16 Ekim 2018 Salı

İşsizlik beklendiği gibi artıyor- HAYRİ KOZANOĞLU

Dün açıklanan Temmuz ayı işsizlik rakamlarına göre bir önceki yıl ile karşılaştırınca işsizlik oranı yüzde 0.1 artarak yüzde 10.8 oldu. İşsiz sayısı da 88 binlik bir yükselişle 3 milyon 531 bin kişiye ulaştı. Aslında belki de ayrıntılı yorum yapmaya bile gerek yok. Neden mi? Çünkü Berat Albayrak tarafından açıklanan ve pek de “gerçekçi” bulunan Yeni Ekonomik Program, önümüzdeki 3 yıl işsizliğin tek hanelere düşürülmesine ilişkin bir perspektif içermiyor. Tam aksine 2019’da işsizliğin yüzde 12.3’e yükselmesini öngörüyor. Yurttaşa bir umut bile vermiyor.

İşsizlik artmaya devam edecek
Peki bu oran gerçekçi mi? Ne yazık ki önümüzdeki aylarda işsizliğin yükselmeye devam edeceği, kış aylarında büyük olasılıkla yüzde 15 oranının üzerine çıkacağı ayan beyan görülüyor. Hatırlatalım Temmuz ayı istatistikleri Haziran-Ağustos arasındaki üç ayı kapsar. Yaz dönemi bilindiği gibi başta turizm, inşaat ve tarımda faaliyetlerin hızlandığı, istihdama en uygun süreçtir. Bu dönemde bile işsizliğin artışı durumun vahametini açıkça gösteriyor. Nitekim Haziran ayında yüzde 10.2 olarak açıklanan işsizlik oranıyla kıyaslayınca da yüzde 0.6’lık ciddi bir sıçrama söz konusu…

Toplumun yarısı bile çalışamıyor
Hep vurguluyoruz, manşet işsizlik oranından daha önemlisi bir ekonomide çalışabilecek yaştaki yurttaşların ne oranda istihdam edilebildiğidir. Şöyle bir başparmak kuralı var: bir ekonomi yurttaşlarının yarısını bile üretim süreçlerine katamıyorsa başarısızdır. Ne yazık ki Türkiye’de bu oran yüzde 48.2’yle yüzde 50’nin altında. Çalışabilecek kadınların ise yüzde 30’dan aşağısı, sadece yüzde 29.7’si bir işte çalışıyor.

Gençlerin de toplumun da geleceği umut vermiyor
Ne eğitimine devam eden, ne de çalışacak bir işi olan gençlerin oranı 2017’nin aynı dönemine göre yüzde 1 artarak yüzde 27.7’ye ulaşmış. Özellikle genç erkeklerde yüzde 2’ye yakın bir sıçrama gerçekleşmiş (yüzde 16.5’ten yüzde 18.4’e), kadınlarda ise oran daha da yüksek: yüzde 37.2. Bu istatistik, gençlerin bugünkü hali pür melalini göstermenin yanında, toplumun geleceği için de karamsar bir tablo çiziyor.

Mevsim etkilerinden arındırılmış veriler de kötü
Ekonomistlerin istihdama ilişkin analizlerde daha yakından izlediği istatistik, “mevsim etkilerinden arındırılmış” verilerdir. Bu gösterge de, yüzde 11’lik bir işsizlik oranına işaret ediyor. Şubat 2018’den başlayarak işsizliğin artışı yönünde bir eğilim gözlemleniyor. Tarım dışı işsizlik yüzde 13 iken, genç nüfusta işsizlik yüzde 18.9’la daha da yüksek düzeylerde. Bu istatistiğe göre, sadece işsizlik artmamış, işgücüne yeni katılımlar da göz önüne alınarak hesaplanan çalışan sayısı da azalmış…

İşgücüne katılım oranı artacak işsizlik sıçrayacak
Önümüzdeki aylarda işsizlik oranının hızla artışına tanık olacağız. Bunun başlıca iki nedeni var: birincisi ekonomi hızla daraldığı için işten çıkarmalar yaygınlaşacak, yeni yatırımlar neredeyse tamamen duracağı için başta inşaat sektörü geçici işlerde çalışanların sayısı iyice azalacak. İkinci neden, kriz dönemlerinden deneyimlediğimiz gibi, aile bireylerinden birinin işsiz kalması veya ücretinin eksik ve/veya geç ödenmesi diğer bireyleri (çoğunlukla ev kadınlarını ) ne pahasına olursa olsun bir gelir kazanmak için işgücü piyasasına yöneltecek. İşgücüne katılım oranı artış gösterirken işsizlik oranı yükselecek, düşük ücretlerle sigortasız/güvencesiz çalışanların sayısı fırlayacak.

Ne yazık ki rakamlara da yansıdığı gibi durum çok iç karartıcı…

 HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Cinayeti kör bir balıkçı gördü! - İBRAHİM VARLI

Suud monarşisi her türlü kötülüğe imza atabilecek, aklın, bilimin, rasyonalitenin olmadığı bir kan imparatorluğu. Vahabizmin merkezi Suudiler böyle olsa dahi İstanbul’da kendi elçiliğinde CIA ile bağlantılı bir gazeteciyi imha edecek kadar gözü dönmüş olabilir mi?
Evet olabilir. Ancak ABD’nin de dâhil olduğu bir denklemde Suudilerin bu hatayı yapma riskini göze almaları pek “rasyonel” değil.

Peki ne oluyor.

Derin ve kirli bağlantıları olduğu her adımda daha da gün yüzüne çıkan Cemal Kaşıkçı’nın Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosluğu’nda ortadan kaybolmasının arkasında ne var?

Olay nasıl olduğundan çok, ne tür sonuçlara yol açabileceği üzerinden irdelenirse, neden yapıldığı da ortaya çıkmış olur.

Öncelikle Kaşıkçı vakası Türkiye’nin başına çorap örülmek istenmesinden çok Suudi Arabistan’ın içine yapılan bir operasyon izlenimi veriyor. ABD’nin giderek artan şekilde ağırlığını koymaya ve tehditler savurmaya başlamasından da anlaşıldığı üzere yeni bir Suudi operasyonu söz konusu.

ABD bu işin neresinde?
ABD’nin bu işin tam merkezinde yer aldığı gün geçtikçe daha net bir şekilde anlaşılıyor. Konsolosluk ile Suudi’lerin her adımının dinlenmesi ve yapılan planlardan haberdar olunmasına rağmen, adım atılmaması bunun göstergesi. Kaşıkçı’yı kullanma niyetinde.

ABD’nin niyetinin insan hakları, özgürlükler, hak, hukuk olmadığı açık. Kaşıkçı’yı kullanma niyetinde. Riyad arasında bir diplomatik krize dönüşmeye aday.

Kaybolma olayının gerçekleştiği gün Trump’ın her zamanki mafyatik üslubuyla sarfettiği “Biz olmasak Kral koltuğunda iki hafta kalamaz” açıklama yapması ve veliahtın buna “Sizden alınan her silahın parasını ödüyoruz” diyerek cevap vermesi, iki ülke arasında ters giden bir şeylerin olduğunu gösteriyor.
Tehdit dozajını her geçen gün artıran Trump’ın, Kaşıkçı'nın kaybolmasının arkasında Suudilerin olması halinde çok ağır cezalar uygulayacaklarını söylemesine, atılacak herhangi bir olumsuz adıma karşılık verileceğini açıklaması meselenin Riyad-Washington arasında cereyan ettiğini gösteriyor.
Olası senaryolara gelince.

1- Suudi monarşisine ayar çekmek
Birinci opsiyon, tıpkı geçen yıl gerçekleştirilen Saray içi darbede olduğunu üzere veliaht Prens Muhammed Bin Selman’ın önünü açmak. Koltuğunu bırakmak istemeyen 83 yaşındaki kral Selman devre dışı bırakılarak, genç prensi tahta oturtmak. Suudi Arabistan Kralı Salman bin Abdülaziz el Suud, veliaht prensi olarak Haziran 2017’de 31 yaşındaki oğlu Muhammed bin Selman’ı getirmişti. Altı ay sonra da, 4 Kasım 2017’de Veliaht’ın emriyle büyük bir operasyon gerçekleştirildi. Aralarında onu aşkın prensin de bulunduğu ülkenin en zenginleri ve en güçlülerinden oluşan 200 kişi bu operasyonla gözaltına alındı. Birçok prens de öldürüldü bu süreçte. Tüm bunlara rağmen ABD ve Batı’nın “liberal prens” olarak parlattığı MbS ülkedeki neoliberalizasyon sürecini bu güçlerin istediği hızda gerçekleştiremiyor. Baba Selman devre dışı bırakılıp, MbS işbaşına getirilirse istenilen de elde edilmiş olacak. Bir başka olası senaryo ise genç prensi dize getirmek, kulağını çekmek.

2- İran’a karşı Suudi’leri kullanmak
Trump ABD’si 6 Kasım’da İran’a yönelik en kapsamlı yaptırımları devreye sokma hazırlığında. İran’ı adım adım kuşatmayı planlayan Trump’ın hedefinde bu ülkeye yönelik müdahale de var. Bunun için de Suudilerin öne sürülmesi gerekiyor. Suudiler hem finansal hem de askeri olarak müdahalede aktif şekilde kullanılmadan İran’ı vurmak olası değil. İran’ın vurulması konusunda her ne kadar ABD’den farklı düşünmeseler de Suudilerin bu konuda daha temkinli hareket etmek istediği ortada. Washington, Suudileri Kaşıkçı üzerinden sıkıştırarak, İran’a yönelik müdahale konusunda istediği kıvama getirme arayışında. Sünni Arap NATO’su projesinin merkezinde de Suudiler var. Ve ABD Arap NATO’sunu sadece İran’a karşı değil bölgedeki diğer sorunlarda da kullanmak istiyor.

3- İhvancı muhaliflere açık uyarı
Kaşıkçı üzerinden Müslüman Kardeşler’e sert bir uyarı da verilmiş olabilir. Kaşıkçı, İhvan’a yakın bir isim. Derin bağlantıları olan karanlık bir sima. Geçmişte Suudi Arabistan’ın eski istihbarat başkanı Prens Türki bin Faysal'a danışmanlık yapan Kaşıkçı, geçen yıl ABD'ye taşınmış, Washington Post için Suudi Arabistan konusunda yazılar kaleme almaya başlamıştı. İhvan Suudi Arabistan’da yasaklı ve terör listesinde. Mısır, Suudi’ler ve Körfez Arap monarşilerimden kaçan İhvancıların yeni merkezi ise İstanbul. İstanbul’da binlerce İhvancının varlığından bahsediliyor. Türkiye, Katar ile birlikte İhvan’ın hamisi. Kaybedişin bu kadar aleni olması içerideki ve dışarıdaki muhaliflere bir gözdağı olarak okunabilir. Muhalefete nerede olursanız olun, sizi vururuz mesajı verilmiş olabilir.

Türkiye’ye mesaj var mı?
Kaşıkçı’nın İstanbul konsolosluğunda kaybedilmesinde Türkiye’ye de bir mesaj var mı? Türkiye’ye, “kimlerle ilişki kurduğunuzu biliyoruz ve bundan rahatsızız. Bu sularda çok fazla yüzmeyin” mesajı verilmek istenmiş olabilir elbet.

Ortadoğu’nun kırılgan fay hatları
Suudi Arabistan, ABD ve Türkiye üçgeninde gelişen Kaşıkçı vakasını irdeleyen Alman Frankfurter Allgemeine Zeitung, Kaşıkçı'nın akıbetinin Ortadoğu'daki tehlikeli fay hatlarını daha da belirginleştirdiği değerlendirmesinde bulunurken çok da haksız sayılmaz. İstanbul'un göbeğinde bir konsolosluk binasında birdenbire sır olan Kaşıkçı şayet öldürüldüyse, bu cinayetin Ortadoğu'ya yansıması her halükarda çok canlar yakabilir.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

15 Ekim 2018 Pazartesi

Mala, vasiyete el koyma dönemi: İş Bankası - ORHAN BURSALI

Uzun zamandır iktidarın mala mülke yasalarla el koyma dönemine girdiğini belirtiyorduk ki bu yeni dönemin müthiş bir örneği pat diye önümüze geldi. Meclis’ten çıkarılacak bir yasa ile malınız, mülkünüz, vakfınız elinizden alınıp “Hazine” malı yapılabilir. 
İş Bankası örneğinde şimdi bunu da yaşamaya başladık.

 
Mala mülke el koyma bugüne kadar “terörle ilişkilendirilerek” gerçekleştiriliyordu. Fakat “terörle ilişki” iddiasının, siyasi vesayet altındaki adalet sisteminde o kadar keyfi, emir-demir ilişkisiyle yoruma açık bir yapısı var ki.. Bir-iki gizli tanıkla bile insanlar çırılçıplak kalabilir, yedi sülaleniz lanetli hale getirilebilir...

Terörle ilişkilendirilerek mallar TMSF isimli, iktidarın güdümündeki kuruma - kayyımlara aktarılıyor, oradan uygun bir şekilde ve uygun kişilere devrediliyor. 

Şimdi ilk kez Meclis’ten çıkartılacak bir yasa ile bir “mal”, emanet edilenden alınacak ve “Hazine”ye devredilecek. Bugüne kadar böyle bir özel yasa örneği görülmüş mü?

Ata: ‘Dil’ ve ‘Tarih’ 
Hazine demek iktidar demek. Arkadaşlar “mal” dediğime bakmayın tabii ki. “Mal” olarak gören iktidar! 
Söz konusu olan Ata ve mirası! Manevi değerine paha yok.
Türk Tarih ve Dil kurumlarının yaşaması Ata için birinci derecede önemliydi demek ki. Dili, Türkçeyi geliştirecek, tarih araştırmalarıyla ülkenin geleceğe yürüyüşünün yolunu aydınlatacaktılar. Kurumlara sürekli gelir sağlıyordu Ata. Onlar şimdi bunu hak ediyorlar mı ürettikleriyle, bu bir başka tartışma konusu. 

Her ne kadar şimdiki kurumların bilimsel tercih ve davranışlarıyla Ata’nın temellerini attığı kurumlarınki çok farklı olsa da...

Bay ‘Ceberut’ ve kemikleri
Kurdurduğu İş Bankası’ndaki hissesinin temsiliyetini de CHP’ye verdi. Bu “kişisel” hisseler her bakımdan tarihsel mirastır da. Dikkat edin “Hazine”ye bırakmıyor. Hazine, her ne kadar manevi olarak milletin kasası sayılsa da, iktidarların kullanım aracıdır. Har vurup harman savurabilir. Net bilgi! 

Bay Netekim” diye anılan ceberut kirli ruh da, biliyorsunuz Ata mirası CHP’yi yok etmeye kalkıştığı gibi, arşivini SEKA’ya kâğıt hamuru olmaya göndertmiş ve büyük bir tarihi yok etmişti. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinden bahsediyorum! Neyse kemiği kalmış mıdır bilmem. 
RTE bugüne kadar bu konuya el atmamıştı. Konuyu aylar önce ortaya atınca, medyasındaki adamları derhal ay ne kadar iyi ve doğru olur tartışmasına giriştiler. Toplumda bir zemin yarattılar. 

Şimdi ikinci aşamaya geçildi. Yasa ile Atatürk’ün malına - mirasına el koymak. MHP de, “Atatürk” sözde dillerinde, desteğini açıkladı.

25 milyarlık Big Para 
İki neden üzerinde duracağım: Atatürk’ün tüm mirası şu veya bu şekilde, allem kallem, hukuk - mukuk - guguk üçgeni içinde yok ediliyor. Ata’nın millete bağışladığı Ankara’daki çiftliğinin üzerinde neler yapıldı say say bitmez. En son Saray ve müştemilatları...

İş Bankası’ndaki hisselerine sıra geldi. Burada nakit para ve bir banka var. 
Bir mirası, mal sahipliğini, kimin temsil edeceğini, yasayla keyfi olarak  değiştirirsen,  arkası gelir. 
Hissenin kime aktarılacağını da değiştirirsin.. 
Bir başka yasayla... 
İş Bankası’nın çoğunluk hissesi çalışanlarına ait: “İş Bankası Munzam SandıkVakfı” (yüzde 40.12). Atatürk 28.09; halka açıklık 31.79...

‘Çalışanın bankası mı olur?’ 
Yani kişisel bir patronu yok. 
Değeri bir süre önceye kadar 25 milyar TL kadardı. İktidarın tasarrufu gündeme gelince borsadaki değerinde büyük kayıp oldu. Aslında bu bile bir ekonomik suça girer. Bunu bir başkası yapsa, hayatı karartılır. 

Orada büyük para var: Adım adım gidecekler. CHP’liler yerine iktidarın adamları yönetime girecek. Onların baskıları banka üzerinde gündeme gelecek. Bunaltacaklar. İş Bankası kaynaklarının nerelere, hangi yandaşlara peşkeş çekilmesi gerektiğini dayatacaklar. 

Arkasından, “Çalışanlar banka sahibi olamaz” yasasıyla geri kalanı da “Hazine”ye aktarırlar, veya TMSF’ye! 

Ülkemizde tüm paraların tek bir patronu var, hele hele en büyük paraların..Ve Ata da tümüyle, adım adım yok edilmeli...

Farkında değil misiniz?

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

Nobel Ekonomi Ödülü safsatası - ANIL ABA

Tüm bunların sebebi aslında baştan ayağa bir ideolojik endoktrinasyon programı olan neoklasik iktisadı, toplum nezdinde itibarlı, kıymetli ve çok bilimselmiş gibi göstermek.

Şu aslında olmayan Nobel Ekonomi Ödülü bu sene Paul Romer ve William Nordhaus’a gitti. Böylelikle, olmayan ödül yıllar sonra tekrar seksenler makro büyüme modellerine geri dönmüş oldu. Uzun-dönem makroekonomik analize Nordhaus iklim değişikliğini, Romer ise teknolojik inovasyonu entegre ettiği için ödüle layık görüldüler.

Öncelikle, daha evvel de defalarca yazdığım ve anlattığım, önemli bir hususu tekrar vurgulayalım: NOBEL EKONOMİ ÖDÜLÜ DİYE BİR ÖDÜL YOKTUR!!! Bu ödül uydurma bir ödüldür. Orijinal Nobel ödülleri Alfred Nobel’in resmî vasiyeti üzerine tıp, fizik, kimya, edebiyat ve barış olmak üzere beş kategoride Nobel Vakfı tarafından verilmektedir. Vakfın resmî sitesinde vasiyetin elle yazılmış orijinal halini ve çevirisini bulup okuyabilirsiniz. Metnin hiçbir yerinde ekonomi ödülüyle ilgili bir bölüm yer almıyor.

Millete Nobel Ekonomi Ödülü diye pazarlanan ödülün asıl adı Sveriges Riksbank Prize in Economic Sciences in Memoir of Alfred Nobel; Türkçesiyle, Alfred Nobel Anısına Verilen İsveç Bankası Ödülü’dür. Gerçek Nobel ödülleri 1901 yılından itibaren vakıf tarafından verilirken çakma ödül İsveç Merkez Bankası tarafından 1968 yılında, bankanın kuruluşunun 300. yılını kutlamak maksadıyla verilmeye başlanmıştır.

Çakma ödülün başlığında da Alfred Nobel ismi geçtiği için sistem bunu Nobel ödülü diye pazarlamaya başladı. Tabii bu yanlışın, haberi ilk yapan gazetecinin dikkatsizliğinden kaynaklandığına inanmak ahmaklık olur. Parayı veren düdüğü çalar; iktisat akademisinin önde gelen kişi ve kurumları ile liberal iktisadın egemenliğinden çıkar sağlayan bazı kapitalist kişi ve kurumların iteklemesiyle Nobel Vakfı’na bağış kisvesi altında yedirilen paralar sonucunda son yıllarda ekonomi ödülüne vakfın sitesinde ayrı bir yer verilmeye başlandı. Fakat tekrar edelim 1) çakma ödül vasiyette yer almıyor, 2) ödülün adı diğerlerinden farklı, 3) ödül İsveç Bankası tarafından veriliyor (biz de T.C. Ziraat Bankası Ekonomi Ödülü verebiliriz mesela, hem yerli ve milli), 4) yıllar boyunca ekonomi ödülü resmî sitede yer almıyordu, yapılan lobicilik faaliyetleri sonucunda siteden duyurulmaya başlandı. Zaman içinde bunlar iyice kaynatılıp ekonomi ödülü Nobel ile tamamen birleştirilebilir (bkz. Orwell’in Doğruluk Bakanlığı).

Tüm bunların sebebi aslında baştan ayağa bir ideolojik endoktrinasyon programı olan neoklasik iktisadı toplum nezdinde itibarlı, kıymetli ve çok bilimselmiş gibi göstermek.

Romer’in Amerika’yı yeniden keşfi
Lisansüstü makro derslerinin olmazsa olmazı Romer’in endojen büyüme modelidir. Tezini martavalcı Robert Lucas’ın danışmanlığında yazmış, çıkış noktası ise standart Solow-Swan modelidir. Standart büyüme modellerinde teknoloji, sisteme dışsal (ekzojen) bir şoktur. Ekonomideki çalkantılar (daralma ve genişleme dönemleri), sisteme içkin değil rastgele (!) gelen teknolojik inovasyonlar sonucunda olur. Yani bu numaracıların kitabında ekonomik kriz, rastgele dağılan bir istatistiki hata teriminden ibarettir (independently and identically distributed [i.i.d.] error term).

Yıllar evvel Koç Üniversitesi’nde makro dersinde bu modelleri çalışırken derste “Hocam, hadi ekonomik genişlemeyi ‘rastgele’ teknolojik şok olarak kabul ettik diyelim, ekonomik krizleri negatif teknolojik şokla nasıl açıklarız, sonuçta teknoloji kümülatif olarak ilerleyen bir şey değil mi, teknolojik şok sebebiyle ekonomi nasıl geriler?” diye sormuştum. “Mesela depremler” diye cevaplamıştı. “Deprem olunca fabrikalar yıkılır, fabrikalar yıkılınca üretim kapasitesi azalır ve ekonomik aktivite geriler.” Cidden bunu dedi, şahitlerim var.

Amerika’da negatif üretkenlik şoku genelde kasırga, sel felaketi falan diye örneklendirilir derslerde. Bizde bu tür doğal afetlere pek rastlanmadığından daha çok deprem örneğini veriyorlar. Ekonomik krizleri, buhranları, uzun durağanlık dönemlerini doğal afetler gibi dışsal şoklarla açıklamak resmen insanların akıllarıyla dalga geçmektir.

Teknolojinin istatiksel bir şok değil, kapitalist rekabetin bir sonucu ilerlediğini, dolayısıyla sisteme içkin olduğunu Marx anlatalı 150, Schumpeter anlatalı 100 sene oldu. Romer, 1980’lerde, standart Solow-Swan modeline eklediği bir fonksiyonla teknolojiyi modele içkin yazarak Amerika’yı yeniden keşfetti. Yok yeni fikirlerin çıkması ve teknolojinin ilerlemesi için eğitim çok önemliymiş, vay efendim bunun için beşeri sermayeye (human capital) yatırım yapılması gerekirmiş falan fistan. Romer “eğitim şart” dedi yani… Kendisini tebrik edelim, zira eğitimin kalkınma için önemli bir faktör olduğu daha evvel kimsenin aklına gelmemişti.

Bakın burası çok önemli (!!!), endojen büyüme modeli ekonomik krizleri sisteme endojen olarak açıklamıyor. Sadece daha evvel “dışsal şok” olarak yazılan teknoloji modele bir değişken olarak dahil ediliyor. Böylece toplam üretim fonksiyonu ölçeğe göre artan getiri veriyor. Bu modelin çözümünde yine Solow’un “steady-state” denge noktasına geliniyor. Hatta teknoloji (A harfi ile ifade edilen Ar-Ge ya da fikir geliştirme departmanı) dahi kendi “steady-state” dengesine ulaşıyor. Evlere şenlik… Romer’in teknoloji fonksiyonunda elma, armut ya da çatal üretir gibi fikir ve inovasyon üretiliyor olmasına şenliği daha fazla uzatmamak adına hiç değinmiyorum bile.


Sene olmuş 2018, hâlâ aynı fasaryalar… Ben Romer’in gönülsüz demecini görüyor ve arttırıyorum; makroekonomi otuz değil 90 yıldır geriye gidiyor. Çünkü olay tamamen i-de-o-lo-jik. Bu kadar basit. Makroekonomi akademisi krizlerin sebebini ve kapitalizmin istikrarsızlıklarını sistemin içinde aramaya başlar mı? Başlarsa, bu işi Marx’ı su yüzüne çıkarmadan kıvırabilir mi? Williamson aslında bunu yapmıştı.

Şimdi buradaki ideolojik arka planı iyi anlamak lazım. 40 yıldır makroekonomi akademisi, Solow modelini eğip büküp daha rafine yeni modeller üretiyor. Gelinen noktada ekonomide model yazmak Hesse’nin boncuk oyununa dönmüş durumda (bkz. The Glass Bead Game). Oyun ilerledikçe temalar daha derin, daha kompleks ve daha varyatif hale geliyor. İnsanlar, anlamlı bir amaç olmadan, oyunda mükemmelleşmek adına oyunda mükemmelleşmeye çalışıyorlar. Bizimkiler de o varsayımı gevşetiyorlar, şu değişkeni ekliyorlar, modelleri daha teknik ve ezoterik hale getiriyorlar – ama asla krizleri modele içkin hale getir(e)miyorlar. Krizler hep dışsal şok… Arada sırada uzaylıların dünyamıza getirdiği bir talihsizlik. Çünkü krizler (ve genişlemeler) sisteme içkindir demek, serbest piyasa kapitalizminin istikrarsız bir sistem olduğunu kabul etmek demek olur. Dolayısıyla buradan işsizliğin, yoksulluğun, intiharların temel sebebinin kapitalizm olduğu ve işin başından beri Marx’ın haklı olduğu sonucuna varılır. Bunları söyleyemedikleri için 40 yıldır saçma sapan modellerle mastürbasyon yapıyorlar.

“Nobel-leaks” olayları
Çakma da olsa ödül ödüldür ve şurası kesin ki Romer bu ödülü çok önceden almış olmalıydı. Neoklasik makro modellemeye epey kritik bir çentik atan Romer’e verilen ödülün gecikmesinde bazı gariplikler de var. Hatta “Romer” ismi açıklandığında çoğu iktisatçının tereddüt ederek “bi’ dakka ya, o zaten almamış mıydı?” gibi bir tepki verdiğine eminim.

Çoğunuz hatırlamayabilir ama 2016 yılında bir “Nobel-leaks” skandalı yaşanmıştı. Romer’in çalıştığı üniversite olan NYU, ödülün açıklanacağı 10 Ekim 2016’dan dört gün önce, ayın 6’sında, resmî sitesinden bir basın bülteni yayımlayıp 2016 Nobel Ekonomi Ödülü’nü Paul Romer’in kazandığını ve üniversitesinin 10 Ekim öğleden önce saat 11’de bir basın konferansı yapılacağını duyurmuştu. Ardından NYU apar topar duyuruyu çekip hemen bir özür ve düzeltme yayımladı. Bir ön izleme testi yapıldığını ve bunun yanlışlıkla asıl siteye yüklendiğini falan söylediler. Yerseniz…

Tabii kırılan bu efsane potun üzerine Romer’e verilmesi planlanan ödül Hart ve Holmström’e gitmişti. Geçtiğimiz pazartesi sabahı da telefonu yabancı bir numara tarafından iki kez aranmış, ama Romer açmamış; sonradan ödülü kazandığı haberini duyduğunda çok şaşırmış, çok sürpriz olmuş, kulaklarına inanamamış, falanlar filanlar…

Makroekonomiyi yeniden düşünmek…
Paul Romer, 2016 yılının başında yazdığı “The Trouble with Macroeconomics” başlıklı ön makalesinde “otuz yıldan fazla bir süredir makroekonomi geriye gitti” gibi keskin ifadelerde makroekonomi akademisine kızgın bir şekilde sallamıştı. (Neoklasik) makrocuların gerçekleri görmediklerini, modellerin hayali şoklara dayandığını, RBC teorisinin anlamsız olduğunu ve tüm bunların makroekonomiyi bilimsellikten uzaklaştırdığını açıklamıştı. Herkese günaydın, Romer de uyandığına göre artık hep beraber balığa gidebiliriz!!!

Peki neoklasik mikroekonominin ipliğini pazara çıkaran Ariel Rubinstein – ki doksanlarda gelecekte Nobel alacağı öngörülüyordu– anaakım akademiden aforoz edilirken Romer neden edil(e)medi? Çünkü Rubinstein eleştirisini çok erken bir zamanda, pek göz önünde olmayan bir alanda (bargaining theory), fazla popüler olmadan ve gayet samimi bir şekilde yapmıştı. Romer ise samimiyeti muallak bir tonla, kariyerinin sonlarına doğru yaptı. Yani Rubinstein fazla bedel ödemeden harcanabilirdi; ama Romer’in topuğuna sıkmak riskliydi.

Bu saatten sonra, eleştirilerine bozulup Romer’e ödül vermemek akademinin siyasi ve ideolojik gündemini çok fazla belli ederdi. Dolayısıyla herkesin Nobel almasını beklediği, hatta aldığını zannettiği, Romer yaptığı muhalefetle ödülü almayı neredeyse garanti etmiş oldu. Böylece hem Romer kazandı, hem de muhalefeti kendi içinden çıkaran bağnaz akademi çevresi. Sonuçta Romer’in yapabileceği muhalefetin tonu ve sınırları bellidir; ödül geldikten sonra daha da kontrollü olur. Demem o ki Romer makro modellerin saçmalığına mı kızmıştı yoksa ödülün bir türlü gelmemiş olmasına mı belli değil.

Öte yandan Bill Nordhaus, bir önceki jenerasyondan olmasına rağmen, sahte Nobel ödülünün bu seneki yancısı sayılır. İdeolojik olarak Romer’den çok daha sağdadır. Ekonomik büyüme kaynaklı küresel ısınmayı ve iklim değişikliklerini inkar etmiyor olması detaylara dikkat etmeyenleri aldatabilir. Çünkü Nordhaus “kaliteli” bir liberal. Bizim A Haber’in Amerika muadili sayılabilecek Fox News taifesinin küresel ısınmayı sosyalistlerin son oyunu olarak görmesi normal karşılanabilir. Ama Nordhaus’un oynadığı kitleye karşı bunu savunması gülünç olurdu.

Aslında Nordhaus’un DICE modeli, ekonomik teoriyle iklim bilimini birleştiren çok iddialı fakat bir o kadar da hassas bir model. Küresel ısınmaya getirdiği çözüm önerisi ise tabii ki karbon vergisi. Devlet olaya direkt bir müdahalede bulunmasın, Nordhaus’un optimal vergi mekanizmasını uygulasın, gerisi piyasaya bırakılsın, fiyat mekanizması her sorunu çözer. İşin komiği ise şu; Nordhaus’a göre çevresel sürdürülebilirlik için teknolojide sürekli bir ilerleme olması gerekiyor; Romer’e göre de ekonomik büyüme teknolojiyi körükleyerek daha çok ar-ge’ye olanak sağlıyor. Yani Romer + Nordhaus’a göre daha fazla büyüme ile dünyayı kurtarabiliriz (bkz. Noah Smith). Valla neoklasik iktisat varken gülmek için Cem Yılmaz’a ihtiyacımız yok.

Velhasıl, batı yakasında değişen bir şey yok. Sene olmuş 2018, hâlâ aynı fasaryalar… Ben Romer’in gönülsüz demecini görüyor ve arttırıyorum; makroekonomi otuz değil 90 yıldır geriye gidiyor. Çünkü olay tamamen i-de-o-lo-jik. Bu kadar basit. Makroekonomi akademisi krizlerin sebebini ve kapitalizmin istikrarsızlıklarını sistemin içinde aramaya başlar mı?

Başlarsa, bu işi Marx’ı su yüzüne çıkarmadan kıvırabilir mi? Williamson aslında bunu yapmıştı. Resmen Marx’ın firmalar üzerine yaptığı sert ve yüklü çözümlemeyi hüsn-i tabirle ifade ettiği için adama 2009 yılı Nobel ödülünü vermişlerdi. Tabii büyüme modelleri neoklasik iktisadın en popüler alanı olduğu için yeni makrocuların işi Williamson’unki kadar kolay değil. Kendilerine iyi şanslar diliyorum.

Anıl Aba / BİRGÜN

Bahtsız bir kent hazinesi - DİDEM DUYUM

Sirkeci'de bulunan, aslan ve gül motifleriyle bezeli ihtişamlı bir tarih, Vlora Han... Çoğumuzun şimdilerde bakımsızlıktan fark edemediği ama fark ettiği anda da bir binadaki asalete şaşırmadan geçemediği büyülü bir güzellik bu han. Vlora Han'ın pencere ve korkuluklarındaki çiçek süslemelerine bakmaktan kendinizi alamazsınız. Şimdilerde ise bakımsızlıktan neredeyse yıkılmak üzere olan han 'özel mülk' olduğu için 'bizim' olmaktan çıkmış ve terk edilmiş. Altı kattan oluşan ve süslemeleri ile ünlü hanın, bugünkü hali ise içler acısı. Kir içinde ve yavaş yavaş çürüyor... Tabii ki herkes görmemezlikten gelmemiş, kısa süre önce sosyal medyada bir kampanya yapılmış ama özel mülk olmasından dolayı bir şey yapılamamış. Neden bu girişimler yarım kaldı? Neden hâlâ geleceğimize, mirasımıza sahip çıkılmıyor?  Ve biz bu yok oluşu an ve an izlemeye ne kadar daha devam edeceğiz? En önemlisi biz buna nasıl dayanacağız?

Bu güzellikleri görmek için başımızı kaldırmamız yeterli iken neden başka ülkelerde benzerlerini görmeye çalışalım? Bu eşi olmayan yapılar artık hak ettiği değeri bulsun. Vlora'nın pencerelerindeki güller bize yeniden gülümsesin. Onu bu kadere terk eden sorumsuzlara inat, binanın tepesindeki iki muhteşem aslan yine bizi selamlasın tüm görkemleri ile...

                                                                          ***

Belki de 15 yıl sonra yolum düştü Anafartalar Çarşısı'na... Ankara'nın ilk tarihi merkezi. Alış veriş merkezlerinde gezmeyi etkinlik saydığımız devirde, kültürel belleğimiz olmasının yanında bir sanat eseriydi bu efsane çarşı. Bugün gördüklerimi göreceğimi bilseydim daha çok anı biriktirirdim hafızama.

1960'lı yılların başında, açılan bir yarışma ile başlar Anafartalar Çarşısı'nın hikâyesi. Yarışmayı Ferzan Baydar, Affan Kırımlı, Tayfur Şahbaz'ın projesi kazanmış ve çarşının dekorasyonunu Mimar Ruşen Dora yapmış. İçinde sanat da barındıran çarşı, önemli seramik sanatçılarının ve ressamların eserlerine ev sahipliği yapar. İç duvarlarda Füreya Koral'ın ve Seniye Fenmen'in onlarca seramik panosuna rastlamak mümkündü. Sanat, kültür ve hatta teknolojiyi ilk orada görmüştük. Yürüyen merdiven mesela...

Geçtiğimiz aylarda kentin kültürel mirasının kaderi de diğerleri gibi olmuştu. Anafartalar Çarşısı'nın, Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından planlanan "Ulus Tarihi Kent Meydanı" projesi kapsamında 100. Yıl Çarşısı ve Ulus Çarşısı ile birlikte yıkılması gündeme gelmişti. Acaba böyle bir kent mimarisi başka bir ülkede olsaydı yıkım kararı çıktıktan sonra neler olurdu? Toplumsal ve kentsel hafızadan haberiniz var mı?


Didem Duyum / YENİÇAĞ

14 Ekim 2018 Pazar

Geneleve kayyım, alaturka Bella Çav ve bizim çaresiz hallerimiz. - Işıl Özgentürk

Baştan söylemek isterim, içkili mekânlarda saatler ilerledikçe kadınların ve erkeklerin ellerinde kadehler, devrimci türküleri hele de İtalyan partizanlarının marşı Bella Çav’ı söylemelerinden ne şimdi ne de gençliğimde hoşlanmadım. Hele şiir okumalar, dehşet verici bir tiksinme duygusu yaratır bende. Her şeyin yeri ve sırası var. Öğretmen gibi mi konuştum, öyle olsun. 

Öyle, hiçbir şey bana şu görüntüyü unutturamaz. Hayata Dönüş operasyonundan sonra açlık grevi yapan mahkûmların ölmeye yakın olanları ailelerine teslim edilmişti. Onların müşterek kaldığı bir evde epeyce vakit geçirdim ve Wernicke-Korsakoff hastalığının pençesindeki dal gibi gencecik bir delikanlının, durup durup Bella Çav marşının ilk mısralarını okuyup sonra birden “unuttum” diye ağlamasını kim unutabilir? Bu nedenle türkü barlarında kafalar kıyak Bella Çav söylenmesine, kadeh tokuşturulmasına dayanamam.
 
Şimdi bir Türkiyeli şarkıcı kadın Bella Çav marşını klip yapmış. Klipte kırmızı tulumları, yüzlerinde V for Vendetta (Guy Fawkes) maskeleri, ellerinde tüfekler bir grup adam dehşet verici bir biçimde yürüyor ve birden şarkıcı çıkıp Bella Çav nağmeleri arasında, küçücük bir blucin şort, kalçalarını kıvırıyor, ha babam kıvırıyor. Şöyle durdum, gerçekten şu anda solun içinde bulunduğu durumu dalgaya almak ancak bu kadar olur. Belli ki, şarkıcının amacı bu değil, ama klip ondan ayrı böyle bir işlevi yerine getiriyor. Bana kızanlar olacak biliyorum ama gerçekçi olalım ve kafalar kıyak kadeh kaldırarak Bella Çav söyleyenler biraz düşünsün. 

Bugün ortaya karışık gidiyorum ya, gelelim şu Adana Genelevi’ne kayyım atanmasına. Arkadaşlar bu ne heyecan, bu ülkede Güneydoğu ve Doğu illerinde HDP’li, sayıları yüzü bulan il ve ilçe belediyelerine kayyım atandı. Ne çabuk unuttunuz. Üstelik daha üç gün önce Başkanımız yerel seçimlerde seçilenlerin hakkında hemen soruşturma açacağını, terörle ilgili olanların yerine kayyım atayacağını açıkça söyledi. Böyle bir vahim açıklamadan sonra ne olayın muhataplarından ne de ana muhalefet partisinden bir tepki geldi.Yani nasıl genelevlere kayyım atanıyorsa, seçilmiş yeni belediye başkanları da kayyımla gidebilir. Yani ülke baştan sona, söylemek istemiyorum siz anlayın işte, o hale dönmüş. 

Bütün bu işler olurken, adam “benim twitter ve facebook hesabım yok!” diye feryat etse de bazı kahraman sevenler, İlber Ortaylı için hesaplar açıp, olmadık laflar yumurtladılar. Bu nasıl hazin bir şey, adam benim buralarla işim yok diyor ama inatla birileri ona tahmin bile edemeyeceği kadar kahramanlık yüklüyor. Sonra adam kendine yakışır bir iş yapıp kütüphanesini Saray’a bağışlıyor ve danışmanlık kapıyor. 
Ne bekliyordunuz? 
Adam başından beri “ben Osmanlıcıyım!” diye bağırdı. “Ben safi kibirim” diye bağırdı. Neden illa ki bir kahramana ihtiyacımız var. Kahraman birileri mutlak olacaksa bu hâlâ işini geri almak için açlık nöbeti tutan işçi Mahir Kılınç ya da sürekli ev baskınlarıyla gözaltına alınan Güney illeri siyasileri, anneleri mahkûm olduğu için hapiste yaşayan bebeler olmalı.
 
Bugün bazılarını kızdırma günüm, TİP adlı yeni bir parti kuruldu ve HDP oylarıyla Meclis’e giren iki TİP kurucusu anlı şanlı bir basın toplantısında HDP’den ayrılıp TİP milletvekili oldular. Bu arkadaşların siyası geçmişine şöyle bir bakarsanız, birinin hükümet tarafından oyunlarının yasaklandığını, bir diğerinin de yeni parti kurmada uzman olduğunu görürsünüz. Anlaşılan HDP kendi bölgesindeki oylara güvenmediği için sokaklarda dövüşen bu sol kesim iki insanını milletvekili yapmış, sonra da TİP milletvekili oluverdiler. Şimdi ben soruyorum, bu yeni TİP nerelerde örgütlendi. 
Tavanı hangi kesimlerdir? 
Eski muhteşem TİP efsanesine ne kadar yakındırlar, ülke insanı için teklifleri nelerdir? 
Gerçekten merak ediyorum. 

Bu arada tuhaf bir hikâyeyle yazımıza son verelim. Mahalle kahvesinde oturmuş hayat pahalılığından söz ediyoruz. Sıkı facebook takipçisi bir arkadaşımız “herkes susup beni dinlesin” diyor, susuyoruz, “arkadaşlar” diyor, “Amasya’da bir soğan üreticisi çuvallarını bir kamyona yükleyip ahaliye kilosu 1 liradan satmış. Yani aracıyı ortadan kaldırmış, şimdi ben de bütün bir yaz yaptığım turşuları, salçaları size aracısız satıyorum. Pamuk eller cebe!”...
Vav, vallahi iyi bir çözüm aracısız satış. Alan memnun satan memnun! Sıra mahallece imece usulü ekmek yapmaya geldi.

 Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

Rüşvet tarikatı - ÖZDEMİR İNCE

Osmanlı döneminde kız istemeye giden analar, oğullarını övmek için “Kuzumun ne içkisi, ne sigarası, ne kumarı (ve genelevi kastederek) ne de başka kötü alışkanlıkları var. Maaşı şu kadar, rüşveti bu kadar!” derlerdi. Rüşvet, Osmanlı’nın kanına işte böylesine işlemişti. 

Konu rüşvet olduğuna göre, Prof. Dr. Ahmet Mumcu’nun “Osmanlı Devletinde Rüşvet” (İnkılap Yayınevi) adlı kitabını anmamak, onu kaynak almamak olanaksız.

***
Osmanlı’nın sadece kadıları, subaşıları, sübyan mektebi hocaları, tarikat şeyhleri, müftüleri, şeyhülislamları, vezirleri, sadrazamları değil, padişahları bile rüşvet alırdı, afiyetle rüşvet yerdi. Osmanlı’da ve Müslüman âleminde “Kursağımıza haram lokma girmemiştir!” böbürlenmesi bir kuyruklu yalandan ibarettir. Araplar “Bahşiş” almadan parmağını oynatmaz. Avrupalı seyyahların kaleme aldığı Osmanlı’yla ilgili bütün kitaplarda, rüşvete ayrılmış özel bir bölüm mutlaka vardır. 
Çoğu padişah, kendilerine de pay ayıracaklarını (haraç ödeyeceklerini) bildikleri için sadrazamların, vezirlerin rüşvet almalarına göz yumardı. Bu yönden hiç kaygıları yoktu: Nasıl olsa, boyunlarını vurdurdukları zaman servetlerine de el koyuyorlardı. 

Valide Sultanlar, Hanım Sultanlar, Hasekiler masekiler de rüşvet alırlardı. Ve asıl korkuncu, XVII. yüzyıldan itibaren silahtar, mirahor, bostancıbaşı ve kapıcıbaşından oluşan “mansıb (makam, rütbe), rüşvet ve iltizam (vergi toplama) ticareti saltanatı” idi. 
Osmanlı döneminde sadrazamların, vezirlerin, padişah analarının, karılarının, hemşirelerin yaptırdığı külliyelerin, camilerin, hastanelerin, medreselerin, hayratların temel harcında mutlaka rüşvet olarak haram paraları vardır. Osmanlı Dönemi’nde rüşvet neredeyse “Helâl” mertebesindedir. 

Günümüz Osmanlıperestlerı de elbette atalarının izinden gidecektir.

***

Şimdi, “Siyasetnâme” adlı kitabımdan LIX sayılı şiiri okuyacaksınız. İlk basımı 1984 yılında Can Yayınevi tarafından yapıldı. Beşinci baskısı “Susan Denizin Sesiyle” adlı kitapta (Kırmızı Yayınları, 2010) yer alıyor. 
(Kaynak: Reşat Ekrem Koçu, Osmanlı Tarihinin Panaroması, Ak Kitabevi, 1964; s.304)
***

[(Bir on altıncı yüzyıl vezirinin serveti hakkında): 
Her biri imzalı ve imzasız değerli bir hattat elinden çıkmış, 8000 Mushafı şerif
Elyazması, 5000 kitaplık bir kütüphane, 170 nefer köle, 2900 baş katır, 80.000 sarıklık tülbent, 780.000 altın, 5000 hil’at, değerli kumaştan yapılmış 1100 adet altın üsküf, 2000 zırh, 600 gümüş eyer, 500 elmaslı altın eyer, 130 çift altın üzengi, 860 adet kabzaları elmaslı kılıç, 1500 gümüş tuğulga (miğre), 1000 gümüş şeşper, 33 parça gayet değerli elmas, 1000 yük külçe gümüş, Anadolu’da  ve Rumeli’de 1000 çiftlik, Anadolu’da ve Rumeli’de 467 çark değirmen.

Peçevî, Paşa’nın saraylarının ve çiftlik binalarının değerli döşemesi, dayaması, paha biçilmez halılar ve kilimler, binlerce top değerli kumaş, altın ve gümüş mutfak takımlı kıymetli Çin, Japon ve Türk porselen; fildişinden, altından elmaslı satranç takımları, altın ve gümüş şamdanlar ve “tuhaf ve küçük armağanlar” adı altında toplanan öteki değerli nesneler için “hesabı tutulmamıştır” diyor. 50 milyon altını buluyordu paşanın bıraktığı servet toplam olarak. 

Aslı Hırvat idi Paşanın; saraya memleketinden bir devşirme oğlan olarak, belki de yalınayak getirilmişti. 

Anımsa o derin anlamlı atasözünü hemen ey gafil: Zenginin malı züğürdün çenesini yorar. Haksızlar mı şimdi efendilerin “Etrak’i biidrâk”, “Türk-i bed-lika”, “Çoban köpeği şeklinde bir Türk-ü sütürk” ve “Hilekâr Türk” derlerse sana?]

Özdemir İnce / CUMHURİYET

Bin Ladin Dostluğundan, “İslamî Reformizm”e: Cemal Kaşıkçı’nın dramı - TANER TİMUR

“Kaşıkçı Soruşturması” Türk ve Suudi’lerden kurulacak “ortak bir komisyon”a havale edildi. Bu koşullarda, Ziya Paşa’nın deyimiyle, “kadı”nın davacı, “mübaşir”in de tanık olduğu bir davaya sürüklenir gibiyiz.

Clausewitz’in çok bilinen sözüdür, “Savaş, siyasetin başka yollarla devamıdır” demişti Prusyalı general. Oysa İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu tespite bir cümle daha eklendi. Siyaset uzmanları “Örtülü savaş da savaşın başka yollarla devamıdır!” diyorlardı. Bu yolla bazı düşman hedefler vuruluyor, fakat geride iz bırakılmıyordu. Böylece bir yandan bir düşman ortadan kaldırılıyor, öte yandan da türlü spekülatif iddialarla karşı tarafta psikolojik çöküntü yaratılıyordu. Bu arada bol bol da “komplo kuramcısı” üretildi.

Soğuk savaş yıllarında “örtülü savaş” ya da “operasyon” denilince, akla CIA ile KGB gelirdi. Sonra Sovyetler Birliği çöktü ve herkes meydan artık CIA’ye kaldı diye düşünmeye başladı. Meğerse yanılgıymış! Giderek belirginleşen çok kutuplu dünyada “örtülü operasyon”lar da irili ufaklı “kutup”lardan tetiklenmeye başlamıştı. İşin garibi bu dönemde bu kutupları simgeleyen “Derin Devlet” sözcüğü de bizim emniyetçiler tarafından icat edildi ve dünya siyaset jargonuna (Deep State) hediye edildi. Bunun hikâyesini yine bu sayfalarda anlatmıştım. (BirGün, 18 Mart 2018).

Oysa son yıllarda daha da vahim bir aşamaya doğru sürüklenir gibiyiz. “Gizli” operasyonlar da giderek “açık operasyon”lara dönüşmeye başladı! Baksanıza birkaç gün içinde Çin’de İnterpol Başkanı kayboluyor; İstanbul’da da Suudi Arabistanlı tanınmış bir gazeteci kendi ülkesinin konsolosluğuna giriyor ve bir daha çıkamıyor. Bu arada Londra’da zehirlenen Rus ajanla ilgili rivayetler de sürüp gidiyor. Böylece vuran da, vurulan da belli iken, “örtülü operasyon”dan söz etmek de sadece gerçekleri örtmek isteyenlerin işine yarıyor.

•••

Yine de Interpol Başkanı Meng’in Çin’de sağ salim ortaya çıkması bu ortamda bir teselli unsuru oldu. Meng, kendi ülkesinde “suçlu” bulundu; görevinden istifa etti(rildi); şimdi de “adil bir yargılanma” bekliyor! Buna karşılık ülkemizde “kaybolan” Suudî yazar Cemal Kaşıkçı bir daha ortalıkta görünmedi ve işler de bu yüzden karıştı. Olayla ilgili her türlü spekülasyon daha ilk günden başladı ve ileri sürülen en yaygın senaryo da şu oldu: Bahtsız gazeteci konsoloslukta öldürülmüş; vücudu parçalara ayrılmış ve her bir parça da aynı gün iki uçakla Türkiye’ye gelen istihbaratçılar tarafından valizlerle yurt dışına çıkarılmış!? Uçaklar, Türkiye’ye geliş ve gidiş saatleri, uçaktaki istihbaratçılar, adli tabip, valizler, kısaca her şey ortada! Ortada olmayan sadece Cemal Kaşıkçı!

•••

Belli ki spekülasyonlar aylar, belki de yıllar boyu sürecek! Ve bu arada “suç mahalli” ülke de tartışmaların dışında kalmayacak! Soru şu: Acaba Türkiye, ülkesinde bulunan ve tehlikede olduğunu söyleyen ünlü bir yazarı korumak için kendisine düşeni hakkıyla yaptı mı? O halde biz de bu soruya bir yanıt arayalım ve bunun için de önce “Kaşıkçı Dramı”nın sahnelerini sıralamaya çalışalım:

1) 2 Ekim 2018’de, saat 13.00’te, Cemal Kaşıkçı Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosluğu’na giriyor ve girmeden önce de nişanlısını saat 17.00’ye kadar dönmediği takdirde hemen harekete geçmesini ve verdiği telefon numaralarını haberdar etmesini söylüyor.
2) Saat 17.00 oluyor; Kaşıkçı ortada yok; nişanlısı verilen numaraları arıyor; bunlar arasında AKP Genel Başkan Yardımcısı Yasin Aktay da var. Bu durumda “ne kadar büyük sorumluluk altında olduğunu” anlayan Aktay hemen harekete geçiyor ve “titreyen parmaklarla” telefona sarılarak “en uygun isimleri” arıyor. “Aradıklarımın bir kısmına ilk denemede ulaşamadım” dediğine göre Erdoğan’a da ulaşamamış olduğunu düşünebiliriz. Yine de “kısa süre içinde bilmesi gereken herkes” olaydan haberdar oluyor ve “o saat itibariyle de (...) bütün tedbirlerin en üst düzeyde alındığı bilgisi” geliyor. (Yeni Şafak, 6 Ekim 2018).
3) Epeyce uzun bir sessizlikten sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan da tavrını ortaya koyuyor; “Cumhurbaşkanı olarak ben de bu işin takibindeyim, kovalıyorum; buradan çıkan sonuç ne olacaksa, onu da dünyaya bildireceğiz!” diyor. Yine de Tayyip Bey ihtiyatlı; şöyle devam ediyor: “Benim beklentim hâlâ iyi niyetli. Cemal Bey benim eskiden tanıdığım bir arkadaşım. İnşallah diyorum o arzu etmediğimiz durumla karşı karşıya kalmayız” (Hürriyet 7 Ekim 2018). Ertesi günlerde ise ses tonunu biraz daha yükseltiyor ve 10 Ekim’de Macaristan’da da şunları söylüyor: “Sorumluluk makamında olan insanlar olarak bir an önce neticeyi almak durumundayız. Başkonsolosluk yetkilileri ‘Buradan çıktı’ diyerek kendilerini kurtaramaz. Çıktıysa, bunu görüntülerle de olsa ispat etmek zorundasınız. İspat edeceksiniz.”
4) Oysa zaman geçiyor; hiçbir gelişme olmuyor; “netice” alınamıyor ve kimse de bir şeyi “ispat etmeye” niyetli görünmüyor. Olay adeta soğutulmaya, unutulmaya terk edilmiş durumda ve Kaşıkçı’nın güvendiği, önlem beklediği Yasin Aktay bu kez de şunları yazıyor: “Türkiye ve Suudi Arabistan birbirine mecbur iki halk, iki ülkedir. Kaderleri birbirine bağlıdır. Kaşıkçı’nın başına gelenleri sorgulayıp Suud makamlarından bunun açıklamasını beklemek asla S. Arabistan’a düşmanlık anlamına gelmez (...) Esasen Kaşıkçı’nın en önemli davalarından biri de Türkiye ve S. Arabistan ilişkilerinin bir kader olduğunu vurgulamak ve bu ilişkileri geliştirmekti”. (Yeni Şafak, 10 Ekim 2018).

Mademki “Türkiye ve Suudi Arabistan birbirine mecbur iki ülke” imiş, mademki “kaderleri birbirine bağlı imiş”, o halde biz de Cemal Kaşıkçı’nın “dava”sının ne olduğunu anlamaya çalışalım.

•••

Cemal Kaşıkçı, silah tüccarı milyarder iş adamı Adnan Kaşıkçı’nın yeğeni. Altmış yıl önce Medine’de doğmuş, ilk ve orta öğrenimini ülkesinde yaptıktan sonra, lisans ve yüksek lisans derecelerini de Amerika’da, Indiana Devlet Üniversitesi’nden alıyor. Yirmili yaşlarında gazeteciliğe başlıyor ve Afgan mücahitler Sovyetler Birliği’ne karşı savaşırken o da onlara sempati duyuyor; davalarını destekliyor. Hatta Bin Ladin’in davetlisi olarak Afganistan’a gidiyor, El Kaide lideriyle ilki 1987’de olmak üzere birkaç kez de söyleşi yapıyor.

•••

Kaşıkçı’nın Bin Ladin’le sıcak ilişkileri hiç unutulmamış, kendisi sık sık radikal İslamcılara maddi yardım yapmakla suçlanmıştır. Oysa o, her vesileyle bunun bir gazetecilik başarısı olduğunu ve İslamcıları şiddet eylemlerinden uzaklaştırmaya çalıştığını söylüyordu. “Tanıdığım Bin Ladin” adlı eserin yazarı Peter Bergen de, Kaşıkçı ile uzun bir mülakat yapmış ve sonunda onun El Kaide’den çok Müslüman Kardeşlere sempati duyduğunu (“deeply sympathetic”) yazmıştı. (Washington Post, 7 Ekim 2018). Başka meslektaşları ve yakınları da 2000’lerin başından itibaren Kaşıkçı’nın selefî görüşlerden uzaklaştığını ve seküler, reformist fikirlere yöneldiğini söylüyorlardı. Öyle anlaşılıyor ki Kaşıkçı’nın Bin Ladin ile flörtü, El Kaide yandaşlığından çok Sovyet düşmanlığından kaynaklanmıştı. Nitekim kendisi Suudi “establishment”ı içinde daima itibarlı bir yere sahip olmuş; El Vatan gazetesinde ve oradan istifa ettikten sonra da El Arab TV’sinde yöneticilik; BBC, El Cezire, Dubai televizyonlarında da yorumculuk yapmıştı. Eski Suudi İstihbarat Başkanı Prens Türkî bin Faysal’ın en yakın dostları arasındaydı ve Türkî, Washington’da 2003-2006 arasında büyükelçi iken Kaşıkçı da elçiliğin adeta fiili sözcüsü haline gelmişti.

Peki iktidarla ipler ne zaman kopmaya başladı?

•••

Donald Trump başkan adayı olup da İslamofobi ağırlıklı bir kampanya başlatınca, Suud Sarayı’yla ipler de gevşemeye başladı. Ve Trump seçilince de koptu. Bu süreci anlatan Washington Post, Ortadoğu muhabiri Liz Sly, “Trump’ın başkan olarak seçilmesi”, diyor, “Belki de dünyanın hiçbir yerinde Suudi Arabistan’da olduğu kadar sevinç uyandırmadı” (W. Post, 7 Ekim 2018). Oysa Kaşıkçı, yeni başkanın İslam düşmanlığı kadar Putin dostluğundan da kaygı duyuyordu. Böylece giderek iktidar çevrelerinden uzaklaştı ve 2017 yılında da ABD’ye sığındı. Sığınmakla da kalmadı, orada Washington Post gibi görüşlerini özgürce ifade edebileceği bir platform buldu. Artık ülkesine -kendine göre ılımlı, fakat veliaht Prens’e fazlasıyla sert görünecek- eleştiriler yöneltme olanağına kavuşmuştu.

•••

Gerçekten de Kaşıkçı’nın 2017 sonbaharından beri Washington Post’ta yazdığı yazıların sadece başlıkları bile hırslı Veliaht Selman’ı ne kadar öfkelendirmiş olabileceğini gösteriyor. İşte bunlardan doğrudan Selman’ı hedef alan bazıları:
“Suudi Arabistan her zaman bu kadar baskıcı olmadı; şimdi dayanılmaz halde!” (18 Eylül 2017). “Suudi Arabistan Veliaht Prensi, Putin gibi davranıyor!” (5 Kasım 2017). “(Yemen’de) Suudi Arabistan Arap Baharı’na ihanetinin bedelini ödüyor!” (5 Aralık 2017). “Suudi Arabistan Veliaht Prensi ulusal medyayı her zaman kontrol etti; şimdi ise onu boğuyor!” (7 Şubat 2018). “Suudi Arabistanlı kadınlar artık araba kullanabiliyor; Veliaht Prens çok daha fazlasını yapmalı!” (25 Haziran 2018).

•••

Şimdi bu satırların yazarının, en ufak bir muhalefete bile tahammül edemeyen ülkesinin parçası sayılan bir konsolosluğa, bazı özel evraklar almak için girmesinde şaşılacak bir şey yok denilebilir mi? Öyle anlaşılıyor ki Kaşıkçı Türkiye’ye fazla güvenmiş, Prens Selman’ın Türkiye’de böyle bir operasyona girişemeyeceğini sanmış, feci şekilde de yanılmıştır. Böylece varılan noktada kendisi ortadan kayboldu; ülkesi infaz iddialarını şiddetle reddediyor ve bunu yaparken de Kaşıkçı’yı İslamcı teröristlere, Müslüman Kardeşler’e destek olmakla suçlamaktan geri durmuyor. Oysa bu suçlama, Suudi Arabistan’ın aynı zamanda Katar ve Türkiye’ye de yönelttiği bir suçlamadır ve bu ülkelerin Ortadoğu’daki son kamplaşma sürecindeki yerlerini işaret ediyor.

•••

Kuşku yok ki Kaşıkçı hem Katar’a hem de Müslüman Kardeşler’e yakınlık duyuyordu ve bu da kendisini AKP iktidarına da yakınlaştırıyordu. Buna karşılık otoriter rejimlere -ve bu arada Putin’e- şiddetle karşı olması, Beştepe’de kuşkular uyandırıyordu. Türkiye herhalde bir gazeteci için Suud düşmanlığı yapacak değildi; ne de olsa, Y. Aktay’ın deyimiyle, bu iki ülke “birbirine mecbur” haldeydiler. Dikkatli olmalı, esnek davranılmalıydı; zaten bu sıralarda Arap cephesi -Trump’ın (dolaylı ve korumacı) başkanlığı altında- somut bir yapılanmaya doğru yöneliyordu. Eylül sonlarında ABD Dışişleri Bakanı Pompeo birçok Arap meslektaşıyla görüşmüş ve bir çeşit “Arap Nato’su”nun temelleri atılmıştı. The Economist dergisine göre (6 Ekim 2018) bu stratejik birliğin (Middle East Strategic Alliance) yıllık harcamaları 100 milyar doları bulacak ve 5000 tank, 1000 savaş uçağı ve 300 bin kadar da askeriyle yeni bir ordu kurulacaktı. Bu koşullarda ortalığı karıştırmanın anlamı yoktu ve böylece “Kaşıkçı Soruşturması” Türk ve Suudi’lerden kurulacak “ortak bir komisyon”a havale edildi. Bu koşullarda, Ziya Paşa’nın deyimiyle, “kadı”nın davacı, “mübaşir”in de tanık olduğu bir davaya sürüklenir gibiyiz.

•••

İşte tablo bu ve bu tablo karşısında tekrar Kaşıkçı’ya dönerek, onun hakkında “ne İsa’ya ne de Musa’ya yarandı” da diyemeyeceğimiz kanısındayım. Olayların gidişatına bakılırsa bu duruma düşmeye, yıllardır izlediği ilkesiz dış politikasıyla daha çok Türkiye aday görünüyor. Son 30 yıl içinde Afganistan’da Bin Ladin sempatisinden, İslam dünyasında insan hakları savunuculuğuna evirilen gizemli ve çok çehreli Kaşıkçı ise, biraz da elinde olmayan nedenlerle, şimdiden İslamcı faşizmle savaşan cephenin simge isimlerinden bir haline gelmiş bulunuyor.

Taner Timur / BİRGÜN

Rahipten sonra? - FATİH YAŞLI

Rahip Brunson’un tahliyesiyle bir rehine siyaseti macerasının daha sonuna geldik. Üstelik son yine değişmedi; tıpkı Deniz Yücel davasında olduğu gibi, tıpkı Büyükada davasında olduğu gibi, o kadar atıp tuttuktan, o kadar efelendikten sonra, “bağımsız yargımızın kararıyla”, rahibi de evine uğurladık.

Başka ülkelerin vatandaşlarını tutuklayarak onları o ülkeyle yapılacak pazarlıkların bir aracı haline getirmek, onları bir koz olarak kullanabileceğini düşünmek ve bunu rutinleştirmek mevcut iktidarın icadı. Peki bir işe yarıyor mu derseniz, daha önce olduğu gibi bu sefer de yaramadığını gördük. “Ver papazı al papazı” diyerek açılan el, Fethullah Gülen’le ilgili böyle bir takas söz konusu olmayacağı anlaşılınca, Halk Bankası’na ceza kesilmemesine, oradan da en son Hakan Atilla’nın Türkiye’ye gönderilmesine kadar inmişti.

Şu an itibariyle ise bu taleplerden hiçbirinin karşılanmadığını görebiliyoruz. Dahası, bir anlaşma yapılmış ve karşılığında bir şeyler alınacak olsa bile, rahip vesilesiyle derinleşen ve gelişi hızlanan ekonomik krizi düşündüğümüzde, ödenen bedelin ne olduğunu ve yaşananların Türkiye’ye maliyetinin yüksekliğini anlayabiliyoruz.

Evet, uluslararası sistem bir hegemonya bunalımı yaşıyor ve bu bunalım emperyalist hiyerarşi içerisindeki ilişkileri doğrudan etkiliyor; iktidar partisi de söz konusu krizi fırsat bilerek, bu hiyerarşi içerisindeki yerini değiştirmeye, emperyalizmle yeni bir güç dengesinde, yeni bir pazarlık düzleminde buluşmaya çalışıyor. Ancak bunu hem gücünün sınırlarını zorlayarak, ortada asimetrik bir ilişki yokmuş gibi davranarak, hem de Kayserili halı tüccarı kurnazlığıyla yapmaya çalışıyor ve her seferinde de ortaya dünkü gibi bir sonuç çıkıyor.

Gücünün sınırları ile kastettiğimiz şey, Türkiye’nin ekonomik olarak dünya sistemi içerisindeki yeri. Batı sermayesine ve sıcak para akımlarına göbekten bağlıyken ve ithalatıyla, ihracatıyla, bankacılık ve kredi sistemiyle, 450 milyar dolarlık dış borcuyla kapitalist sistemin zayıf ülkelerinden biriyken, bu ekonomik bağımlılık ve zayıflık halini gözetmeden atılan her adım eninde sonunda ters tepiyor. Trump’ın tek bir tweetiyle dolar kurunun alıp başını gittiği bir ekonominiz varsa, siyasal alanda atacağınız her adımı hesaplayarak atmanız gerekir ama bizde böyle yapılmıyor, netice ise hep dünkü gibi oluyor.

Hele bir de bunu yaparken kendinizi akıllı âlemi ise aptal zannediyor ve kandırabileceğinizi düşünüyorsanız, işte bu akıllılık değil, kurnazlık oluyor ve ne uluslararası politika, ne de diplomasi kurnazlıkla işliyor, kurnazlık sandığınız şeyin sonu kurduğunuz oyunun elinizde patlamasıyla sonuçlanıyor.

Türkiye’nin bugün on altı yıl öncesine göre emperyalizme daha az bağımlı, daha saygın, daha itibarlı bir devlet olduğunu iddia edebilir miyiz? Eğer havuzun bir parçası değilsek, hayır. Dış politikasını süreklileşmiş bir şark kurnazlığı üzerine kuran, küçük hesaplar yapan, kapalı kapılar ardındaki pazarlıkları ve kişisel ilişkileri merkeze koyan bir anlayıştan bağımsızlık, itibar, egemenlik çıkmaz. Çıkanın ne olduğu ise bellidir, “dünya beşten büyüktür”de somutlaşan, içi boş, kof bir şov, o kadar.

Bunun dışında, rahip meselesi bir kez daha Türkiye’de yargı diye bir şeyin olmadığını, “yargının siyasallaşması” tabirinin bile olan biteni açıklamaya yetmeyeceğini, ortada çok daha feci bir durum bulunduğunu göstermiştir. Belki Türkiye’de yargı hiçbir zaman bağımsız olmamıştır ama hiçbir zaman da olan bitenin böylesine pespaye bir müsamere halini aldığı görülmemiştir. Bu müsamere hali ise her şeyden önce bu ülkenin yurttaşlarına yapılan büyük bir saygısızlık, büyük bir kötülüktür.

Devlet geleneğinin, dış politikanın, yargının, medyanın, hukuk sisteminin çürümesi, bir büyük yalanın bütün kurumlarıyla bütün bir ülkeyi, ülkedeki herkesin aklını rehin almaya çalışması… İçinde bulunduğumuz durum aşağı yukarı budur ve işin tuhafı tam ortasından ikiye bölünmüş bir toplum, bu büyük yalanı hiçbir şey yokmuş gibi izlemeye devam etmektedir.

Bunun gerisinde ise, iktidarın da aslında en büyük şansı olan, muhalefet yokluğu vardır. İktidar partisi, Türkiye’de muhalefeti de kendine benzetmeyi başarmış ve aynı zamanda kendisi açısından tehlikesiz hale getirmiştir. Muhalefetin olmadığı yerde ise toplum elbette ki tüm bu olan biteni izlemekle yetinecek, çürüme derinleşecek, yalan büyüyecektir. 

Oysa rahibin salınması, iktidarın Türkiye’yi içine soktuğu krizi önlemeye yetmeyecek, kriz giderek derinleşecektir ve tam da bu nedenle ihtiyacımız olan şey hakiki bir muhalefettir. Türkiye’nin kaderini belirleyecek olan, iktidarla varoluşsal ve hakiki bir mücadele içerisine girecek bir muhalefetin ortaya çıkıp çıkmayacağıdır, çürümeye ve yalana karşı tek çare budur.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN