12 Ekim 2018 Cuma

EFSANEYİ ANLATTILAR(I-II-III-IV) BEDRİ BAYKAM / CUMHURİYET

O dünya mümkün(I)

Bugün 8.Ekim.2018,Che’nin 51’inci ölüm yıldönümü. Che'nin en yakınındaki iki isim Cumhuriyet'e konuştu. Che’nin sağ kolu Villegas, onun çıkar gözetmeden savaştığı için gerçek bir efsane olduğunu vurgulayarak, ‘daha iyi bir dünya’ idealini paylaşıyor.


Bu dizi için yıllarca uğraştım. Bugün Che’nin 51. ölüm yıldönümü. Karısından bile daha yakın insanladan Che’yi dinleyecek olmak beni çok heyecanlandırdı.

Karşımda duran yaşlı beyefendiyi, yıllardır arıyorum. 1999’da Küba Devrim Müzesi’nde açılan “Küba Devriminin 40. Yılı ve Che” sergim için geldiğimde, birçok röportaj gerçekleştirdim ama o üst düzey bir asker olarak yurtdışında görevdeydi.

Nihayet ulaştım
2015’te, Che hakkında ikinci kitabımı hazırlamak üzere gittiğim Küba’da, nihayet ulaşabilmiştim kendisine. Javier Dominguez’den Froilan Gonzalez’e, rehberim Julia’dan yazarlar sendikası UNEAC’a uzanan bir çizgide, nihayet onun numarasına ulaşıp, bir randevu koparabildim. Adı Harry Villegas. Gerilla lakabı, Pombo. Evi, Havana’da, merkezin biraz dışında, çok mütevazı bir yerleşim biriminde bulunuyor.

Beni bu kadar heyecanlandıran bu değerli insan, aşırı samimi olmadan nazikçe bizi evine kabul ediyor. Ama dünyayı yerinden hoplatacak bir başka özelliği daha var. Pombo, Küba seferi, Kongo seferi ve Bolivya seferlerinin her birinde Che’nin yanı başında, onun sağ kolu ve hatta koruması olarak bulunmuş biri ve hâlâ yaşıyor!

16 yaşında tanışma
Şu anda 78 yaşında... Ama, Che ile henüz sakalı yeni terleyen 16 yaşında bir gençken tanışmış! Bizi içeri buyur edip, kim olduğumu rehberden tam olarak bir kere daha öğrendikten sonra, röportaja hazır olduğunu söylüyor. Bana ayrılan “90 dakika”yı, hayatta en uzatmak isteyeceğim maç gibi görüyorum. Canlı tarih Pombo ile geçireceğim her dakikaya sonsuz saygım var.

Ve başlıyor
Sonuçta bu maçı “uzatmalar, penaltılar ve tören” misali iki buçuk saate çıkarmayı başaracağım röportaja, bir ucundan başlıyorum. (Çevirmen: Bilge Cerah Sunal)

Disiplin, zaferin temeli
- B.B: Che’yle tanıştığınızda yaklaşık 16 yaşındaydınız. Sizi bu direnişe iten neydi?
H.V: Temel sebebimiz Batista diktatörlüğüydü ki, iktidarı vahşi bir şekilde ele geçirmişti, darbe yapmıştı. 1940 Cumhuriyet Anayasası’nı devre dışı bırakmıştı. Gençler, genel olarak halk, buna karşı çıktı. Amaç, Batista’yı devirmek, demokrasiyi yeniden sağlamak ve 1940 Anayasası’nı yeniden tesis etmekti.

Hep yanındaydım
- Sayın Villegas, siz Che’nin bütün harekâtlarına ve bağlantılı seyahatlerine katılmış, bugün hayatta olan tek kişisiniz. Sierra Maestra, Santa Clara, Kongo, Bolivya, ayrıca Prag vs. Onunla bu kadar zaman geçiren başka biri var mıydı?
Benim, mücadelenin tüm aşamalarında Che’nin yanında olma şansım oldu. Onun ideali, toplumu dönüştürme ve daha iyi bir dünya yaratma isteğiydi - ki üstelik o dünya mümkündü, o dünya mümkündür. Savaşı veya şiddeti sevdiğinden değil, amacına ulaşması için başka bir yol yoktu Küba için.

- 1957-67 arası on yıl boyunca Che ile beraberdiniz. İlk karşılaştığınızda onun en yakınındaki kişilerden biri olacağınızı tahmin etmiş miydiniz?
Ben çok gençtim. Che zaten bir efsane haline gelmişti. Sierra Maestra civarındaki köylülerin gözünde, bir Arjantinli olarak bizim bağımsızlığımız uğruna savaşmaya gelmişti. Bunda herhangi bir çıkarı yoktu, o yüzden bir kahraman ve efsaneydi. Onu, geçmişten, Başkomutan Maximo Gomez Baez gibi görüyorduk.

- Başarılı olmak zorundaydı, başka seçeneği yoktu. Bu nedenle bazen çok sert bir disiplin uyguluyor ve genç gerillalara ceza veriyordu.
Mücadelede zor yolu seçmiş biriydi. Bir orduda disiplin çok önemlidir, hele bu bir devrim ordusuysa çok daha fazla önemlidir; çünkü hedefine ulaşmak için eline silah almış bir halktan oluşur. Bilinçli olarak uygulanan bu disiplin, zaferin temeliydi.

FİDEL’İ ÖLDÜRMEYE GELDİLER
- Bazı gerillalar yemekten şikâyet etmiş ve açlık grevi yapmış. Che de “Tamam o zaman, size dört günlük gerçek bir açlık grevi yaptırıyorum, nasıl bir şey olduğunu görürsünüz” demiş.
Paylaşacak kadar yemek yoktu ki. Elimizdeki yemek, ne varsa oydu, dağın ortasında ne bulabilirsek, köylülerden ne satın alabilirsek. Tek şart, en iyi şekilde hazırlanmış olmasıydı.

- Che, onlara ihanet eden ve rejim güçlerine bilgi veren köylü ya da gerilla hainlerden nefret ederdi.
Bu normal bir şey. Adı üstünde zaten hain, asaletten yoksun, mücadele şartlarına saygı göstermeyen biri, gerillayı dağıtmak için bilgi sızdırmak üzere gelmiş kimse. Hainlerden nefret edildiğini sanmıyorum ama hor görülürlerdi. Fidel’i öldürmek için yanına kadar sızdılar. Bir tanesi Fidel’in yanında bile uyudu ama Fidel sezgileri sayesinde onun bir hain olduğunu anladı. Adam Fidel’i vuracak cesareti kendisinde bulamadı. Sonradan yargılandığında da Che onun aşağılık bir adam olduğunu ifade etti ve idam cezası talep etti, ve ceza kabul edildi.

- Che, Eutimio Guerra’yı tek kurşunla infaz ettiğinde orada mıydınız?
Hayır, değildim.

Che ve tüm gerillalar ona çok kızgındı.
Doğru, sadece Che değil, herkes ona çok kızgındı.

Esirlerle yemeğimizi paylaşırdık
- Öte yandan, Che’nin düşman ordularından alınan esirlere karşı çok saygılı olduğunu biliyoruz.
Bu, İsyan Ordusu’nun etik bir değeri, ahlak normudur. Esirlere saygı gösterir, az olan yiyeceğimizi onlarla da paylaşırdık. Bu aynı zamanda bize saygınlık da kazandırıyordu; vahşi savaşçılar değildik, cani değildik.

- Sierra Maestra’daki mücadelenin, satranç oynar gibi risk almaya dayalı bir strateji savaşı olduğunu, Che ve Fidel’in üstün zekâ ve sezgileri olduğunu söyleyebilir miyiz?
Fidel, Che, Raul, Almeida, devrimin tüm büyük önderleri... Hepsinin aklında mücadelenin çok net bir tanımı vardı, aralarında çok sağlam bir ast-üst ilişkisi, saygı ve birlik vardı ve hepsi Fidel’i büyük önder olarak görüyordu ve bu nedenle de en önemli kararları da o alıyordu. Hepsi Sierra Maestra’dan çıktılar, çünkü Fidel, İsyan Ordusu’nun ilk grubunun komutanıydı. O adamları Fidel eğitti, hepsi Fidel’in astı ve aynı zamanda da kardeşiydi.

- Bu, sizin bir gerilla ailesi olduğunuz anlamına geliyor.
Evet, aile. Gerilla yaşamının en önemli unsuru kardeşlikti ve altüst ilişkisi; kişisel çıkarların yerine uğrunda savaşılan amacın kolektif çıkarlarının alması. Bu nedenle büyük ve disiplinli bir aileydi.

- Verdiği cezalara dair bir anekdotunuz var mı?
O mükemmeliyetçi ve yapılması gerekenler yapılmadığında da biraz sert biriydi. Mesela beni defalarca cezalandırdı. Çünkü o genç yaşımda biraz disiplinsizdim. Mesela, doğudan batıya doğru, binlerce askerle beraber ülkeyi baştan başa geçmemiz gerekiyordu. Che bana talimat verdi, fazladan atımız olana kadar ben ata binmeyecektim. Görevim de yürüyüş halindeki askeri sırayı takip etmekti. Che’nin olduğu yere gidiyor, muhafıza doğru bakıyordum; muhafızın yanına gidip Che’nin verdiği mesajları iletiyordum; onun vaziyetle ilgili raporunu da Che’ye iletiyordum. Ama ata binemezdim. Yani tüm yolu ben iki kere gidiyordum. Ama bana bunun karşılığını verirdi: Bana iki kat kumanya veriyordu. Bir gün bitkin düştüm. Yanımdan bir atlı geçti: San Luis, kendisi sonradan Bolivya’da öldü. Ve ben, verilen emre karşı gelerek, ondan beni atına bindirmesini istedim. Ata bindim ve at tökezledi. Ben de yere düştüm ve silahım ateş aldı ve ben de Che’ye gidip, “Bir silah ateş aldı” diye haber verdim. “Kimin silahı?” diye sordu, “Benim” dedim.

Yani itiraf ettiniz.
Taburda “Los descamisados” (Gömleksizler) adı verilen bir grup vardı; disiplinsiz davranan oraya gönderilirdi. O grup tencere gibi pişirme gereçlerini, kısaca ortak olan eşyaları taşırdı, üstüne de kendi silah ve gereçlerini taşırlardı tabii. Che, beni oraya yolladı. Bana orada kocaman bir tencere verdiler. Çok zayıftım, koca tencereyi sırtıma aldım, üstüne silah ve diğer gereçlerimi yükledim.

                                                                        *

Diktatörün kaçtığı günler(II)

Che’nin sağ kolu Harry Villegas: Her aldığımız köyün halkı bize katılıyordu. Diktatör kaçınca herkes sokaklara çıktı. Mutluluk vardı her yerde. Ve daha adil bir toplum yaratma düşüncesi...

Fidel, savaş sırasında Sierra Maestra’daydı, ama oradan yönetmeye devam ediyordu. Che ise iktidarı ele geçirme operasyonu için merkeze gelmişti. Bu nedenle aralarında fiziksel temas yoktu.

-Mesela, 58’in son, 59’un ilk günündeki Zafer Günü’nden önce Fidel ve Che birbirilerini altı ay boyunca görmediler. Birbirlerine habercilerle mesaj yolluyorlardı. Böylece, Chebiraz bağımsız hareket olanağı buldu. Fidel de ona güveniyor ve kendi sezgileriyle hareket etmesine izin veriyordu. Che, Las Villas’ta, Santa Clara’da yıldırım harekâtları düzenledi.

Fidel, savaş sırasında Sierra Maestra’daydı, ama oradan yönetmeye devam ediyordu. Che ise iktidarı ele geçirme operasyonu için merkeze gelmişti. Bu nedenle aralarında fiziksel temas yoktu. Ama Fidel’in stratejik fikirleri üzerine görüş alışverişi yapıyorlardı ve Fidel, Che’nin ne yapması gerektiğini belirtiyordu. Ayrıldıkları zaman Fidel açık ve net olarak Che’ye ve Camilo’ya, onlardan neler beklediğini anlatmıştı. Bir önderin sahip olması gereken en temel özelliklerden biri, görevleri açık ve net olarak belirlemesi, “Sizin şunu yapmanızı istiyorum” demesidir. Fidel de çok iyi bir önderdi.

Hepimiz rüyaya inanmıştık
Che’nin Las Villas’ı, Santa Clara’yı ele geçirmesinden sonra, Havana’ya 1 Ocak’ta varışını, zaferi nasıl yaşadınız? Rüyaya inanabildiniz mi?
Çok sevindik. Aylar boyunca uğrunda savaştığımız hedefe ulaşmıştık. Ama Fidel aynı fikirde değildi. O, esas mücadelenin şimdi başladığını düşünüyordu. Esas mücadele, hayalini kurduğumuz o toplumu inşa etme mücadelesiydi ki, çok fazla gayret gerektiriyordu. Fidel, Batista’nın ordusu Sierra Maestra’da Mario adında bir köylünün evini bombaladığında anlamıştı. Celia Sanchez’e  yazdığı notta, esas kaderinin emperyalizme karşı savaşmak olduğunu belirtti. Henüz ilk zafer kazanılmıştı, toplumu dönüştürecek gücü elde etmek. Ama bir de siyasi gücü elde etmek gerekiyordu.

-Devrim zafer yolunda yavaş yavaş inşa edildikçe, sivil halk, gerilla ordusuna katıldı ve bu kitlesel bir harekete dönüştü. İnanılmaz duygular yaşamış olmalısınız.
Evet, henüz mücadele devam ederken, her bir köyü aldığımızda, o köyün halkı bize katılıyordu. Sonunda, Aralık’ın 31’inde diktatörün kaçtığı kesinleştiğinde halkın mutluluğu inanılmazdı. Kutlamak için herkes sokaklara çıktı. Tiranlığı yıkmış olmanın sevinci ve mutluluğu vardı her yerde. Ve daha adil bir toplum yaratma düşüncesi de vardı.

-Gerillalardan kaçı zaferin kazanılacağına inanmıştı?
Bence hepimiz inandık kazanacağımıza. Çünkü hepimizin davaya inancı tamdı. Hiçbirimiz intihar etmeye çalışmıyorduk. Ama savaşta olduğumuzu ve savaşta ölünebileceğini biliyorduk. İnsan, kaybetmek için savaşmaz. İnsan, kazanmak ve uğrunda mücadele ettiği hedeflerini gerçekleştirmek için savaşır.

-Las Villas’tan sonra, yeşil bir Chevrolet ile gelişiniz var, Che, Aleida ve Alberto Castellanos ile birlikte. Bu, bir insanın hayatında yaşayabileceği en muhteşem deneyimlerden biri olmalı.
Öyle, tabii.

Halk hareketlerinde hep fırsatçılar çıkar
-Üstünden 60 yıl geçmiş olsa da hepinizi tebrik etmek isterim. Zaferden sonra gerillalara, yönetilmesi gereken bir ülke kaldı. Başlangıçta iktidarın devriyle ilgili bazı sorunlar yaşadılar.
Bu hep olur, halk hareketlerinde hep fırsatçı birileri çıkar. İsyan Ordusu’nun tamamı yüksek kültür ve eğitim seviyesindeki insanlardan oluşmuyordu. Bu nedenle, orduya katılmamış ama yönetim yeterliliğine sahip insanların önünü açmak gerekti. İlk yapılan şey, düşük eğitim seviyesine sahip olan köylüye ve İsyan Ordusu’nun tamamına okuma ve yazmayı öğretmek ve böylece kültür seviyesinin yükselmesini sağlamaktı. Parti kurulana kadar da İsyan Ordusu devrim sürecinin belkemiği oldu. Bu süreç içinde, devrimci olmayıp konjonktürden faydalanmak isteyenler de oldu tabii.

-Ocak ayının ilk günlerindeki devir sırasında ordunun başında General Cantillo ve geçici bir süre başkan kalacak Urrutia vardı; iktidarı direkt olarak gerillalara teslim etmediler.
Bu, bir sorun oldu, doğru. Ama olay, iktidarı direkt olarak teslim edip etmemek değildi çünkü iktidar zaten kesin olarak İsyan Ordusu’nun elindeydi. Onlar da, daha önceden 26 Temmuz Hareketi yapmış olanlardı, (Not: 1953 yılının 26 Temmuz günü Fidel ve arkadaşlarının Santiago de Cuba’daki Moncada kışlasına yaptıkları, hedefine o gün ulaşamayan eylem) Sosyalist Parti üyeleriydi, silahlı mücadele etmiş insanlardı. Unutmamanız gereken bir şey var ki, Küba’da o dönemde çok büyük bir komünizm karşıtlığı vardı. Bu nedenle, devrim köklerini ve çok daha eşitlikçi bir toplum için salmaya başladıkça bazı insanlar, “Devrim karpuza benziyor, dıştan yeşil ama içi kızıl” demeye başladılar. Onlar kızıla karşıydılar ve devrimi terk edip gittiler. Sosyal adalet için alınan önlemlerden hoşlanmadılar. Toprakların çalışanlara verilmesinden, okuryazarlığın artmasından, ırk ve cinsiyet ayrımcılığının kalkmasından hoşlanmadılar.

-Şu meşhur anekdota gelmek istiyorum. Görev paylaşımı yapılırken Fidel, “Merkez Bankası’nı kim yönetecek? Bana iyi bir ekonomist lazım” dediğinde, Che elini kaldırıp “Ben!” demiş. Fidel ona dönüp “Sen mi? Sen doktorsun, gerillasın, ben ekonomist dedim” deyince, Che de “Ben iyi bir komünist dedin sandım” demiş. Fidel de Merkez Bankası’nın kontrolünü ona vermiş.
Evet, Che elini kaldırır. Fidel de ona sorar “Sen ekonomist misin? Sen gerillasın, doktorsun, ekonomist değilsin.” Che de “Ben iyi bir komünist diye anladım” diye cevap verir ve devam eder “Ve bir komünist olarak bana vereceğiniz her göreve hazırım.”
İdeolojik olarak hazırdı.

-Bunu duyduğunuzda çok gülmüş müydünüz?
(Gülüşmeler) Che, devrime katılanlar arasında hem eğitim hem de ideolojik açıdan en hazır olanlardan biriydi. Fidel, Che geldiğinde ideolojik olarak zaten hazır olduğunu söyler. Marksizm-Leninizmi biliyordu, belli bir ideolojik görüşü vardı, o yüzden büyük sorun yaşamadı. Ama tabii traktöre binen insanların bir kısmı Che’yle aynı görüşte değildi. 

Che her şeyden önce devrimciydi
Che’ye siyasetçi kalıbı uymadı, kalbinin derinliklerinde o bir gerillaydı. Çünkü dünyada hiçbir siyasetçinin “Gerilla Savaşı” gibi bir kitap yazmasını bekleyemezsiniz.
Che, her şeyden önce bir devrimciydi. Mücadele ederken, savaşın metodu, izlenecek yöntem, bir yerde taktikle alakalıdır. Mücadelesi ve kullandığı strateji, devrim uğrunaydı. Daha adil, daha eşitlikçi bir vatan kurmak için mücadele ederken, gücü ele geçirebilmek için belli bir aşamada eline silah almak zorunda kaldı -ki sadece Che değil, Fidel de silaha başvurmak ve öldürmek zorunda kaldı. Sonunda, iktidarı alınca, yönetebilmek için, entelektüel düzeyi yüksek birilerine ihtiyaç vardı. Kendini ekonomi alanında yetiştirebilmek için ayrıca çaba göstermiş, çok çalışmıştır.

Che’nin tekrar gerilla hayatına dönmesi sizin için şaşırtıcı olmamıştır.
Bence o, yavaş yavaş bir toplumu derinlemesine tanımanın öneminin farkına vardı. Üretici gücün gelişmesinin getirdiği kapitalizm izlenmeyecekti, ama hiç kimsenin de sosyalizm üzerine tecrübesi yoktu. İzlediği yöntemlerle, bir açıdan o dönemde Sovyetler Birliği, Çekoslovakya gibi Doğu Bloku ülkelerinin izlediği ve merkeze “insan”ı almayan sistemlere de aykırı düşüyordu. O, her şeyden önce, sosyalizmin, insani duygular temelinde yürümesi, “insan” merkezli olması gereken bir rejim olduğunu biliyordu. Ve sosyalizm, şimdiye kadar gösteremediği büyük hedefini göstermek zorundadır: Sosyalist üretim sistemi, kapitalist üretim sisteminden çok daha verimlidir. 

-Ayrıca, pek çok iyi ekonomist Sierra’ya gitmeye karar verdi.
Ekonomistler, önderler, bilim adamları, gıpta edilecek bir toplum yaratmak için, o dönemde Küba’da izlenecek doğru yolun bu olduğuna tamamen ikna oldular. Bugün de çok iyi eğitimden geçmiş, pek çok genç, meslek sahibi, bilim insanı, entelektüel vardır, hepsi de sosyalizmi özümsemiştir. Hatta, daha adil bir toplumu hedefleyen herhangi bir “–izm” de olur, hümanizm gibi. Önemli olan ortaya konan iştir, yeter ki adalet olsun. Okuma yazma bilmeyen kalmasın, sömürü olmasın, herkese yetecek kadar tıbbi imkân olsun. Latin Amerika halkları bunlar uğruna mücadele etmelidir, ideolojik farklılıklar ne olursa olsun, bir araya gelmeye uğraşmalıdır. Farklılıkların ortasında bir birlik yaratmalı ve halklarının mutlu olması için mücadele etmelidir.

                                                                          *

Bolivya’da ihanet ve yol ayrımları(III)

Harry VIllegas, Kongo ve Bolivya seferlerinde de ön sıradaydı.

Che, Latin Amerika birliği hayalini kurdu, ama sonra Kongo’ya gitti. 
Konjonktürle ilgili bir sorundur. Che’nin ilk hedefi Latin Amerika’ydı. Bu nedenle Comandante Segundo olarak anılan Masetti’yle Arjantin gerilla birliğini (Foco) planladı (Not: Gerilla Masetti’den bulunduğu Salta’da 21 Nisan 1964’den sonra haber alınamadı). Aynı nedenle Peru’da bir gerilla ateşi yakılmaya çalışıldı, Orta Amerika’daki hareketlere de yardım edildi, Guatemala gibi... Che, bağımsızlık mücadelesi veren halklara yardım etme taraftarıydı. Ama emperyalizm, Latin Amerika ülkelerinde oluşan gerilla hareketlerinin, Küba Devrimi’nin sonucu olduğunu anladı ve önlemler almaya başladı. Bunlar arasında “İlerleme İçin İttifak” da vardır. Latin Amerika’daki açlık, fakirlik gibi sorunların çözümü için ABD bir milyar dolarlık yardım önerir, ki Punta del Este Konferansı’nda Che bu miktarın çok yetersiz olduğunu söyleyip karşı çıkar. Fidel’in neredeyse iki mislini talep etmiş olduğunu hatırlatır. ABD bunu yaparken, eşzamanlı olarak, halkları, daha doğrusu hükümetleri de askeri açıdan hazırlar, Yeşil Bereliler’i devreye sokar. Bu bakış açısıyla tüm kıtada dikta rejimleri oluşur ve bunlarla mücadele etmenin tek yolu da gerilla savaşıdır. Yani, İlerleme İçin İttifak işin süslü kısmıyken, Yeşil Bereliler, aslında izlenen yoldu. Uzun bir süre boyunca Che’nin “Gerilla Savaşı” taktiklerini uyguladılar, ama tam ters şekilde, halk yararına değil, Latin Amerika halklarına karşı savaşmakta kullandılar. Küba örneğinin yayılmaması için strateji geliştirdiler, hainleri kullandılar.

Kongo’da kabile anlayışı vardı
Kongo’daki başarısızlık kültür farklılığından mı kaynaklandı? Che’nin ve onun gerilla yöntemlerinin Afrikalıların yaşam tarzına uymaması söz konusu olabilir mi?
Kongo’da devrim amacına ulaşamazdı, çünkü kabile anlayışına dayalı farklı bir sosyal kültürel yapı vardı. 

“Pombo” lakabını nerede aldınız?
Afrika’da. Svahili dilinde bir kelime. Aslında “Pombopoho”dur da, sadece Pombo kısmı kaldı. Yeşil bitkinin özsuyu anlamına geliyor.

 Ekibinizdeki Doğu Alman asıllı gerilla Tania’nın, uluslararası casusluk rolü vardı. Hakkındaki kitap da sürükleyici. Ve siz, üç kıtada tüfek çattınız; mesela James Bond gibi filmler size çocuk oyunu gibi geliyordur. Siz her türlü casus, her türlü hain, gerçek savaş sahneleri gördünüz.
Elbette! insanoğlunun bir mantık süzgeci vardır. Almakta olduğu bilgiyi, yaşamış olduklarıyla ilişkilendirir. Ve doğal olarak da insanın aynı fikirde olduğu şeyler kadar aynı fikirde olmadığı şeyler de var. Aslında çelişki, gelişme anlamına gelir. Ama şu günün dünyasında, hatta sahip olduğumuz gelenek sebebiyle Küba’da bile, hayalini kurduğumuz topluma ulaşma yolunda yapıcı bir bilgi edinmek çok zor. Çünkü, bugün sosyalizm “duygu” değerleri yaratmalıdır. Televizyonda gördüğümüz neredeyse hiçbir şey, eğitmek istediğimiz gençler için yararlı değil. Neden mi? Çünkü neredeyse hepsi emperyalizmden geliyor. Satmakta oldukları videolar vs. vasıtasıyla emperyalizm kendi kültürünü empoze ediyor, Afrika, Asya veya Latin Amerika halklarının kültürünü değil. Fidel gibi konuşacağım ama, insanoğlu, olgun, hatta kusursuz toplumu oluşturma yeteneğine sahiptir.

Che Bolivya’ya gittiğinde, onu tanıyamadınız, çünkü işadamı gibi giyinip, bambaşka bir kimliğe geçmişti.
Bolivya’ya gittiğimde elbette onu tanıdım çünkü beni bilgilendirmişlerdi. Ama o buraya geldiğinde ben yoktum, kendini tanıtmasına rağmen onu tanıyamamışlar, doğru.

Görünüşe göre Bolivya’da iki sorun vardı: Biri, Monje ve Komünist Parti’yle yolların ayrılması, diğeri ise Bolivya köylülerinin gerillalara karşı dostça davranmayıp Barientos’un ordusuna haber vermesi.
Tam olarak öyle değil. Bolivya’da bizimle olan yoldaşların tamamı Komünist Parti üyesiydi. Tek bir kişiden bahsetmek gerekir ki, partinin genel sekreteri olarak parti adına hareket etti ve ihanet etti, o da Mario Monje’dir. Köylülerin ise öyle davranmaları normaldir, çünkü köylü sınıfı yapı olarak muhafazakârdır. Güçler dengesinin gerilla lehine olduğunu görmezse, kitlesel katılım göstermez. Hainlerden bahsediyorduk, orada da burada da birçok hain oldu, mesela Eutimio. Bolivya köylü sınıfının bilgi düzeyi Küba köylüsüyle aynı değildi, Küba’da kimi köylüler gazetede okuyup katılmaya karar veriyordu. Ama unutmamak lazım, burada Celia (Sanchez) Küba köylüsüyle çalışmalar yapmıştı. Bolivya köylüsünün mücadeleye katılmamasını ihanet olarak değerlendiremeyiz, bunu biz sağlamalıydık. Propaganda çok önemliydi. Bolivya’da Che’nin kim olduğunu bilenler vardı ama köylü sınıfı onu tanımıyordu. 

Ayrılığın sonuçları ağır oldu
17 Nisan 1967’de, Che’nin grubu ve Joaquin’in grubu birbirinden ayrıldı. Joaquin’in grubunda yorgun ve hasta gerillalar vardı. Che de Tania ve Debray’i Bolivya’dan çıkarmak istedi, kısa süreliğine gruptan ayrıldı. Ayrılmaları belki de talihsiz bir hataydı, çünkü bir daha asla bir araya gelemediler.

Evet, şanssızlık. Sonuçları ağır oldu. Gerilla kuvvetleri fraksiyonlara ayrılmıştı ama bir merkez üssü vardı. İnsanoğlu beslenmek zorundadır. Bir keşif turuna çıkmıştık, planlanan 20 gündü ama 45 güne uzadı ve yeterli yiyeceğimiz yoktu, aç ve yorgunduk.

Walkie Talkie’ler çalışmadı. İlk buluşmayı kaçırdınız. Bazı tarihçilere göre, bir km kadar birbirinize yaklaştınız ama birbirinizden haberiniz olmadı.
Saat farkıyla birbirimizi kaçırmışız. Onların daha önce durdukları yere gelmişiz. Ama çok acıkmış, çok susamıştık, dayanamadık. Onlar çiftliğe vardığında, biz hemen gidemedik. Geceyi bekledik, yiyecek bulmaya çalıştık. Çiftliğe vardığımızda ise çoktan pusu kurulmuş, Tania ve Joaquin’in içinde bulunduğu grup öldürülmüştü.

Siz hangi gruptaydınız?
Ben kumanda, yani Che’nin grubundaydım. O grupta sadece bir kişi sağ kurtuldu. Bolivyalı biri, korkmuş ve saklanmış, öyle kurtulmuş; geri kalanların hepsi mücadelede öldürülmüş.

Kimdi o?
Bolivyalının adı Paco idi.

Peki ayrıldığınızda, kötü bir şey olacakmış gibi bir hisse kapıldınız mı?
Hayır. Çünkü her şey öngörülmüştü. 4-5 gün boyunca ne yapacağımız belliydi, ziyaretçi dediğimiz kişileri -ki bunlar Debray, daha önce Masetti ile Arjantin gerillasında yer alan Ciro Bustos ve Tania idi, çıkarabilmenin yolunu arayacaktık. Çünkü onlar, Che’nin gerilla hareketinin uzun vadedeki gelişimi için düşündüğü yoldaşlardı. Mesela El Chino Peruluları getirmekle görevli kişiydi. Arjantinli Ciro Bustos’un görevi de Arjantin’deki Montonerolar’la iletişime geçmek ve buraya gelip savaşmalarını sağlamaktı. Debray önemliydi, çünkü onun görevi Avrupa’yla istihbarat yoluyla iletişim kurup oradan destek sağlamaktı. Tania’ya gelince, Tania çok önemliydi, çünkü Bolivya’da kültür idaresiyle, bakanla bağlantısı vardı. Bu nedenle, başka önceliğimiz yoktu. Biz çıktıktan sonra, buluşacağımız bir nokta vardı ama vaktinde oraya ulaşamadık. Kampa tekrar girmek çok zordu, çünkü 10 binden fazla asker her yeri kuşatmıştı, çatışmaya girmek gerekiyordu.

Che’nin ‘yenilgi’ dediği tek yer
Son büyük çatışmada, Che’nin yakalandığı çatışmada, siz de vardınız. 
Evet, 8 Ekim’de.

Siz, Benigno, Urbano, Inti Peredo, Dario, Ñato canlı çıktınız çatışmadan. 
O çatışmadan pek çoğumuz sağ çıktık. Öncelikle hastalar grubu, sonra Chapago, bir Perulu, Kübalı doktor...

Benigno ve Urbano sizin grupta mıydı? 
Bizim grupta Inti Peredo, Dario, Nato (Nyato), Benigno, Urbano ve ben vardık, altı kişiydik.

Perulu’nun adı neydi? 
Eustaquio.

Birden Che’nin orada olmadığını fark ettiniz çünkü yakalanmıştı.
Hayır. Çünkü Che çatışmayı organize ediyordu. Normal olarak biz ordunun varlığını tespit ettiğimizde geçide çekildik ve çatışma planını hazırladık. Bu planda, Che hepimizin beraber çıkamayabileceğimizi öngördü ve daha önceden dolaşıp keşfetmiş olduğumuz yerlerde bazı temas noktaları belirledi. Varılacak son nokta beş günlük mesafedeydi ve hepimiz orada bir araya gelecektik. Che, çatışmanın olduğu yöne göre, orada kalıp savaşacak ve ordunun ilerlemesini önleyecekti, diğerleri ise ona eklenip beraber geri çekilecekti. Ama bu böyle olamadı. Geçidin girişindeki grupla buluşamadı. İnti’nin grubunu bıraktı, Benigno da oradaydı, onlar yukardaydı, onunla buluşamadılar. Benim olduğum grubu bıraktı, Urbano bizimleydi, bize takas için iki Bolivyalı gönderdi.

Che yakalanınca La Higuera’ya götürüldü ve ne yazık ki de orada öldürüldü. 
La Higuera, Che’nin “yenilgi” tanımını kullandığı tek yerdir. Her güne dair notları vardı, 26 Eylül’deki La Higuera çatışmasını, “yenilgi” olarak tanımlar, bu ilktir hatta tektir.

                                                                       *

‘Hastaları kurtarmak için kendini feda etti’(IV)

Pombo, ölümün Che ile kendilerini ayırdığı son dönemeci anlatıyor.

-Son birkaç gün nasıl geçti Bolivya’da ?
Her şey planlama içindi. Gece bir köylü bizim oralara geldiğimizi fark edip orduya, civarda bir gerilla grubu olduğunu haber vermiş. Biz geçide geldiğimizde ordu oradaydı. Ordunun bilmediği şey, bizim tam olarak hangi noktada olduğumuzdu. Bu nedenle, bize “peine” (tarak) adı verilen bir savaş yöntemi uyguladılar. Askerleri, birbirlerini görecek şekilde araya mesafe bırakarak yerleştirirler ki birbirlerini vurmasınlar. Bu şekilde ilerleyip gerillayı ayağa kaldırmayı ve çatışmayı başlatmayı hedeflediler. Che’ye gelen bilgi, ordunun ilerlemeye devam ettiği yönündeydi ve o da geri çekilmeye karar verdi. Bize, onunla beraber geri çekilelim diye iki Bolivyalıyı gönderdi. Biz buna kalkıştığımız anda bizi gördüler ve çatışma başladı. Geri çekilemedik. Çünkü iki emir vardı: Birincisi, savaşmak ve diğerlerinin geri çekilmesine imkân tanımaktı. İkincisi ise, iki Kübalı olarak bizim çekilmemiz ve iki Bolivyalının kalmasıydı ki o şartlar altında bizim açımızdan bunu yapmak çok zordu. Ne yapacağımızı sormak için birini gönderdik ama o gitmişti.

Che yakalandıktan sonra o civardan geçtiniz ama onun esir düştüğünü, orada olduğunu bilmiyordunuz. La Higuera’da tutuklandığı yerin çok yakınına kadar gittiniz.
Ertesi gün, onun tekrar buluşmak üzere yaptığı planlamanın ilk kısmını tamamladıktan sonra, tekrar La Higuera’ya döndük. Okulun tam karşısındaydık ama Che’nin orada olduğunu bilmiyorduk.

-Bu çok üzücü. Bilseydiniz belki de onu kurtarabilirdiniz.
Sanmıyorum, 6 kişiydik. Ama eğer orada olduğunu bilseydik, kurtarmayı denerdik, gözümüzü karartıp saldırırdık.

-Ama Sierra Maestra’da bir avuç gerilla, binlerce Batista askerini yenmişti!
Öyle, tabii. Belki de kurtarabilirdik. Ama orada olduğunu bilmiyorduk. Sonradan, biz karşıdayken onun ölmüş olduğunu öğrendik. Sürekli bir helikopter hareketliliği ve uçaklar vardı. Ölmüş yoldaşlarımızın ve tabii Che’nin de cansız bedenlerini taşıyorlarmış. Onu öldürdükleri haberini ufak bir radyodan duyduk. Bir Şili yayınını dinliyorduk, Che’nin yaralı olduğunu, hastaneye kaldırıldığını söylediler. Ama haber yalan çıktı. Daha sonra, saat 11:00’e doğru Che Guevara’nın öldüğünü duyduk. 

-Gece 11.00’de mi?
Gündüz 11.00’de. Ayın 9’unda sabaha karşı öldürmüşler, 8’inde tutuklamışlar. Öldürüldüğünü duyurduktan sonra kıyafetini tarif etmeye başladılar, üstünü başını, saatlerini...

-Bendeki bilgiye göre ayın 9’unda öğlen 01.00’de öldürülmüş. Galiba siz haberleri ayın 10’unda aldınız.  
Belki de haberi öldürmeden önce vermişlerdir.

-Kardeşinizi, babanızı, belki daha fazlasını kaybetmiş gibi hissetmiş olmalısınız.
Çok ağır bir darbe oldu, yıkıldık. Amacımızı kaybetmiş gibi olduk, çok uzun zamandır ağır şartlarda mücadele ediyorduk -ki bu da duyguların bilenmesine yol açıyor. O bizim liderimizdi, örnek aldığımız kişiydi, yok olması bizi korkunç etkiledi.

-Elli yıl geçti, Che’nin o zamanlardaki ve bugünkü gücü hakkında ne düşünüyorsunuz?
O zamanlar bunlar bizim için devrimin zaferleriydi, çünkü biz kapitalizmi görmüştük, sefaletin ne demek olduğunu biliyorduk. Bolluk içinde bir toplum oluşturmadık ama elimizde olan her şeyin paylaşıldığı ve her bir vatandaşa eşit şekilde ulaştırıldığı adil bir toplum oluşturduk. Sonuçta, pusudan yani çatışmadan, iki grup sağ çıktık. Biri bizim grup, geçitte kalıp mücadele eden grup, altı kişiyiz. Diğeri hastaların bulunduğu grup. Che’nin geri çekilmeye başladığını fark ettiklerinde, Bolivyalı Yüzbaşı Gary Prado’nun birliğini ona yönlendirdiler ve karşılaşma gerçekleşti. Che onları fark ettiğinde, diğerlerinden ayrıldı ve bir grupla beraber çatışmaya devam etti.

-O son çatışmaya katılanlardan, sizin dışınızda kaç kişi daha hayatta?
Kübalılar. Bolivyaların hepsi teker teker öldü. Bolivya’da mücadeleyi organize ederlerken öldüler. İnti ve Dario orduyla çatışmaya girdiler ve pusuya düşürülüp öldüler. El Ñato, henüz gerilla iken öldürüldü. Benigno, Fransa’ya gitti, şimdi orada, o Küba devrimine karşı çıkıyor; Urbano burada, ben buradayım; hayatta kalan üç Kübalı da biziz. İkinci gruba, hastalar grubuna gelince, burada önemli bir şey var, Che kendini kurtarabilirdi. Ama belli bir noktada kapana kısıldığını hissetti ve yaralıların kurtulması gerektiğine karar verdi. Onlardan ayrıldı ve zaman kazandırabilmek için orduyla çatıştı, bu esnada da hastalar grubu oradan ayrıldı ve kurtuldu.

Che’nin fikirleri yaşıyor
Che’yi düşündüğümüzde hep savaşan gerillayı ve ideolojisini hatırlıyoruz. Ama Sierra Maestra’da ya da Bolivya’da Che kitaplar okurmuş, hamakta uyurmuş mate içermiş, kız arkadaşları olmuş. Bütün bu savaşın ortasında, o kendine özgür bir bölgede yaratmış.
Aslında bu hepimizin ortak davranışıydı. Farklı olan şey ise, grubun şefi olan kişinin bu şekilde yaşamasıydı, ki Fidel de aynı şekilde yaşadı: Puro içerek, kütük üstüne oturarak, uyuyarak, okuyarak. Çevre şartları bizi buna zorluyordu. Çünkü zamanı değerlendirmek gerekiyordu, olay hep çatışma değildi. Che’nin ne dediğini hatırlayın, “Gerilla yaşamının iki harika anı vardır, biri çatışmadır, ama her gün çatışma yapılmaz.” Bağımsızlık sürecindeki büyük General Maximo Gomez’den bahsetmiştim, o “Savaşmadan geçen gün kayıp gündür” demişti. Ama aynı adam: “Savaşlar kaybetmek için yapılmaz. Kazanmak için iyi hazırlanmak lazım.” Che, bu felsefeyi izliyordu.

-Düşman ateş ederken, Che doğruca mermilerin üstüne gidecek kadar cesurmuş. “Guerrillero Heroico” üzerine inşa edilen efsanelerden biri de bu.
O çok zeki bir adamdı. Onun öyle eceline susadığını sanmıyorum. Sahip olduğu önemin de farkındaydı. Bir gerilla grubundaki lider, diğerlerine kişisel olarak örnektir. Gerilla grubu küçük bir gruptur, hepimiz birbirimizi görürüz, lider konumundaki kişi de göz önündedir. O çok cesurdu. Her durumun kendine özgü bir davranış tarzı vardır. Böyle anlarda kişinin zekâsı ortaya çıkar. Kendini feda etme zamanı geldiyse, bunu bilir. Ama bu eceline susadığı anlamına gelmez. Gözü kara olabilir. Camilo (Cienfuegos) çok ataktı ama eceline susamamıştı. Çünkü devrimci yaşamı sever, çünkü devrimciler herkesin mutlu olmasını isterler. Eğer ölürse hedefine ulaşamayacağını bilir.

-Siz benim için Küba’daki en önemli insansınız! (Oğluna) Sen de bunu kesinlikle bilmelisin. On yıl boyunca Che’ye babandan daha yakın olan kimse yoktu, ne Fidel, ne Raul, ne Aleida.
 “İnsana yastığından daha yakın sırdaş yoktur”. Aleida da yastığını onunla paylaştığı için her şeyini, fikirlerini bilirdi.

-Ama Aleida sizden çok daha az vakit geçirdi onunla.
Elbette, çok daha az. Zor şartlar altında duygular daha yoğun yaşanır. Che, Küba Devrimi için çok değerliydi. Bu nedenle Fidel onu şekillendirmeye bu kadar çok zaman ayırdı. Fidel’in kafasındaki “yerinde” (uygun) ve “adil” kavramlarının tanımları çok nettir. Sonradan ona ihanet edecek olan Debray, Fidel’in yüzyılın en “yerinde” lideri olduğunu söylerdi. Çünkü herhangi bir durumda, tam da o durumda yapılması gereken şeyi yapardı.

Che’nin fikirleri halen Küba’da yaşıyor.
Halkın gözünde, kesinlikle evet, çok derin, içine işlemiş halde. Yönetimde, Fidel’in fikirleri ile aynı şekilde hissediliyor. Ama zaman geçiyor, şartlar değişiyor. Fidel, her dönemin kendine özgü özellikleri olduğunu kabul etmek zorunda kaldı. Bu nedenle, yapmakta olduğumuz tüm bu değişimlerle, verdiğimiz tüm tavizlerle, aslında devrimin kazanımlarını koruma yolunda mücadele ediyoruz. Ama bu başaracağımız anlamına da gelmiyor. Çünkü artık mücadelenin yolu silahtan geçmiyor; zihne, düşünceye etki etmekten geçiyor. Gençliğe, devrimi oluşturan o zamanın gençliğinin sahip olduğu değerleri tekrar özümsetmek gerekiyor. Zor ama başaracağımıza eminim.

Che bir doktordu ama astım krizleri geçiriyordu, hatta bazen çatışmanın ortasında...
Che’de bu hastalık hep vardı ve üstesinden geliyordu. Bolivya’da zor bir durum yaşamıştık. İlaçları bitmişti ve bu nedenle astım krizi çok şiddetli oldu. Hatta bir ara emeklemeye mecbur kaldı, ayakta duramıyordu. Ama sahip olduğu irade sebebiyle, başka bir şeyden değil, kötü örnek olabileceğinden endişe ediyordu.

-Kaç çocuğunuz var?
Beş çocuğum ve üç de torunum var. Dördü erkek, biri kız.

-Harika. Anneye bravo.
Yok, her çocuk farklı anneden. (Gülerek...) Son derece devrimci bir yaklaşım!

-Sizinle konuşurken kendimi oyuncak dükkânındaki çocuk gibi hissediyorum. Bana zaman ayırdığınız için çok teşekkürler.


Bedri Baykam / CUMHURİYET
(Çevirmen: Bilge Cerah Sunal)


Brezilya: 'Piyasalar' faşist adayı destekliyor - KORKUT BORATAV

Brezilya’da Başkanlık seçiminin ilk turunu Jair Bolsonaro yüzde 46 oyla önde bitirdi.. Hapisteki Lula tarafından İşçi Partisi adayı olarak gösterilen eski Sao Paulo valisi, iktisatçı, felsefeci Fernando Haddad yüzde 29 oyla ikinci geldi. Üç hafta sonra yapılacak olan ikinci turda, Haddad’ın aradaki farkı kapatması pek olası görünmüyor.

 Tehlikeli bir siyasetçi
Bolsonaro, eski bir subaydır; 1988’de yüzbaşı rütbesiyle ordudan ayrılmış, siyasete atılmıştır. 1991’den beri Rio de Janeiro milletvekili olarak parlamentodadır. Birkaç parti değiştirmiştir. 
Parlamentoda sağ-tutucu görüşleri, sol ve laiklik karşıtlığı ile dikkat çekmiştir. Brezilya’da yirmi yıl süren askerî diktatörlüğü övmüş, işkenceleri savunmuştur. İşçi Partisi iktidarı yerine askerî rejimin yeğlenmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Pinochet cuntasını da “yeterince kan dökmediği” için eleştirmiştir. 
Erkek üstünlüğü saplantıları vardır. Bir kadın milletvekili için “tecavüze değmez”  yakıştırması yapmıştır. Açıkça ırkçıdır; ülkenin yerli (özgün) halklarının, “çoğalmaması, kısırlaştırılması” düşüncesindedir.  

Seçim kampanyasında, fanatik anti-sosyalizmi; aile, din, kanun-nizam-disiplin “değerleri”; suça karşı ödünsüz ve sınırsız şiddet uygulama vaatleri ile öne çıkmıştır. Başkan Yardımcısı adayı,  cunta döneminden  tanıdığı emekli general Mourao’dur. 
Bu özellikleri ile Bolsonaro için “aşırı sağ” nitelemesi yetersiz görünüyor. Benzer bir siyasetçi (Hindistan Başbakanı Modi) ile yıllar önce röportaj yapan bir psikolog, “klasik ve klinik bir faşist kimlik; potansiyel bir katil, bir katliamcı da aynı kategoriye girer”   tanısını yapmış. Bolsonaro da, son yıllarda ortaya çıkan patolojik, ilkel ve tehlikeli  bir siyasetçi (Trump, Filipinli Duterte, Modi) türünün temsilcisi görünüyor. Örnekleri artırmak mümkündür. 

Üstelik, bu siyasetçilerin iktidara gelmeleri, güçlenmeleri, burjuvaziler ve finans çevreleri tarafından genellikle destekleniyor. Bolsonaro’nun ilk tur başarısı, ulusal para real’in yüzde 2 yükselmesine; tahvil faizlerinin düşmesine ve borsanın (BOVESPA’nın) bir günde yüzde 4,1’lik artışına; yol açtı. Borsa endeksleri, bence, “burjuvazinin kolektif iradesi”ni yansıtan öncü göstergelerdendir.

“Piyasalar”, Bolsonaro’nun başkanlığa yürüyüşünü niçin coşkuyla karşılıyor? Ekonominin yönetimini Chicago Üniversitesi diplomalı, aşırı özelleştirmeci banker Paulo Guedes’e teslim edeceği için mi? Bence, daha ciddi bir neden var:  Burjuvazi, faşist Bolsonaro iktidarının, İşçi Partisi seçeneğini temelli ortadan kaldıracağını ummaktadır. 
Seçim arifesinde “Bolsanora’ya hayır” sloganı ile meydanları dolduran yüzbinlerce kadına, on dört yıllık kesintisiz sol iktidarın kazanımlarına rağmen Brezilya toplumu, bu tehlikeli adamı Başkan seçmek üzeredir. 

Latin Amerika’nın “pembe dalgası”
Brezilya bu hazin dönemece,  iki sivil darbe ile getirildi. Bu süreci iki yıl önce incelemiştim. Kısaca bellek tazeleyelim.

Brezilya’nın başına gelenler, Latin Amerika’da emperyalizmin iki ayağı (ABD ve finans kapital) ile yerel burjuvazilerin ortaklaşa tezgâhladığı kapsamlı bir saldırının parçasıdır.
21’nci yüzyılın ilk on yılına gelindiğinde, Batı basınının “pembe dalga” diye nitelediği bir dönüşümün sonunda, Latin Amerika’nın önemli bir bölümü,  çeşitli sol iktidarlar tarafından yönetilmekteydi: Brezilya, Arjantin, Venezuela, Bolivya, Ekvator, Uruguay, Nikaragua, kısmen Şili ve (hızla son bulan) Paraguay, Honduras… 

Sözünü ettiğim ittifak, bu “tehlikeli gidiş”i, en azından durdurmayı; giderek son vermeyi hedefledi. Finans sermayesi, sol iktidarların seçim yenilgilerine katkı yaptı. Sonuç alınamayınca, sivil, bazen askerî darbeler devreye girdi. Bugünün solcu rejimler listesi, Venezuela, Nikaragua ve Bolivya ile sınırlıdır. İlk ikisi, “rejim değişikliği” operasyonlarının güncel hedefleridir. 

Bolsonaro’nun seçim zaferi kesinleşince Brezilya operasyonu tamamlanmış olacaktır.

İşçi Partisi’nin “günahları”  
Karşı saldırının, ortak ve ülkelere göre değişebilen nedenleri var. Brezilya’ya odaklanalım ve İşçi Partisi’nin “günahları” üzerinde duralım. 

Brezilyalı bir meslektaşımız (Alfredo Saad-Filho), Lula ve Rousseff dönemlerinin  bilançosunu  dört başlıkta özetliyor (IDEAS, 27 Haziran 2017): Siyasetin demokratikleştirilmesi; devlet aygıtının toplumsal bileşiminde halk sınıflarının güçlenmesi; gelir dağılımında emek ve yoksullar lehine belirgin iyileşmeler; kalkınma / büyüme önceliklerinin neoliberal makro-ekonomik model ile uzlaştırılması.    
Bunlar, İşçi Partisi iktidarının halk sınıflarına getirdiği kazanımlardır; Brezilya burjuvazisi için “günahları” oluşturmaktadır. Saad-Filho’ya göre emekçi sınıfların bu kazanımları, “neoliberal seçkinlerin ve üst-orta sınıfların muhalefetini de tetiklemiştir.

Bana göre aynı listeye, Lula ve Rousseff’in  ABD emperyalizmine karşı işlediği “günahlar” da eklenmelidir: İşçi Partisi döneminde Brezilya, Latin Amerika’da Amerikan emperyalizminin siyasî hegemonyasını zayıflattı. ABD’yi dışlayan iki işbirliği örgütünün (Unasur ve Mecrosur’un) liderliğini  üstlendi ve başta Venezuela, diğer sol iktidarlarla etkili dayanışmalar oluşturdu.  

14 yıllık (2003-2016) İşçi Partisi iktidarının, Brezilya emekçileri için sınıfsal kazanımlarının temsilî bir yansımasını Financial Times muhabiri seçim günü Sao Paulo’da yakalamış. Siyah bir kadın (Helena Nogueira), kime oy verdiğini açıklıyor: “Haddad’a oy verdim; çünkü o, Lula’nın başlattığı, yoksulları koruyan programı sürdürecek. Benim gibi siyah olan yeğenim İşçi Partisi sayesinde mühendis oldu; bugün mühendis olarak çalışıyor.” 

Sao Paulo’lu Nogueira’nın politika tavrının “karşı cephesi” de var.  “Neoliberal seçkinlerin ve üst-orta sınıfların”  İşçi Partisi’ne muhalefet cephesini de, 2015’te yayımlanan bir fotoğraf temsil ediyordu: Şık gömlekleri, şortları ve spor ayakkabıları ile sarışın-kumral bir çift (Claudio ve Carolina Pracownik) küçük köpekleriyle birlikte “Rousseff istifa!” mitingine katılmak üzere yola çıkmış. İkiz çocuklarını bir pusette taşıyan “siyah” dadı (Maria Angelina)  onları arkadan izlemektedir. Bebeklerin mitinge değil,  gezintiye çıkarıldığı anlaşılıyor. 

Finans kapitalin (“piyasalar”ın) saldırısı karşısında bunalan Rousseff, 2015’te neoliberal politikalara yöneldi, ama ülkesinin burjuvazisini ikna edemedi. Birikimli  “günahlar”, Maliye Bakanlığı’na neoliberal bir iktisatçı getirilerek “affedilmedi”. 

İşçi Partisi, on dört yıl boyunca, “ayak takımı”nı gözetmekte ölçüyü kaçırmıştır. Beyaz “seçkinler”, küçük ve orta burjuvazi, eğitimli profesyoneller yakınıyor: Geçmişte “kendilerine ait” gördükleri kent mekânları, kurumlar, okullar, üniversiteler, meslekler  alt sınıflara fazlasıyla açılmıştır. Varoşlarda yetişip, seçkin üniversitelerden diploma alan siyah mühendislerle, avukatlarla aynı işyerini paylaşmak ağır gelmektedir. 

Artan vergi yükünün yanı sıra, pahalı, özel  okullara, hastanelere yönelme baskısı altında bunalmışlardır. Askerî dikta düzeni   özlenmektedir. Bolsonaro, ortak endişelerin sözcüsü olmuştur.  

Sözünü ettiğim fotoğrafta yer alan çift, Ekim 2018’de herhalde Bolsonaro’ya oy vermiştir ve ilk tur sonuçlarını coşkuyla kutlamıştır. 

İki sivil darbe
Brezilya’da İşçi Partisi’ni kalıcı olarak iktidardan uzaklaştırmak için iki “sivil darbe” örgütlendi. 

Birincisi ile Başkanlık sürecinin bitiminden iki buçuk yıl önce (2016’da) Dilma Rousseff azledildi. Kişisel dürüstlüğü iyi bilinen Rousseff’in 2014 seçim kampanyasında Petrobras’ın imkânlarından yararlandığı ileri sürüldü. Ceza davası dahi açılmadan, bir parlamento oylaması ile görevden uzaklaştırıldı.

Yerine geçen sağcı Başkan Yardımcısı Michel Temer, ağır rüşvet, yolsuzluk suçlamaları ile karşı karşıyaydı; parlamento desteği sayesinde hepsinden sıyrıldı. Sert bir neoliberal program başlattı; bütçe harcamalarını dondurabilen anayasa değişikliğini  parlamentodan geçirdi. Lula ve Rousseff yıllarında yoksulları destekleyen sosyal harcamalar böylece aşındırıldı; yoksulluk hızla arttı. 

Temer, iki yıl  boyunca finans çevrelerine ve Brezilya’nın “lümpen burjuvazisi”ne hizmette kusur etmedi. Ne var ki, finans kapital ve bu burjuvazi yıkıcıdır, parazittir, kapkaççıdır; ama, üretkenlikten ve dinamizmden yoksundur.  Rousseff’in ilk dört yılında ortalama yüzde 4 büyüyen Brezilya, Temer’in  neoliberal politikaları sonunda önce küçüldü; sonra durgunlaştı.  Başkanlığı son bulurken Temer’i destekleyen  Brezilyalıların oranı rekor düzeye, yüzde 5’e indi. 

2018’de Başkanlık seçimi anketlerinde Lula açık farkla ön sıraya geçmişti. İkinci sivil darbe doğrudan Lula’yı hedefledi. Uydurma bir yolsuzluk suçlaması daha tezgâhlandı; rüşvet olarak verilen lüks bir konutu beyan etmemekle suçlandı. Ne var ki, sözü geçen konuta hiç gitmemiştir; mülkiyeti,  daha önce yolsuzluk suçlamalarına karışmış bir inşaat şirketi üzerinde görünmektedir.

Dava, 10 yıl hapis cezasıyla sonuçlanır. Temyiz aşaması başlamadan Lula tutuklanır;  tutukluluk gerekçesiyle seçimlere katılması da engellenir. İkinci “sivil darbe” tamamlanmıştır. 

Son aşamaya sıkıştırılan Haddad’ın adaylığı, Lula’nın yokluğunu telafi edemeyecek; faşist Bolsonaro’ya Başkanlık kapısı açılacaktır. 

Brezilya deneyimini genelleştirebileceğimizi düşünüyorum: Çeşitli coğrafyalarda günümüz burjuvazisinin sol seçeneklere karşı tahammülü, esnekliği kaybolmuştur. Önce “faşistler”, giderek faşizm ile  taktik, stratejik ittifaklar gündemdedir; şimdiden başlamıştır.  

Bu nedenle yumuşak, hatta “sevimli” bir terminoloji de uydurulmuştur: Faşistler “popülist”, faşizm ise “popülizm” diye adlandırılacaktır. 

“Popülist” Bolsonaro’ya iktidar kapısı da böyle aralanmıştır.

Korkut Boratav / SOL

ABD'li komünist kadınların tarihinden bir portre: Williana Burroughs - SOL

ABD’li komünistlerin tarihinden siyah bir kadın, Williana Burroughs, işçi sınıfından kadınların sosyalizm mücadelesiyle buluşma tarihinin özgün bir örneğini sunuyor.

Geçtiğimiz günlerde Türkiye’yi ziyaret eden Sosyalizm ve Kurtuluş Partisi (PSL)  Merkez Komite üyeleri Brian Becker ve Eugene Puryear  Flormar ve Cargill direnişindeki işçileri ziyaret etmişti. ABD’nin 45 kentinde örgütlü olan PSL üyeleri, New York’taki en büyük ev işi emekçileri örgütünün liderinin de parti üyeleri olduğunu aktarmıştı.
Öte yandan PSL üyesi kadınların, aralıklı olarak çıkardığı “Breaking The Chains” (Zincirleri Kırmak) adlı bir dergileri var. Bu dergide bir süre önce Erika Hidalgo imzasıyla yayınlanan bir portre, ABD’li komünistlerin tarihinden siyah bir kadına, Williana Burroughs’un yaşamına ve mücadele yıllarına ışık tutuyordu.
Hidalgo’nun yazısından bir bölümü ve Burroughs’un sosyalizmi arayan yıllarından bir dizi notu, soL okurları için sunuyoruz.

KOMÜNİST ENTERNASYONAL'DE SİYAH KADINLAR
Williana Burroughs, ABD’nin büyük buhran yıllarında, Harlem’in adanmış komünistlerinden biriydi. Irkçılık ve yoksulluğa karşı mücadele eden siyahların, ABD Komünist Partisi'ndeki temsiliyetinde güven ilişkisinin mimarlarından olan Burroughs, işçi sınıfının siyah kadınlarının yükselen sesi oldu.

1882 Virginia doğumlu olan Williana Jones, köle bir annenin çocuğuydu. Williana’nın annesi New York’a taşınmış ve kendi konumundaki pek çok kadın gibi ağır koşullarda ev işçisi olarak çalışıyordu. Bu evlerde çalışan kadınların çocuklarını beraberlerinde getirmeye hakkı yoktu, Williana ve kardeşleri yetimhanede büyümek zorundaydı.

1903 yılında Hunter Kolejinden yüksek notlarla mezun olan bu genç kadın, öğretmenlik yaşamının ilk yıllarında yoksul siyah ve göçmen çocuklarla çalıştı, bu süre zarfında politikleşti. New York Öğretmenler Sendikasının komünist kanadına katılan Burroughs’un, radikal örgütlenme yetilerini kazandığı yer burasıydı.

1926’da Komünist Parti’ye katıldığında, pek çok yayında emeği geçti ve işçi sınıfının konut sorunu hakkında çalıştı. Burroughs ve diğer komünist siyah kadınlar, partinin siyah kadınları örgütlemeye gereken önemi vermediğini düşünüyor, seslerini yükseltmek, Harlem’deki mücadelelerine daha fazla dikkat çekmek istiyorlardı. Harlem’in ezilenlerinin taleplerini ele alan bir çalışma kuran Burroughs, siyah kadınların kapitalizm koşullarında maruz kaldıkları sömürünün altını çiziyordu.

Harlem Kiracılar Birliği aracılığıyla Burroughs ve yoldaşları, işçi sınıfının kira ödemeyi reddettiği eylemler düzenledi, yoksulların yaşadıkları evlerden tahliyelerini engellemek için gösteriler yaptı. İnsan onuruna uygun koşullardaki evlerde yaşamayı talep eden bu kadınlar, ancak kapitalizme karşı bütünlüklü bir mücadeleyle konut haklarını kazanacaklarını vurguluyordu. Barınma hakları için bağlılıkla savaşan komünistler, kiliseler dahil olmak üzere toplumun çeşitli birimlerine bu kaygılarını taşıdılar ve yer yer birlikte mücadele ettiler. Teksas Üniversitesi'nde Siyah Diasporası Departmanında çalışmalar yürüten Minkah Makalani'ye göre, birlik cinsiyete dayalı ayrımın izlerini kesinlikle yansıtsa da, siyah kadınların militanlaşmasını ve aydınlara dönüşmesini kolaylaştırdı. Zaten bir entelektüel olan Burroughs, bu temasları aracılığıyla Komünist Enternasyonal'e siyah kadınları da örgütleyebiliyor, sosyalizm fikrini Harlem'in ezilenlerine taşıyabiliyordu.

HARLEM'DEN SOVYETLER BİRLİĞİ'NE
1920 ila 30'lu yıllar boyunca Mary Adams müstear adıyla yazılar yayınlayan Burroughs, 1 Mayıs 1928'de partisinin yayınında bu adla bir makale kaleme almıştı. Burroughs, parti yayınlarında ve Harlem'de dolaşan ilerici gazetelerde de görevler alıyordu.

Çağının sayıları pek de fazla olmayan diğer siyah kadın yoldaşları gibi Burroughs da birkaç kez Sovyetler Birliği’ni ziyaret etti, sosyalist sistemin ırkçı ve cinsiyetçi bağnazlığı ortadan kaldırmak için yürüttüğü savaşı gördü. 1928’deki ilk ziyaretinde Burroughs, Komünist Enternasyonal’in 6. kongresinde delege olarak yer aldı. Sovyetler Birliği’nin ırkçılıkla mücadelede almış olduğu mesafeden etkilenen Burroughs, en küçük iki oğlunu Leningrad’da bir okula kaydettirdi. Arzusu, çocuklarının ABD’de maruz kaldıkları ırkçılık yükü olmadan büyümesini sağlamaktı. Burroughs oğullarını 1937'deki ikinci ziyaretine dek hiç görmedi.

1928'de, sosyalizmin ülkesine ilk yolculuğundan sonra ABD’ye dönüşünde Burroughs, Amerikan Komünist Partisi’nde halen varlık gösteren erkek egemen ve ulusçu  ayrımlara karşı mücadele etmek için de daha güçlü hissediyordu. Sovyetler Birliği'ne yaptığı ziyaretten sonra Burroughs, sosyalizmin bu ayrımları sona erdirmenin bir çözümü olduğuna daha fazla ikna olmuştu.

NEW YORK’TA BİNLERCE OY ALAN BİR KOMÜNİST KADIN
Siyah Hakları İçin Mücadele Birliği’nde, birliğin yöneticilerinden biri ve komünist parti militanı olarak çalışmayı sürdüren Burroughs, örgütün kadın seksiyonuna da başkanlık yapıyordu. Öte yandan ABD'nin özellikle güney eyaletlerindeki şiddetli ırkçılık ve linç kampanyasının sonucunda, işlemedikleri bir suçtan ötürü idam cezasına çarptırılan, "Scottsboro çocukları" olarak da anılan 9 siyah çocuğun savunulması sürecinde de aktif roller aldı.

1933’te solcu öğretmen Isidore Blumberg'in siyasi nedenlerle işine son verilmesinden sonra gösterdiği dayanışma ve sendika üyelerini savunma gerekçeleriyle, "yasalara ve düzene karşı koymak" suçlamasıyla öğretmenlik görevinden atıldı. Aynı yıl New York şehir saymanlığı için katıldığı seçimde 31 bin oy aldı, ardından Komünist Parti’nin adayı olarak New York vali yardımcılığı seçimlerinde aday oldu. Bu tablo, siyah bir komünist kadının 1930’lar ABD’sinde işçi sınıfı ve ilerici kesimde uyandırdığı güveni gösteriyor, aynı sırada Burroughs, Harlem İşçi Okulu sorumluluğunu yürütüyordu.

1935 baharında Harlem’de yükselen isyan, ırkçılık ve yoksullukla mücadele eden siyahların, taşan sabrının göstergesi olmuştu. Komünistler ve diğer ilerici hareketler isyanın içindeydi ve sonrasında devam eden mahkemelerde Harlem isyancılarının yanındaydılar. Burroughs’a duyulan güven, partisinin Harlem isyancılarının duruşmalarındaki temsilcisi olduğunda daha da pekişmişti.

Ancak halen işsiz olan Burroughs, bu kez 10 yıl boyunca kalacağı Sovyetler Birliği’ne tekrar gitti ve Moskova News ile Moskova Radyosunun İngilizce yayınları için editörlük ve spikerlik yaptı. ABD’de kalan eşinin sağlığının giderek bozulması üzerine ülkesine dönmeyi düşünen Burroughs, II.Dünya Savaşı döneminde İngilizce konuşanlara duyulan ihtiyaç nedeniyle ABD’ye dönüş yapmadı. 1945’te küçük oğluyla birlikte gizlice Baltimore’a dönen ancak hakkında yakalama kararı olan Burroughs, dönüşünden birkaç hafta sonra yoldaşı Hermina Huiswoud’un evinde yaşamını yitirdi.

Williana Burroughs, ırkçılığa, cinsiyetçiliğe ve yoksulluğa karşı, komünist kimliğiyle bütün cephelerde mücadele eden sıkı bir çalışma ve adanmışlık mirasını geride bıraktı.
Köle bir annenin çocuğu olarak doğan ve Harlem'i yaşayan bu kadın, siyah kadınların kurtuluşu için, kapitalizme karşı mücadelenin ve sosyalist bir toplumu kurma kararlığının yolunu açanlardan oldu.

SOL

Yerel seçime giderken - İLHAN CİHANER

Yerel seçimlerin ülke gündeminde tartışılmaya başlandığı bu günlerde, siyasi partilere/gruplara kişisel çıkarları için sızmış/ele geçirmiş, şu ya da bu partide olması fark etmeyecek, omurgasız/ideolojisiz/idealsiz, siyasi başarıyı kendilerinin/hempalarının konumunu korumaktan ibaret sayan   “figürleri” ve onların söylemlerini bir tarafa bırakarak, süreçteki pratik bazı sorunlara değinmek istiyorum.

İttifak meselesi:
Devletlerin, siyasi partilerin, hareketlerin, daha küçük ölçekli örgüt ve grupların ve hatta kişilerin, seçimli iktidar yarışlarında bir araya gelmeleri, beraber hareket etmeleri ve işbirliği yapmaları anlaşılabilir. Çoğu zaman bu durum kaçınılmaz olur. Parlamento seçimlerinden baro seçimlerine, meslek odalarının seçimlerinden cumhurbaşkanlığı seçimine kadar “somut durumlar” bu birliktelikleri zorunlu kılar. Ancak genel olarak “ittifak” olarak adlandırabileceğimiz bu bir araya gelişler/iş birlikleri her zaman başarının garantisi olmaz. Zaman zaman ittifak yapanların matematik toplamlarının bile altında kalır ya da stratejik hedeften uzaklaştırır.

Sol/sosyal demokratlar ve sosyalistler de değişik ülke ve tarihlerde ittifaklar ve koalisyonlar yapmışlar, reddetmişler, tartışmışlar ve oldukça büyük bir deneyim biriktirmişlerdir. Toplumun kutuplaştığı, otoriter/baskıcı yönetimlerin hüküm sürdüğü ve devlet şiddetinin arttığı, faşizan iklimlerde kimi zaman bu tartışmalar hayati önem taşır. Ülkemizde de özellikle sol, ittifakla ilişkilendirilebilecek, “Faşizme Karşı Birleşik Mücadele” ve “Temel Çelişki/Baş Çelişki” başlığı altında yabana atılmayacak bir teorik tartışma ve deneyim oluşmuş durumda. Ancak parlamentodaki muhalefetin bu deneyimlerden ve tartışmalardan faydalanmak bir yana, ittifakı da sağın ve iktidarın kalıpları ve gözlüğü ile ele aldığı görünmekte. Gezi/Haziran Direnişi, 7 Haziran-1 Kasım arası yaşananlar, Hayır Kampanyaları ve Adalet Yürüyüşü gibi deneyimler ise boş böbürlenmelere dönüşmüş durumda.

“Sağ-sol bitti, karşı mahalleye seslenmek, %70 muhafazakâr-%30 laik seçmen oranı, entelektüel akademik ve elitist bariyerler” gibi kodlarla şekillenen ittifak arayışları kendi kimliğini, değer ve iddialarını eriten bir pratiğe dönüşmüş durumda. Üstelik defalarca denenip başarısız sonuçlar alındığı halde!

Bilindiği üzere 24 Haziran seçimlerinde, neo-MC  niteliğindeki    “Cumhur”  ittifakının karşısına, “merkez sağ” ittifak izlenimi veren “Millet” ittifakı ile çıkılmıştı. Başarısızlıkla sonuçlanan bu girişimin “rüzgâr” olarak adlandırılması, aynı tercihlerin derinleşerek sürdürüleceğinin göstergesi niteliğinde.

İttifak tartışmaları, muhalefet partilerinin (özellikle mensubu bulunduğum  CHP’nin) halı altına süpürülen sorunlarını, program (ve ideoloji) arayışlarını daha verimli yürütülmesine, en önemlisi de muhalefetin “iktidarın keyfine” göre kriminalleştirildiği düşünce ikliminin aşılmasına hizmet edecektir. “Kullanışlı Muhalefetin” zincirleri buradan kırılmaya başlanabilir.

Seçim güvenliği ve sonrası:
29 Eylül’deki yazımda özetle; 24 Haziran seçimlerindeki güvenlik, adil seçim ve meşruiyet tartışmalarının dinamikleri (YSK, İttifak Yasası, şiddet kullanımı, mükerrer oy iddiaları, vs.) ve iktidarın kayyum, istifa ettirme ve açığa alma gibi müdahaleleri ortada aynen duruyorken hiçbir şey olmamış gibi yeni bir seçime hazırlanılmasını anlayamadığımı söylemiştim. İnci Hekimoğlu, ArtıGerçek’teki yazısında bu suskunluğu “omerta” olarak değerlendirdi.

Erdoğan, “Mart seçimleri geliyor. Bu seçimlerde de teröre bulaşmış olanlar, olur ya, sandıktan çıkacak olurlarsa, öyle bekleyelim şu olsun bu olsun yok. Anında gereğini yapıp kayyum tayinleriyle yolumuza devam edeceğiz. Beklemek yok” diyerek HDP için seçimleri kıymet-i harbiyeden  düşürdü. Kendi belediyeleri için “istifa ettirme” CHP’li belediyeler içinse  “açığa/görevden alma” tarifesinin süreceği açık. Özetle; iktidarın oluşacak yerel yönetimlere “müdahale kabiliyeti” ve “cüreti”,yerel yönetimleri ülke iktidarının filizleneceği alanlar olmaktan net bir şekilde çıkarmış görünüyor.
     
Bir şey daha oldu: Bilgisayar Mühendisleri Odası, “24 Haziran 2018 Seçim Sonuçları Veri Analizi” raporunu yayımladı. Rapor seçim güvenliğinin önemli ölçüde risk altında olduğunu ortaya koyuyor. Sordukları sorulardan birisi şu:
“Seçimlere katılan cumhurbaşkanı adayları ve siyasi partiler, pek çoğu hızla göze çarpan ve çok belirgin olan bu hatalara neden itiraz edip düzeltilmelerini sağlamamışlardır?” (Bazı hataların AKP aleyhine olduğunu da vurgulayalım)

“Bu soru yanıtlanmadan seçmen nasıl sandığa gitmeye ikna edilecek?” diye de ben sorayım.

Bu iki başlık (seçim güvenliği ve yerel yönetimlere müdahale) esasen artık AKP’li seçmenin ve diğer partilerin de sorunudur.Hangi belediyeye kayyum atanması, açığa alınması, istifaya zorlanması ikna edici bir şekilde kamu oyuna açıklandı? Bundan sonra da bu pratiğin sadece saray ve AKP elitleri lehine işleyeceği tartışmasız.

O halde güvenli ve adil koşullarda yapılmayacağı ve seçilenlerin ise o koltukta oturmaları bir kişinin iradesine bağlı olacağı, lütfedilip izin verilirse merkezden müdahalelerle felç edilebileceği bir yerel yönetimi tüm boyutları ile sorgulamak zorunluluktur.

İlhan Cihaner / BİRGÜN

11 Ekim 2018 Perşembe

Canavara karşı topyekûn mücadele - NAZIM ALPMAN

Türkiye bir büyük savaştan çıkıyor –pardon çıkamıyor- bir başka büyük savaşa giriyor. Daha doğrusu girmek zorunda bırakılıyor. Çünkü dünyanın bütün devletleri değişen doz ve şiddette memleketimize karşı düşmanlıklar beslemektedirler.

Düşmanlıkların bazıları açık, bazılarıysa gizli olabiliyor. Allahtan hükümetimiz bunların hepsini bilmekte, hatta düşmanlık fikri o ülkelerin fikriyatında oluşmadan bile önce görüp en hızlı şekilde önlemlerini alabiliyor.
Şu sıralarda en önemli meselemiz yeniden sahneye çıkıp bütün rolleri çalan eski bir yıldız: ENFLASYON CANAVARI!

Eskiden “enflasyon canavarları” dinazorların en yırtıcı türü olan kısaca “Tyrannosaurus Rex” adıyla bilinen T-Rex’ler şeklinde çizilirdi. Mutfaklarda dolaştırılırdı. Enflasyon Canavarı T-Rex etobur olduğu için onun girdiği mekanlarda et kalmazdı. Bütün et ürünlerini bu canavar yer bitirirdi.
Enflasyon Canavarlarını en güzel Bedri Koraman çizerdi.

Sonraları bu enflasyon canavarı bizim memleketin iştahlı yamyamlarından korktu. Onlar önüne geleni yediklerinden enflasyona bir şey bırakmadılar. Şehirler, nehirler, dağlar, ovalar her şey onların iştah açıcı mönüsüne dahil edildi. (Sol açıyla yontulmuş bir kaleme sahip olduğumdan ben yine sola doğru gitmeye başladım, toparlıyorum.)

Yenilen yenildi, içilen içildi. Yok hayır Ejderha suyunu aklıma getirmiyorum.
Her şey bitti. Bir bakıldı ki ortada yenilecek bir şey kalmamış. Evet, yerli ve milli tabii ki…

O zaman ekonomik kurtuluş savaşına başlayabilirdik. Ki başladık!..

Düşman saldırıları her ne kadar ekonomik gibi görünse de doğrudan siyasetimize, manevi değerlerimize karşı yapıldığını (din, iman, ezan, bayrak) hedefine yönelik olduğu en üst düzeyde ifade edildi.

Hedef böyle izah edilince artık mücadele etmenin en kolay bölümü devreye sokulabilirdi.

Dünyaca ünlü danışmanlık firması McKinsey ile bir anlaşma yapıldı. Ekonomiye o firma ayar verecekti. Hemen eski klasik “Mülkiye kantini” kafasıyla karşı çıkıldı. Bu son derece fiyakalı isimlendirme Hürriyet’in marka değeri çok yüksek eski genel yayın yönetmeni ve halen en fazla ilgi gören köşe yazarı Ertuğrul Özkök tarafından yapıldı.

‘Ekonomiye ve Hazineye bakan’, Bakan Berat Albayrak yaşı Mülkiye kantinine el vermediği için devletin geleneksel tanımlamalarını kullanarak uyardı.

Genç Bakan yeni dönemde bir ofis kurduklarını tamamen yerli ve milli duruşla yöneteceklerini söyledikten sonra son derece veciz bir başlık verdi:
“Yapılan yorumlar cehaletten değilse ihanettendir!”

Her şeyin pahalı hale geldiği günümüzde vatana ihanetin bu kadar ucuzlatılmasının da kıymeti bilinmeliydi. Ama o da bilinmedi.

Amerika’ya karşı mücadele için işe alınan Amerikan firması McKinsey’nin iş akdi feshedildi. Bu güzelliği de her zaman her yerde olduğu gibi yine Cumhurbaşkanı/Başkan Tayyip Erdoğan yaptı.

Hükümetin medyası tam Özkök’ün ucunu açtığı tünelden Mülkiye Kantini taarruzuna başlayacaklardı ki, yerli ve milli duruşa geçtiler.

Şimdi enflasyonla mücadele de çok yeni bir dönem başladığını Bakan Berat Albayrak açıkladı. Toplam 50 üründe yüzde 10 indirim sağlanmıştı. Bir de güzel bir “barkot” hazırlanmıştı. Aslında bu bir barkot değildi. Barkot düz çizgilerden oluşur. Bu düpedüz ambalaj için paket süsü olabilirdi.
Önemli değil, olsa da olmasa..!

Eğer tüketiciler özenli davranıp sürekli olarak aynı marketlerden yüzde 10 indirimli 50 ürünü alarak yaşamlarını idame ettirirlerse enflasyon yenilecektir.
Her şeyi devletten, hükümetten, iktidar partisinden beklemek olmaz. Biraz da millet kendiliğinden bir şeyler yapacak. Bakın Kayseri’de ucuz ekmek üretiliyor, Türkiye’nin her yerinden Kayseri’ye uçak var. Bir saatte gidilip dönülebilir. Vatandaş gidip Kayseri’mizden ucuz ekmek alıp evine dönebilir. Böylece tasarruf sağlayabilir.

Bazı hastanelerde ameliyat malzemesi kalmadığı ya da azaldığı için başhekimler emrindekileri uyandırıyorlar. Acil dışında ameliyatları erteleyin diyorlar. Bu koşullar da vatandaşlar hiç gereği yokken kalp, damar, kanser ameliyatlarından imtina etmeliler. Topyekûn mücadele başladı artık. Boru değil ki bu… Vedat Sakman’ın “Tut şunun ucundan götürelim abi” şarkısını söyleyelim. Zaten götürülecek olanlar da götürülmüş. Şimdi hep birlikte elimizdekini avucumuzdakini, iç organlarımızdakini tutacağız. Ki, kimse götürmesin!

Duyduk duymadık demeyin:
“Enflasyona karşı topyekûn mücadele başladı!”

Nazım Alpman / BİRGÜN

99 kuruşa enflasyonla mücadele - Alpaslan Savaş

Damat bakan, canlı yayında enflasyonla mücadele programını açıklıyor. Patronlar orada. Kendi deyimiyle bir lansman toplantısı yapıyor. Zaten hali tavrı da mal pazarlayan reklamcı gibi.

Lansmanın adı Enflasyonla Topyekun Mücadele Programı. Pahalılıkla mücadele yani. Önümüzdeki dönem bu konuda alınacak tedbirler kürsüden bir bir sıralanıyor. Kredi kullanan şirketlere kamu bankaları tarafından yüzde 14’e varan finans desteği verilecek, KOBİ patronlarına 3 milyar liralık ihracat desteği sağlanacak, KOSGEB desteği alan patronların geri ödemeleri 3 ay daha ertelenecek, 1 milyar lira üzerinde makine teçhizat alımı yapan patronlara yatırım tutarlarının yüzde 25’i ödenecek, stratejik ürün (ne demekse) yatırımı yapan patronlara, önce 1 milyar, sonra 1,5 milyar lira teşvik verilecek. 
Ver oğlu ver. Uzayıp giden bir liste. 

Bugüne kadar dağıtılan onca kamu kaynağı yetmemiş gibi şimdi de pahalılıkla mücadele adı altında yeni kaynakları patronlara akıtacaklar. Daha geçen hafta işsizlik sigortası fonundaki 11,5 milyar lirayı, düşük faizle borç vermeye devam edebilsinler diye karga tulumba üç kamu bankasının kasasına koymuşlardı. Bildiğin işçinin parasıydı bu. 
Peki pahalılığın doğrudan vurduğu emekçi halk için ne çıktı bu mücadele paketinden?

Yüzde 10 indirim!

Yılın ilk dokuz ayında tüketici fiyatlarında artış yüzde 20’ye dayandı. Sene başında 1603 lira olarak belirlenen asgari ücret ise yerinde sabit duruyor. Üstelik sene sonunda TÜFE beklentisi 30-35 bandına ulaşmış durumda. 

Ama olsun. Yüzde 10 indirim sayesinde fiyatı bir süredir 9,99’un altına düşmeyen domatesin yeni etiketinde artık 9,00 yazacak. Ücretlerdeki muazzam eriyeme karşı enflasyonla mücadele programının önerdiği köklü çözüm domatesin fiyatından 99 kuruş atmak!

Toprağını kendisi ekip biçen için de benzer bir durum söz konusu. Damattan önce söz alan Tarım bakanı gübre, yem ve ilaç gibi girdi ürünlerde de yüzde onluk bir indirime gidileceğini duyurdu. Oysa son üç ayda bu ürün kalemlerine gelen zam yüzde 50 ile 120 oranında. Çiftçinin derdiymiş, ne gam!

Bir de bu yıl bitene kadar elektrik ve doğalgaza yeni bir zam yapılmayacak olması var. Bu müjdeyi de damat verdi ama son bir yıl içinde enerji ve gaza yapılan zammın yüzde 71,88 olduğunu söylemeyi unuttu. Olsun! Nasılsa kış gelmeden kimse gaz, tüp yakamayacak bu sene. Karakışa ise kim öle kim kala…

Pahalılıkla mücadele bahane, patronlara kıyak şahane. Emekçiler ise başının çaresine bakar, kime dert.

Tavırları bu. Küstah ve rahatlar.

Önceden bu tip işlerde göstermelik de olsa sarı yandaş bir sendika alırlardı yanlarına. İşçileri de işin içine kattıklarını göstermek adına. Dikkat ettiniz mi bilmem. Damat toplantıda “paydaşlarımız” diye konunun taraflarını sayarken “işverenlerimiz, sanayicilerimiz, kobilerimiz, finans sektörümüz” dedi ve bir de “vatandaşlarımız var” diye ekledi. Çalışma Bakanı ise yeni bir tanım bulmuş, “emek verenlerimiz” diyor. İşçi demiyorlar. Onlar için yok hükmünde çünkü. Bu denli rahatlığa, işçi sınıfının bu denli örgütsüzlüğü neden oluyor.

Bu rahatlık aynı zamanda onların zayıf noktası. Bütün planlarını örgütsüz bir işçi sınıfı üzerine kurdular. Bu planı bozmak için geceyi gündüze katmaya değmez mi? Fabrika fabrika, atölye atölye, ofis ofis…

Alpaslan Savaş / SOL

Bir küresel ‘Weimar dönemi’ bitiyor - Ergin Yıldızoğlu

Son günlerde, birbiri ardına gelen sıra dışı olaylara bakarken, bunları tek bir kümeye koyabilecek bir metafor aradımaklıma Weimar sözcüğü geldi.

Weimar Cumhuriyeti
Weimar Cumhuriyeti (1918-1933) Almanya’nın I. Büyük Savaş’ta yenilgisiyle başlayan, Nazilerin iktidarı ele geçirmesine kadar uzanan yıllarını kapsar. “Weimar Cumhuriyeti”, çökmüş eski bir düzenle, doğamayan bir yeni düzen arasında kalanların düş kırıklıklarını, umutlarını, fantezilerini, toplumsal çalkantıları betimler; “türlü canavarların tarih sahnesine çıktığı” bir dönemi... 

Bu fantezilerden biri, emperyalizm aşamasına girmiş, yükselen işçi hareketleriyle yüz yüze bir kapitalizmin yapısal krizinin içinde liberal demokratik bir düzenin kurulabileceğine ilişkindir. İkinci fantezi de borçlarla finanse edilen bir ekonomik büyüme ve refahın sürdürülebileceğine... Liberalizmin, “1989 - tarihin sonu” saçmalığına benzer bir “bir daha savaş çıkmaz” inancı yaygındır. Halbuki o sırada, bir tarafta, Great Gatsby türü müstehcen servetler birikirken, halk yoksullaşmaya devam ediyor, taşra kentlerinden Berlin, Viyana gibi kentlere nüfus akımı sürüyor, lağım kanallarında bir ikinci Viyana oluşuyordu. Yasalar giderek işlevini yitiriyor, güvenlik güçleri hızla kutuplaşıyor, siyasi suikastlar sıradanlaşıyordu. Paranoyak bir popüler kültür, “biz ve dünyanın geri kalanı” hezeyanlarıyla, egemen oluyordu.

Faşist parti bu bunalmış insanları, tüm ezilmişlikleri içinde, Alman ve üstün ırk olma fantezisiyle, Yahudi düşmanlığıyla yüceltiyor; özellikle gençler arasında hızla güçleniyordu. Milyonlarca üyeye sahip Alman Sosyal Demokrat Partisi  uzlaşmacı, Alman Komünist Partisi sekter politikalarıyla Nazilerin iktidara yürüyüşünü kolaylaştırmakla kalmadılar, kendi sonlarını da hazırladılar. Bu dönemin tek olumlu özelliği, hızla politikleşmekte olan modern sanattır.

Çürüme, çözülme...
Biz de, 1989’dan 2008’e kadar adeta bir “Küresel Weimar” döneminde yaşıyorduk. Son bir haftadır izlediğimiz olaylar bile, demokratikleştirici, kaynaştırıcı, “tarihin sonu” bir “neo-liberal küreselleşme döneminin” çoktan bir çürüme ve çözülme sürecine girdiğini gösteriyor. “Weimar Cumhuriyeti’ni” çağrıştıran olaylar dünya çapında giderek sıklaşıyor. 

Örneğin, Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı ülkesinin İstanbul konsolosluğuna girdi ve bir daha çıkmadı. Uluslararası alanda suçluları bulma örgütü Interpol’ün Çinli Başkan’ı kayboldu - Çin’de tutuklanmış. Bulgaristan’da araştırmacı gazeteci Viktoria Marinova hunharca öldürüldü. ABD’de sağın adayı, yargıç Brett Kavanaugh, hakkındaki cinsel saldırı suçlamalarına, çok partizan bir görüntü sergilemesine karşın, Yüksek Mahkeme başkanlığına atandı. Bu atama birçok yorumcuya göre sağın gerçekleştirdiği bir siyasi darbeydi. 

Bu sırada, Latin Amerika’nın en büyük ülkesi Brezilya’da, açıkça askeri diktatörlük dönemini, işkenceyi savunan, siyasi rakiplerini vurmaktan söz eden, ırkçı, homofobik, kadın düşmanı bir adam başkanlık seçimlerinin birinci turunu önde bitiriyor. Almanya Yahudi Konseyi Başkanı Charlotte Knobloch (85), Spiegel’de yapılan bir söyleşide, Almanya’da yeniden yükselmeye başlayan Yahudi düşmanlığına, AfD’nin gelişmesine, Nazilerin Chemnitz’de sergiledikleri olaylara atıfla “Bir canavarla yüz yüzeyiz” diyordu. 

Birleşmiş Milletler İklim Paneli’nin son raporuna göre, dünyanın geri dönülemez bir felaketi önlemek için en fazla on yılı kaldı. Acele önlem almak gerekiyor. Ertesi gün, IMF, ticaret savaşları riskine, bir türlü eritilemeyen büyük borç yüküne bakarak 2018 ve 2019 ile ilgili küresel büyüme beklentilerini düşürdü. New Yok Times’da bir karikatür, bu iki raporu birleştirerek, kapitalist uygarlığın tükenmişliğini çok güzel özetliyordu: Bir petrolcü kulesinden, aşağıdakilere bakarak, “Bu insanlar - çevreciler - gezegeni  kurtarmanın kısa dönemli etkilerini anlayamıyor” diyor: Önemli olan kâr, gezegenin geleceğini kim takar! 

Gerçekten de, aşılamayan bir yapısal / finansal kriz, ticaret savaşları, hatta çoktan başlayan siber savaşlar, işlevsizleşen uluslararası hukuk, yükselen faşizm, gerçek savaşların habercisi. Bu ortamda, iklim krizi hızla geri dönülmez noktaya koşuyor. “Şeylerin andaki durumunu değiştirebilecek” bir siyasi hareketin yokluğu, kapitalist uygarlığın, Weimar Cumhuriyeti’nin sonunu anımsatır bir felakete doğru gidişini kolaylaştırıyor. 

Sanatta, Weimar dönemini andıran bir canlılık yok ama, belki, kimliğini medyadan gizleyen sokak ressamı Banksy’nin, son şakasıyla avunabiliriz: Banksy, geçen hafta açık artırmada 1.4 milyon sterline satılan bir yapıtını, satışın gerçekleştiği an, şaşkın bakışların önünde, (yıllar önce sanatın metalaşmasını protesto etmek amacıyla,   çerçevenin içine gizlediği) uzaktan kontrollü bir kâğıt öğütücüden geçirerek parçaladı.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET