14 Ekim 2018 Pazar

Yargının açık sefaleti ve gizli tanıklık - İLHAN CİHANER

Yaşanan rezillikler ve pespayeliklerden çıkarılabilecek tek iyi sonuç artık bir adaletsizlik kaynağına dönmüş olan “gizli tanık” uygulamasının sorgulanması ve ortadan kaldırılmasıdır.

Öteden beri “bağımsız” olan ve tek eksiği olan “tarafsızlığını” da referandumla kazanan yargımız, 9 Aralık 2016 tarihinden bu yana “casusluk ve terör örgütü üyeliği” suçundan tutuklu yargılanan Brunson’a, 3 yıl 1 ay 15 gün ceza vererek tahliye etti. Pek övündükleri “yeni” Türkiye’de rutin olduğu üzere, günler öncesinden hazırlanmış ve neredeyse motorları çalışır vaziyette bekletilen özel jetle bir kahraman gibi karşılanacağı ABD’ye uçtu. İç politikada sıkıntıda olan ve tekrar seçilmesi riskli görülen Trump’a, ancak bu kadar büyük bir hediye gönderilebilirdi. “Film”in sonu “Başkanın Adamaları” (Wag The Dog) filmindeki gibi “Başkanı Kurtarmaya” yetecek mi göreceğiz.

Bu “hediye” karşılığında “bir şey/taahhüt” alındı mı? ABD Başkan Yardımcısı Pence’in tehditleri mi etkili oldu? Baştan ilk düğmenin yanlış iliklenmesi gibi, süreç sürdürülemez hale geldiği için mi? Yalnızca dövizi indirmeye dönük ahmakça bir hamle mi? Soruların yanıtı yakında açığa çıkar! Ama tartışmasız olan, hukuk dışı başlayan bir süreç, başladığı gibi bitti!

Biz “filmi” biraz başa sararak kendi trajedimize dönelim. AKP, 26 Nisan 2014 tarihinde çıkardığı 6532 sayılı yasa ile MİT yasasına şu hükmü ekledi: “Türk vatandaşları hariç olmak üzere, tutuklu veya hükümlü bulunanlar, millî güvenliğin veya ülke menfaatlerinin gerektirdiği hâllerde Dışişleri Bakanı’nın talebi üzerine, Adalet Bakanı’nın teklifi ve Başbakan’ın onayı ile başka bir ülkeye iade edilebilir veya başka bir ülkede tutuklu ve hükümlü bulunanlar ile takas edilebilir.”

Bu madde CHP’nin başvurusu üzerine AYM tarafından 1 Mart 2016 tarihinde iptal edildi. İptal gerekçesi özetle ilgililerin, iade ya da takas işlemine karşı etkili bir başvuru yolu öngörülmemesi ve yetkinin sınırlarının belli olmamasıydı.

KHK ile tekrar geldi!
AKP elitleri, kendileri için “tanrının lütfu” olan 15 Temmuz Darbe Girişimi sonrası, OHAL’den faydalanılarak çıkarılan 25 Ağustos 2017 tarihli ve 694 sayılı KHK ile, AYM’nin iptal gerekçesi karşılanmadan “…ırkı, etnik kökeni, dini, vatandaşlığı nedeniyle cezalandırılmayacağı, onur kırıcı ceza veya muameleye tabi tutulmayacağı ya da işkence ve kötü muameleye maruz kalmayacağına ilişkin güvenceler bulunması kaydıyla…” ibaresi eklenerek MİT yasasını tekrar değiştirdi. 8 Mart 2018 tarihli 7078 sayılı yasa ile de bu değişiklik kanunlaştı. CHP’nin bu yasa için yaptığı iptal başvurusu halen AYM’nin önünde. Nitekim, Çeçen Vahid Edelgiriev’in 2015 yılında ülkemizde öldürülmesi suçlaması ile tutuklu bulunan iki Rus ajan, Rusya’da tutuklu iki siyasetçinin Kırım’a iadesi karşılığında salıverilmişlerdi. Anayasa’ya aykırı olduğu AYM tarafından tespit edilen bu yasanın başka nerelerde kullanıldığını bilemiyoruz. 

Erdoğan’ın bu kadar ısrar ettiği bu düzenleme, “Al papazı, ver papazı” lafının ve Bahçeli’nin, Brunson tahliye edildikten sonra ABD’den “FETÖ elebaşını, FETÖ’nün tepe isimlerinden birisini ya da Hakan Atilla’nın iadesini” istemesinin gerekçesini oluşturuyor.

Yalnız şu detayı göz ardı ediyorlar; Fetullahçılar ABD’de suç işleyip yargılanmış değiller, tam tersi ABD’nin koruduğu bir yapılanmaya mensuplar! Hakan Atilla ise zaten cezasını tamamlamak üzere. En önemlisi de uluslararası hukukun her alanında olduğu gibi bu alanda da tarafların ciddiyeti, gücü, caydırıcılığı ve dengeler belirleyici olur. 

Bahçeli’nin bile “İfade değiştiren gizli ve satın alınmış tanıklar, davanın savcısında yapılan değişiklikler soru işaretlerini güçlendirmiş, şaibeleri artırmıştır. Türkiye aleyhine faaliyetlerin merkezinde yer alan, terör örgütleriyle irtibat ve iltisakı tespit edilen bir şahsın siyasi baskı ve şantajlarla serbest bırakılması geldiğimiz bu aşamada düşündürücü” dediği bir ortamda “yargının bağımsızlığı ve Türkiye’nin hukuk devleti olduğunu” iddia etmek artık trajedidir.

Fetullahçıların mirası
Bu pespaye ve -henüz detaylarını- bilemediğimiz iade pazarlığından daha vahim olanı ise “Gizli Tanık” uygulamasıdır. Hukukumuza, yargı ve siyaseti Fetullahçı yapılanmanın yönettiği dönemde girdi. Yasa(lar) çıkarılırken ülkenin yargılama kültürü, evrensel kurallar, adil yargılanma hakkı, silahların eşitliği gibi ilkelerle uyumu gözetilmeliydi. Özellikle suç ve cezaların kanuniliği ilkesinin önemli ölçüde ihmal edildiği terör ve örgüt suçunun alabildiğine belirsiz uygulandığı şu günlerde gizli tanık uygulaması suçla mücadele enstrümanı olmaktan çıkıp, bir suç kaynağına dönüşmüş durumda. 
Dünyada genellikle Mafia/Yakuza tarzı acımasız ve dışarıya kapalı çıkar amaçlı suç örgütleri ile mücadele etmek için kullanılır. Esasen uluslararası sözleşmeler ve AİHM kararları belli ve sıkı koşullarda tanığın kimliğinin gizlenmesine izin veriyor. 

Bu uygulamanın dayanağı olan CMK 58. madde; “Tanık olarak dinlenecek kişilerin kimliklerinin ortaya çıkması kendileri veya yakınları açısından ağır bir tehlike oluşturacaksa; kimliklerinin saklı tutulması için gerekli önlemler alınır” demektedir. Tanığın kimliğinin sanıklar tarafından bilinmemesi durumu zaten çok istisnai durumlarda söz konusu olabilir.

Tanık Koruma Kanunun 9 (8) Maddesi ve AİHM uygulaması “gizli tanık beyanının tek başına” (ya da önemli ölçüde) hükme esas alınamayacağını öngörmektedir. Yine kimliğin gizlenmesinin ve “ağır tehlikenin” de gerekçelendirilmesi gerekir. Bu kadar sıkı koşullara tabi tutulmasının gerekçesi yargılamanın “yüz yüzeliği” ilkesidir. Tarafların tanığın güvenilirliğini sorgulama ve soru sorma hakları vardır, olmalıdır. 

Ancak Fetullahçı yargı döneminde yaşanan gizli tanık terörüne rağmen uygulamanın ıslahı yoluna gidilmedi. Gizli tanıklık kendilerini yönlendiren “yapıların” istekleri doğrultusunda ifade verme karşılığında maddi menfaat ve geçim kaynağı haline geldi. Kimlikleri değiştirildi, maaş bağlandı, ihale verildi, kamuda işe alındılar. Vahşi bir dinleme ve izleme pratiği ile birlikte başlıca delil haline geldi. Asla birleşemeyecek olan aynı suça dair, tanık ve sanık sıfatları birleşti. 

Bir kaçını hatırlayacak olursak Danıştay Saldırısı davasında “en elverişli” ifadeleri veren “9 nolu gizli tanığın” aynı dava da sanık olduğu ortaya çıktı. Benim de yargılandığım ve sanıkların aylarca tutuklu kaldığı davanın “gizli tanığının” bir savcı olduğu, kimliğinin değiştirildiği ve estetik ameliyatla görünüşü değiştirildikten sonra yeni kimliği ile mesleğe kabul edildiği ortaya çıktı. Aynı davada gizli tanıklık yapan kriminal kişiler, davanın ilerleyen aşamalarında kendilerinin “gizli tanık savcı” ve diğer Fetullahçı savcı ve polislerce yönlendirildiklerini itiraf ettiler. (Ancak bu ifadeler nedeniyle uzun süre tutuklu kalan genç bir MİT mensubu yüksek olasılıkla bu sürecin verdiği stresle genç yaşta yaşama veda etti. Başka davalarda da benzer ölümler yaşandı.) 

Belki de en çarpıcı örneklerden birisi, Kayseri’de bir “Gizli Tanık Karargahının” olduğu iddiasıydı. Daha önce gizli tanıklık yapmış kişilerin Kayseri’de tutulduğu ve özel yetkili savcıların “ihtiyacına göre” çağrılarak “gizli tanık” yapıldığı iddiası maalesef etkin bir şekilde soruşturulmadı. Aynı kişinin bazen bir belediye başkanına karşı, bazen bir örgüte, bazen de ilgisiz kişilere karşı tanık olarak dinlendiği yolundaki delillerin ve CHP Milletvekili Şevki Kulkuloğlu’nun bu konudaki soru önergesinin gereği yapılmadı.

‘İhtiyaç’ uygulaması
Kolaylıkla doğrulanabilecek ya da yanlışlanabilecek gizli tanık beyanları tartışmasız olgular gibi önce polis ifadesine, sonra iddianameye oradan karara Copy-paste yoluyla aktarıldı. Maddi gerçeği ortaya çıkarma yerine “ihtiyaca göre gerçek inşa etmeye yarayan” bu uygulama, Brunson davasında da önemli ölçüde ortaya çıktı. Hâkim huzurunda verdiği ifadeden dönen, yanlış anlaşılan, büyük resmi birleştiren, beyin yıkama faaliyetine şahit olan gizli tanıklar! Ne suçlamalarla orantılı ciddiyette etkin bir soruşturma ve tanık beyanlarının doğruluğunun araştırılması, ne de yalan (yanlış) olduğu ortaya çıkan ifadelerle ilgili yasal gereğinin yapılması söz konusu. 

Yaşanan rezillikler ve pespayeliklerden çıkarılabilecek tek iyi sonuç artık bir adaletsizlik kaynağına dönmüş olan “gizli tanık” uygulamasının sorgulanması ve ortadan kaldırılmasıdır. Doğru uygulanan etkin pişmanlık kurumu, kriminalistik biliminin geldiği aşama ve bilimsel delillendirme yöntemleri suçla mücadele ve adil yargılamaya daha fazla hizmet edecektir.

İLHAN CİHANER / BİRGÜN

'Reyiz' sözünün arkasında..- MURAT İDE

Dedi ki:
-Bir gün zengin olduğumu duyarsanız, bilin ki haram yemişimdir..
Sözünün arkasında durdu.. Hayatında hiçbir değişiklik yok..
Bilmem neli ejder meyvesi içilen, 1100 odalı bir sarayda, sıradan bir vatandaş gibi yaşıyor..
Ancak 500 milyon dolarlık hediye verebilen bir sosyal sınıfta, emeklinin imkanlarıyla yaşıyor..

                                                                          **
Dedi ki;
-Demokrasi amaç değil, araçtır..
Sözünün arkasında durdu.. Şimdi o aracı tek başına kullanıyor..
Meclis'ten yargıya, emniyetten orduya, sendikalardan STK'lara, partilerden medyaya kadar, kimsenin yorulmasına izin vermiyor..
Hiç birimiz yorulmayalım diye, her şeyi 'Tek Adam' olarak düşünüyor, taşınıyor, karar veriyor, uyguluyor..
                                                                          **
İki lafın biri dedi ki;
-Cennet anaların ayakları altındadır.. Onların ayaklarının altını öpün.. Cennet kokar..
Sözünde durdu.. Derdini anlatmaya çalışan çiftçiye, "Ananı da al git" dedi..
Herkes yanlış anladı.. Oysa o "Cennete git" anlamında söylemişti.. Hâlâ sözünde yani..

                                                                          **
Dedi ki;
-Biz kimsesizlerin kimsesiyiz.. Mazlumların sesi olacağız..
Sözünde durdu..
Gitti, o mazlumların belini büken, emeğini sömüren, geleceğine çöken Büyük Ortadoğu Projesi'ne "AJAN" olarak sızdı.. Büyük risk alıp, BOP Eşbaşkanı oldu..
Her ne kadar eşbaşkanı olduğu proje, Türkiye de dahil her yerde, tüm planlarını çatır çatır hayata geçiriyorsa da, olsun, içeride mazlumların sesi olan bir 'AJAN'ımız olduğu için içimiz rahat..

                                                                         **
Ajan demişken, dedi ki;
-Bu Deniz Yücel denen gazeteci, bir gazeteci değil, bir AJAN, bir terörist.. Ben görevde olduğum sürece bırakılmayacak..
Sözünde durdu.. Ajan-terörist Deniz Yücel bırakılmadı..
Dünyanın en geri kalmış, en fakir, en çileli ülkesi Almanya'ya sürgüne gönderildi..

                                                                          **
Dedi ki;
-Ajan papaz, bu garip burada olduğu sürece çıkamayacak..
Bakmayın siz ajan papazın dün Amerika'da Trump reyize sarılarak poz verdiğine..
O fotağraftaki aslında papaz Brunson değil..
Bir daha Bakanlık beklemesin diye, Burhan Kuzu'ya yüz ameliyatı yaptırıp, onu gönderdiler..
Yoksa bizim papaz hala burada ve içerde..
Üstelik yerine gönderilen de, Türkiye adına ABD'de casusluk yapacak..

                                                                          **
Daha onlarca madde vardı sırada.. Ama bazı sesler duyar oldum;
-Ne kadar saçma bir yazı.. Hiç tutar yanı yok..
Niye?
16 yıllık tecrübeye ve her defasında kafayı taşa çakmamıza rağmen, 24 Haziran seçimlerinde yine başımıza gelirse, çooook zengin olacağımıza inanıp oy verdiniz de, şurada bana iki taklayı mı çok görüyorsunuz?
Reyiz gerçekten haklı.. Ortalık sizin gibi ajan-provokatörlerden geçilmiyor ha..

                                                                          ***
Kızım o soruyu sormasın diye..
Şöyle bir yoklayın son 16 yılımızı..
Sıcak paranın bolluğundan faydalanıp, borç parayla sefa sürmeyi maharet saymazsanız, bugün elimizde ne var?
Stratejik açıdan, ekonomik açıdan, sosyolojik açıdan..
Hakikaten, elimizde ne var?
Strateji desen, öyle bir duvara tosladık ki, Suriye'den Irak'a, İran'dan Yunanistan'a, Rusya'dan Amerika'ya, küçük ya da büyük, tüm aktörler, "Ne istedilerse aldılar, almaya devam ediyorlar.."
Ekonomi desen, ben ne anlatırsam anlatayım, önümüzdeki ay başından sonra gerçeği dibine kadar yaşayarak anlayacağız..
Son olarak, Türkiye Kömür İşletmeleri'nin arazilerini satıp, medyasına da "21 milyar tasarruf edeceğiz" diye pazarlayan algı operasyonuna bakmayın siz.. Elde avuçta kalmadı..
Sosyoloji desen.. Sokakta bir evladımız rahatsız edilse dünyayı ayağa kaldıran bir milletten, çocuklarımızın taciz edildiği tarikat yurtlarını hala matah bir şey zanneden bir millete dönüştük.. Daha ne olsun..
Ege'deki adalara bak, altımızdan vatan toprağı, elimizden Cumhuriyet gidiyor, kusura bakmayın, biz salınan trenle ilgiliyiz..
                                                                           **
Niye girdim bu konuya?
İki gün önce, sosyal medyadaki bir paylaşımımın altına bir yorum yapıldı..
Diyordu ki "milliyetçi"(!) vatandaş;
-Murat bey, siz de hep yanlış yerde duruyorsunuz.. Kalsaydınız o televizyonun başında, bugün ne imkanlarınız vardı..
Yorum aynen böyle..
"Belki de haklısınız" dedim.. Çünkü gelenlerin hayat standardındaki değişikliği görüyorum..:)
Ama mesele Türk Milliyetçiliği ve fıtrat.. Susamazsın.. Ülken yenilip bitirilirken, yan gelip yatamazsın..
Ve o fıtrat, kızının "Baba, ülke bu noktaya gelirken sen hiçbir şey yapmamışsın" demesinden ve başı öne eğmekten çok korkuyor..
Bütün mesele bu..
Siz şahitsiniz.. Kızım şahit.. Allah şahit..
Başımın dik kalması, ıskaladığım bütün imkanların üstünde..


Murat İde / YENİÇAĞ

Papaz gitti kriz bitti (mi?)-Tuncay Mollaveisoğlu

ABD Başkan yardımcısı Pence, kameraların karşısına geçip rahibin kızına sesleniyordu;
 "Sana söz veriyorum baban eve dönecek..."
O sıralarda Cumhurbaşkanı Erdoğan ise; "bu fakir görevde oldukça teröristi alamazsın" diye yanıt veriyordu...
Sonuç ortada...
Rahibin bırakılacağının tarihini, ABD'li gazetelerden öğrendik!

                                                                            *
Tek adamlık sisteminin Türkiye'ye yaşattığı ne ilk ne de son kriz olacaktır bu...
Yasama-Yürütme ve Yargı'nın tek bir kişinin avucunun içinde olması, o ülkeyi her türlü tehdit ve şantaja açık hale getirir diye defalarca uyardık.
Brunson olayı "Türkiye avucumun içinde" zihniyetinin, onur kırıcı, çarpıcı bir sonucudur.

                                                                            *
Şu başlıklar yandaşlara ait;
"Ajan Brunson'un PKK bağlantısı deşifre oldu..."
"ABD'nin geri almak uğruna Türkiye'ye ekonomik savaş açtığı ajan Brunson..."
Demek ki neymiş; doları-euro'yu fırlatan, milyonlarca yoksulun son kırıntılarını da elinden alan, şirketlerimizi batıran krizi, Trump, rahibi almak için çıkarmış!
Bu durumda yarından itibaren dolar kurunun eski seviyesine gerilemesini beklemeliyiz...

                                                                             *
Bilemiyoruz... Brunson belki gerçekten suçsuzdu... Peki, bir kaşık suda neden fırtına kopardınız?
Siz daha başından bu yana "bizde yargı bağımsızlığı vardır, müdahalemiz söz konusu olamaz" demek yerine süreci "papaz pazarlığına" döktünüz...
                                                                             *
Türkiye, ulusal çıkarları söz konusu olduğunda ABD'ye rest çekecek güçtedir.
Kıbrıs harekatını hatırlayınız...
Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit, açık tehditlere ve ambargoya rağmen harekatı yapmış, millet arkasında durmuştu...
Bu büyük mirası "papaz pazarlığınızla" yerle bir ettiniz.

                                                                              *
Hükümet ve korosu, ekonomik krizin ABD ile olan papaz gerilimi nedeniyle çıktığını söylediler.
Bizler ise; AKP'nin kötü yönetiminin, savurganlığının, üretimi yok etmesi ve hukuk devletini ortadan kaldırmasının krize neden olduğunu söyledik...
Brunson, krizin nedeni değil tetiği olabilir...
Hoca'nın hikayesindeki gibi "yorgan gitti kavga bitti" ise, yarın doların eski seviyesine gerilediği güzel bir güne uyanmalıyız...
                                                                             ***
Türkiye'yi "İmam Hatipleştirme" Projesi!
Devlet yönetimine atayacak liyakatli kadro bulamıyorlar!
Aslında memlekette yetişmiş insan gücümüz var ancak AKP zihniyetine uymuyor!
Bu nedenle askeri üniversiteye tarihçi, Denizcilik Fakültesine kadın doğum uzmanı atıyorlar!

                                                                           *
Kendi çocuklarını yurt dışında en iyi okullara gönderen Saraylılar, milletin çocuklarını İmam Hatiplere mecbur bırakıyorlar! Çünkü onlara arka bahçeden yetişmiş kadrolar lazım...
Diyanet İşleri Başkanlığı bir taraftan "İmam fazlasını" hastanelere ve üniversite yurtlarına "danışman" atayarak eritmeye çalışırken öte yandan bütçesindeki olağanüstü artışlar devam ediyor...
Bakınız;
Diyanet'in bütçesi önümüzdeki yıl 10.4 milyar liraya çıkarıldı!
Memleketin imam ihtiyacını karşılamak ve insanımıza İslam dinini doğru anlatmak için kurulmuş Diyanet'in bütçesi, Türkiye'de Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı bütçesinin 4 katı!
Ulaştırma Bakanlığı'nın bütçesine denk!
Terör kuşatmasındaki ülkemizin güvenliği için hayati önemde olan Milli İstihbarat Teşkilatı'nın bütçesinin 5 katını, imam yapılanmasına harcıyoruz.
Diyanet'in yalnızca personel ödemesi 6.2 milyar liradan 8.5 milyar liraya çıkarıldı! Yani önümüzdeki yıl da Diyanet, öğretmenler atama beklerken İmam kadrosu açmaya devam edecek...
Bu ülkenin gençlerine ve geleceğine yazık değil mi?
 (Yazımı kötüye yoracak beslemelere şunu söylüyorum; Cehennemin taşlarını döşeyenler İslam dinini paraya- siyasete alet edenlerdir)
                                                                         *
Dervişin fikri neyse zikri de odur...
Bana bütçeni söyle sana kim olduğunu söyleyeyim...


Tuncay Mollaveisoğlu / YENİÇAĞ

13 Ekim 2018 Cumartesi

Kıbrıs’ta neler oluyor? - Barış Doster

Suriye’deki gelişmeler ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin izniyle ABD’nin enerji şirketlerinden ExxonMobil ile ortağı Katar Petrol’ün ada açıklarında yıl sonuna doğru yapacaklarını açıkladıkları keşif sondajı, Akdeniz’in sularını daha da ısıtacak. 

Topraklarında iki İngiliz üssü varken, İsrail ve Fransa ile üs antlaşması yapan Rumlar, üs konusunda ABD ile de görüştüler. Rusya’nın son yıllarda Akdeniz’de artan nüfuzu; bölgenin enerji kaynaklarıyla ilgilenen, tedarikçilerini çeşitlendirmeye çalışan Çin ve Almanya’nın Ortadoğu’ya, Akdeniz’e yönelik hamleleri, rekabeti keskinleştiriyor. 
Türkiye ise Kıbrıs’ta büyük hatalar yaptı. Kurumsallaşmış devlet politikasını terk etti. Annan Planı’nı destekledi. Avrupa Birliği’ne (AB) Kıbrıs konusunda ödün vereceğini kanıtladı. Kıbrıs’ta kırmızı çizgilerimiz vardı: 
1) Adada iki eşit, iki egemen, iki bağımsız devletin kabulü. 
2) Türkiye’nin etkin ve fiili garantörlüğünün devamı. 
3) Adada Türk - Yunan dengesinin korunması. Hükümet, kırmızı çizgileri kamuoyunda tartışmaya açtı. KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ı devre dışı bıraktı. 

Dünyanın gözü önünde eleştirdi. “Kıbrıs konusunda herkesten bir adım önde olacağız”, “Denktaş gitsin kendi meclisinde konuşsun”, “Çözümü tıkamasın”, “Danışmanlarını gözden geçirsin” dedi. 

O yüzden Türkiye; mali, siyasi, diplomatik baskı altında daha büyük ödün vermeye zorlanıyor. Kıbrıs açıklarına sondaj gemisi gönderse bile, Suriye meselesi ile Akdeniz’in enerji kaynakları arasındaki ilişkiyi görememenin faturasını ödüyor. Mısır ile Rum - Yunan tarafı, İsrail ile Rum - Yunan tarafı arasında enerji odaklı gelişen işbirliklerini engelleyemiyor. Siyasi ve iktisadi açıdan sıkıştığından, Akdeniz’de ulusal güvenlik sorunuyla karşılaşıyor. 

KKTC’de de işler iyi gitmiyor. Gerekli yatırım yapılmadığından, güneş ve rüzgâr enerjisinden yeterince yararlanılamıyor. Hayat pahalı, ekonomi kötü, işsizlik, yolsuzluk yaygın. Verimli arazilere rağmen, tarımsal gelir düşük. Turizm ve üniversiteler dışında ciddi gelir kaynağı yok. Ayrıca, KKTC’nin dünyadan dışlanması, dünyayla ticaret yapamaması, Türkiye’nin KKTC’nin tanınması için çaba göstermemesi ve son yıllarda KKTC’ye atanan Türk büyükelçilerin bazı yanlış tutumları Kıbrıs Türklerinin umudunu kırıyor. Türkiye’deki numaracı cumhuriyetçilerin, “yetmez ama evet” takımının KKTC’deki uzantısı “yes be annem” ekibi de fırsattan yararlanıyor. Türkiye karşıtlığı yapıyor. Türk askerini istemiyor. Daha da ileri gidip, Mehmetçiğe “işgalci” diyenler bile var.

Atatürk uyarmıştı 
Sorun şu: Rum - Yunan tarafı, Kıbrıs’ın tamamında, tek başlarına hâkim olmak istiyorlar. Adadaki Türkleri azınlık cemaati olarak görüyorlar. Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla ve tüm adayı temsilen AB üyesi olmanın verdiği rahatlıkla hareket ediyorlar. Mevcut garantiler sistemini esnetmeye, mümkünse kaldırmaya çalışıyorlar. Denktaş çizgisinin zıddı olan mevcut KKTC yönetiminin ödün vermeye hazır olduğunu biliyorlar. Adada “sıfır garanti, sıfır asker” tezini savunuyorlar. ABD ve Avrupa da onları destekliyor. Federe devletleri, üniter devletleri parçalayan, bölmeye çalışan Batı emperyalizmi, Kıbrıs’ta iki farklı halkı, iki ayrı devleti birleştirmeye çabalıyor. 

Oysa adada müzakereler 1968’den beri sürüyor. Şimdiye dek, Türk tarafının önerdiği metni esas alan bir anlaşma metni olmadı. Ortaya konan tüm metinleri BM genel sekreterleri hazırladılar. Rum - Yunan tarafının menfaatlarını, önceliklerini gözettiler. Buna rağmen metinleri hep Rumlar reddetti. Annan Planı bunun kanıtıydı. ABD, AB ve BM tarafından Rum kesimine sızdırılmıştı. Açıkça onları kolluyordu. Türk tarafı ise “Metindeki boşlukları Annan doldursun. Biz ona güveniyoruz” diyerek diplomasi tarihinde görülmemiş biçimde, iradesini baştan teslim etmişti. Buna rağmen referandumda Rum Kesimi’nde yüzde 75 hayır, KKTC’de yüzde 65 evet çıktı. Rumlar, oylamadan hemen sonra AB üyesi olurken, ABD ve AB Türklere verdikleri hiçbir sözü tutmadılar. 

Kıbrıs, Girit misali kaybedilmesin diye, Atatürk yıllar önce uyarmıştı: “Efendiler, Kıbrıs düşman elinde bulunduğu sürece, bu bölgenin ikmal yolları tıkanmıştır. Kıbrıs’a dikkat ediniz. Bu ada bizim için çok önemlidir”. Uyarı; tarihi, siyasi, askeri, iktisadi, jeopolitik ve stratejik boyuttaydı. Dikkate almamanın sonuçları görülüyor.

Kıssadan Hisse: Kıbrıs’ta verilecek en küçük tavizin devamı, sadece Akdeniz’de değil, Ege’den Karadeniz’e dek her yerde gelir.

Barış Doster / CUMHURİYET

İzmir’i kim yaktı?- Prof. Dr. TÜRKKAYA ATAÖV

İzmir’i kimin yaktığı daha 1922 yılında dikkatle araştırılıp ciddi ve resmi bir yazanakla saptanmış, kopyaları daha o tarihte ilgili yerlere dağıtılmıştı. Uzun yazanağın dört satırlık genel başlığında şu tümce de yer almaktadır: “İzmir’i Türkler değil, Ermeniler ve Yunanlar yaktı...”

Emperyalizm donanımlı Yunan tümenleri İzmir’e çıkarıldıktan 3 yıl, 3 ay, 25 gün süre kendilerini gene yabancı korumasında denize itişe kakışa zor attılar. Ancak, Türk askerinin (İstanbul’dan sonra en görkemli kent olan) İzmir’e düzenli girişinden tam dört gün sonra, eşine az rastlanır bir fırtınayla daha kolay yayılan bir yangın, bu zengin kentin en az üçte birini yaktı, küle çevirdi. Günümüzde belki en çok okunan bir gazetede uzun gazetecilik yaşamında doğru haberler yazma titizliğiyle tanınan değerli arkadaşımız İzmir yangınının birkaç gün önceki yıldönümünde diyor ki: “Yangını kimin çıkardığı ne o zaman biliniyordu, ne de şimdi biliniyor.” Aynı yazar üç gün sonraki yazısında da, SBF’deki eski öğrencilerimizden birini ilgisiyle Vatikan belgeliklerinin Türkçe çevirileri bitirilip basıldığında, konuya bir açıklık geleceğini haber veriyor.

İzmir’i Ermeniler ve Yunanlılar yaktı 
Sonunda söylemek zorunda kalacağını başında özetleyeyim: İzmir’i kimin yaktığı daha 1922 yılında dikkatle araştırılıp altmıştan fazla daktilolu sayfayla hazırlanmış ciddi ve resmi bir yazanakla saptanmış, kopyaları daha o tarihte ilgili yerlere dağıtılmıştı. Uzun yazanağın dört satırlık genel başlığında şu tümce de yer almaktadır: “İzmir’i Türkler değil, Ermeniler ve Yunanlar yaktılar...” 

Bu resmi Amerikan yazanağının en az bir kopyası da Vaşington’daki Kongre Kütüphanesi’nde Amiral Bristol Belgeleri arasında yer almaktaydı. Benim o görkemli kütüphaneye ilk adım attığımda, oradaki kitap sayısı 30 milyonun üstündeydi. Şimdi, çok daha fazla olmalıdır. Yazanağı hazırlayan Mark O. Prentiss adlı bir görevliydi. “Yakın Doğu’ya Yardım” adlı ama Türklere karşı Hıristiyanların haklarını korumakla görevli bu kuruluşun özel atanmış temsilcisi olarak 8 Eylül Cuma gecesi (Kaptan Wolleson’un komutasındaki) ABD destroyeri “Lawrence” ile İzmir Limanı’na ulaşmıştı.

İtfaiye müdürü
Gözlem, saptama ve değerlendirme görevini çok dürüstçe yaptığını hemen eklemeliyim. Kendi yardımcılarıyla dolaşarak bilgi toplamış, kuşkularının üstüne gitmiş ve “Türkler bombaladı, öldürdüler” gibi dedikodulu haberler Batı basınınca söz konusu yerlere hemen koşup gitmiş, kendi de daha yoldayken İzmir’de bir yangından korktuğu, hatta kulağına birtakım suçlama girişimleri de geldiğinden İzmir’in 12 yıllık İtfaiye Müdürü Avusturyalı Paul Greskovich’le birkaç kez konuşmuş, görevi bırakıp kaçmış olan Rum erleri saptamış, önce 60 (sonra 37) kişinin kullandıkları yangın söndürme araçlarının iki küçük hangarda bulunduklarını Prof. Dr. TÜRKKAYA ATAÖV Izmir’i kim yaktı? görmüş, ayrıca limanda denize sarkıtılıp elle çalışan altı hortum da bulmuştur.

Kente giren Türk komutan
Prentiss, müdür Greskovic’den Türklerin kente girmelerine ramak kala Rum kökenlilerin işi neredeyse toptan bıraktıklarını öğrenmişti. Kente giren Türk komutan itfaiyeye kaçanların yerine yangından önce 100 nefer verdi. Grestovich Prentiss’e olağan günlerde on günde bir yangın başlangıcı olduğunu, ancak Türkler yaklaştıkça günde aynı anda beş yangının gözlemlendiğini, bir keresinde iki Ermeni papazının Ermeni okulu ve kilisesi gibi yerlerde çıra gibi yanmaya hazır ve gaza batırılmış paçavralar bulduğunu aktarmıştır. Türk askerleri de salı gecesi ve çarşamba sabahı ateş başlatan Ermeni gençlerini yakalamışlardır. Çarşamba günü 11.20’de en az yarım düzine yangın aynı anda başlamıştır. Saat 12.00’de beş yangın daha, iki daha Ermeni Kulübü’ne yakın yerde, ardından kasaba tren durağında birkaç yangın başlangıcı görülmüştür. Türklerin Amerikan Konsolosluğu çevresine de gaz döktükleri bildirimleri üstüne bunu haklı çıkaracak hiçbir ize rastlamayarak şunu yazmıştır: “Türklerin kenti ateşe verdiklerine ilişkin hiçbir kanıt bulamadım. Kanıtın tümü başka bir yönü gösteriyor.” 

Yangın başlayıp aşırı bir fırtınayla yayılırken yoğun duman ve patlamalar öylesine yoğundu ki, Prentiss’i en sonunda alıp götürecek olan Amerikan destroyeri “Litchfield”i gece yarısı daha açığa çekip almak gerekti. Prentiss, İstanbul’a da uğradı, Vaşington yolunda Roma, Paris ve Londra’daki ABD büyükelçiliklerine (sırasıyla Child, Herrick ve Harvey’e) ilk elden bilgiler verdi. 

İzmir’i kuşkusuz Türkler yakmadı. Ordu yorgundu; günlerdir başını koyacak bir yastık, iki kaşık sıcak çorba bulamamıştı. Yiyecek, giyecek, konut, otel, han, ilaç, eczane, hastane ve başka her türlü gereksinim oradaydı. Bu olgun meyve gene Türklere geri dönmüştü. Gerçekçi davranışlarıyla ün yapmış olan Mareşal Mustafa Kemal Paşa yangın haberini alır almaz sapsarı kesilmişti. Yangını sınırlamak isteyen Türk askerleri birkaç binayı dinamitlemek zorunda kalmışlardı; o kadar!

Güçlü baskı örgütleri
Öte yandan, özellikle Amerikan Kongresi’nde güçlü baskı örgütleri İzmir yangınında Türkleri suçlayacak kadar çıkarcılık peşindeydiler. Aynı Kongre’nin zengin kitaplığına yıllar sonra ABD Amirali Bristol’un mirasçıları babalarının 33 bin belgesini sattılar. Tuğamiral Mark L. Bristol, İstanbul’un işgalinde Yüksek Komiser ve Bağlaşık Güçler başkanıydı. Nişantaşı’ndaki Amerikan Hastanesi de onun adınadır. O çok sayıdaki belgenin içinde 60 küsur sayfalık Prentiss yazanağı da vardır. İzmir yangını konusunda basılmış tek bir kitap var. O da Ermeni kökenli Amerikalı Marjorie Housepian’ın. Başlığı: “İzmir 1922: Bir Kentin Yıkımı.” Bu yazar da aynı kitaplıkta çalışmış, Bristol belgelerini de elden geçirmiştir. Oysa, Prentiss yazanağının sözünü hiç etmiyor. Yunan bir okuyucu da başlıktaki “Yunan” sözcüğünü kurşun kalemle hafifçe karalamış.

‘Şimdilik kullanma!’
Bu yazanağın bir kopyası 1980’li yıllardan bu yana da bendeydi. İlk iş Dışişleri Bakanlığımızın Müsteşarına gösterdim. “Şimdilik kullanma!” dedi. Ayırıp sakladım. Ancak, bir Türk Tarih Kurumu toplantısında Vaşington’dan gelen Heath W. Lowry’nin aynı konuda konuşma yapacağını öğrendim. Yazanağa dayalı yazım en çok okunan gazetelerimizden birinde basıldı. İzmir’den telefonlar geldi, “Kentimizi kimlerin yaptığını şimdi öğrendik!” diye. Başka bir gazeteye de aynı konuda yazı verdim. Nev York’ta basılan bir kitabımın içine gene bu konuda İngilizce bir bölüm koydum; o da basıldı. O kitabı kendim Türkçeye çevirdim; Türkçesi altı baskı yaptı. Sanırım, ülkemizde de, dışarıda da yeterince basıldı, yayıldı ve okundu. İzmir yangınını kimlerin çıkardıkları yetkili imza ve resmi yazanakla o günlerden bu yana hep biliniyor. Ayrıca, yazanağı kaleme alan Prentiss, “The New York Times” gazetesi başta olmak üzere, bu ve benzeri gerçekleri anında belirten birçok yazılar da bastırmıştır.

Prof. Dr. TÜRKKAYA ATAÖV / CUMHURİYET

İnönü-İş Bankası ve çökme - Miyase İlknur

Ekonomide uyarı zilleri son birkaç yıldır çalmasına, uzmanların “ekonomimizçöküyor” uyarılarına rağmen AKP iktidarı, mega projeler, otoyollar, sahil yolları, Avrupa’yı hasetinden çatlatacak dev havalimanları, köprüler yapmaya koyularak bu uyarıları tekzip etmeye kalktı. Yaptıkları köprüler, sahil yolları ve otoyolların bazıları çöktü gerçi. Ama ekonomi kâğıt üstünde çökse de günlük hayatta henüz çökme emareleri göstermediğinden beton yatırımlara tam gaz devam ettiler. Çünkü ekonomideki çöküşü gizlemek için her zaman üzerine çökecek bir kurum, mal ve emtia bulmakta zorlanmadılar. 

Önce devletin kârlı ne kadar KİT’i varsa çöktüler. Haraç mezat bir yandaşa ya da yönetimine yandaşları alacağını taahhüt eden bir yabancıya sattılar. Şirkette yaşanan hisse sorunlarını bahane ederek Türkiye’nin en büyük şirketi Türkcell’e çöktüler. İş Kur’a kaynak aktaramayınca İşçilerin maaşından kesintilerle oluşturulan İşsizlik Fonu’na çöktüler. 2008’de bir kanun çıkararak ÖSYM’nin parasına çöktüler. Özelleştirme dışında kalan ne kadar KİT varsa çöktüler. Bankalar dahil bütün bu kitleri Varlık Fonu’na bağladılar. Atatürk Orman Çiftliği’ne çöktüler. Yerine Külliye dedikleri sarayı yaptılar. Bezm-i Âlem Sultan Vakfı’nın hastane, iş hanı, dükkânlar ve bilumum varlıklarına çöktüler. Yerine yandaşların yönetiminde olduğu bir üniversite kurdular. TMSF’ye geçen bütün medya kuruluşlarına çöktüler. Okluk Koyu’na çöktüler yazlık saray yapıyorlar. İsrail’in Mavi Marmara’da yakınlarını kaybedenlere ödediği 20 milyon dolara çöktüler.

***

Seçim sonrasında ekonomi gerçekten çöktü. Enflasyon ve döviz kurunu tutabilene aşkolsun. Bütün Avrupa’yı dolaştık, daha önce arayı bozduklarımızın ayağına gittik, ama kredi muslukları açılmadı. Sonunda Damat Bey, kredi kuruluşlarına güvence vermek için MCKinsey’le anlaşıldığını açıkladı. Ama Türkiye’de bu mesele hayli tartışılıp hükümetin aleyhine dönünce Cumhurbaşkanı anlaşmayı bozdu. 

İşlerin tıkırında gitmediği zamanlarda gündemi değiştirme metodu hemen devreye girdi. Rahip Brunson, İdlip sorunu, af konusu da yaraya merhem olmayınca Cumhurbaşkanı  Erdoğan, yine Cumhuriyet arşivine daldı. Galiba en iyi abonemiz Cumhurbaşkanlığı sarayı. Arşiv tarandı ve İnönü’nün IMF’nin kapısına giden kişi olarak takdim edildi ve elinde ABD bayrağı olan resminin olduğu Cumhuriyet ve Ulus gazeteleri kürsüden sallandı. Erdoğan’ın Kızılcahamam kampında kürsüden salladığı gazetelerde IMF yardımı değil Truman yardımından bahsediliyordu gerçi ama ne gam. IMF’den ilk kredi anlaşmasını DP iktidarı zamanında Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın yaptığını havuz medyası yazmadığı için, AKP tabanının haberi bile olmadı. ABD gezisi sırasında İnönü’nün elinde iki ülkenin dostluğuna vurgu yapan ABD bayrağını gösterip Türk bayrağını kadrajdan çıkardıkları kanıtlanınca “Biz elinde Türk bayrağı yok demedik ki...” diye sudan bir savunmaya geçtiler. 

İnönü tartışması sonlanmadan daha önce gündeme getirdikleri İş Bankası’ndaki CHP hisselerinin Hazine’ye devri meselesi ısıtılıp yeniden sunuldu. Birkaç hafta önce yurtdışı gezisinden dönerken Erdoğan, uçakta bu konuyu dillendirmiş, biz de “İkinci bir müsadere yasası mı geliyor” diye yazmıştık. Ancak İş Bankası konusunun gündemi değiştirmek için mi, yoksa gerçekten CHP’nin İş Bankası’ndaki hisselerine çökmek için mi yaptıklarını tam kestiremiyorduk. Erdoğan’ın bu konudaki açıklamalarından bir gün sonra bir bankanın genel müdür yardımcısı ile bir yemekte bir araya geldiğimizde, konu kendiliğinden İş Bankası’ndaki CHP hisseleri üzerinde tartışmaya geldi. “Galiba İş Bankası’ndaki CHP hisselerine çökecekler” diyen genel müdür yardımcısı haklı çıktı. 
İş Bankası’ndaki CHP hisseleri Atatürk’ün vasiyeti gereği bir yedieminlikten ibaret. Gelirlerini kullanamıyor. Sadece Atatürk’ün vasiyeti üzerine o gelirlerin Türk Dil ve Türk Tarih kurumlarına gidip gitmediğini denetliyor.

***
Ne garip; 1930’larda İş Bankası’ndan nemalanan Celal Bayar ve sivil bürokrasi İsmet Paşa’ya savaş açmış ve başvekillikten etmişlerdi. İş Bankası’nın etrafında kümelenen milletvekili, eşraf, ağa, emekli subay ve devlet himayesinde zenginleşen, birçok sektörde tekel konumuna gelen yeniyetme tüccar ve sanayici, devletçi bir politika anlayışını önceleyen İsmet Paşa ile onun hükümetine örtülü bir mücadeleye girmişti. İnönü, kâğıt sanayisinin bir devlet işletmesi olarak kurulmasını isterken aynı işe İş Bankası da talip olunca ipler iyice gerilmişti. Bu çekişme önce İktisat Vekili Mustafa Şeref, ardından da İsmet Paşa’nın başını yemiştir. Gerçi başvekillikten istifa etmek zorunda kalan İnönü, cumhurbaşkanı olarak devletin başına dönünce İş Bankası’nı yöneten, yönlendiren ve bankanın olanaklarından nemalanan kesimle hesaplaşmıştır ama sonradan Türkiye ve dünyadaki konjonktür nedeniyle devletçilikten taviz vermek zorunda kalmıştır. 

İş Bankası bugün Türkiye’nin yüz akı, en güvenilir sağlam bankalarından biri. Bu bankanın hisselerine çökülemeyince CHP’nin hisselerine çökmek daha kolay görünmüş olabilir. Belki bu hisselerin satış pazarlığı bile yapılmıştır. Çok övündükleri Osmanlı’nın en saygın valide sultanlarından Bezm-i Âlem Sultan’ın vasiyetini çiğneyenler Atatürk’ün vasiyetine mi saygı duyacaklar?

Miyase İlknur / CUMHURİYET

Bulantı - ORHAN GÖKDEMİR

12 Eylül sıcağında yargılandım, mahkemelerini ve hukukunu bilirim. Bakmayın acımasızca eleştirdiğimize, o zaman daha AKP’li yılların üzerimize çökeceğinin farkında değildik. 1980 ve 1990’lı yıllarda ülkede hukuk da vardı hukukçu da. Çoğu zaman DGM hâkimlerinin cübbelerinin altında askeri kıyafetleri olurdu. Ama onlar da hukukçuydu nihayetinde. 

Savcıların yasadışına çıkma eğilimlerine karşı duruşmalardaki hava daha bir hukuka yakındı. Size yöneltilen suçlama ne olursa olsun işlemin kanuna aykırı olduğunu gösterdiniz mi, hâkimler genellikle buna uygun karar verirdi. Sonuçta hukuk da, yargı da düzenin çerçevesi içinde iş görür, bunu biliyoruz. Ama kendi adıma söylüyorum, bugünkü kadar kuralsız, hukuksuz, yargısız, utanılası bir döneme tanık olmadım.

Sonuncusu herkesin gözleri önünde dün yaşandı, bitti. İzmir’de “FETÖ ve PKK adına suç işlediği”, casusluk yaptığı iddiasıyla tutukluluğu ev hapsine çevrilen ABD uyruklu rahip Andrew Craig Brunson, hâkim karşısına çıktı. Amerika, Sarayı fena sıkıştırmıştı, kulislerde rahibin salınması için anlaşmaya varıldığı söyleniyordu. Ne var iddianın elinde rahibi suçlayacak? Sadece gizli tanık ifadeleri. Büşra, Levent Kalkan ve Serhat isimli tanıklar aleyhte verdikleri ifadeleri geri çekti dün. “Yaralanan terör örgütü üyelerinin İzmir’e getirildiğini ilk kez duyuyorum” dedi biri. “Beni yanlış anlamışsınız” dedi diğeri. “Böyle bir şey yok, ben şahit olmadım” dedi sonuncusu. Hâlbuki üçü de rahibin casus olduğuna, PKK için çalıştığına adları kadar emindiler düne kadar.

Geldiler, ağır aksak işleyen eski yargı sistemini paramparça ettiler. İşte yerine kurdukları şey kabak gibi ortada. Gizli tanıklar atıyor, cüppeli AKP memurları tutuyor.
Yargısı bu!
                                                                 ***

O sırada bir adli adi vaka daha yaşanıyordu. AKP’nin işareti ve THY’nin finansmanı ile ta Barselona’ya kadar transfer olan “Teşekkül halinde evetçi” Arda, karakolda ifade veriyordu. Bir gece kulübünde evli kadına sarkıntılık etmiş, müdahale eden kocasını darp edip, yaraladı. Olay orada bitmedi. Öfkesine hâkim olamayan milli evetçimiz kalkıp hastaneye gitti. Darp ettiği kocaya tekrar silah gösterdi, ateşledi de. Silah ruhsatsızdı, ateşleyen ahlaksızdı.

Kriz çıkıp THY’nin sponsorluğu imkânsız hale gelince gönderdiler Arda’yı. Değeri onlarca milyon dolarla ifade edilen topçumuza bedava gelmeye razı olmasına rağmen talip olan kulüp çıkmadı ülkede. Yine AKP tuttu elinden, parti takımı Başakşehir’e kaydettiler işsiz vasıfsızımızı. İkinci maçında sağa sola saldırıp, küfürler savurmaya başlayınca orada da sildiler. Uzun zamandır kızakta. AKP arkasından itmeyince külkedisine dönüştü Bayrampaşa prensi, gece kulüplerinde sürtüp duruyor.

Bakmayın taşkınlıklarına, zeki, çevik ve dini bütün bir arkadaşımızdır. Hacca bile gitmişliği var. Şarkıcı Mustafa Ceceli, Nihat Doğan gibi başında takkesiyle fotoğrafını paylaşınca öğrenmiştik dini hassasiyetini. Yalnız değildir, ülkenin nevzuhur makbul vatandaş tipidir, tipiktir.
Sporcusu bu!
                                                                 ***

Bizim Barış Terkoğlu yazdı, iktidar yanaşması meşhur iki gazeteci, Fetö sanıklarından tehditle para sızdırıyordu. Gazeteciden daha çok mafya tetikçisine benziyorlardı zaten. Fark silikleşmiştir.

Fakat haklarını yemeyelim, Erdoğan’ın CHP’nin İş Bankası hisselerine el konulacağı sözleri üzerine yukarıdakilerinin “muhalif” versiyonu üzüntüsünü şöyle ifade etti; “Kapitalist rejimde vasiyet ve miras dokunulmaz hak, çünkü mülkiyet kutsaldır. 

Atatürk’ün vasiyet ve miras iradesini yasayla yok etmeye kalkmak, ancak mülkiyet hakkı tanımayan komünist rejim altında mümkündür. Ne oluyor? Türkiye komünist mi oluyor?” Son seçimde de İyi Parti’yi desteklemişti zaten. Olup bitende “faşizm” bulacak hali yokya. Gereği neyse onu yapıyor.
Gazetecisi bu!
                                                                 ***

Ünlü Profesör Celal Şengör, bir internet portalının soru–cevap etkinliğine katıldı. Dışkıyla çok haşır neşir olduğundan söz dönüp dolaşıp oraya geldi. "Kendi dışkınızı yediniz mi?" diye sordular. "Yedim. Özellikle insan dışkısı acıydı. Ötekiler tatlıydı, insanınki kadar acı değildi. Bu bir merak meselesidir, merak eden her şeyi dener” dedi.

"Dışkı yedirmek işkence değil” demişti daha önce de sözündeki inceliği anlayamamıştık. Yemeyi alışkanlık haline getirmiş adam, acısını tatlısını biliyor. Yemekle kalmıyor, keyfini çıkarıyor. Şükür ki “ne işkencesi lütuf bu, lütuf” dememiş.

Daha tedbirli olan “kankası” o sırada kütüphanesini saraya bağışladıktan sonra koşup bir bakanlığa danışman oldu. Yani dışkısı çıktı işin. Hangisinin eylemi aydın tarihimize daha ağır bir ihanet olarak kaydedilecek kestirmek mümkün değil.
Aydını bu!
                                                                 ***

Koca bir boşluğa dönüştü ülke, adı var kendisi yok. Sadece Saray ve Diyanet görünüyor bakıldığında. O yüzden ha bire bütçelerine ek yapılıp duruyor. 2019 yılı için Saray’a 1 milyar 50 milyon lira ödenek ayrılmıştı. Yeni hesap yaptılar, ödeneği 2,8 milyar liraya çıkardılar. Diyanet’e ayrılan 8,4 milyar lira ödenek de 10,4 milyar liraya çıkarıldı.
Ne var başka? 
Yeni oluşturulan kurullara atamalar yapıldı geçen hafta. Dönüp yeniden bakın. 80’li yılların meşhur Maksim Gazinosu’nun gösteri kadrosu kesinlikle daha niteliklidir.
Rejimi de bu!
                                                                  ***

Yıktıkları cumhuriyet eksiği fazlasıyla insanı ayakta tutma, düşmesine engel olma mücadelesindeydi. Şaklabanlar başlarına takke geçirip dini istismar etmesin diye laik bir devlet olma çabasındaydı. Yargı bağımsız olsun, savcılar cumhuriyet için çalışsın, hâkimler millet adına karar versin istiyorlardı. Sporcunun zeki ve çeviğini, gazetecinin ahlaklısını öne çıkarmaya çalışıyorlardı. Yapamadığı için yıkıldı.


Yıkılmışın, düşmüşün üzerine yenisini inşa etmeye çalışıyorlar şimdi. Boşuna çaba. İmkânı var mı?

Orhan Gökdemir  / SOL

Ver papazı al papazı - L. DOĞAN TILIÇ

Mahkeme Brunson’la ilgili kararını verdi ve Rahip ABD’ye gitmesine de izin verilerek salındı. Şimdi, “Nasıl aldım ama” diyen Trump’ın şovunu isleyeceğiz.
Vatandaşların çoğu, AKP’ye canı gönülden bağlı olanlar dahil, bir burukluk hissedecekler. Öyle hissedecekler, çünkü ne kadar çiğnenmiş olursa olsun, vatandaşlarda yargı bağımsızlığının önemli olduğuna dair bir algı var.
Brunson davasını ekonomi ile ilgilendirenler; ABD onu tutukladığımız için bizden intikam alıyor diyenler var(dı).


Parantez içindeki (dı) kısmında Erdoğan da var. Ekonomik krizi, doların dövizin halini, ABD’nin yaptırımlarını, silah satışına izin vermemesini vb.; Türkiye’nin dik duruşuna, Suriye’de yaptıklarına, baskılara boyun eğmemesine bağlıyordu. Boyun eğmemenin somut göstergelerinden biri de Brunson’un bütün “serbest bırakın” baskılarına karşı “bağımsız” mahkemelerce cezaevinde/ev hapsinde tutulmasıydı.

Ünye’de yaptığı bir konuşmada; “Buradan tekrar sesleniyorum ABD’dekilere” demişti Erdoğan, “Yazık yazık. Siz NATO’daki bir stratejik ortağınızı bir papaza değişiyorsunuz.

Sonra, ekonomik kriz falan olmadığını da söyledi, krizin Brunson’la ilgisi olmadığını da…

Ancak, Brunson konusunda yapılan her şeyin “bağımsız yargı” tarafından yapıldığına dair söyleme en öldürücü darbe de Erdoğan’ın kendisinden gelmişti. Bir konuşmasında, ABD’nin yine kendisinden Brunson’u istediğini belirterek; “Sizde de bir papaz var, bizde de. ‘Ver papazı, al diğer papazı’ dedim. Hemen, ‘Karıştırma orayı’ diyorlar. Yok öyle şey” demişti.
Bir devlet başkanı ağzından çıkan her söze dikkat etmek zorundadır. Bugün memlekette ve dünyada Türkiye’de yargı bağımsızlığı olmadığına dair bir düşünce hakimse, bu, sorunlu yargı kararları kadar en tepeden yapılan açıklamalara da bağlı.

ABD gazeteleri, biraz da bu algının konforu içinde, dünkü duruşma öncesi Ankara ve Washington arasında yapılan üst düzey görüşmelerde Brunson’un bırakılmasının kararlaştırıldığını yazdı.

Bir “FETÖ borsası” kurulduğu ve zengin kimi sanıkların para karşılığı bırakıldığı iddiasını ortaya AKP’liler attı. “Ver papazı - al papazı” denklemini  Erdoğan kurdu. Deniz Yücel’in serbest kalması da, onun “Ben bu görevde bu makamda olduğum sürece asla” diye yemin etmesinden sonra geldi.

Brunson’la ilgili iddialar yenilir yutulur cinsten değil. Hiçbirinin aslı olmayabilir ve yargı gerçekten buna bağlı olarak karar veriyordur! Ancak, o iddiaların çok daha azıyla yıllardır yatan vatandaşlar varken, yargının bağımsızlığına ve siyasi etkiden azade karar verdiğine kimseyi inandıramazsınız.
Söyledikleriniz ve yaptıklarınız, eğer yasalara ve hukuka uygun değilse; buna karşın onları bir de gururla, övünçle yedi düvele ilan ettiyseniz, onlar bir gün gelip ayağınıza dolanıyor.

Ver papazı - al papazı” söylemi gölgesinde alınan mahkeme kararları, Türkiye’yi dünyanın gözünde en pazarlık edilemez konularda pazarlık edilebilecek bir ülke haline getiriyor.

Kayıp gazeteci Kaşıkçı konusunda Suudilerle neler konuşuluyor, bilmiyorum. Şimdilik korkunç senaryoları bir kenara bırakıp, öldürüldüğünü değil de kimi Suudi yetkililerin yabancı basına söylediği gibi kaçırılıp Riyad’a götürüldüğünü düşünmek istiyorum.

Gerçi öldürülmüş olması da bu ilişkinin kurulmasını engellemiyor ama, Suudiler, misal dün gelen heyet, bizim yetkililerle konuşurken; “Siz de birçok ülkeden terörist diye adam kaçırıp Türkiye’ye getirdiniz. Bunu da gururla ilan ettiniz. Bizim yaptığımızın sizin yaptığınızdan ne farkı var” dese, ne cevap veririz acaba?

Yapıyoruz ama o ülkelerle işbirliği içinde, onların bilgisi dahilinde yapıyoruz mu deriz?

Öyle dediğimizde adamlar tutup da; “Bugün, Kosova İstihbarat Servisi tarafından gerçekleştirilen operasyonda 6 Türk vatandaşı sınır dışı edildi. Ben, başbakan olarak bu operasyonla ilgili bilgilendirilmedim. Bu yüzden, yasal ve anayasal yetkilerime uygun olarak hareket edeceğim” diyen Kosova Başbakanı Ramus Haradinac’ı kendilerine kanıt gösterseler, ne yaparız?

Hukuku “Ver papazı - al papazı”na bağladığınızda; çok şey verip hiçbir şey alamadığınızla kalırsınız!

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

İzmir'e ABD bayrağı çekildi!..- Ahmet TAKAN

Güzel İzmir... Şirin İzmir... Kahraman İzmir...
Sonunda bu zulmü de yaşadı!...
Casus, PKK, FETÖ iş birlikçisi Papaz Brunson, İzmir'e "gavur İzmir" diyenlerin marifetiyle serbest bırakıldı...

Aslında Perşembe'nin gelişi belliydi. ADSIZ'ı takip edenler taa en başından beri şahidimdir. Karara şaşırdım desem yalan olur. Dün, İzmir'de görülen duruşmanın safahatı da tam bir tiyatroydu. FETÖ ve PKK terör örgütleriyle irtibatından dolayı 35 yıl hapis cezası istemiyle 2 yıldır tutuklu bulunan ve son 2,5 ayı ev hapsiyle geçiren Papaz Brunson duruşmasında önce iddianın temeli tanıklar geri vites yaptı!.. "Ben öyle demedim", "beni yanlış anlamışsınız" dediler. Karakolda doğru söyler mahkemede şaşar misali!.. Son sürat ilerledi duruşma; savcı soruşturmayı genişletmek istemedi, esas hakkında mütalaasını sunarken 5 ile 10 yıl arasında bir ceza istedi. Savunmanın tanıklarının bile dinlenmesine lüzum görülmedi. Ara karar beklenirken esas hakkında karar verilme sürecine gidildi ışın hızıyla!.. Papaz efendi "Masumum. Türkiye'yi çok seviyorum. Beraatımı istiyorum" dedi. İkna olduk masum olduğuna!.. En alt sınırdan verildi ceza ve papaz kaçtı!..

Devletin elinde tüm belgeler vardı aslında. Türkiye'de ne haltlar karıştırdığı belgelerle ortadaydı. Duruşmanın başladığı saatlerde durum değerlendirmesini aldığım çok deneyimli ve ünlü eski bir DGM savcısı, "Tahliye olacak. Bu duruşmada karar çıkacak, bütün tedbirler kalkacak, yurt dışı yasağı konmayacak. Cezayı da düşük verecekler" demişti. Haklı çıktı!..

 "Sizde de bir papaz (Fethullah Gülen) var, bizde de. 'Ver papazı, al diğer papazı' dedim. Hemen, 'karıştırma orayı' diyorlar. Yok öyle şey."
R. Erdoğan diyordu bir zamanlar bunları..
Bakalım şimdi nasıl bir kılıf bulunacak. Ahali nasıl bir algı operasyonu ile kandırılıp, uyutulmaya devam edilecek?..
 Erdoğan'ın sözde efelenmelerinin ardından ABD, Brunson'ın serbest bırakılmamasından "sorumlu" oldukları gerekçesiyle İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ve Adalet Bakanı Abdülhamit Gül'e yaptırım uygulamıştı. ABD Hazine Bakanlığı Gül ve Soylu'nun malvarlıklarını dondurmuştu.

Papaz'ı verdik, bari Süleyman Soylu ile Abdülhamit Gül mallarını kurtarabilseler!..
Kafamda derin bir soru var?.. PKK ve FETÖ hamisi bu terör örgütlerine destekten ve bu yönde Türkiye'deki faaliyetlerinden vazgeçer mi?.. Brunson'un Papaz olduğuna hiç inanmadım. ABD'nin Türkiye'yi parçalamak için devreye koyduğu yüz yıllık projesinden vaz geçeceğine de en ufak bir ihtimal vermiyorum. Tedbirlerini çoktan almışlarıdır. Bu sefer daha ihtiyatlı hareket etmişleridir. Brunson'un yerine 1 değil 10 "papaz" görevlendirmişlerdir. Yeni casus Brunsonlar da çoktaan gelip İzmir ve civarlarında görevlerine başlamışlardır. Mehmetçiğin kafasına çuval geçirildiğinde ABD'ye nota verilmesini bekleyen çevrelere "ne notası. Müzik notası mı" diyenlerin sayesinde!..

Daha da acısı var;

Türkiye Cumhuriyeti devleti son bir hafta içinde üst üste 2 kez façasına derin çizik yarası aldı. Türk topraklarında Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı'yı testere ile kesip yok ettiler. Kurtuluş Savaşımızın sembolü İzmir'de  PKK, FETÖ iş birlikçisi ABD ajanı Brunson'u zorla serbest bıraktırarak diz çöktürdüler.

İzmir'in dağlarında çiçekler açmadı!..
İzmir'e ABD bayrağı çektiler...
Gazi Mustafa Kemal Paşa...



Ahmet Takan / YENİÇAĞ

12 Ekim 2018 Cuma

Bilimciler yurda dönecekmiş - ÖZDEMİR İNCE

Cumhurbaşkanı Erdoğan, üçüncü havalimanında yapılan Havacılık, Uzay ve Teknoloji Festivali’nde yaptığı konuşmada 1- “Günümüz dünyasında gerçek anlamda bağımsızlığın birinci şartı, teknolojiyi üreten ve ihraç eden ülke konumuna ulaşmaktır. Teknolojik gelişmelerin ilk aşaması hayal edebilmektir.”…2- “Ecdadımız asırlar boyunca hep daha fazlasını hayal etmiş, bunun peşinden gitmiş ve çoğunlukla da hedefine ulaşmıştır. Biz de Türkiye’ye ne kazandırdıysak hep hayallerimizin peşinden giderek kazandık. TEKNO- FEST’in bir sıçrama vesilesi olmasını düşünüyorum. Ülkemizin milli teknoloji hamlesinin başarıya ulaşması, teknoloji üreten bir toplum haline dönüşmemizle mümkündür” demiş.

***
Konuşmanın birinci bölümüne her aklı başında insan katılır. Ama, işin ters tarafı “bilim üreteceğiz” yerine, “teknoloji” denmesi. Bu koşullanmış “sağ” kafa, bilim için gereken uzun vadeli yatırım yapmadan, “imansız” bilimcilerle uğraşmadan teknoloji üretmek, Batı’nın teknolojisine sahip olmak ister. Ne güzel, değil mi? Ama, kazın ayağı hiç de öyle değil, bilim olmadan, bilimsel ortamı kurup geliştirmeden teknoloji yarışına girmek ham hayal. Teknoloji, bilimin yan ürünlerinden biridir ve bilim olmadan var olamaz. Eh, gayret, ecdattan ilham alan, hurafe yuvası imam hatiplere düşüyor.
***
Cumhurbaşkanı Erdoğan, aynı konuşmada, bilimcilerin (scientiste, scientifique) yurda dönüş seferberliğini başlattıklarını belirterek, “Finans,sağlık, enerji teknolojileri yerli ve milli olarak geliştirerek bağımsızlığımızıperçinlemeye çalışıyoruz. Bilim insanlarımızın yurda dönüş seferberliğinibaşlatıyoruz, uluslararası lider araştırmacılar programı başlatıyoruz; dünyanın her yerindeki bilim insanını ülkemizde başlattığımız atılıma katılmaya davet ediyorum” demiş.
***
Davet biçiminde bir sorun var: Bilimcileri koyun sürüsü halinde düşünüp toptan davet edemezsiniz. Diyelim ki bu davet ciddiye alındı, büyük bir bölümü yurda döndü: Ne yapacaksınız? Bir plan ve program yaptınız mı? Türkiye’nin hangi alanda bilimciye gereksinimi var? Diyelim ki ben ABD’de bir tıp fakültesinde “Prof. Dr” unvanlı, araştırma yapan bir bilimciyim. Farmakoloji doktoram ve molküler biyoloji ve patoloji alanlarında da ayrı ayrı postdoktoram var. Harvard ve MIT’de uzun yıllar çalışmışım. Kanser alanında önemli bulgularım var. Laboratuvarımın yıllık bütçesi en azından (…) milyon dolar ve yıllık kazancım (…) yüz bin dolardan aşağı değil. Erdoğan hükümetine neden yurda dönüş dilekçesi yazayım? Benim ülkeye çok ayrıntılı bir sözleşmeyle davet edilmem gerekmez mi?
***
Erdoğan hükümeti bilimci sağlama konusunda yurtdışında yetişmiş laik disiplinli bilimcilere sonsuza kadar güvenemez. Cumhurbaşkanı hazretleri, türbanlı öğrencilerin bevleviye ve kadavra derslerinde günaha girmemek için gözlerini kapattığını elbette bilmiyordur. 
Asıl önemlisi: Avrupa’da, ABD’de özgür bir ortamda yaşayıp çalışan bir bilimci, başıbozuk bir rejimde çalışmaya neden gelsin? Mal ve can güvenliği olmayan; öğrencilerin, işçilerin, yazar ve sanatçıların sudan sebeplerle hapse atıldığı bir memlekete neden gelsin? Bilimin yerlisi, yersizi olmaz, bilim evrenseldir. Önce ülkeni evrensel standartlara uygun hale getireceksin. Unutulmasın ki: Cumhuriyetçi, laik ve özgür bir bilimci, Cumhuriyetin uygar devrimlerine düşman, İslamcı bir iktidara hizmet etmeyi kabul etmediği için elbette kınanamaz. Bilimcilere, Diyanet’e ayırdığından çok daha fazla para ayırabilecek misin?

Özdemir İnce / CUMHURİYET

Şark devletinde bir cinayet - MİNE SÖĞÜT

İstanbul’da Suudi Arabistan Başkonsolosluğu’na girdikten sonra ortadan kaybolan... 
Sırf bu iş için Türkiye’ye gelmiş özel bir tim tarafından korkunç bir cinayete kurban gittiği konuşulan... 
Cesedinin parçalara ayrılarak konsolosluktan çıkarıldığına ve yok edildiğine dair deliller olduğu varsayılan... 
Amerika buna çok kızacak” diye hayıflanılan... 
Türkiye olayı çözmezse adı karalanacak” diye mızmızlanılan, ülkesindeki iktidara muhalif bir gazetecinin başına gelmiş olabilecek korkunç bir olayı, bir casusluk filminin senaryosuymuşçasına didikleyen kolektif aklımızı bir kez daha kaçırdık. 

Biz o aklı daha önce defalarca kaçırdık. Canlı bombalar kalabalıkların arasına girip insanları havaya uçurduğunda da kaçtı. 
Gözaltında işkenceden ölenlerin başlarına gelenler kanıtlandığında da kaçtı. Güneydoğu’da asit kuyuları ortaya çıktığında da kaçtı. 
İleride de daha çok kaçacak. 

Mesela 15 Temmuz’un aslında ne olduğunu öğreneceğiz, o akıl yine kaçacak. 
İktidarın suçları resmen açığa çıkacak, yine kaçacak. 
Başka iktidarlar, başka suçlar ve başka iktidarlar ve başka suçlar ve başka iktidarlar karşısında o kolektif akıl daha çok, ama çok kaçacak. 

Bu arada hangi devletlerin hangi terör örgütleriyle nasıl anlaşmalar yaptıklarını ve 
o anlaşmalar bozulduğunda ya da işin seyri değiştiğinde ortaya nasıl sonuçlar çıktığını anlatan araştırmacı yazarlar cilt cilt kitaplar yayımlamaya devam edecekler. 
Belgeselciler kirli ilişkileri tane tane deşifre eden dev belgeseller çekecekler. 
İtirafçılar zaman zaman çözülüp bülbül gibi ötmeyi sürdürecekler. 

Ama hiçbir şey değişmeyecek. Kendi hayatını başkasının hayatını izler gibi izleyen ve televizyon karşısında devamlı çekirdek çitleyen insanlık, bu kirli ve tehlikeli ilişkilere her seferinde bir kez daha aşılanacak. 

Soğuk ve sıcak savaşların çıkmasını, dünya nimetlerinin para babaları tarafından hunharca yağmalanmasını, bu yağmanın acısının çok çalışıp az kazanan ve zorluklar içinde küçük hayatlar yaşayan milyarlarca insandan çıkarılmasını kadermiş gibi kabullenen koca bir dünya halkının eğik boynunu kopara kopara bitiremeyen vahşi kapitalizm ve ondan da vahşi emperyalizm dünyanın altını üstüne getirmeyi sürdürecek.     


Suudiler ve Amerikalılar ve Türkler... Ve diğerleri... 
Asla göründükleri gibi hukuka göre işleyen resmi devletler değiller. Her biri belli ki aslen ganimet peşinde şekillenmiş, “gerekirse” her şeyi yapabilecek birer çete. İktidar modellerini insanlık adına değil, kazanmak adına çağlardan çağlara sürüklemekteler. 
Biz şimdi Türkiye’deki Suudi Arabistan Başkonsolosluğu’na sağ girip muhtemelen oradan ölüsü çıkan ve dünyanın canına okuyan devletlerin uluslararası kirli ilişkilerinde bir anahtar olan bir gazetecinin akıbetine bakıp ne anlamalıyız? 

Suudilerin ne kadar vahşi olduğunu mu? 

Türklerin basiretsizliğini mi? Amerika’nın gücünü mü? Gazetecilerin aslen casusluk yapabildiğini mi? Casusların enselendiklerinde devletler tarafından hunharca öldürülebildiklerini mi? 

Bunların hepsi aslında bize tek bir şey öğretmeli. 
Dünyada işler öyle vitrinde göründüğü gibi dönmüyor. Bu dünyayı rezil çeteler, kara paralar, iğrenç ilişkiler, tiksindirici pazarlıklar, göz yummalar, gözdağları yönetiyor. 
Siz bu arada cebinizdeki paranın bu ay neyi almaya yeteceğini, neyi almaya yetmeyeceğini hesaplıyorsunuz. 

Askere gönderdiğiniz oğlunuz sağ saim eve dönsün diye dualar ediyorsunuz.  Üniversiteye giden çocuğunuz orada siyasi olaylara karışmasın diye adaklar adıyorsunuz. 
İşinizden çıkarılacaksınız, kiranızı ödeyemeyeceksiniz, kredi kartınız patlayacak diye ödünüz kopuyor. 
Ettiğiniz bir laf yüzünden hapse gireceksiniz diye aklınız gidiyor. 
Bu arada Allah’a, bayrağa ve vatana inanıyorsunuz. 
Onlara canınız pahasına sahip çıkmaya programlanıyorsunuz. 


Ama bir türlü farkına varmıyorsunuz; 


Sahip çıkmanız istenen hiçbir şey zaten sizin değil.

Buna canınız da dahil.

Mine Söğüt / CUMHURİYET