oluşan krizin, farklılaşamayan “haber kanalları” için de süreceğini öngörebiliriz.

3 - Sermaye için medyada kalmanın tek yolu sübvansiyon
Medya dışı sermayenin medyaya girme motivasyonunu hepimiz biliyoruz: Burada bir güç oluşturarak, bunu medya dışı işlerinde paraya dönüştürmek. Burada “güç oluşturma” vurgusuna dikkat. Çünkü, bu güç eğer beni beslemezsen, şu şu haberlerin yapılmasına izin veririm demektir. Bu bir “aba altından sopa gösterme ve yırtmacı hafif hafif açma” işiydi. Yaklaşık 16 yıldır süren son iktidar öncesinde de yıllarca bu çarkın böyle döndüğünü biliyoruz. Yırtmaç çok açılınca hükümet düştüğü bile görüldü. Bu yüzden, bugün medyanın hâlinin tek sorumlusunun Erdoğan iktidarı olduğunu düşünmek medya sorununu asla çözemeyecek olmak anlamına gelir. Bu durum, 80’lerle birlikte medyaya topla tüfekle, Allah ne verdiyse giren medya dışı sermayenin bir sonucudur. Bugün ana akım medyada ayakta kalmanın tek yolu var o da rakibine benzemek. Bunun da bildiğimiz anlamda ticari bir karşılığı yok. Diğer türlü sübvanse de edilmiyorsanız ister istemez küçülecek veya kapanacaksınız.

4 - Şişirilen tirajlar yanıltmasın
Gazete tirajı işi biraz güç işidir. Ne kadar çok basıp dağıtırsanız o kadar çok tiraj alırsınız. Eğer zarar etmeyi veya başka yerlerden subvanse edilmeyi göze alırsanız, rekor tirajda bir gazeteniz olabilir. Bir ara “1 milyonu zorlayan Zaman gazetesini” hatırlayalım. Gerçekten Zaman gazetesini gidip bayiden alan 1 milyona yakın okur varsa onlar nerede mesela? Hepsi mi kaçtı? Kuşkusuz hayır. Çünkü bu rakam gazetenin bayi satış rakamı değildi. Muhtemelen gazete bir takım sermaye odakları tarafından birer ikişer bin gibi rakamlarla alınıyor, sonra da bedava dağıtılıyordu. Böylelikle tiraj yükselmiş gibi görünüyordu. Tirajların şişirilmesi için bunun gibi pek çok yöntem mevcut ama artık bu hayali tirajlar, devlet iştirakleri dışındaki reklamvereni kandırmaya yetmiyor. Reklamveren de dijitalde kendi içeriğini oluşturmaktan tutun, bütçeyi Facebook, Youtube, Twitter gibi küresel markalara yönlendirmek gibi çözümleri mantıklı buluyor. Tüm dünyada geleneksel medya odaklarının reklam pastası bu dev şirketlere doğru kaçıyor ama Türkiye’de medyanın temsiliyet sorunu bu süreci daha da hızlandırıyor olabilir. Yani “milli” sözcüğüyle de ifade edilebilecek bir medya sorunu var. Zira medyayı besleyecek reklam, yabancı sermayeye kaçıyor.

Şu “baskı” işini abartmasak mı acaba?
Ana akım medyadaki bu sorun, bağımsız ve alternatif medyayı güçlendirir diye arada ümitleniyoruz ama dünyada bile dijitalde tam anlamıyla tatmin eder bir “gelir modeli” oluşturulamadığı için kısa vadede bu zor. Bağımsız medyaya ve Türkiye’nin ana akım medyada aradığını bulamayan diğer yarısına düşen “baskı” işinin romantizmini abartmamak. Burada “baskı” derken tabii kağıda baskıyı kastediyorum. Bizim yaşadığımız sorun, sadece basılı medyanın yok oluşundan kaynaklanan romantizm değil, “gazeteciliğin” yok oluşu sorunu. Gazeteciliği sürdürmek için dijitalde yaratıcı bir konsept, dil ve gelir modeli oluşturmak bizim için daha hayati. Normalde böyle dönemler yaratıcılığı teşvik eder derler ama mevcutta veya ufukta görünen bir şey yok. “Ne olabilir?” sorusunu tartışmayı ilerleyen haftalara bırakalım.

Ümit Alan / BİRGÜN