15 Temmuz 2018 Pazar

‘Adsız Gemi’ - Mine G. Kırıkkanat

Doktor, hiç kimsenin konuşmadığı kısa bir süre boyunca duraladı. Sonra, biraz önceki alaycı tutumunu değiştirdi ve ağır ağır, gizemli bir şey anlattı:
“Bir zamanlar sıradan bir adam yaşamın, varlığın gerçek nedenlerini öğrenmek istemişti. Tanrı’ya yalvardı ve ondan kendisine yol göstermesini istedi. Tanrı, onu büyük bir mağaraya gönderdi. Adam, labirent ağı içindeki Mağara’da yolunu yitirdi. Uzun uzun yürüdü ve bir köşeyi dönünce, yerlere serilmiş, duvarlardaki oyuklara konulmuş küçüklü büyüklü testiler, küpler, kaplar gördü. Bir ses, ona bunların Gerçek Değerler olduğunu söyledi. Dürüstlük, Sadakat, Açık Ellilik, Sahtekârlık, Cimrilik, Sevgi, Kin… Bütün değerler… Ona Tanrı’nın verdiği görev, burada bu değerlerden birini ya da birkaçını seçmek ve onları, kendi yaşamının temel inancı yapmaktı. Mağara’dan ancak doğru seçimi yaparsa çıkabilecekti. 

Adam, ilk önce Doğruluk gerçeğini seçti. Doğruluk’la bütün sorunlarını çözebileceğine, yaşamında Doğruluk’un kendisine yol göstereceğineinanıyordu. Doğruluk testisini koluna taktı ve kendi dünyasına kavuşmak için geriye döndü. Ancak Mağara’nın labirentinde uzun uzun yürüdükten sonra, yolunu yitirdiğini düşündü. Kapıyı bulamamıştı. Korkulara kapıldı, ama bu yürüyüşün sonunda, kendiliğindenmiş gibi, yine Gerçek Değerler’in bulunduğu yere gelmiş oldu. Bu kez Doğruluk’un yanında Yüreklilik gerektiğine inandı ve Yüreklilik testisini de yanına aldı. İki testiyle birlikte tekrar Mağara’nın çıkışını bulmaya girişti. Ama Doğruluk ve Yüreklilik değerleri de yolunu bulmasına yeterli olmadı. O zaman öteki değerlere döndü ve bu kez, Bilim’i aldı.
Bilim, Doğruluk ve Yüreklilik’in bu kez ona yolu göstereceğine emindi. Ama yine yolunu bulamadı. Bilim onu belli bir noktaya kadar getiriyor, fakat daha öteye gidebilmesine yardımcı olamıyordu.

Adam yeniden Değerler’e dönerken, yolda uzun uzun düşündü. Hep olumlu Değerler’i seçiyordu. Bir yerde bir eksiklik, bir boşluk vardı. Değer kaplarına gelince, bu kez çirkin bir testi buldu. Üstündeki yazıyı okudu: İkiyüzlülük testisi… İlk önce bunu seçmek istemedi. Sonra zamanın geçtiğini düşündü ve daha fazla vakit yitirmemek için elindeki dürüstlük testisini bıraktı, İkiyüzlülük ve Sahtekârlık testilerini alıp, yola çıktı. Bu kez de çok büyük zorluklarla karşılaştı. Kucağında dört testi ile yürümek güç, hatta olanaksızdı. Yolda içlerinden biri, hatta birini korumak isterken hepsi kırılabilirdi. Bunlarıdüşüne düşüne geriye, testiler ve küpler alanına döndü. Bu kez büyük ve kullanışlı bir küp buldu. Yüreklilik, Bilim, İkiyüzlülük ve Sahtekârlık testilerininhepsini içine koydu. Küpü de başının üstüne kaldırdı ve yolunu rahatlıkla bularak Mağara’dan çıktı.”
Hoca, sakin ve kısık bir sesle:-Ne demek bu? Küfür mü? dedi.
Doktor gizemli bir gülücükle sustu. Bilge, onun söylemediklerini söyledi:
-Ve böylece Riya ile, İkiyüzlülük’le Mutlak, Kutsal ve Gerçek Değere kavuşmuş oldu…
İşadamı, anlatıyı kavrayamamıştı. Safça sordu:
-O büyük küp hangi değermiş ki?
Ressam, kahkahayla güldü:-İnanç küpü!…*
*CAHİT KAYRAAdsız Gemi / Tarihçi Kitabevi, 2017

***

Düşünce ve yazın tarihimizin yüzyıllık çınarı, artık 101 yaşındaki Cahit Kayra’nın yukarda küçük bir bölümünü alıntıladığım Adsız Gemi başlıklı romanı; bence yazarın hepsi birer zekâ başyapıtı olan kitapları arasında, “ustalık eseri”. Ufku olmayan bir denizde, adı olmayan bir gemiyle kaybolan insanlığın; yitirilmiş aşklar ve pişmanlıklar rotasındaki bitmeyen yolculuğu…

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

CHP önce "vefa" ayarı yapmalı...- Tuncay MOLLAVEİSOĞLU

Size basit gibi görünecek ama önemli;
Seçimlerle ilgili ilk röportajını gidip Ayşe Arman'a verdi...
Ayşe Arman'a...
Meslektaşımıza bir sözüm yok ancak Muharrem İnce büyük bir davanın önündeki isim olarak ilk röportajını, bu davaya destek veren medya grupları ya da gazetecilerle yapmalıydı...
Dava adamlığı bunu gerektirir...
Ayrıntılar önemlidir... zihniyeti gösterir...
Mesela, rakibi Recep Tayyip Erdoğan'a kimse bu hatayı yaptıramazdı...
Bu vefasızlığı, bu yok saymayı...
Erdoğan ile Muharrem İnce dahil CHP yönetimi arasındaki farkı özetleyeyim;
* Erdoğan kendi siyasi davasının bir önderi olarak hiçbir zaman dava arkadaşlarını ikinci plana itecek, yok sayacak bir girişimin içinde olmadı...
CHP'yi yönetenler ise, merkez medya biraz yüzlerine gülünce ilk önce kendi mahallelerindeki gazeteci ve medya gruplarına sırtını dönüyor...
* Erdoğan, akil adamlar toplantılarında ya da özel basın buluşmalarında ilk günden beri yanında olan gazetecileri en yakın çemberin içinde tutuyor...
CHP'yi yönetenler ise basına özel verdikleri davetlere, utanmasalar muhalif medya temsilcilerini çağırmayacaklar...
* Erdoğan kendisine destek verdikleri için, hiç kompleks yapmadan gazeteci diyemeyeceğimiz isimleri el üstünde tutuyor...
CHP yöneticileri gazeteciliğin yüz akı isimlere burun kıvırıyor...
* Erdoğan, davasına destek olan gazetecilerin ve medya gruplarının hep yanında oluyor, onları takip ediyor, gözetiyor...
CHP yönetimi "yoğun gündemi" nedeniyle ahde vefadan, centilmenlikten, duyarlılıktan uzak bir yaklaşım sergiliyor...
* Erdoğan, merkez medyadan ne kadar yalaka eklenirse eklensin, ilk günden beri kendisine ve davasına destek olanları, bu yalama gazetecilerden ayırıyor...
CHP yönetimi ise AKP'den CHP'ye savrulan liberal dönmelerde olduğu gibi, "bakın bunlar da bizi seviyor" kompleksinin içinde bu isimleri baş tacı ediveriyor...
Bakın, bu listeyi çok uzatmam mümkün...
Erdoğan'ın partisine sirayet eden "ahde vefası" ile CHP yönetiminin "vefasızlığı" çok temel bir ayrışmayı toplumda gözler önüne seriyor...
İdeolojik bir tabana yaslanmayan geniş seçmen kesimleri oy kullanırken duygusal bağlar kuruyor...
İki parti arasındaki "vefa" uçurumu seçmeni yapacağı tercihte etkiliyor;
Saray'ın ahde vefasına karşılık CHP yönetiminin derin vefasızlığı...
Örneğin İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi'nde yıllardır tek başına bir parti gibi mücadele eden meclis üyesi Hüseyin Sağ listelerde yer almadı...
Listelere girenlere bakıldığında makul bir açıklaması olmayan vefasızlık örneği...
Gazetecilerin ayağına taş düşse yanlarında olan Barış Yarkadaş yok...
2 yıllık milletvekilliğine rağmen CHP'nin en güven veren, en büyük yolsuzluk dosyalarını ortaya çıkaran, "mezarlara sandık", "sahte seçmen listeleri" gibi gündem yaratan skandalları ortaya çıkaran, ekranlarda en adamakıllı konuşan Haluk Pekşen de yok o listelerde...
Eren Erdem, tutuklanma olasılığına rağmen (tutuklandı) yine listede yer bulamayanlardan...
Zonguldak Milletvekili Şerafettin Turpçu... CHP'den vekilliği maddi olarak büyük kayıplarına neden oldu... O da listede yok...
Plan bütçe komisyonunun en çalışkan üyesi, üstelik genel merkez ile hiçbir çatışması olmayan Musa Çam da liste dışı...
Neden "CHP yönetimi" diyorum... Çünkü örgütü ve seçmeni bu zihniyetten ayırıyorum... Bağımsız gazetecilerin ve medya kuruluşlarının ayakta kalması, işlerine devam edebilmesi için kılını kıpırdatmayan bir yönetimi, örgütün de seçmenin de eleştirdiğini biliyorum...
Bağımsız, gerçek gazeteciler adına; birileri gelsin başımızı okşasın anlamında yazmıyorum...
Bir zihniyet sorununa dikkat çekiyorum...
Bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da bizler; iktidarın baskısına muhalefetin vefasızlığına karşın kendini sürekli var eden gazeteciler olarak okurumuza ve izleyicimize ulaşmanın yollarını bulacağız...
Gücümüzü her zaman okurlarımızdan alarak...

                                                                         ***
Didem Aslan'a alkış ve Muharrem İnce...
Habertürk'ün başarılı ekran yüzü Didem Aslan çok eski dostum...
Aynı dönemde muhabirlik yaptık, haberciliği de ekran önünde olduğu gibi dikkat çekiciydi...
Didem, Muharrem İnce ile çok beklenen bir program gerçekleştirdi...
Her soruyu sordu... Muharrem İnce'ye kendini anlatabilmesi için geniş bir zaman ve imkan tanıdı...
Ancak İnce, benim açımdan bu "sınavdan" geçemedi...
Hem AKP'nin devlet gücü ve ekran yasakları ile seçimi aldığını söyledi hem de demokrasi var dedi!
Biri varsa diğeri yoktur... "Demokrasilerde yenilmek de vardır" diyerek AKP'yi aklayamazsınız...
Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da sabahın dördünde sandıklara doldurulan oylar ya da sosyal medyaya yansıyan Erdoğan ve MHP'ye aynı anda, aynı ellerin verdiği oyların görüntülerine ne diyeceksiniz?
Adana, Mersin ve Osmaniye MHP'nin kaleleriydi... Buralarda yüzde 20-30 oranında oy kaybeden MHP'ye, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da nereden geldiği belli olmayan yüzde 200'lük oy artışlarını nasıl izah edeceksiniz?
İnce'nin bir başka cümlesi de çok dikkatimi çekti;
Didem; "Seçimlerde sizinle Erdoğan arasında 10 milyon fark olduğunu söylediniz ancak seçimlerin ikinci tura kalmasını 1 milyon oy engelledi..." diye sorunca;
"Ne yani, yüzde 49.5 ile Erdoğan ikinci tura kalsaydı, seçimleri kazanacak mıydık?" dedi!
Peki ne oldu çivi ve nal hesabına?
                                                                         ***
CHP'nin sorunu bir lider gitsin diğeri gelsin sorunu değil... Kadro, tüzük ve 21. yüzyıla ilişkin kurumsallaşamama sorunu...
CHP ilkeler ve kitleler partisi olmayı terk etti. Bir dönem CHP, MHP'ye oy verin diyordu!
Şimdi o MHP, AKP'nin yanında... HDP'ye oy verin demenin sonunu da Oslo pazarlığı ve çözüm sürecinde gördük...
CHP kendi dışındaki siyasi aktörlerden medet ummaktan vazgeçmelidir.
CHP'nin kurucu değerlerine ve o değerleri ödünsüz savunan kadrolara ihtiyacı var....

Tuncay MOLLAVEİSOĞLU  / YENİÇAĞ

14 Temmuz 2018 Cumartesi

Rus-İsrail anlaşması Beşar Esad’ın zaferi - MUSTAFA K. ERDEMOL

Bunca yıldır onca emperyal çullanmaya rağmen bastırılamayan Suriye kurtuluş savaşında, Suriye’ye her fırsatta saldıran İsrail’in Rusya tarafından ‘durdurulması’dır olay.

İsrail’in merkez sol eğilimli gazetesi Haaretz’in önceki gün ortaya attığı, İsrail ile Rusya’nın Suriye konusunda anlaştıkları haberi aslında yeni ortaya çıkmış bir “sır” değil. Haziran ayında iki ülke arasında İran’ın Suriye’den çıkarılmasına yönelik bir anlaşma yapıldığı biliniyor. Haaretz’in iddiasında yeni olan, bu anlaşma çerçevesinde İsrail’in Esad’ı artık hedef almayacağını açıklamış oluşu.

Yandaş/İslamcı medyada “Esed’in İsrail dostu” olduğu propagandası yapılacak haliyle. İsrail, işgal altında tuttuğu Suriye’ye ait olan Golan Tepeleri’nde ve Şam’da Suriye mevzilerini sık sık vurduğunda sesini çıkarmayan söz konusu çevreler, şimdi sıkılmadan “Esed-İsrail dostluğu”ndan, “Esed’in İsrail tarafından korunduğu”ndan dem vuracaklar. İslamcı ikiyüzlülüğü bunu hep yapar.

Oysa İsrail’in Esad’ı korumaya aldığı falan yok. Bunca yıldır onca emperyal çullanmaya rağmen bastırılamayan Suriye kurtuluş savaşında, Suriye’ye her fırsatta saldıran İsrail’in Rusya tarafından “durdurulması”dır olay. İsrail, İran’ı, Hizbullah’ı bahane ederek Suriye’yi vuramayacak artık. Bu Moskova’nın da Şam’ın da İsrail’i diplomatik yollardan etkisizleştirmeleridir.

Anlaşmayı açıklamaya çalışayım; resmi olarak Moskova tarafından henüz doğrulanmayan anlaşma gereği Rusya, Suriye’nin güneyinde İran varlığının sınırlandırılmasını kabul etti. İran, güçlerini buradan uzak tutacak, İsrail ise “gerek duyduğunda” Suriye topraklarından kendisine yönelik tehditleri bertaraf edebilecek. İsrail Savunma Bakanı Avigdor Lieberman “İsrail, Rusya’yı kuzey sınırımızdaki güvenlik ihtiyacımıza ilişkin yaklaşımından ötürü takdir ediyor” diyerek anlaşmanın gerçekleştiğini de duyurmuştu.

İlginç olan bir bilgi de, haberlerine temkinli yaklaşılması gereken, Suriye yönetimine muhalif Suriye İnsan Hakları Gözlemevi’nin, İranlı askerlerle Lübnan Hizbullahı’nın İsrail işgali altındaki Golan Tepeleri’nin yakınından (Güney Suriye) çekilmeye hazır olduğunu belirttikleri yönündeki iddiası. Doğru mu değil mi mutalaka anlayacağız. Bu tür gelişmeler uzun süre gizli kalmaz çünkü.

ABD de dahil olmak istiyor.
Rusya ile İsrail’in Suriye’nin güneyi konusunda anlaşmaları ABD’yi söz konusu bölgede harekete geçmeye zorlayacak, bu kesin. Söz konusu anlaşma, ABD Başkanı Donald Trump ile Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in geçen yıl G20 Zirvesi’nde Suriye’de ateşkes konusundaki anlaşmalarından esinlenilmiş bir anlaşma, belirtmiş olayım.

ABD için Suriye’nin güneyi önemli. Merkezi Ürdün’ün başkenti Amman’da bulunan ABD liderliğindeki Askeri Operasyon Komuta Karargâhı, 2014-2016 yılları arasında burada Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) askerlerine eğitim verip, silahlandırıyordu. Washington Moskova ile ateşkes konusunda anlaştıklarında ABD buradaki tedarik hatlarını kapattı. Bu zamandan sonradır ki, güney cephesi Trump yönetimi için kuzey cephesindeki yüksek düzey ABD diplomatik ve askeri varlığına kıyasla düşük öncelikli bir bölge durumuna geldi. Ama işte bu İsrail - Rusya anlaşması ABD’yi aynı bölgede “sahne almaya” sevk etti. ABD İran güçleri ile Suriye destekli milis güçlerini güneyden çıkarmak için el Tanf Üssü’nü kullanıyordu. Humus’un güneyine düşen el Tanf Üssü’nde ABD, Suriyeli cihatçı grupları eğitiyordu.

ABD’nin Rusya’ya sunduğu bir de teklif vardı. Ürdün sınırından tüm Suriyeli ve yabancı milisleri uzak tutmak, muhalif savaşçıları ve ailelerini Idlib’e transfer etmek, Nasib sınır kapısını (Dera şehri yakınlarında) Ürdün’le paylaşmak. Bu anlaşmayı denetlemek için de bir ABD-Rus ortaklığı öneriyordu elbette.
Bunun Putin’in elini güçlendiren tarafı şu; ABD’yi Suriye’nin güneyi için müzakere masasına gelmeye zorluyor. Trump, büyük olasılıkla güney Suriye’deki Rus-İsrail anlaşmasına dahil olmak isteyecektir.

Ürdün’ün bölgedeki konumu sürekli zayıflıyor. Bu nedenle İsrail’le çıkar ilişkilerini yeniden biçimlendirme derdinde. İsrail de Ürdün de İran ve desteklediği güçlerin İsrail işgali altındaki Golan Tepeleri’nden uzak durması konusunda hemfikir. Ürdün, yeni bir mülteci dalgasının kendisini vurmamaması için bir çatışmanın önüne geçmesini istiyor Rusya’dan ve ABD’den. Bu ABD ve Rusya’nın bu konuda baskısı altında kalan ÖSO’yu da sınır geçişini ya Suriye yönetimine teslim etmek ya da savaşı sürdürmek konusunda bir tercihe zorluyor.

İsrail, hem Ürdün’ün istemediği çatışmaların yaşanmaması için hem de asıl hedefinin İran olduğunu bir kez daha vurgulamak için “sorunum Esad’la değil” açıklamasını yaptı. Derdi İran’ın Suriye’den çıkması. Tabii ki İran’ın bu konuda ne düşündüğünü soran yok. Ama İran, Suriye’den çekilmeyeceğini açıkladı bile. İsrail-Rusya anlaşmasından memnun kalmadığını da söylemeye gerek yok.

Rusya-İsrail anlaşması Esad’ın dolaylı zaferidir. 

Kesin olan bu.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

15 Temmuz - L. DOĞAN TILIÇ

Yarın, 15 Temmuz 2016’da yaşadığımız, Fethullahçı bir tertip olduğu kuşku götürmez darbe girişiminin ikinci yıl dönümü. O gece, bu ülkede çoğu insanın bir daha olacağına ihtimal vermediği; hele tankların, helikopterlerin, uçakların ve ağır silahların karşılarına çıkan 249 insanı katlederek ilerleyebileceklerine hiç mi hiç ihtimal vermedikleri bir darbe girişimi gerçekleşti.

Neyse ki, gerçekleşen darbenin kendisi değil de girişimi oldu!

Demokrasi ve özgürlükler açısından bugünkü durumdan ne kadar şikâyetçi olursak olalım, darbenin gerçekleşmiş olmasının nelere yol açacağını düşünmek bile istemiyorum. Darbe girişiminin kendisi; uçaklarla, helikopterlerle kendi vatandaşlarını katledebilen gözü dönmüşlük, başarılsaydı neler olacağının da kanıtı.

Öte yandan, ülkeye ve insanlarına kan ağlatacak bir darbe girişiminin püskürtülmüş olması, yeni girişimlere izin vermeyecek ve darbeci kalıntılarını ortaya çıkaracak kabul edilebilir bir sürenin sonrasında, ülkenin nefes almasını gerektirirdi. Demokrasi ve özgürlükler açısından…

Tersi oldu!

Darbe girişiminden hemen sonra, 21 Temmuz 2016’da OHAL ilan edildi. İlan eden yetkili ağızlar tarafından belki 3 ay bile sürmeyeceği, en kısa sürede kaldırılacağı söylendi, ama uzatıldıkça uzatıldı. 15 Temmuz’un ikinci yıldönümüne OHAL içinde geldik ve görünen o ki OHAL’in kalktığı gün çıkarılacak bir yasa ile onun her hali kalıcı olacak, olağanüstülük olağanlaşacak.

AKPMHP ve Erdoğan kendilerine oy verenlerin bunu dert etmemesinin, OHAL’in yalnızca muhaliflerini rahatsız etmesinin rahatlığı içindeler.

Ancak, en basit demokrasi nosyonu; özgürlüklerin, hakların ve adaletin yalnızca sizin gibi düşünenler için değil, asıl olarak sizin gibi düşünmeyenler için olduğunu kabul etmeyi gerektirir.

ODTÜ öğrencileri, bu ülke mahkemelerinde kaç kez berat etmiş karikatürlerden oluşan bir pankartı taşıdılar diye, bu kez bu ülkenin bir başka mahkemesi tarafından tutuklanıyorsa bunu en geri demokrasi standardı içinde bile açıklayamazsınız.

Bir ülkeye, sabaha karşı kapısı çalındığında yalnızca iktidar yanlısı değil, asıl olarak iktidar muhalifi “Sütçüdür” diye düşünebiliyorsa, demokrasi denir.
15 Temmuz’dan bu yana, KHK’lerle, darbe ile uzaktan yakından ilgisi olmayanların da işlerinden edildiğini, darbe girişiminin muhalifleri susturma fırsatına dönüştüğünü gördük.

15 Temmuz’un ikinci yılında medya dün olduğundan çok daha fazla kontrol altında, sivil toplum ve toplumsal örgütlenmeler yok edilmedilerse eğer daha ağır baskı görüyor, CHP’lisi de dahil bütün muhalifler kendilerini çok daha fazla tehdit altında hissediyor.

Barışçıl gösterilerin, basın açıklamalarının polis müdahalesi ve gözaltılar olmadan gerçekleştirilebilmesi neredeyse olanaksızlaştı.

Yargının ve mahkemelerin tarafsızlığına, bağımsızlığına güven sıfırlanmış durumda. Oysa, bırakın bir demokrasiyi, herhangi bir devleti ayakta tutan yargıya güvendir. “Adalet mülkün (devletin) temelidir” diyen Roma İmparatorluğu’ydu ve çağdaş demokrasilerin hayalinin olmadığı imparatorluklar çağında bile adaletten yoksun devletin ayakta kalamayacağı kabul edilmişti.

15 Temmuz’dan bu yana OHAL altında geçen iki yıl içinde   Başkanlık  sisteminin önündeki bütün engeller kaldırıldı ve bizi yeni sisteme getiren yolun taşları döşendi.

15 Temmuz’la ilgili hâlâ pek çok soru işareti var. TBMM Darbe Araştırma Komisyonudönemin MİT Müsteşarını ve Genel Kurmay Başkanını  komisyona getirip onlara sorular soramadı. Komisyonun CHP’li üyelerinin araştırma süreci sonunda hazırlanan 1000 kitap sayfasını bulacak muhalefet şerhinde*; “15 Temmuz hain darbe girişimi öngörülen, önlenmeyen ve sonuçları kullanılan bir darbe olarak tarihe geçmiştir” denildi ve bu saptaması yüzünden de CHP sürekli iktidarın saldırılarına maruz kaldı.

2 yıl tarihe geçmek açısından henüz çok kısa bir zaman, ama “Bir darbeyi defetmenin sonucu demokrasiden de uzaklaşmak oldu” demek için yeterli bir süredir!

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

*15 Temmuz Gerçekleri, 2018, (Yayına Hazırlayan: Şükrü Küçükşahin), Ankara: İmge Kitabevi

Anayasa yok - ÖZGÜR MUMCU

13 sene önce suç unsuru bulunmamış bir karikatürü, mezuniyet törenlerinde pankart olarak taşıdıkları için öğrencileri tutukladılar. Demek ki artık 13 sene önce verilmiş kararlar tanınmıyor. Demek ki Türkiye, ifade özgürlüğü bakımından 13 sene öncesinden bile geride.
 
Açalım 1950’lerin, 60’ların mizah dergilerini. O dönem siyasetçiler için yazılıp çizilenler bugünkü iktidar mensuplarına uyarlansa, kim bilir kaç karikatürist ve yazar içeri girerdi. Kimi bakımlardan Türkiye 50-60 sene öncesinden bile geri kalmayı başarmıştır. 
Bu büyük başarı devam edecek. Yeni rejim, her şeyi ama her şeyi başkana bağlamak üzerine kurulu. Kendini dar bir çevreye hapsetmiş bir başkanın memleketteki bütün yetkileri bizzat kullanmasına dayanan bu rejimde hak ve özgürlüklerin giderek artan bir hızla daralacağından şüphe duymamak gerek. 

Cumhurbaşkanlığı referandumunu takip eden 6 ay içinde uyum yasalarının çıkartılması gerekiyordu. Bu yapılmadı ve harekete geçmek için Erdoğan’ın seçilmesi beklendi. 
Muhtemelen kazara bir başkası seçilirse, ona önceden kendisi için tasarladığı yetkileri vermek istemiyordu. Ancak daha büyük ihtimal ise, seçimden önce devletin en ufak birimini bile kendisine bağlayacak değişiklikler yapmasının oy kaybına neden olacağından çekinmesiydi. 

Görülüyor ki yeni rejimde, yargının vermiş olduğu Erdoğan’ın hoşuna gitmeyen kesinleşmiş kararlar artık hukuki etki doğurmuyor. Bu saatten sonra da yargının Erdoğan’ın onaylamayacağı herhangi bir karar vermesi çok güç. 
Kuvvetler ayrılığı imha edilmiştir. Haliyle yargı, iktidarın hukuki jargon kullanan ve cüppe giyen bir kolundan ibarettir. 

Başkanın her şeye muktedir olduğu bu rejimin bırakalım demokrasiye, anayasalı bir sisteme sahip olduğu söylenemez. Anayasalar yasama, yürütme, yargı güçlerinin nasıl kullanılacağını düzenler. Anayasada yer alan hak ve özgürlüklerin kullanılabilmesi için bu kuvvetlerin, özellikle yargının bağımsızlığı şarttır. 

Kuvvetler birleştirilince anayasanın anlamı kalmaz. Anayasanın anlamı kalmayınca da hak ve özgürlüklerde 50-60 sene öncesinden bile geriye düşülebilir. 

Yeni rejimde memleketin herhangi bir alanda ilerleyebilme imkânı yok. Bakanların kim olduğunun da zerre önemi bulunmamakta. İktidarı kullanmanın tek bir ölçütü var, o da Erdoğan’ın keyfi. 

Muhalefet partileri şimdiden uysallaşma ve demeç siyasetiyle günü idare etme eğilimi gösteriyor. Haksız da değiller. Yeni rejimin onlara bıraktığı oyun alanı bundan ibaret. 
Yılgınlığa kapılmış, seçim akşamı yalnız bırakıldığını hisseden kitleleri sandığa götürmek için bu muhalefet tarzı yeterli olmayacak. Sokak sokak, mahalle mahalle sivil toplum örgütleriyle desteklenen, dün Kemal Can’ın Cumhuriyet’teki yazısında belirttiği gibi, “bütün meselelerin siyasileştirilmesi”ne dayanan bir muhalefete ihtiyaç var.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Hızlı ve geçici iktidar - KADRİ GÜRSEL

Sahibinin “Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi” diye adlandırdığı iktidar durumu, Osmanlı ve Cumhuriyetin 200 yıllık sorunlu reform ve devrim süreçlerinde biriktirdiği negatif toplumsal siyasal enerjinin boşalmasıdır. 


Durum yeni değildir aslında. Reaksiyon, 2010’dan beri şiddetini artırarak sürüyor. Vardığı yer, sonunda varabileceği yerdir; kendi zirvesidir.
 
Bu “durum”u Recep Tayyip Erdoğan, tarihin çok özel ve ilginç bir kavşağında eriştiği müstesna güç sayesinde, karşısına çıkarılan engelleri aşarak meydana getirdi. Durum, Erdoğan’ın fıtratı ve arzusuna göre biçimlendi. Bugünkü “iktidar durumu” Erdoğan’ın kendisi için özel olarak diktirdiği bir siyaset giysisidir.

Erdoğan kendisine “Başkan” denilmesini istiyor. Başkan’ın siyasi ömrü her siyasetçininki gibi nihayete erince, geride bıraktığı “kaftan” kimsenin üzerine oturmayacak ve iktidar durumu o andaki haliyle devam edemeyecektir. Mesele bu kadar basittir. Mevcut iktidar durumunun toplumsal, sınıfsal ve idari ittifakları, payandaları, bu rollerini çıkarları icabı sürdürmek isteseler de boşlukta kalacaklar. Her ittifak, “orta direğinin” gücü ve sağlamlığı nispetinde yükselir ve ayakta durur. Orta direk, Başkan Erdoğan’dır. Sonrası, fetret devridir. 

Bu iktidar, siyasi parti muhalefetinin çapsızlığı, güçsüzlüğü ve beceriksizliğinden bağımsız olarak kendi çıkmazının içinde yaşıyor. 
En yakın ve büyük çıkmaz, ekonomidir. 

Bakınız, küçümsediğimiz ve hatta bugünlerin yolunu açtı diye telin ettiğimiz eski siyaset sınıfı bile, en zayıf ve acınacak halde oldukları 2001’de dahi ülkemizi, içine sürükledikleri ekonomik krizlerden çıkarmak için yeterli haslet ve kapasiteye sahip olabildiğini göstermişti. 
AKP, hükümetinin ilk yıllarında onların ekmeğini bol bol yedi. 
Ya şimdi?
İktidar çoğunun gözüne çok güçlüymüş gibi görünüyor ama ortada yiyecek “ekmek” yok. 

İktidarın ekonomi-politiği, velhasıl kamu kaynaklarını kullanmak ve paylaşmak üzere meydana getirdiği ittifak yapısı, yakın eşikteki mukadder ekonomik krizin vurmasından sonra ülkeyi düzlüğe çıkarmak için gereken acil tedbirleri ve reform kararlarını almaya müsait değil. Bu ittifak, tabiatı gereği nitelikli, rekabetçi üretimi ve istihdamı dışlıyor. Dolayısıyla iktidarın mevcut halde alabileceği yegâne sözde tedbir, kendi yanlışını tahkim edip, küresel piyasa gerçekliğine karşı mevzilenmek oluyor. Piyasa güçlerine karşı savaşmak, yel değirmenleriyle savaşmaya benziyor. 

Nitekim, “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” kabinesinde ekonominin sevk ve idaresi hususunda kilit önemde olan makamlara yapılan atamalar negatif tabloyu daha da netleştirdi. Erdoğan’ın damadı olan Berat Albayrak’ın “Hazine ve Maliye Bakanı” yapılması dünyada ve Türkiye’de ekonomi yönetimine duyulan güvensizliği artırdı ve TL dramatik değer kayıplarının bir yenisini yaşadı.

Sistem” diyorlar ya, ortada bir sistem falan yok. Futboldan mülhem özeti şu: “Bütün toplar Erdoğan’a”... 

Kararlar da hızlı alınacakmış... Güya toplar hızlı kullanılacak. 
Aslında işin gerçeği şu: Başkan, öncelik verdiği konularda istediği kararları hızlı alabilecek. 

Ve tek karar verici kendisi olduğu için başkaca karar da alınamayacak. 
Bir de başkanın keyfi icabı aldığı hızlı kararların aynı zamanda kendi mantığı içinde doğru olması gibi bir de lüzum var, malum. 

Lakin başkanlık rejimlerinde iktidarın yanlış yapmasını önlemek için düzenlenmiş denge ve denetleme mekanizmalarının hiçbiri bizdeki durumda yok. Geriye kalıyor sözde “meşveret”, yani danışma... O da boş, çünkü “Reis”e maruzat arz edecek bir babayiğidin olmadığı ve çıkmayacağı da biliniyor.
 
Bütün bunlar keyfi yönetimden başka bir durumu tarif etmiyor. Devlet idaresinde “sistem” bütünüyle ortadan kaldırılıyor. Gerçek bir anayasal düzenin varlığından söz etmek imkânsız. 80 milyonluk koskoca, karmaşık ülke böylesine basit biçimde yönetilmek isteniyor. 

Tek tesellimiz, bu iktidar durumunun şu an içinden geçen tarihsel döneme özgü sürdürülemez bir acayiplik olması... 

Dolayısıyla, Türkiye’nin yarınlarına olan güvenimizi korumaya mecburuz.

Kadri Gürsel / CUMHURİYET

13 Temmuz 2018 Cuma

Madde 104 yokmuş gibi davranmak - ÇİĞDEM TOKER

Devletin temelinde sarsıcı değişimler, dönüşümler yaşanıyor. Bunların bir kısmı, anayasaya uygunluk bakımından kuşku barındırıyor. 

Fakat kimsenin de umurunda değil. Umursaması gerekenler, “Devlete ne olduğu” konusu ilgi alanlarında değil gibi davranıyor. 
Niye derseniz, üç ihtimal var: 
-Ya devletin organizasyon yapısının değişmesinden daha önemli işleri var 
-Ya mevcut konumlarından gayet hoşnutlar 
-Ya da milletin vekili olsalar da karşı gösterecekleri çabaların sonuç getirmeyeceğini düşünüyorlar. Her üç ihtimal de birbirinden hazin, birbirinden rahatsız edici. 

 
“Nedir bu devletin temelinde yaşanan hukuksuzluk anayasa uygunluğu kuşkulu durumlar?” derseniz, anayasanın 104. maddesini hatırlatarak başlayalım. 
 

104. madde yürürlükte değil mi? 
104. madde neden kritik? Çünkü Cumhurbaşkanı’nın görev ve yetkilerini anlatıyor. 
Malum, Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi denilen yeni düzende, Başbakan ve Bakanlar Kurulu yok. Yürütme organının tamamını temsil eden Erdoğan, hükümet yerine geçerek istediği konuda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarabiliyor. 
İşte madde 104, Cumhurbaşkanı’na kararname çıkarırken sınırlar çiziyor.

Üç adet net sınır var. Yürürlükteki anayasaya göre Cumhurbaşkanı şu üç konuda Cumhurbaşkanı kararnamesi çıkaramaz: 
-Temel haklar, kişi hak ve ödevleri, siyasi hak ve ödevler 


-Anayasanın münhasıran yani “Sen bunu kanunla düzenleyeceksin” dediği konular 


-Kanunda açıkça düzenlenmiş konular. 


Bitmedi. 

Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile kanunlarda farklı hükümler olması halinde, Cumhurbaşkanı’nın değil, kanunun hükümleri uygulanacak. 
 
1 numaralı kararname 
Gelelim, bundan üç gün önce yayımlanan 1 Numaralı Cumhurbaşkanlığı kararnamesine. 
O kararnameyle, devlet organizasyonu tamamen değişiyor. Cumhurbaşkanlığı, idari ve mali yapıyı yeniden kurgulayıp inşa ediyor. Kurumları birleştiriyor. Ayırıyor, bağlıyor, yeni kadrolar, kurullar ücretler, tahsis ediyor. İç politikayı, dış politikayı belirliyor. 
Peki bu kararnamede anayasanın hangi maddesine dayanıldığı yazıyor mu? 
Hayır yazmıyor. Oysa bu Cumhurbaşkanlığı kararnamesi gökten vahiy yoluyla inmediğine göre kaynağını bir yerden alması gerekiyor. 

-Bunun da muhtemelen (!) anayasa olması gerekiyor. Anayasa içinde de yüksek ihtimalle madde 104... 
-Bir diğer olasılık ise bu kararnamenin, anayasanın OHAL rejimini düzenleyen 
119. maddesine göre çıkarılmış olması. 

Orada da Cumhurbaşkanı’nın olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda kararname çıkarabileceği yazıyor. (Bu maddede kanunları kaldırma yetkisi görmüyoruz.) 
Fakat Resmi Gazete’de yayımlanan 1 No’lu Cumhurbaşkanlığı kararnamesinin anayasanın hangi maddesine dayanılarak çıkarıldığına dair bir bilgiye rastlayamıyoruz. Bu, kararnamenin kendi varlığıyla ilgili bir sorun. 

Fakat asıl olarak 1 Numaralı kararname, fasıllar altında kurduğu birleştirdiği bakanlıklar, kurullar ve ofisler dolayısıyla aslında kanunla düzenlenmesi gereken bir konuya el atmış durumdadır. Bu yanıyla da 104. maddeye uygunluğu tartışma konusudur. 

Anayasanın 104. maddesi yürürlükte olduğuna göre, Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle ofis, kurul kurabilme keyfiyetinin kurumsal ve hukuksal bir zeminde yapılmasını beklemek, naiflik değildir. Yetkisi budanmış da olsa TBMM üyesi milletvekillerinin, baroların bu temel konuda görüş bildirmesi, varlık sebepleriyle gayet uyumlu olacaktır.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

‘Tayyipler Âlemi’ - MİNE SÖĞÜT

Dört öğrenci... ODTÜ mezuniyet töreninde... Penguen dergisinin 13 yıl önce kapağında yayımladığı bir karikatürü pankart olarak taşıdıkları için... 
Tayyip Erdoğan’a hakaretten... Resmen... Tutuklandılar.

 
Sadece gözaltına alınmadılar. Sadece ifadeleri alınmadı. Haklarında sadece soruşturma başlatılmadı. 
Savcının karşısına çıkarıldılar. Mahkemeye sevk edildiler. Ve hapse atıldılar.
Şu anda içerdeler. Öğrenciler. Mezuniyet töreninde Tayyip Erdoğan’la ilgili bir karikatürü pankart yapıp taşıdılar diye. 
Ve yer yerinden oynamadı. 
Ve yer yerinden oynamadı. 
Ve yer yerinden oynamadı. 
O karikatür bundan 12 yıl önce yargılanıp muhteşem bir kararla beraat etmişti. 
O kararda: 
“Geniş kitlelere ulaşan karikatürlerle ilgili davada, hukuka ve adalete duyulan güvenin sarsılmaması için hâkim siyasi bir refleksle hareket etmemeli” denmişti. 
“İnsanlar karikatürler nedeniyle gülünç duruma düşebilir. Bu durum karşısında kişilik haklarının ihlal edildiği her zaman ileri sürülebilir. O zaman da karikatürün aslında bir sanat türü olmadığı, sadece hakaret etmenin bir yolu olduğu sonucu çıkar ki bu sonuç da karikatürü tamamen yasaklamayı gerektirir” denmişti. 
“Bilim insanları ve sanatçıları, düşünürleri, yazarları, şairleri tazminat silahı ile susturulmuş bir toplumda ilerlemeyi sağlayacak fikir zenginliği ortamının oluşması beklenemez” denmişti. 
“Fikir öyle bir şeydir ki, kimine göre doğru olan öbürünün doğrusu olmamaktadır. Hatta bu doğrular zamana göre kişinin kendisinde bile değişebilmektedir” denmişti. 
“Düşünce ve fikirler olumluyu değil, olumsuzu da içerebilir. İncitici, aykırı veendişe yaratıcı da olabilir. Önemli olan değer yargılarına ilişkin düşünce ve fikirlerin serbestçe ifade edilebilmesidir” denmişti. 
“Çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin bir gereği olduğu için demokratik toplumun temel taşlarından biri, hatta en önemlisi düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğüdür” denmişti. 
Ve denmişti ki... 
“Toplumu etkileme ve ileriye götürme gücüne sahip olan davacının, sahip oldukları güç nispetinde eleştiriye açık olması ve katlanması gerekir. Bu nedenle karikatürlerin hakaret amacı taşımadığı, kişilik haklarını ihlal etmediği kanaatine varıldığından davanın reddine karar verilmiştir.” 
Mahkemeden bu karar çıktığında şu anda hapiste olan çocuklar daha ilkokuldaydılar. 
Davalı başbakandı. 
O çocuklar büyüdüler ve ODTÜ’den mezun oldular. 
O başbakan rejimi değiştirdi ülkeye Başkan oldu. 
Eğitimden sanata tüm yetkileri kendinde topladığının ertesi günü de iktidarın mahkemeleri o çocukları hapse attı. 
Tekrarlayın... içinizden, dışınızdan tekrarlayın bu cümleyi. 
13 yıl önce... 13 yıl önce... 13 yıl önce basılan ve zamanında yargılanıp aklanan bir mizah dergisi kapağından... 
O kapaktan... O kapaktan... O kapaktan... 
Cumhurbaşkanı’na hakaret ettiler diye....ODTÜ mezunu gencecik öğrenciler... 
Şu anda içerdeler. İçerdeler. İçerdeler. 
Siz de sanmayın ki dışarıdasınız. 
Hepimiz içerideyiz. İşin içindeyiz. O çocukları hapse gönderen iradenin karşısında tüm aklımızla ve vicdanımızla ve öfkemizle dikilemediğimiz için... 
Gözümüzün içine baka baka olağanlaştırılmış bir hukuksuzluğa, toplama kamplarındaki tutsaklar gibi kör ve sağır ve korkak kaldığımız için... 
İçerdeyiz, yerin dibindeyiz.

Üstelik o zamanlar o mizah dergisinin kapağındaki Tayyipler Âlemi... 
Güçlü mizahçıların aklından ve yetenekli çizerlerin kaleminden çıkmış sevimli bir şakaydı; 
Şimdiyse Cumhurbaşkanlığı’na bağlanan kurumlarla ve verilen yetkilerle birlikte gerçek bir tehlike. 

Bundan sonra hep birlikte uzun bir süre Tayyipler Âlemi’nde yaşayacağız. 


Bu da bize kapak olsun.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Ziya Selçuk - ÜNAL ÖZMEN


Ziya Selçuk, eğitim sisteminin kusurlarını dile getirirken kendi çözüm önerilerini popüler kavramlarla etkili bir şekilde sunabilen biri. Milli Eğitim Bakanı olarak atanması farklı kutuplarda heyecan yarattı. Ziya Selçuk, eğitimi din ve piyasa ile birlikte düşünenlerle, laik kamusal eğitimi savunanları aynı derecede heyecanlandırdı.

Yazıya başlamadan belirteyim ki iki taraftan birinin kısa sürede, kalanının da uzun vadede umutlarının yerle bir olması kaçınılmazdır. Tabii ilk hayal kırıklığına uğrayacak olan bakanın kendisi olacak. Çünkü eğitim, Ziya Selçuk’un 2006’da bıraktığı yerde değil.

Kısa süre de olsa birlikte çalışmış, neoliberal eğitim eleştirilerimin ilham kaynaklarından biri olarak izlerken hakkında az buçuk bilgi sahibi olduğum Ziya Selçuk’un islamcı olmayıp, aksine seküler biri olduğunu söyleyebilirim. O, kelimenin tam anlamıyla neoliberal biri.

Önünde hiçbir engel yokken neoliberallerle yollarını ayırmış Erdoğan’ın ”dindar-kindar” nesil projesine uygun bir ismi (mesela ENSAR Vakfı başkanını) değil de Eleştirel Pedagoji dergisine abone olacak kadar seküler birini eğitim bakanı yapmış olması karşısında laiklerin heyecanını anlıyorum. Aslında Erdoğan’ın ortalama muhafazakar seçmenini de anlamak lazım. Çünkü onların da eğitimden beklentisi, Selçuk’un vadettiğinden farklı değil. Ziya Selçuk’un literatüründe sosyalistlerden liberallere yelpazenin her kanadına yanıt mevcuttur; Erdoğan islamcılığı hariç.

Öyleyse, davasına giden yolun takım taşlarının (4+4+4, liselerin dört yıla çıkarılması, imam hatipleşme, evrim kuramının müfredattan çıkarma, yöntemini bizzat belirlediği sınavlar vb.) yerinden oynatılmasına izin vermeyeceğinden emin olduğumuz Erdoğan bütün bunlara itirazını bağlayıcı bir dille beyan etmiş, seçilmesi halinde rakibi muhtemelen Muharrem İnce’nin de aklındaki birkaç isimden bir olan Selçuk’u neden bakan yaptı.

Erdoğan’ın niyeti laiklerin kaygısını gidermek olmadığı gibi kendi seçmeninin beklentisini karşılamak da değil. Eğitimdeki başarısızlığı yalanla gizlenemeyecek, vaatle ertelenemeyecek kadar ortada. Partisi içinden İsmet Yılmaz benzeri bir isimle reform diye ortaya çıkma şansı da bulunmadığına göre Erdoğan yeni ve inandırıcı birini bulmak durumundaydı. Her kesime hitap edebileceği gibi Batı’nın eğitim fonlarından kaynak bulabileceği düşüncesiyle ülkenin en popüler, ikna kabiliyeti yüksek eğitimci profesörü Ziya Selçuk adı böyle çıktı ortaya.

Ziya Selçuk’un reform takvimi Erdoğan’ın yerel seçimi atlatmasını sağlayacak fakat beklentileri hiçbir şekilde karşılamayacaktır. Çünkü Erdoğan’ın amacı eğitimi bir süre tartışma dışında tutmak, sonra rota değiştirmeden kaldığı yerden yoluna devam etmek. Erdoğan’ın kafasındaki eğitim, modern eğitimin bozulmuş hali neoliberal eğitim dahil Batı kültürünü yansıtan her anlayışa kapalıdır.

Selçuk, Talim Terbiye Kurulu Başkanlığı görevinden, dönemin eğitim bakanı Hüseyin Çelik’in inisiyatif kullanmasını engellediği gerekçesiyle istifa ederek ayrıldı. İstifa ettikten sonra eğitim bakanlığı uygulamalarını eleştirmeye, eğitimle ilgili görüşlerini kamuoyuyla paylaşmaya devam etti. Özel okul işletmecisi olmasına rağmen, son zamanlarda eğitimin piyasanın ihtiyacına göre şekillendirilmesine itiraz içeren beyanları oldu. Yakın tarihte bir rastlantı sonucu karşılaşmamızda aramızda geçen uzunca sohbette hep kendisiyle ilişkilendirdiğim ve neoliberal eğitimin yeni muhafazakarlarını yetiştirecek olan “yapılandırmacı eğitim modeli”nin kendi tercihi olmadığını, AKP iktidarının eğitimi dinselleştirme niyeti karşısında “ara çözüm” olarak gündeme getirdiğini söylemişti. Bizzat kendisinin hazırladığı öğretim programlarının başarısızlığının nedeni olarak ise ”sistemin bütün ayaklarını birlikte değiştirmeden birine odaklandık, başarısız olduk” dediğini anımsıyorum.

Erdoğan her alanda olduğu gibi eğitimle ilgili kurullar oluşturup politika birimlerini doğrudan kendisine bağlayacak. Kuşkunuz olmasın kurullar, Bilal’le Bilal’in vakıflarıyla; cemaatlerle, cemaat vakıflarıyla çalışacak. Egitim Bakanının sistemin bir ayağına dahi dokunma şansı olmayacak. Bu noktada benim merak ettiğim, eğitime ilişkin görüşleri toplumda eğitim kuramı muamelesi gören, düşüncelerini eyleme geçirme fırsatı verilmediği için istifa etmiş biri olarak Ziya Selçuk’un eğitimde yapacakları değil, kendisinin ne yapacağı. Kendisinin müdahil olamayacağı eğitim politikalarına yön veren kurulların tedarikçisi olarak kalıp markasına zarar mı verecek yoksa istifa mı edecek!

Ziya Selçuk’u eleştirdiğim yazılarım oldu. Fakat onun neoliberal fikirlerini, modern eğitim anlayışının bozulmuş halinin temsilcisi olarak gördüm ve eleştirilerimi mikro düzeyde uygulamalarına yönelttim. İyi ya da kötü, beğenin begenmeyin onun eğitim anlayışının modern eğitimin içinde bir karşılığı var. İslamcıların Türkiye’ye dayattığı eğitim ise öyle birşey değil. Türkiye eğitim sistemi modern eğitimden uzaklaşalı çok oldu.

Ziya Selçuk’un başarı şansı yok; eminim Erdoğan’ da bunu istiyor ve hatta başarısız olmasını dört gözle bekleyecektir. Böylece dine en yakın fakat herşeye rağmen Batı kökenli neoliberal eğitimin seçenek olarak önüne çıkmasını engelleyip tek alternatif olarak geleneksel İslami eğitime razı olmamızı isteyecek.

Erdoğan’ın toplumun beklentisini karşılamak gibi bir niyeti olduğunu düşünen yanılır. O herkesin kendi beklentisine hizmet etmesini ister. Ziya Selçuk’tan da bunu bekleyecek. Selçuk’un sonu, “eğitimci” olarak anılmakla, birkaç gündür kendisine yakıştıran ”işadamı” sıfatı arasında tercih yapmasına bağlı.

ÜNAL ÖZMEN / BİRGÜN

Trump Neden NATO’ya Karşı? - MUSTAFA K. ERDEMOL

Dün gerçekleştirilen NATO Zirvesi’nden önce ABD Başkanı Donald Trump bu emperyal savaş mekanizmasına karşı bildik eleştirilerini yine sıraladı. Bu konuda ne kadar öfkeli olduğunu daha önceki açıklamalarından biliyoruz.


Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü yani NATO, Kuzey Amerika ve Avrupa genelinde 29 ülkenin askeri ittifakı bilindiği gibi. 1949 yılında kurulan örgütün ilk katılımcıları ABD, Kanada, İngiltere, Fransa, İtalya, Portekiz, Norveç, Danimarka, İzlanda, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg’du. Yunanistan ve Türkiye 1952’de katıldı, bunu 1955’te Batı Almanya ve 1982’de İspanya izledi. Sovyetler Birliği çöktükten sonra da 1999’daÇek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya, 2004’de de Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Slovakya ve Slovenya’da , 2009’da da Arnavutluk ve Hırvatistan örgüte üye oldular. NATO’nun 29’uncu ve en son üyesi ise 2017’de üyeliğe kabul edilen Karadağ. Sırada şimdi Bosna-Hersek, Makedonya, Gürcistan ve Ukrayna var.

NATO’nun kuruluş amacını en iyi özetleyen madde şu ünlü mü ünlü 5. Maddesi. “Bir NATO üyesi’ne karşı silahlı saldırı, tüm NATO’ya yapılmış kabul edilir”. Maddenin hedef aldığı ülkenin dönemin Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği olduğunu söylemeye gerek yok tabii. Bu madde “sovyetlerden gelecek bir nükleer tehdide” ayniyle karşılık vermeyi de içeriyordu. Tabii, NATO’nun ilk Genel Sekreteri Lord Hastings’in “NATO’nun var oluş nedeni Sovyetler Birliği’ne karşı korunma ama aynı zamanda ABD ve Almanya’nın da etkisini azaltma” sözleri de ilginç. Belki de Trump’ın “tepesini attıran” ABD’nin NATO içinde yeterince etkili olmadığını düşünmesi/inanması. Yıllar sonra Hastings’in sözleri anlam kazanıyor.

Anlaşılan o ki NATO, Sovyetler Birliği’ne karşı olduğu kadar Avrupa’ya karşı da bir denge kurumuydu. Bana göre öyle değil elbette ama buna inananlar da var Batı’da. Sovyetler’in yıkılmasından sonra NATO’nun zaten bildiğimiz saldırgan yüzünü Balkanlar’da, Afrika’da, Libya’da gördük.

Meşhur 5. Maddenin yeniden aktif hale getirilmesinin nedenlerinden biri 11 Eylül saldırıları oldu. NATO uçakları ABD semalarında uzun süre görev yaptı, gemileri Akdeniz’de dolaştı durdu. Ancak 2014’de durumun değiştiğini görüyoruz.

2014’de, artık Soğuk Savaş tarihe karışmıştır, malum NATO’nun askeri harcamalarına ilişkin sorunlar baş gösterdi. Bazı üye ülkeler bu konuda yakınmalarını dile getirdiler. Rusya’nın söz konusu yıl Kırım’ı ilhak etmesi, Ukrayna Krizi gibi sorunlarda, başta ABD olmak üzere bir çok üye ülke, NATO’yu pasif kalmakla da eleştirdiler. Kuşkusuz Rusya Devlet Başkanı Putin aynı kanıda olmadı hiçbir zaman.

Trump’ın seçim kampanyası sırasında NATO’yu “gereksiz” bir kurum olarak eleştirmesi de bu zamanlara rastlar. Ancak eleştirilerini açıkca örgütün “Rusya karşısında pasif olması” üzerinden değil, kimi üye ülkelerin NATO harcamalarında son derece cimri olmaları üzerinden yaptı hep. Kimi üyelerin cimri olduğu konusunda haklı olabilir, çünkü NATO harcamalarına en çok mali katkıda bulunan sadece dört ülke var; ABD, İngiltere, Yunanistan ve Estonya. Trump bunun özellikle ABD açısından büyük bir yük olduğunu vurguluyor. Başkan seçildikten sonraki ilk beş ay boyunca Trump, “NATO’nun “kolektif savunma ilkesi”ne soğuk davranmakla eleştirildi.

Dün yapılan bir kahvaltıda Trump NATO eleştirilerini sürdürürken artık açıkca ülke adı da zikretmeye başladı. Hedefi doğrudan doğruya Almanya artık. Rusya’ya karşı da öfkesini açık edecek şekilde, Almanya’nın “Rusya’nın esiri” olduğunu söyledi örneğin. Almanya, ABD’nin parasıyla NATO’nun savunma olanaklarından yararlanıyor ama Rusya’dan da enerji alışverişi yapıyordu Trump’a göre. Trump’ın NATO karşıtlığı, aynı zamanda Avrupa karşıtlığının da bir işareti. NATO (da) ABD-Avrupa anlaşmazlığının zeminlerinden biri.

Bazılarının sandığı gibi Trump elbette ülkesini NATO’dan çekmeyecek. Aslında para da önemli değil. Hem Çin’le girdiği ticaret savaşı, hem Rusya’nın artan etkisi karşısında NATO’nun ABD lehine daha fazla aktif olmasını istiyor. Hepsi bu.
O nedenle NATO Zirvesi’ne ne kadar sert konuşursa konuşsun, ne kadar NATO eskimiş bir kurumdur derse desin, NATO’nun 5. Maddesi’ni her alanda ABD lehine kullanmasını istiyor.

Sanki NATO bir ABD kurumu değilmiş gibi.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN