17 Ekim 2018 Çarşamba

Kaşıkçı olayı: Bu jeopolitik dramda acınacak kimse yok - Çeviri: Doğa Can Oruçoğlu

Suudi 'gazeteci' Cemal Kaşıkçı'nın İstanbul'daki Suudi Arabistan Başkonsolosluğu'nda öldürülmesi, Orta Doğu'yu kıskacına alan, birbirinden kirli aktörleri karşı karşıya getirdi. Müslüman Kardeşler, Suudiler, Beyaz Saray, AKP, İsrail... şimdi bir cinayetin nasıl örtbas edileceği hakkında pazarlık yapıyorlar.

Suudi "gazeteci" Cemal Kaşıkçı'nın İstanbul'daki Suudi Arabistan Başkonsolosluğu'nda öldürülmesi, Ortadoğu'yu kıskacına alan, birbirinden kirli aktörleri karşı karşıya getirdi. Müslüman Kardeşler, Suudiler, Beyaz Saray, AKP, İsrail... Şimdi bir cinayetin nasıl örtbas edileceği hakkında pazarlık yapıyorlar.
Polisiyeyle jeopolitiğin kesiştiği Cemal Kaşıkçı olayının arkasında yatan kirli hesaplar, emperyalizm içi çelişkiler sebebiyle beklenmedik bir anda çıplak kalabilir. 
Kaşıkçı olayıyla ilgili İngilizce'den çevirdiğimiz aşağıdaki blog yazısı Suudi Arabistan ve Türkiye arasındaki pazarlıklara, Washington'daki lobi faaliyetlerine kadar uzanarak ABD ile bölge ülkeleri arasındaki ilişkilerin nasıl bir çerçevede geliştiğine dair fikir veriyor.  

Bu derleme, Moon of Alabama adlı bir blog sitesinde "b." mahlasıyla ve "Kaşıkçı olayını çözmek zor mesele" başlığıyla yayınlandı. Arkasında kimin bulunduğu bilinmeyen ve 2004'ten bu yana yayında olan Moon of Alabama, Wall Street şirketlerinden birinde çalıştığı ve bu yüzden adını gizlediği bilgisini veren finans yazarı "Blogger Billmon"un yazılarını yayınlıyor.

İşte yukarıda bahsettiğimiz blog yazısı:

Kaşıkçı olayıyla ilgili müzakereler son derece zor geçecek. Olayın baş kahramanları inatçı ve tehlikeli kişiler. Yani sorun kolayca büyüyebilir.
Osmanlı İmparatorluğu, Arap dünyasının büyük bir kısmına hükmediyordu. Yeni-Osmanlıcı, Sultan olma heveslisi Recep Tayyip Erdoğan bu tarihsel konumu Türkiye için geri kazanmak istiyor. Bu yolda en büyük rakibi ise el-Suud ailesi. El-Suudların çok daha fazla parası var ve stratejik olarak İsrail ve ABD ile aynı hizada duruyorlar, öte yandan Erdoğan'ın yönetimindeki Türkiye adeta yalnızlaştırılmış durumda. Rekabetin dinsel-siyasal boyutuysa bir tarafta Müslüman Kardeşler - Erdoğan'ın da parçası olduğu "demokratik" İslamcılar- ve diğer tarafta Vahhabi mutlakiyetçilerce temsil ediliyor.
Bu tarihsel çatışmanın başkaca taktiksel boyutları da var. Suudiler, Katar ile ilişkilerini kestiklerinde, bu küçük ama aşırı derecede zengin ülkenin Suudi Arabistan tarafından işgal edilmesini önlemek üzere askerini yollayan Türkiye olmuştu. Böylece, Erdoğan, acil olarak ihtiyaç duyduğu finansal desteği de sağlamıştı. Suudiler ise, karşılık olarak, ABD'nin Kuzey-Batı Suriye'yi işgal altında tutmak için kullandığı vekil gücü YPG/PKK'ya 100 milyonlarca dolarlık yardımda bulundu. Türkiye'nin içerisinde bir gerilla savaşı veren ve ülkenin birliğini tehdit eden bu Kürt gruplarına...

Suudi Arabistan'ın fiili lideri, palyaço prens* Muhammed bin Salman, İstanbul'da bulunan Suudi gazeteci Kaşıkçı'nın kaçırılmasını (ya da öldürülmesini) emrederek büyük bir hata yaptı. Acemice düzenlenmiş operasyon, Erdoğan'a Suudilere haddini bildirmek için malzeme vermiş oldu.

Ancak bunu yapmak için, Erdoğan'ın ABD desteğine ihtiyacı var. ABD'li pastör (ve CIA yatırımı) Andrew Brunson'un yakın zamanda serbest bırakılmasının, ona, ABD Başkanı Donald Trump'ın iyi niyetini kazandırması gerekiyordu. Ama Trump Orta Doğu politikasını Suudi ilişkileri üzerine bina etti ve şu an gidip onlara öfke kusabilecek durumda değil. Öyleyse başka bir çözüm bulunmak zorunda.

Kaşıkçı, oldukça karanlık bir adamdı. Aynı zamanda Suudi ve ABD istihbarat servislerinin operatörü olarak çalışan bir "gazeteci" ve Müslüman Kardeşler'in erken dönem üyelerinden biriydi:

"Kaşıkçı'nın entelektüel birikimi, ABD'de öğrenim gördüğü ve aynı zamanda Müslüman Kardeşler'in tutkulu bir savunucusu olduğu 20'li yaşlarının başında biçimlendi. İhvan, Batı sömürgeciliğinin mirası olarak gördüğü yozlaşma ve otokratik yönetimleri Arap dünyasından söküp atmak isteyen gizli bir illegal kardeşlikti." (Ignatus, David, Washington Post, 12.10.2018)

Kaşıkçı, Afganistan'ın istikrarsızlaştırılmasına dönük ABD/Suudi/Pakistan projesine yardımcı oldu. Usame bin Ladin ile Afganistan ve Sudan'da buluştu ve röportajlar yaptı. Sol üstteki fotoğrafta RPG taşıyan kişi Cemal Kaşıkçı'nın ta kendisi.

Kaşıkçı, daha sonra, Suudi istihbaratının uzun süredir başkanlığını yürütmekte olan Turki Faysal El-Suud'un himayesine girdi. Afganistan, Sudan ve Cezayir'deki pek çok "projeye" dahil oldu. Kaşıkçı, Londra ve ardından Washington DC elçisi olduğu sırada, Turki'yi "medya danışmanı" sıfatıyla takip etti.

Cemal Kaşıkçı, "Arap Baharı" zamanında Müslüman Kardeşleri destekledi. Bu pozisyon, Hillary Clinton/Barack Obama tarafından arkalanan Orta Doğu'da rejim değişikliği programıyla da uyumluydu. Mısır'da Başkan Mübarek'in devrilmesinin ve seçimleri İhvan'ın kazanmasının ardından, Suudi yöneticiler, sıradakinin kendileri olacağından korktular. Ve Mısır ve başka yerlerde karşı devrimleri finanse etmeye başladılar. Kral Salman'ın ve oğlunun hükümranlığı altında, İhvan nüfuzunun bütün alanlarda baskılanması yoğunlaştı. Böylece koruma kalkanını yitiren Kaşıkçı, Suudi Arabistan'ı terk etmeye karar verdi:

"Arkadaşları Kaşıkçı'ya, ABD'de kalıcı oturma izni alması için yardımcı oldu." (Ignatus, David, Washington Post, 12.10.2018)

The Washington Post'un neo-con (yeni muhafazakar) editörü Fred Hiatt, Kaşıkçı'yı işe aldı ve The Post (Washington Post'un kısaltması - ÇN) onun Suudi yöneticileri karşısına alan İngilizce ve Arapça köşe yazılarını yayınladı.
Son zamanlarda Kaşıkçı, Suudi Arabistan'da CIA yönlendirmesi bir renkli-devrime hazırlığın pis kokularını yayan bir dizi proje başlatmıştı:
"Üretken bir yazar ve yorumcu oan Cemal Kaşıkçı, entelektüeller, reformcular ve İslamcılarla birlikte Arap Dünyası İçin Şimdi Demokrasi (Democracy for the Arab World Now) adında bir grubun yola çıkışı için sessizce çalışıyordu. Basın özgürlüğünü kayıt altına almak için bir medya gözlem örgütü kurmak istiyordu.
Ayrıca, propagandaya değil ama gerçek haberlere aç bir nüfusa çarpıcı gerçekleri sunmak için, uluslararası haberleri Arapça'ya çevirecek ekonomi odaklı bir web sitesi açmayı planlıyordu.
Kaşıkçı'nın görüşü, demokrasinin inşası olarak tanımladığı sürece siyasal İslamcıları da dahil etmekti. 
...
Başka bir arkadaşı, Halit Saffuri'nin söylediğine göre, Kaşıkçı, DAWN adındaki demokrasi savunucusu grubunu, Ocak ayında Delaware'de tüzel kişiliğe kavuşturmuştu... Bir başka arkadaşı, Filistinli-İngiliz aktivist ve TV sunucusu Azzam Tamimi'nin aktardığına göre ise, İslamcıları ve liberalleri temsil eden projenin, gazetecilere ulaşması ve değişim için lobi faaliyeti yürütmesi bekleniyordu.
...
Tamimi, kendisinin ve Kaşıkçı'nın, 1992'de ilk defa tanıştıklarında benzeri bir demokrasi yanlısı proje başlattıklarını söylüyor. Tamimi'nin aktardığına göre, projenin adı Cezayir'de Demokrasi'nin Dostları'ydı ve Cezayir'de acemice düzenlenen ve hükümet tarafından kesin bir İslamcı zaferini engellemek için iptal edilen seçimler takip ediliyordu."
(El Deeb, Sarah, AP News, 12.10.2018)

Kaşıkçı'nın Washington DC'de çok geniş sayıda dostu var. Ana akım gazeteciler onu kendilerinden biri olarak görüyorlar ve tıpkı kendileri gibi, onun da böylesi korkunç bir sonu hak etmediğini düşünüyorlar. Neo-liberaller kadar neo-conlar da onun "rejim değişikliği" için Arap Baharı'na verdiği desteği ve Suudi Arabistan karşıtı çalışmalarını beğeniyordu. Kongre'den pek çok kişi onu kişisel olarak tanıyordu. Ve bu çevreler, öne çıkan Suudi isimlere yaptırım getirecek Küresel Magnitsky İnsan Hakları Sorumluluk Yasası prosedürlerini işletmeye başladılar. Medya, bankalar ve tanınmış şahsiyetler, "Çöldeki Davos" olarak anılan Riyad'daki üç günlük finans konferansından çekildiler.
Trump da "bir şey yapması", Suudileri ve özellikle Muhammed bin Salman'ı cezalandırması için baskı altında.

Ancak Trump'ın Orta Doğu politikası Suudi Arabistan'a ve kişisel olarak Muhammed bin Salman'a (MbS) dayanıyor. MbS, Suriye'deki ABD işgalini finanse ediyor. Trump'ın damadı Jared Kushner, Netanyahoo'ya** sunduğu barış planını Suudi desteği üzerine bina ediyor. İran'a yönelik yaptırımlar ise, yalnızca, Suudi petrolü İran'dan kalan boşluğu doldurduğu müddetçe sürdürülebilir. Trump'ın "Amerika'yı yeniden büyük yap" programı da Suudilerin ABD'den silah almaya devam etmesine gereksinim duyuyor. Ayrıca, Trump'ın, Suudilerin Afganistan'da kesin bir yenilgi almamasına da ihtiyacı var. Son olarak önemli bir nokta da, Trump'ın, Kaşıkçı meselesini anti-Trump kampanyasının bir parçası olarak algılayacağıdır.

Eski CIA direktörü Brennan, hırslı bir Trump karşıtı olarak, bu mesele üzerinden Muhammed bin Salman'ı tahttan indirmek için lobi çalışması yürütüyor:
"Suudilerle uzun yıllar boyunca yakın çalışma yürütmüş ve bir ABD yetkilisi olarak beş yıl boyunca Suudi Arabistan'da yaşamış ve çalışmış biri olarak eminim ki, eğer Suudi diplomatik misyonu içerisinde, bir ABD gazetesine çalışan yüksek profilli bir gazeteciye dönük böyle bir operasyon gerçekleştirilmişse, buna Suudi Arabistan'ın en tepedeki liderliği -veliaht prens- tarafından doğrudan yeşil ışık yakılmış olması gerekir.
...
İnanıyorum ki, ABD istihbarat servisleri, yüksek bir kesinlik derecesinde, Kaşıkçı'ya ne olduğunu saptayabilecek kapasiteye sahiptir. Eğer, Kaşıkçı'nın, Suudi hükümetinin ellerinde öldüğü ortaya çıkarsa, -Trump, Kongre ya da dünya kamuoyu tarafından - ölümü yanıtsız bırakılamaz. İdeal olan, Kral Salman'ın sorumlulara karşı derhal harekete geçmesidir ancak bunu yapacak iradesi ya da kabiliyeti yoksa, Birleşik Devletler adım atmak zorunda kalacaktır. Bu adımın, olaya karışmış Suudilere karşı derhal yaptırım getirilmesi, ABD'den Suudi Arabistan'a askeri malzeme satışının durdurulması, Suudi güvenlik servisleriyle bütün rutin istihbarat işbirliğinin askıya alınması ve ABD'nin girişimiyle BM Güvenlik Konseyi tarafından cinayeti mahkum eden bir bildirinin yayınlanmasını içermesi gerekir." (Brennan, John, Washington Post, 12.10.2018)

Suudiler olayın nereye doğru gittiğini fark ediyor ve savunmasız olmadıklarını biliyorlar. Bu nedenle, yaptırım tehditlerine karşı bir "s***  gidin" açıklaması yayınladılar ve açıkça, herhangi bir yaptırımın, 30 sert karşı önlemle yanıtlanacağı tehdidini savurdular:

"Riyad petrolün başkenti ve buna dokunmak başka bir yaşamsal metadan önce petrol üretimini etkiler. Bu, Suudi Arabistan'ın 7,5 milyon varil üretim hedefinin gerçekleşmemesine yol açabilir. Eğer petrol fiyatının 80 dolar olması Başkan Trump'ı öfkelendirdiyse, kimse fiyatın 100 ya da 200 dolara sıçraması, hatta bunun da iki katına çıkması ihtimalini yok saymamalıdır.
Bir petrol varili, dolar yerine farklı bir para birimiyle, belki, Çin yuanıyla fiyatlandırılabilir. Gelgelelim petrol, bugün dolarla ticareti yapılan en önemli meta.
Bütün bunlar Orta Doğu'yu, bütün İslam dünyasını, Riyad'a Washington'dan daha yakın hale gelecek İran'ın kucağına atacaktır.
...
ABD, aynı zamanda, dünyanın ilk 20 ekonomisinden biri olarak değerlendirilen Suudi pazarından da atılacaktır.
Karar sürecinde etkili olan isimlere yakın Suudi kaynaklara göre, bunlar, yaptırım getirildiği takdirde Riyad'ın gözünü kırpmadan yürürlüğe sokacağı 30 önlemin yalnızca bazı basit parçaları.
Gerçek şu ki, eğer Washington Riyad'a yaptırım getirirse, sadece Riyad'ı vurduğunu düşünse bile, kendi ekonomisini öldürmüş olacaktır."
(Aldakhil, Turki, Al Arabiya, 14.10.2018)

Getirilecek önlemler, aynı zamanda Suudi Arabistan'a da büyük bir darbe vurulması anlamına gelir. Bunlar yayınlandıktan sonra Suudi menkul kıymetler borsası keskin bir düşüş yaşadı.

ABD doları, Suudi petro-dolarlarının ABD Hazinesi'nden yeniden çevrime sokulmasını öngören, 1974'deki gizli anlaşmaya yaslanıyor. Eğer, el-Suudlar, iki ülke arasındaki ilişkilerin bu köşe taşına dokunmaya başlayacak olurlarsa, ABD işgale ve onların boktan ülkelerini küçük parçacıklara dönüşecek şekilde tarumar etmeye mecbur kalacak. Mekke ve Medine, bugün Ürdün'ü yöneten Haşimilere geri verilebilir; çoğunlukla Şii nüfusun yaşadığı ve petrol ve petrol sanayisinin yoğunlaştığı Körfez kıyı şeridi, kendi başına bir ülkeye dönüşebilir; Yemen ise iki kuzey bölgesini geri kazanabilir. Bunu gerçekleştirmek için planlar çoktandır çizilmiş durumda.

Bir çözüm bulunmak zorunda. En kolayı, Kral Salman'ın oğlunu görevden alması ve Muhammed bin Salman'ın devirdiği, Muhammed bin Nayef'e veliaht prens sıfatını yeniden tanıması olabilir. Nayef, CIA'in adamı. Ancak eğer, Salman bunu yapmak için isteksiz ya da eli kolu bağlı ise, Kaşıkçı'nın başına gelenler için bir bahane bulunmak zorunda.

Suudiler Erdoğan'a, Kaşıkçı olayı için "ortak soruşturma" önerdiler. Bu, mesele hakkında bir çözüme varmak için yapılmış bir talepti. Kabul edilmesi karşılığında açılış teklifi olarak 5 milyar dolar önerildiği söylentileri dolaşıyor. Suudi Kralı, saygın Mekke Valisi, Prens Halid bin Faysal El Suud'u Ankara ile bir anlaşma ayarlaması için görevlendirdi. AB3, Birleşik Krallık, Fransa ve Almanya, iki tarafa da bu mekanizmayı kullanma doğrultusunda çağrıda bulunuyor.

Eğer iki taraf da isterse, davayı kapatmak için izlenmesi gereken süreç oldukça açık:
"Açıklamalarında [..] Başkan Recep Tayyip Erdoğan, Suudileri suçlamak konusuna gelince aniden duruverdi. Türk yetkililer, başkanlarının ateşi kestiğini çünkü Suudi Arabistan'a Kaşıkçı'nın başına gelenleri kabul etmesi için baskı uygulamak konusunda Washington'un yardım edeceğini umduğunu söylediler.
...
Suudi Arabistan'ın Washington'daki bazı müttefikleri şunu kabul ediyor: Birleşik Devletler'den gelecek basınç, krallığı - Veliaht Prens Muhammed'i herhangi bir sorumluluktan koruyacak bir şekilde de olsa - Kaşıkçı'nın akıbeti konusunda bir noktaya kadar sorumluluğunu kabul etmeye itebilir."
(Kirkpatrick, David D., New York Times, 12.10.2018)

Suudi devletinin bazı "muzip unsurları" Kaşıkçı'yı öldürdüklerini itiraf edebilirler. Muhammed bin Salman bilgisi dahilinde olduğunu reddeder. Ancak en güvenilir adamlarından İstanbul'da görülen 15 tanesi, cezalandırılmak zorunda kalır. (Peki bodyguardlarının geri kalanı buna nasıl tepki gösterir?)

Ancak esas sorun, iki tarafın da - Erdoğan ve Muhammed bin Salman - aşırı derecede inatçı olması. İki adam için de mesele Kaşıkçı olayından çok daha büyük. Çatışmanın tarihsel, stratejik ve son derece kişisel boyutları var. Bu da bir anlaşmaya varılmasını güçleştiriyor.

Erdoğan, Muhammed bin Salman bu aptalca eylemi gizli servisinin burnunun dibinde gerçekleştirdiği için son derece şanslı olduğunu biliyor. Bu durum ona Suudileri budamak için ihtiyaç duyduğu malzemeyi veriyor. Bu yüzden, Suudi Arabistan üzerindeki baskıyı ve ortaya çıkan rezaleti ağırlaştırmak için, parça parça gün ışığına yeni deliller çıkaracak.
Diğer tarafta, Muhammed bin Salman, pozisyonunu korumak için elinden geleni yapacak. Hatta, eğer Kral Salman kendisini görevden almaya karar verecek olursa, babasının ani bir şekilde ölmesine dahi izin verebilir. Kaşıkçı, açıkça taht için bir tehlikeydi. Muhammed bin Salman muhtemelen doğru şeyi yaptığını ve bu konu üzerinden herhangi bir eleştiriyi hak etmediğini düşünüyor. Ne de olsa, yabancı ülkelerde yaşayan muhalifleri kaçırma ve gerekirse öldürme, daha önce hiç bu kadar ciddi bir şamataya yol açmamış, kökleri eskilere dayanan bir Suudi politikası.

Ayrıca, Muhammed bin Salman, Kongre'den yükselen sesleri ve Trump'a yönelen "bir şeyler yap" basıncını kesecek kudretli bir müttefike de sahip.
Siyonistler çoktan MbS'ye yardım etmenin kendi çıkarlarına olduğunu kavradılar:
"Kudüs Stratejik Çalışmalar Enstitüsü Başkan Yardımcısı ve eski Ulusal Güvenlik Konseyi Üyesi Eran Lerman, 'Washington'da Suudi hükümetinin konumunun zarar görmesi kesinlikle bizim çıkarımıza değil' yorumunu yaptı.
...
Lerman, - bir zamanlar İsrail'deki ofisinin şefi olarak çalıştığı Amerikalı Yahudi Komitesi vb- Washington'daki Yahudi siyasal örgütlerinin, geçmişte olduğu gibi gerçekten Capitol Hill'e (ABD Kongresi - ÇN) gidip, iki ülkeyi paradoksal şekilde birbirine daha da yakınlaştıracak bir adım olarak, gizlice Suudiler için lobi yaptığı bir senaryo öngörüyor."
(Keinon, Herb, Jerusalem Post, 12.10.2018)

Bu jeopolitik dramın baş kahramanlarından hiçbiri acınmayı hak etmiyor. Erdoğan, Trump, Muhammed bin Salman birer zorba. Kaşıkçı ise pek çok yaşamın yıkımında kendi iradesiyle araç olmuş biriydi. Bu insanları birbirlerinin boğazına çökmüş görmek çok eğlenceli.

Ancak bu çatışma tehlikeli de. Bir anda pek çok insan için acı verici sonuçları olacak çok daha büyük bir şeye dönüşebilir. Ne yazık ki, bu insanlara sağduyulu davranmayı öğretip, davayı kapatmalarını sağlayabilecek kimse yok gibi gözüküyor.

Daha önce bu meselenin kısa süre içerisinde sönümleneceğini düşünmüştüm, şimdi çatışmanın haftalar hatta aylar boyunca sürmesini ve etrafında kalıcı bir zararın birikerek büyümesini bekliyorum.

Çeviri: Doğa Can Oruçoğlu / SOL
 
Yazar kelime oyunu yaparak "veliaht prens" anlamına gelen "crown prince" tamlamasını, palyaço prens anlamına gelen "clown prince" olarak değiştirmiş - ÇN
** Yazar İsrail Başbakanı Netanyahu'yu alaya almak için adının sonunda ufak bir değişiklik yapıyor - ÇN

Biri ayyaş mı demişti? - MİNE SÖĞÜT

Bu ülkede herkes Atatürk’ü sevmek zorunda değildir. 
Aydınlanma devrimlerini beğenmek zorunda değildir. 
Cumhuriyet rejimini onaylamak zorunda değildir. 
Beşeri değil ilahi adaletle yönetilmek isteyenler olabilir. 
Çocuklarını çağdaş değil çağdışı bir eğitimle büyütmek isteyenler çıkabilir. 
Ahlaki olarak toplumu yoldan çıkmış bulanlar olabilir. 
Kadınla erkeğin eşit haklarında ısrar etmek birilerinin sinirini bozabilir. 
Dogmatik bilgilerin rasyonel bilgilerle gölgelenmesi bazılarının huzurunu kaçırabilir. 
Karşıdevrim hayalleri kuranlar ve o hayale çok yaklaştıkları için coşanlar... 
Demokrasiyi hiçe sayanlar, hukuku gözden çıkaranlar... 
Onlar yaşamak zorunda kaldıkları hayatın, uymak zorunda kaldıkları kuralların, katlanmak zorunda kaldıkları yasakların, ha bire önlerine çıkan bilimsel dayatmaların faturasını simgesel olarak Atatürk’e çıkarabilirler. 
İnsanlar Atatürk’ten nefret edebilirler. 
Onun büstüne, resmine gıcık olabilirler. 
Meşreplerine göre onu eleştirebilirler. 
Onun hakkında ağıza alınamayacak laflar edebilirler. 
Hatta davranış bozuklukları varsa onun çeşitli suretlerine fiziksel olarak saldırabilirler. 
Bir çocuk... 
Ya da bir meczup... 
Ya da farklı siyasi görüşü olan herhangi bir insan... 
Atatürk büstünü tekmelediğinde, yıktığında, ona sövdüğünde, tükürdüğünde ya da benzeri şiddet ve hakaret içeren tepkiler verdiğinde... 
Rasyonel düşünenler için ilahi değil akli bir önem taşıyan Atatürk ve onun simgelediği değerler, devrimler, kazanımlar zarar görmüş olmaz. 
Sadece ülkenin medeniyet seviyesindeki düşüş kayda geçer. 
Bu da Atatürk’e ya da çağdaş Türkiye’ye kıymet veren insanlar için bir hakaret mevzuu değildir. 
Çünkü Atatürk onların tabusu değildir; kutsalı hiç değildir. 
Atatürk onlar için akıldır, felsefedir, bilimdir, sanattır, gelecektir, aydınlıktır. 
O yüzden böyle zamanlarda o insanlar Atatürk’e yapılan saldırılara endişeyle bakarlar. 
O saldırılardan kişisel olarak incinmezler, gocunmazlar, yıkılmazlar. 
Onlar o hakareti yapan insan için endişelenirler. 
O insanı eğiten karanlıkla ilgilenirler. 
O karanlığı besleyen iradeye öfkelenirler. 
Bir insan Atatürk büstüne saldırdığında... 
O insanı kim, nasıl eğitti diye düşünürler. 
Onu yakalayan polisin tavrının insanlık dışı olmasına sinirlenirler. 
O polis aslen kimin polisidir, diye sorgularlar. 
O polisle o çocuğun ortak cehaletini ve cesaretini aynı terazide tartarlar. 
Meseleye, o görüntülere alkış tutan tarafların coşkusunun sadece bu ülkeye değil insanlığa nelere mal olduğunu görecek kadar mantıklı ve kaygılı yaklaşırlar. 
O yüzden sosyal medyada dolanan Atatürk’e hakaret görüntüleri aslında hakaretin değil cehaletin, gerilemenin görüntüleridir. 
O hakaret edeni tekmeleyip aşağılayan ve sonra da hapse tıkan irade de adaletin değil yine cehaletten beslenen bir faşizmin iradesidir.

***
İstenirse tüm heykelleri yıkılsın, tüm posterleri yırtılsın, adı her yerden silinsin... 
Bir önemi yok. 
Ortada çok daha büyük ve gerçek ve önemli bir hakaret var zaten. 
Atatürk’e bu ülkede Meclis çatısı altında “Ayyaş” denildi. 
Sanmayın ki “Ayyaş” ağır bir hakarettir. O sadece bu lafları söyleyenlerin densizliğidir. 
Atatürk’e en büyük hakaret... En ağır hakaret... En kabul edilemez hakaret ona ayyaş denilmesi değil; 
Onun büyük bir akılla, muazzam bir çabayla ve ilerici hedeflerle kurduğu ülkenin kaderinin, kurucusunu aydınlanmacı bir lider yerine “ayyaş” olarak gören zihniyetin iki dudağı arasına teslim edilmesidir.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Rahip Brunson gerilimi neyi gösterdi? - Barış Doster

ABD ile Türkiye arasında rahip Brunson’ın yargılandığı süreçte yaşanan gerilim sona erdi. Diğer sorunlu başlıklar ise sürüyor. İki ülke ilişkilerinin kısa sürede düzelmesini beklemek gerçekçi değil. ABD gibi; Türkiye’nin ekonomisi, siyaseti, ordusu, iş dünyası, üniversitesi, bürokrasisi üzerinde etkili bir emperyalist devletin, önemli bir bölgesel güç olan Türkiye’den vazgeçmesi de, Türkiye’yi rahat bırakması da beklenemez. ABD’nin terör örgütlerine (PKK – PYD ve FETÖ) verdiği destek, Kürt devleti kurma çabası, S-400 füze savunma sisteminin Rusya’dan ithali, F-35 uçaklarının tesliminin askıya alınması, iki Türk bakan hakkında ABD’de alınan karar, Halk Bankası’yla ilgili hukuki süreç, Hakan Atilla ve Reza Zarrab davaları sorunlu başlıklardan bazıları. Liste uzatılabilir. Hele de iki ülke ilişkilerinin tarihine bakılırsa, liste hayli kabarır… 

Sorun şudur; Türkiye – ABD ilişkileri, emperyalist bir büyük devlet ile orta büyüklükte bir bölgesel gücün ilişkileri olması nedeniyle dengesiz olduğu gibi, Atatürk’ten sonra iktidar olan tüm kadroların, birkaç kısa dönem hariç, ABD karşısındaki ezik, çekingen, edilgen tutumundan dolayı da dengesizdir. Türkiye’nin NATO üyeliği (1952) bu dengesizliği derinleştirmiş, ABD’yi ülkemize karşı daha da küstahlaştırmıştır. Siyasi, iktisadi, askeri, diplomatik, bürokratik alanlarda görülen bu küstahlık, rahip Brunson davasında görüldüğü üzere, hukuki alana da yansımıştır. Brunson’a karşı çok ağır suçlamalarla başlayan, 35 yıl hapis cezası talebiyle zirveye çıkan, savcının 10 yıl hapis cezası istemiyle sona yaklaşan süreç, mahkemenin 3 yıl 1 ay 15 gün ceza vermesi ve yattığı süreyi dikkate alarak, Brunson’ı serbest bırakmasıyla bitmiştir. Ne adli kontrol şartı, ne yurtdışı yasağı konan Brunson da ülkesine dönmüştür.


Trump’ın küstahlığı ve yargının görevi
Rahip Brunson serbest kaldıktan sonra ABD Başkanı Trump’ın “Ben rehineler için anlaşma yapmam” demesi, sadece Trump’ın densizliği, patavatsızlığı ve şımarıklığıyla açıklanamaz. ABD’nin Türkiye’ye nasıl baktığını gösterir.  

“Rehine” kelimesini kullanması, Türkiye’nin sadece siyasetine değil, hukuk sistemine de saygı duymadığını kanıtlar. Bu Türk yargısı, Türk adaleti, Türk hukuk sistemi üzerinden, tüm Türkiye’ye yapılmış bir hakarettir. Asla kabul edilemez. 

Ne var ki, ülkemize yönelik hakaretleri, sadece bu kötü sözlerin sahiplerinin terbiyesizliğiyle açıklayamayız. Bu hakaretlerin devamının gelmesini önlemek için, bizim yapmamız gerekenler de vardır. Bunların başında da kendimizi her alanda geliştirmek, güçlendirmek, Batı’nın bize müdahale etmesini, içişlerimize karışmasını engelleyecek zemini, gerekçeleri, araçları ortadan kaldırmak gelir. İnsan hakları, demokrasi, özgürlük, hukuk devleti gibi kavramları, Batı’nın emperyalist amaçları için kullandığını, araçsallaştırdığını bilmek başkadır; bu değerleri bizim, kendimizin, Türk milleti için, kendi mücadelemizle yaşama geçirmemiz, içselleştirmemiz başkadır. AB’nin sopasıyla özgürlük, ABD’nin dayatmasıyla demokrasi geleceğini savunan liberallere, numaracı cumhuriyetçilere, yetmez ama evet ekibine karşı çıkmak başkadır; Türk milleti demokrasiyi, özgürlüğü, hukuk devletini, insan haklarını hak ettiği için gerekli mücadeleyi yine Türk milletiyle birlikte vermek başkadır. 

Bu konuda şüphesiz Meclis’e, siyasete, bürokrasiye, üniversiteye, medyaya, meslek kuruluşlarına, sendikalara, demokratik kitle örgütlerine büyük görev düşmektedir. Ama çok büyük ve temel bir görev de yargının sırtındadır. 

Çünkü kılı kırk yaran bir titizlikle çalışmak, yargının bağımsızlığına ve tarafsızlığına gölge düşürmemek, en doğru, en adil kararları, en hızlı şekilde vermek, öncelikle yargının görevidir. Ayrıca, Türk milletinin hak ettiği, layık olduğu, özlemle beklediği bir hukuk düzenidir. Dahası, Batı emperyalizminin Türkiye’ye tepeden bakmasını, Türkiye’nin içişlerine karışmasını engelleyecek en önemli direnç noktalarından biridir. Ve yurtiçinde toplumun devlete güvenini, sadakatini, sevgisini pekiştirecek, yurtdışında Türkiye’nin saygınlığını, gücünü, ciddiyetini artıracak en önemli güçtür.

Kıssadan hisse: Adalet mülkün temelidir. Yargının bağımsızlığı, gücü ve güvenilirliği yurtiçinde ve dışında, devletin itibarının ve meşruiyetinin en büyük teminatıdır.

Barış Doster / CUMHURİYET

Kaşıkçı olayında neden İstanbul seçildi? - ALİ SİRMEN

Hâlâ üzerindeki giz perdesi aralanamamış olan Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı ıolayına geçmeden önce, “Papaz” Brunson ile ilgili birkaç söz etmek gerek.

Mahkemenin Rahip hakkındaki hükmünü ve kararını açıklamasından kısa bir süre
sonra Donald Trump, Brunson’ı Oval Ofis’te ağırlarken eşzamanlı olarak da basın toplantısı düzenlediği gösteri sırasında, bir yandan güya Tayyip Erdoğan’a teşekkürlerini
gönderirken, bir yandan da Türkiye’nin itibarını sarsacak lafları sokuşturmayı ihmal etmiyordu.

Başkan, Brunson olayının seyrini anlatırken “Bu konuda pazarlık etmedim, ben rehineler konusunda pazarlık etmem” derken, Türkiye’yi rehine alan devlet olarak
niteleyerek, küstahlık ediyordu.

Ama “Ver papazı, al papazı!” çıkışından sonra, Trump’a karşı söyleyecek fazla bir şey de kalmıyordu.

Ver papazı al papazı dedikten sonra ne oldu. “Papaz”ı alamadan (neyi aldığımızı takrire manidir hicabım!), “papazı” verdik.
Trump papazı istiyordu. Papazı aldı.
Türkiye öbür papazı istiyordu. Hava aldı.

Brunson’ın serbest bırakılmasından önce davanın savcısı değişti, ülkemizdeki uygulaması bir hukuk faciasına dönüşmüş olan gizli tanıklar ve tanıklar ifadelerini
değiştirdiler ve papaz serbest kaldı.

Ankara bütün bunlara rağmen ısrarla, bağımsız yargının kimsenin etkisinde kalmadan
karar verdiğinde direniyor.
Herkes bu savı kös dinler gibi dinliyor ve şu yanıtı veriyorlar:
-Anlıyoruz, şimdi bağımsız yargınıza söyleyin de bi zahmet şu şu şu kişileri serbest bırakıversin!

Acaba Brunson’ı serbest bırakan iradenin bağımsız yargı olduğuna inanan var mı?

***


2 Ekim günü İstanbul’daki Suudi Arabistan Konsolosluğu’na girdikten sonra kendisinden haber alınamayan Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı olayı ise resmen gizini korurken, Kaşıkçı’nın makalelerini yayımlayan ABD’nin önde gelen ciddi gazetelerinden Washington Post, son derecede önemli bir iddia ortaya atmış bulunuyor.

Gazeteye göre Türk yetkililerinin elinde Kaşıkçı’nın konsolosluk binasında öldürülüp
parçalandığını ispatlayan görüntü ve ses kayıtları mevcutmuş.

Washington Post’a göre bu kan dondurucu kayıtları Türk yetkilileri, Amerikalı muhataplarıyla paylaştıkları gibi bazı basın organlarının yöneticilerine de dinletmişlerdir.
Washington Post’un kayıtlar hakkında bilgi veren adını açıklamadığı yetkilinin bir kısmının korkunç olduğunu bildirdiği kayıtlar, aynı zamanda olay günü Riyad’dan iki özel uçakla İstanbul’a gelen 15 kişilik Suudi heyetinin, Kaşıkçı’nın öldürülmesinden
sonra Suudi konsolosun konutuna gittiğini de ortaya koymaktadır.

Olayın üstündeki bir başka giz perdesi de Kaşıkçı’nın kendi ayağıyla tuzağa nasıl düştüğü, normalde herkesin hissedebileceği tehlikeyi nasıl olup da sezemediğidir.

***
Cemal Kaşıkçı’nın Suudi Arabistan Konsolosluğu’na Türk nişanlısı ile evlenme
muamelesini yaptırmak için başvurduğu biliniyor.
Bilinen bir başka husus da Cemal Kaşıkçı’nın nikâh muameleleri için ilk kez Washington’daki Suudi Konsolosluğu’na başvurduğudur.

Planın o aşamada yapıldığı tahmin ediliyor.
Fakat daha sonra Suudi yetkililer, planı yürürlüğe koymak için Kaşıkçı’ya İstanbul’daki konsolosluğa gitmesini söylüyorlar.

Burada ilk akla gelen de Suudi makamlarının Cemal Kaşıkçı’nın Washington’da öldürülmesine ABD yönetimi ve kamuoyunun göstereceği büyük tepkiyi göğüsleyemeyeceklerini düşünmüş olmalarıdır.

“Nasıl olsa ‘faili meşhur, faili meçhul’ler ülkesi olan Türkiye faili meçhullere daha alışıktır. Bu da onlar arasında kaynar gider, Türkiye’nin tepkisi de ABD’ninki kadar büyük ve kahredici olmaz” düşüncesinin, olay mahalli olarak İstanbul’un seçilmesinde etken olup olmadığı konusundaki ilginç soru ise henüz yanıtlanmış değildir.

Bu durumda Türk makamlarının Washington Post’un sözünü ettiği kayıtlar hakkında açıklama yapmaları daha da önem kazanıyor.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

‘Bosna Hersek’te düşmanlık yapısallaşıyor’ - Doğan Ergün

1992-1995 savaşının ardından ABD’nin Dayton kentinde dönemin Sırbistan, Bosna Hersek ve Hırvatistan liderleri Slobodan Miloşevic, Aliya İzzetbegoviç ve Franjo Tudjman’ın yanı sıra ABD Dışişleri Bakanı Warren Christopher barış anlaşmasına imza atmışlardı.

Tarihsel bağlar nedeniyle Türkiye’de her zaman yakından takip edilen Bosna Hersek’te geçen hafta Başkanlık Konseyi’nin Boşnak, Hırvat ve Sırp üyelerini belirlemek için yapılan seçimlerde milliyetçilik rüzgarı esti. Bosnalı Müslümanlar adına Şefik Caferoviç’in, Sırplar adına milliyetçi ve Rus yanlısı Milorad Dodik’in, Hırvatlar adına ise Zeljko Komsic’in zafer kazandığı seçimleri,  Bosna Hersek üzerine çalışmalarıyla tanınan yazar Özgür Dirim Özkan ile görüştük. Özkan’a göre 23 sene önce yapılan Dayton Barışı’yla kurulan sistem, yarattığı çok parçalılıkla ülkeyi öldürmüyor ama süründürüyor.

Bosna’da parçalı ve karmaşık bir siyasi yapı var. Bunu kısaca anlatır mısınız?
Bosna Savaşı’nı sona erdiren Dayton Barış Anlaşması’ndan bu yana 23 sene geçmiş olmasına rağmen, Bosna siyaseti hâlâ savaşın gölgesinde yapılıyor. Dayton’ın yaptığı savaşan tarafları barıştırmak değil aralarındaki sınırları daha da keskinleştirip, düşmanlığı yapısallaştırmak oldu. Ülkenin parçalı yapısının sorumlusu Dayton, bir anlamda hayatta kalmasının da nedeni. Yani, öldürmüyor ama süründürüyor. Bosna - Hersek iki ayrı özerk devletten, 10 kantondan, bir de özel bölgeden oluşuyor. Her bakanlıktan 14’er tane var. Haliyle bu karmaşık yapının işlevli olması mümkün değil. Milliyetçi siyasi aktörler ise bunu olanca hoyratlığıyla sömürmesini çok iyi biliyorlar. Ülke Avrupa’nın yolsuzlukta, yoksullukta, işsizlikte önde gelen ülkelerinden. Hâlâ Yugoslavya’dan kalan eğitim, sağlık, bilim altyapısı kullanılıyor.

-Bu seçim sonuçları ülkenin bütünlüğü bakımından geleceğe dönük umut veriyor mu?
Milliyetçiliğin, yolsuzluğun, işsizliğin kazandığı bir seçimi daha geride bıraktık. Her sekiz ayda bir Bosnalı Müslüman (Boşnak), Bosnalı Sırp ve Bosnalı Hırvat cumhurbaşkanlığı konseyi üyesi arasında el değiştiren bir sistem var. Konsey üyelerinin yanı sıra, Ulusal Parlamento, iki özerk bölge olan Bosna - Hersek Federasyonu ve Sırp Cumhruiyeti Parlamentoları, 10 ayrı kantonun parlamentoları ile Brçko Parlamentosu için 3,5 milyona yakın seçmenin sadece yüzde 53’ü sandığa gitti.
Bosna - Hersek Federasyonu’nda zafer Aliya İzzetbegoviç’in kurup oğluna teslim ettiği sağcı Demokratik Eylem Partisi’nin (SDA) oldu. Onu sosyal demokrat parti takip ediyor. Liberal eğilimli Naşa Stranka (Bizim Partimiz) da etkisini artırdı.
Sırp Cumhuriyeti’nde ise beklendiği gibi Milorad Dodik zafer elde eden taraftı. 1992-95 savaşının gölgesinde yapılan seçim kampanyası boyunca milliyetçi, hatta ayrılıkçı retorik damgasını vurdu. Sırp Cumhuriyetinin kabadayı lideri Dodik son yıllarda ayrılıkçı söylemini zaten daha da arttırmıştı.
Cumhurbaşkanlığı seçimi ilginç bir duruma da yol açtı. Bu seçimde Hırvat Komşiç’in seçilmesini sağlayan daha çok Boşnak oylar oldu. Birçok Boşnak savaş sırasında Altın Zambak nişanı almış, Bosna’ya sadakatinden emin oldukları Komşiç’e oy vermeyi tercih etti.

Dodik Rusya  için önemli
Bosna Hersek Rusya-Batı geriliminin yansımalarının olduğu bir ülke. Seçim sonuçlarını bu açıdan da ele alabilir misiniz?
Öncelikle, bu seçimde en çok konuşulan konulardan biri, “dış mihraklar”ın Bosnasiyaseti üzerinde oynadığı oyunlardı. Dodik her zamanki gibi Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’i ziyaret etti, desteğini aldı. Dodik şimdilerde de cumhurbaşkanlığı görevini Saraybosna’da yürütmeyeceğini ve Bosna - Hersek bayrağı yanında Sırp Cumhuriyeti bayrağının yer almadığı etkinliklere katılmayacağını açıkladı. NATO’nun genişleme hamlelerine karşı Balkanlar’ı istikrarsızlaştırma silahını oynayan Rusya için Dodik, satranç tahtasında karşı tarafı pat edebilecek önemli bir piyon.

Ankara etkisi bu kez sınırlı
-Ankara’nın seçim sürecinde ve çıkan sonuçlarda etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
SDA genelde seçimlerde en büyük desteği Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’dan alır. Ama bu seçimde AKP’nin Bosna seçimlerindeki etkinliği biraz frenlenmiş oldu. Tabii ki bunda döviz kuru, rahip Brunson, İdlip savaşı gibi konularda sıkışan AKP’nin Balkanlar’ı şu sıralar boşlamak zorunda kalmasının da etkisi yok değil. 

 'Solun durumu trajik'
Bosna Hersek’te sol-sosyal demokrasi adına seçim sonuçları ne anlatıyor? 
Bosna - Hersek’te sol partilerin durumu traji-komik. Sosyal demokrat SDP ile 2012 yılında buradan ayrılan Demokratska Front (Demokratik Cephe) oyları paylaşıyor. Bundan önceki seçimde SDP yüzde 14 almıştı, DF ise yüzde 9. Bu seçimlerde ise tersi oldu. Daha önce SDP’nin koalisyon ortağı olarak iktidara geldiğini, fakat Bosna’nın sorunlarına çözüm olamadıklarını biliyoruz. SDP’ye sadece etnisiteler üstü bir kimliğe sahip olduğu için oy veriliyor. Sosyalist solun ise durumu içler acısı. Yugoslavya döneminin özeleştirisinin verilmediği bir sosyalist/sol zeminde 2018’in sorunlarına çözüm bulabilecek bir siyasî program çıkarmak pek mümkün görünmüyor.

Doğan Ergün / CUMHURİYET

Rus salatası nasıl Amerikan salatası oldu? - FATİH YAŞLI

Çok da uzak olmayan bir zamana kadar, birisi “yeni Türkiye”den söz ettiğinde, kuruluşuna yaptıkları katkının verdiği suçluluk duygusuyla olsa gerek, liberaller hemen “Eski Türkiye çok mu iyiydi sanki” diye savunmaya geçerlerdi. 

Şüphesiz ki “eski Türkiye” de pek matah bir yer değildi ama artık liberallerin de kabul ettiğini varsayabileceğimiz ve bizim de yaşayarak tecrübe ettiğimiz şekilde, “yeni Türkiye” ile kıyaslayabileceğimiz bir yer de değildi.

Öte yandan “yeni Türkiye” birden bire, kendiliğinden ve boşlukta ortaya çıkmadı. “Eski Türkiye’nin en çürük, en yozlaşmış, en karanlık yanlarının üzerinde yükseldi ki, o çürümenin, yozlaşmanın, karanlığın gerisinde esas olarak sol düşmanlığı vardı. Evet, belki o zamanlar hiçbir devlet başkanının aklına fotoşoplanmış ve 60 yıllık bir fotoğrafla güncel siyasete müdahale etmek gelmezdi ama unutmayalım ki “eski Türkiye’de” o Amerikan bayrağı sahiden de sallandı ve o bayrağın sallanması bugünlere gelen, “yeni Türkiye”ye varan yolun taşlarını döşedi.

Şüphesiz ki Türkiye’de Amerikancılığın taşıyıcılığını Türk sağı yaptı, Türk sağı Amerikan bayrağını göndere çekti, ona selam durdu, varlığını Amerikan varlığına armağan etmekte bir dakika bile tereddüt etmedi. Ancak öte yandan Soğuk Savaş’ın başlamasıyla birlikte, “Sovyetler Birliği Türkiye’yi işgal edecek” palavrası eşliğinde, dönemin tek parti iktidarı Türk sağının Amerikancılığının önünü açtı, ABD’yi bir daha çıkmamak üzere ülkeye sokmuş oldu.

Bir köşe yazısının sınırları tüm bu süreci anlatmaya yetmez ama tek bir hadise üzerinden, bunun nasıl gerçekleştiğini görebiliriz. Bu hadise ise ABD’ye ait Missouri zırhlısının 5 Nisan 1946’da Türkiye ziyaretidir. Ziyaretin resmi gerekçesi, 11 Kasım 1944’de ölen Türkiye’nin ABD büyükelçisi Münir Ertegün’ün naaşını Türkiye’ye getirmekti, gerçek amaç ise Sovyetler’e Türkiye’nin yanında olunduğuna dair bir mesaj vermekti. Davet ise Türkiye’den gelmişti.

Missouri zırhlısının gelişinden pek bir heyecanlanan devlet ricali geniş kapsamlı bir ziyaret programı hazırlamıştı. Buna göre Missouri Çanakkale Boğazı’nda Yavuz zırhlısı ve ona eşlik eden donanma güçleri tarafından karşılanacak, cenaze Dolmabahçe’ye çıkarılacak ve burada ABD askerlerinin de katılacağı bir tören düzenlenecekti. Aynı akşam ABD Basın Ataşeliği tarafından basın mensupları için bir kokteyl verilecekti. PTT Missouri için hatıra pulları bastırmış, Tekel ise bir Missouri sigarası çıkartmıştı. Amerikan savaş gemisi dört gün Türkiye’de kalacak ve günde iki saat halkın ziyaretine açık olacaktı.

ABD askerlerinin İstanbul’da rahat etmeleri için de her şey düşünülmüştü. Belediye Karaköy’den Beşiktaş’a kadar olan bütün binaları boyamış, genelevler onarılmış, burada çalışan kadınlar sağlık kontrolünden geçirilmiş, eğlence mekânlarının kapılarına “Welcome” yazan pankartlar asılmıştı. Esnafa ABD askerlerinden para alınmaması tembih edilmiş, polise de askerlere kibar davranmaları hususunda eğitim verilmişti. O ziyaretten sonra Rus salatasının adı da Amerikan salatası olarak değiştirilecek ve uzun müddet bu adlandırma kullanılacaktı.

Dönemin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu hislerini “Minnettarlığımı tebarüz ettirirken derin bir zevk içindeyim. Dünyanın en mükemmel çocuğu olan Amerika ve Amerikalılar, ellerinde insanlık, adalet, hürriyet, medeniyet bayrakları olduğu halde sağlam ve metin adımlarla yürümektedirler” sözleriyle belirtmiş, Cumhurbaşkanı İnönü de “Amerikan donanmasına mensup gemiler bize ne kadar yakın bulunurlarsa o kadar iyi olur” demişti.

Dönemin basını da büyük bir mutluluk içindeydi. Örneğin Falih Rıfkı Atay, köşesinde “Amerika’nın ne istediğini biliyoruz; hür, eşit ve egemen milletlerin ortaklaşa güvenliğine dayanan harpsiz, saldırışsız, sadece ahlak ve kanun bağlaşma ve antlaşmalarının hüküm sürdüğü bir dünya! Böyle bir dünyada yaşamak isteyen herkes, Amerikan bayrağında kendi talih yıldızını da görür” diye yazabiliyordu.

Tek çatlak ses ise elbette ki sosyalistlerden çıkmış ve örneğin Mehmet Ali Aybar şöyle demişti:
“Tarihimizin en kritik anlarını yaşıyoruz: İstiklâlimiz tehlikededir. Ve işin korkunç tarafı şudur ki, istiklâlimize kastedenler bu sefer ordularla değil, bir yardım teklifinin yaldızlı paravanası arkasına gizlenerek üzerimize yürüdükleri için Türk milleti kuşkulanmıyor. Ve mâhirane, mâhirane olduğu kadar hainâne bir propaganda da bu kuşkusuzluğu arttırmağa, istiklâlimize kastedenleri bir kurtarıcı gibi göstermeğe çalışıyor. Bu gibi hallerde hakikati gören namuslu her Türk’e mukaddes bir vazife düşer: Her ne pahasına olursa olsun hakikatleri haykırmak…”

O zamandan bu zamana çok değişen bir şey yok ve bugün her namuslu yurttaşa, önce hakikati görmek sonra da onu haykırmak düşüyor. 

Amerikancılığın dünden bugüne, devleti yönetenlerin temel özelliği olduğunu, gericiliğin yükselişinin ve emperyalizme bağımlılığın gerisinde sol düşmanlığının bulunduğunu ve eski Türkiye’yle yeni Türkiye’yi birbirine bağlayan şeyin tam da bu olduğunu söylemek ise günümüz Türkiyesinde hakikatin temelini oluşturuyor.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Yerel Seçim havasına girerken…- SELİN SAYEK BÖKE

Ne çok gündem var tartışmamız gereken. Zaman da, değişen iletişim kültürü de her bir gündemi hak ettiği yoğunlukla tartışmaya engel olmaya devam ediyor. 280 karaktere sıkışıyoruz.


Enflasyon son 15 yılın rekorunu kırdı, sene sonunda yüzde 30’lara ulaşacak. İktidar enflasyonla mücadelede politika tedbirlerini değil, polisiye tedbirleri seçti. Saray her krize tek bir çözümde ısrarcı: baskı, daha çok baskı.
İşsizlik artıyor.

Önce Hazine’yi Varlık Fonu’na sonra özel statülü özel şirket Varlık Fonu’nu Cumhurbaşkanı ve damadına verdiler. Devlet aile şirketi oldu. Enflasyon gerçeklerini beğenmeyince TÜİK’te ilgili bürokratı görevden aldılar.

EÜAŞ yönetimine, EÜAŞ’nin işlerini yapan bir şirket ortağını atadılar. Devlet yönetimi daha da keyfileşti, şirketleşti.

İşe durumu tespit ederek başlamalıyız elbette. Ama artık bu başlangıcın ötesine geçilmeli. Her zamankinden farklı araçlarla, farklı bir iş yapma biçimiyle, farklı bir siyasi içerikle, farklı bir örgütlenmeyle…

Henüz seçimler yapılmadan iktidar ve ortaklarının kayyum tehdidi savurduğu, muhtarların görevden alındığı, belediye bütçelerinin merkezileştirilerek yerel yönetimlerin alanının daraltıldığı, adil ve güvenli seçimin gasp edildiği ittifak yasasının halen geçerli olduğu bir zeminde yerel seçim havasına giriliyor…
Rantçı, neoliberal anlayış, genelden yerele kadar etrafımızı sarmış durumda. Eşitlik, adalet, özgürlük ve barış bu anlayışla genelden yerele bunca sarsılmışken, ekonomi ve demokrasi krizi eş zamanlı derinleşirken, yerelden yeni ve düzeni kökten sarsacak bir değişimde toplumu buluşturma çağrısı sokaklardan siyasilere erişmeye çalışıyor.

Ama tüm bunlar olurken siyaset, içerikle değil, kullanılacak dille sınırlanıyor. Kurulacak yeni, adil, eşit, özgür ve kapsayıcı yarınların hayalinde ortaklaşma yerine, toplumun tüm kesimlerince sempati toplayacak adaylar aranıyor.
Tabii bir yandan da hayat akıyor, bu çöküşün gölgesinde kalan kişisel gündemlerimizle… Benim için dün 12 yıl önce kaybettiğimiz sevgili annemin ölüm sene-i devriyesiydi. Özlemi gidermek, unutmamak için annemin yazılarına sığındığım bir dönem. Ve annem, Tıp Dünyası dergisinin 15 Mart 2003 tarihli sayısında, o günden bu güne ses veriyor: “… Öfkemizi ifade etmek için daha çok sokak, daha çok tepki, daha çok ses çıkarmak ve başka bir dünyayı var etmek için böyle başlamak gerekli. (Ben yaşamak, yaşatmak ve daha uzun yaşamak için tepkimi göstermeye gidiyorum.) Ve biliyorum ki savaşı durduracak kelime bugünlerde çok konuşulan tezkere değil yalnızca. Başka güzel kelimeler de var, insanlık, dayanışma, herkes için kardeşlik, zorbalığa karşı durmak gibi... Hepimize kolay gelsin.’’

Ve bugün de aynı güzel kelimeleri ve hem de sokaktan duyuyoruz. TTB’nin ‘’Sağlıkta Şiddet Yasası İstiyorum” nöbet eyleminde, 3. Havalimanı işçilerinin direnişinde, Flormar işçilerinin sendikal hak talebinde, sendikaların ‘’krizin faturasını krize yol açanlar ödemelidir’’ haykırışında duyuyor, görüyoruz.

Tüm bu çağrılar ekmek ve demokrasi mücadelesinin ne derece ortaklaştığının da dışa vurumu. Ve zorbalığa karşı durmak için Hayır iradesinin ortaklığına, kimliklerle ayrıştıran değil sınıf bilinciyle birleştiren bir yeni siyasetin varlığına, Adalet yürüyüşünde büyüyen adımların sürekli ve hayatın her alanında atılmasını sağlayacak dayanışmaya, her zamankinden daha çok ihtiyacımız olduğunun da anımsatması.

Özlediklerimizin anısına, geçmişi iyileştirerek yarınlara taşıma iddiamıza hep birlikte devam etmeliyiz. 

Hepimize kolay gelsin.

SELİN SAYEK BÖKE / BİRGÜN

Balyoz ve Doğu Akdeniz'deki savaş dalgaları! - Tuncay MOLLAVEİSOĞLU


Kıbrıs'ın bir uçak gemisi gibi uzandığı Doğu Akdeniz'de sular ısınıyor.
Olası bir çatışma an meselesi...
15 trilyon metreküp doğal gazın paylaşımı söz konusu!

                                                                          ***
2017 yılında Türkiye'nin yıllık gaz tüketimi 53.5 milyar metreküptü.
Doğu Akdeniz'in altında yatan gaz, Türkiye'nin 280 yıllık gaz ihtiyacına yetecek büyüklükte!
Bilgileri veren Emekli Koramiral Atilla Kezek devam ediyor; "Kıbrıs Rum Yönetimi 2003 yılında ilk hamleyi yaptı ve Mısır ile Deniz Yetki Alanları Sınırlandırma Anlaşmasını imzaladı..."
Demek ki; o tarihten bu yana rezervlerin varlığı biliniyordu.
Hem Yunanistan hem de Rum yönetimi stratejik adımlar attılar. Doğal gaz yatağında sınırları kesişen ülkelerle adım adım anlaşmalar yaptılar.
Mısır ve İsrail iki önemli oyuncu... Lübnan, Suriye ve Libya da hak iddia eden ülkeler arasında.

                                                                           ***
Gaz sondajı sürerken Arap Baharı patladı!
2010 yılında bölgede birden "Arap Baharı" patladı... Bu "yıkım ve yaratım" sürecinden 3 yıl önce Kıbrıs Rum yönetimi Lübnan ve İsrail ile olan Münhasır Ekonomik Bölge(*) sınırlarını belirlemişti.
Türkiye Arap Baharı'nın etkisi ile İhvancı bir strateji izledi. Devlet başkanları yerine bölgede Müslüman Kardeşler'i muhatap aldı.
Korkunç stratejik bir hataydı bu...
Mısır ile olan, uzun yıllara dayalı ilmik ilmik örülen ikili anlaşmalar iptal edildi! Türkiye bölgedeki tek dostu Kaddafi'yi kaybetti ki; o Kaddafi'nin Libya'sı; 1974 Kıbrıs harekâtında ABD ambargosunu takmayıp, Türkiye'ye silah dahil her türlü yardımı yapan tek ülkeydi...
İsrail ile Türkiye'nin "arasını açan" Mavi Marmara olayı... Acaba Enerji Savaşları'ndaki rolü neydi? 

                                                                         ***
Yunan Lider Çipras'tan tehdit!
Yakın zamanda Girit'te yapılan bir toplantı sonrası Yunanistan Başbakanı Çipras bakın neler söyledi;
"Mısır, Yunanistan ve Kıbrıs bölgenin istikrarıdır. Ortadoğu ve Doğu Akdeniz'de Mısır olmadan sorunlar çözülemez. Yıl sonuna kadar aramızdaki küçük teknik sorunları halletmiş olacağız. Üçüncü ülkelerin anlaşmalarımıza yönelik tehditlerinin karşısındayız. Kıbrıs'taki işgal ordusunun adadan ayrılmasını ve garantörlük sisteminin son bulmasını istiyoruz."
"Üçüncü ülkenin tehditlerinin karşısındayız" dediği ülke Türkiye!
"İşgal ordusu" dediği ordu, Türk Silahlı Kuvvetleri...
Hatırlayın;
Bu yılın Temmuz ayında Kıbrıs Rum Yönetimi'nde yapılan toplantıda İsrail ve Mısır Büyükelçileri, Doğu Akdeniz'e Türkiye'nin karışmasını savaş sebebi sayacaklarını söylemişlerdi!
Rahibi aldıktan sonra Türkiye'yi "sevmeye" başlayan ABD'nin Büyükelçisi de, bu iki küstah elçiye destek vermişti!

                                                                         ***
"Eşkiyalığa karşı Libya Kalkanı"...
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yüz akı, emekli Koramiral Atilla Kezek ile tüm bu süreci TELE 1 ekranlarında konuştuk... Kezek "bir çatışma riski hiç olmadığı kadar yüksek" diyor...
Kezek, Hükümeti bir an önce Libya ile anlaşma yapmaya çağırıyor. Çünkü Yunanistan; Mısır ve İsrail ile yaptığı anlaşmalarla Türkiye'nin hakkı olan 101 bin kilometrekarelik bir deniz sahasını kendi sahası gibi gösteren haritaları yayınlıyor!
Yani Yunanistan'a göre Akdeniz'de en uzun sahile sahip Türkiye'nin münhasır ekonomik bölgesi, kıyıdan bir kaç kulaç mesafede bitiyor!
Düzenli takip eden Yeniçağ okurları biliyor; bu konuyu olabildiğince gündeme taşıyan yazılar kaleme alıyorum. Ancak zaman, Türkiye'nin aleyhine işliyor.
Atilla Kezek amiral bakın ne diyor; "Lübnan ile İsrail arasında 1000 kilometre karelik deniz sahasında anlaşma sağlanamadı. İki taraf da 'bunu savaş nedeni sayarız vazgeçmeyiz' diyor... Yunanistan'ın Türkiye'den çalmaya çalıştığı alanın büyüklüğü bunun 100 katı! Bu harita kabul edilemez!"
 Peki ne yapmalı? Atilla Kezek "Libya kalkanı" diyor önerisine; "Bir an önce diğer ülkelerin anlaşma yapmamış olduğu Libya ile deniz yetki alanları anlaşmasını imzalamalıyız. Böylece önümüze dayatılan haritayı yırtma imkanımız olur... Suriye Devleti ile de bir an önce normalleşmeliyiz."
                                                                       ***

Yunan Lider Çipras; "bizim sınırlarımızı sorun yapanlar, AB'nin sınırlarını sorun ediyor" anlamında açıklama yaptı! Ankara'ya; "AB bizim arkamızda" mesajını açıkça veriyor.
Türkiye'nin bölgede düşürüldüğü duruma bakar mısınız?
Anlaşma yapabileceğimiz ne Mısır kaldı ne İsrail ne de Suriye...
Yunanistan'ın AB'yi arkasına alıp, Ege'den sonra Doğu Akdeniz'de de, Türkiye'nin aleyhine adım adım ilerlediğini bizden başka gören yok mu?!
Türk Silahlı Kuvvetleri, özellikle donanması ve hava gücü ile bu kritik sürece hazır mı? Caydırıcı unsurları ne durumda?
FETÖ'nün AKP iktidarı işbirliği ile Balyoz Operasyonu'nu neden yaptığını, operasyonda en büyük kaybı neden Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'nın verdiğini anladınız mı?
Atilla Kezek'in, Deniz Kuvvetleri Komutanı olacakken neden istifa ettiğini?!

Tuncay MOLLAVEİSOĞLU / YENİÇAĞ
...
(*) Münhasır Ekonomik Bölge; bir ülkenin kıyısından itibaren 200 millik bir alan içinde, deniz içinde ve tabanın altındaki tüm ekonomik haklarını ifade eder. BM'ye göre sınırların iç içe geçtiği ülkeler ikili anlaşmalarla sınırlarını belirler.


16 Ekim 2018 Salı

AKP usulü cihat - ORHAN GÖKDEMİR

27 Mayıs 2010. AKP’nin 16 yıllık iktidarının ortaları. İsrail’in Gazze’ye uyguladığı sert ambargo insani bir drama dönüşmüş, tepki büyük. “Anti Siyonizm” ile yetişmiş ve “İslam dünyasının lideri olma” hayaliyle başı dönmüş AKP İsrail’e kafa tutmaya karar veriyor. 

Erdoğan’ın bir yıl önce Davos'ta İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Perez’e karşı yaptığı "van münüt" şovunun etkisindeler hala. Fakat savaş açacak halleri yok, yapılabilecekler sınırlı. Düşün taşın son çare İHH adlı yandaş “yardım derneği”nin organizasyonu ile bir gemiye doluşup, İsrail ambargosunu delmekte karar kılınıyor. Riski az, çok çok gemiler geri çevrilir. Sonuç ne olursa olsun hem AKP, hem de İHH kazanmış olur. 

Bu amaçla kiraladıkları gemi Antalya limanından devlet töreni ile hareket ediyor. Fakat geminin önü 30 Mayıs gecesi Akdeniz açıklarında İsrail donanması tarafından kesiliyor. Sabaha karşı müdahale. Helikopterden gemiye inen İsrail komandosu direnmeye kalkışanlara ateş açınca, o gece gemidekilerin dokuzu ölüyor. Eylem AKP’nin hiç hesap etmediği bir şekilde nihayete eriyor.

Dedik ya, İsrail velinimetleri, savaş açacak halleri yok. Geriye kalan tek çare, Türk mahkemelerinde dava açmak. Dönemin İsrail Genelkurmay Başkanı dâhil dört İsrailli yetkili hakkında şikâyetçi olunuyor. Fakat dava görülürken dış politikada sıkışan AKP yardımına ihtiyaç duyduğu İsrail’le anlaşmaya karar veriyor. Meclis’e getirilen anlaşma yasa tasarısı AKP’li vekillerin oylarıyla kabul ediliyor, Cumhurbaşkanı Erdoğan ivedilikle onaylıyor. Savcı anlaşmayı gerekçe göstererek davanın düşürülmesini istiyor. Saldırıdan altı yıl sonra dava düşüyor, İsrail temize çıkarılıyor. 

AKP böylece 20 milyon dolarlık “sus payı” karşılığında kışkırtıp bir gemiye doldurduğu yandaşlarını yüzüstü bırakarak Mavi Marmara Davası’nın ve Gazze ablukasının üzerini örtmeyi kabul ediyor. Mağdur yakınları tepki gösteriyor haliyle. Tayyip Erdoğan tepkilere çok öfkeleniyor, “Giderken bana mı sormuştunuz?” diye kükrüyor. 

Ülkenin dışişleri sanırsınız, AKP usulü cihattır. 

                                                                    ***

24 Kasım 2015. Mavi Marmara faciasından beş yıl sonra Suriye sınırında seyreden Rus savaş uçağına Türkiye sınırından ateş açılıyor, uçak düşüyor. Paraşütle atlayan pilot cihatçı katiller tarafından yakalanıp linç ediliyor. AKP bu kez Suriye üzerinden Moskof’a karşı cihattadır. 

Zafer naraları atılıyor AKP gurubunda. Dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu o havanın etkisiyle “emri ben verdim” diye övünüyor. Hatta emri kimin verdiği Cumhurbaşkanlığı ile Başbakanlık arasında hafif bir sürtüşmeye bile neden oluyor. 

Fakat Rusya uçağın düşürülmesine çok sert tepki veriyor. Tepki vermekle kalmayıp Türkiye’ye ağır bir ambargo uyguluyor. AKP sıkışıyor, çark etmeye başlıyor. Önce uçağın hükümetin bilgisi dışında düşürüldüğü iddia ediyor. Olmayınca suç tetiği çeken pilotlara atılıyor. Pensilvanya’dan emir alıp eylemi yapmış olabileceği, amaçlarının da hükumeti zor durumda bırakmak olduğu iddia ediliyor, pilotlar tutuklanıyor. “Emri ben verdim” şişinmesiyle açılan müsamere, Erdoğan’ın "Rusya, bir pilotun yaptığı hataya Türkiye'yi feda etti" sözleriyle kapanıyor. 

Ülkenin dışişleri sanırsınız, AKP usulü cihattır. 

                                                                    ***

Ekim 2016. ABD'li Rahip Brunson İzmir'de "terör örgütü adına suç işlemek ve casusluk” iddiasıyla gözaltına alınıyor. İki ay sonra Fetö’ye üye olma iddiasıyla tutuklanıyor. Anlayacağınız, AKP bu kez büyük şeytan ABD’ye karşı cihatta. Ama nihayetinde ABD sebep-i hikmetleri, savaş açacak halleri yok. Mecbur papaz pazarlığı ile durumu idare edecekler. AKP, rahibi Fethullah Gülen’in iadesi için koz olarak kullanma niyetini belli ediyor. Erdoğan, “Bu fakir bu görevde olduğu müddetçe o teröristi alamazsın. Sen bunu vermiyorsan bundan sonra sen bizden her hangi bir teröristi istediğin zaman bu fakir bu görevde olduğu sürece o teröristi alamazsın” diyor. “Ver papazı al papazı”, cihadın mottosu böyle. 

Fakat ABD Başkanı Trump cihatçılarımızın bu tavrına çok öfkelenince papaz mecburen evde hapse alınıyor. İşe yaramayınca geçen haftaki son duruşmada üç yıl hapse çarptırıp saldılar. O sırada “fakir” hala görevdeydi. AKP’nin son cihadıdır.

Nedir AKP usulü cihadın esası? “Fakir”in elinden sökerek aldığı papazı Beyaz Saray’da ağırlayan Trump anlattı; müzakere etmişler, fidye ödemeyeceklerini söylemişler, serbest bırakılmazsa çok kötü şeyler olacak diye tehdit etmişler.  

Bildiğiniz AKP usulü cihat işte!

                                                                 ***

Bu olaylardan iki hafta önce Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu Ankara’da Hollanda Dışişleri Bakanı Stef Blok'la bir araya geldi. Buluşmanın konusu bozulan iki ülke arasındaki ilişkilerin yeniden ele alınmasıydı. Çavuşoğlu’ndan kısa süre önce de Tayyip Erdoğan Almanya’ya gitmiş, Merkel’le görüşerek bozulan ilişkileri düzeltmeye çalışmıştı. Krizin sebebi AKP’nin seçimlerde bu ülkelerde şov yapmaya kalkması, fakat izin alamaması. 

Çavuşoğlu görüşmeden sonra açıklama yaptı, “Ne ben ne de Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan, Hollanda hükümetini ya da halkını Nazi olmakla suçlamadık. Hollanda halkı için Nazi benzetmesi yapmadık. Sadece o dönemdeki Hollanda hükümetini eleştirdik” dedi.

Hâlbuki her şey herkesin gözü önünde söylendi. “Nazi kalıntısı” olarak tanımladığı Hollanda’ya “Bakalım bundan sonra senin uçakların Türkiye’ye nasıl gelecek?” diye seslenmişti reisi. Almanya’ya da "Sizin şu andaki uygulamalarınız geçmişteki Nazi uygulamalarından farklı değil, bunu böyle biliniz" demişti. 

Ne zaman söylendi bunlar? 

Geçen sene bu vakitler. Çavuşoğlu ne zaman inkâr etti söylenenleri? İki hafta önce. Dayak yenilip dönülen cihatlarda kafaya alınan seri ve sert darbelerin yol açtığı bildik hafıza kaybıdır bu. Unutmayıp ne yapacaksın, savaş mı açacaksın? Rahip özel uçakla Almanya’ya hareket ettiği sırada şöyle söyleniyordu Dışişleri Bakanı; “Kimse Türkiye’den baskıyla, yaptırımla netice alamaz.” 

Durumları bu kadar vahimdir. 

Kriz içeride vurdukça, dış politika dışarıda duvara tosladıkça AKP kıvırıp duruyor. Baş döndürücü bir hızda dönüyorlar. İsrail’e kafa tutmaları ile özür dilemeleri arasında saniyeler var. ABD önünde diz çökerek isyan etmeye kalkışmalarını derin bir pişmanlık izliyor. Suudi Arabistan’a çıkışmayı denediler geçen hafta. Kral Selman aradı, ne dediyse, yelkenler anında indi. Karşıdaki hem dinin, hem de petro-dolarların kralı, savaş açacak halleri yok ya!
                                                                  ***

Biliyorsunuz iktidarlarının ilk yıllarında kadrolaşmakta en çok zorlandıkları devlet departmanlarından biriydi Dışişleri. 
Çünkü okuma yazması yüksek memurların toplaştığı bir bölümdü. Reisleri, zorlanınca “monşer” diye aşağıladı Dışişleri diplomatlarını. Zamanla oturttu iktidarını, Dışişleri artık bildiğiniz AKP ilçe örgütü. Monşerlerden arındırılmış Dışişlerindeki mevcut durumu şöyle özetleyeyim:
Türban direnişi kahramanı eski milletvekili Merve Kavakçı Malezya Büyükelçisi. AKP eski milletvekillerinden Murat Mercan Tokyo, Abdülkadir Emin Önen Pekin, Tülin Erkal Kara Makedonya, Zekeriya Akçam Cakarta, Şaban Dişli Hollanda Lahey Büyükelçisi. Aile ve Sosyal Politikalar eski Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya’nın kız kardeşi Ayşe Sayan Kuveyt Büyükelçisi… İlahiyat Profesörü Kenan Gürsoy Vatikan’da, Dış Ticaret eski Müsteşarı Tuncer Kayalar Nairobi’de, DPT eski Müsteşar Yardımcısı İbrahim Akça Lefkoşa’da, TİKA eski Başkanı Musa Kulaklıkaya Moritanya’da, Kani Torun Mogadişu’da, Vali Niyazi Tanılır Karadağ’da, YÖK eski Başkanı Yusuf Ziya Özcan Varşova’da, Ankara Vali Yardımcısı Şentürk Uzun Gana’da, Dış Ticaret Uzmanı Faruk Doğan Kamerun’da. 

Yani “Monşer” kalmadı Dışişlerinde, imamlar, eski vekiller, türbanlı ablalar gırla. AKP’nin arka bahçesi oldu olmasına fakat gitmiyor araba. Başlarında Çavuşoğlu, krizden krize sürüklenip hep birlikte çırpınıp duruyorlar. 

AKP usulü cihadın biri bitmeden diğeri başlıyor. Dün müftüleri toplayıp küçüğünün bittiğini büyüğünün başladığını müjdeledi. ABD ve İsrail olmadan cihat olur mu? Alamadan, verdiler papazı haliyle. “Fakir” sevinçli. Süpürülmeyeceğini anladı bir süre daha, zaman kazandı. Dışişlerinde ak günlere bir çentik daha atıldı.

                                                                  ***

Sonuna yaklaşıyoruz İslamcı fantezisinin. Emperyalistlere yalvarmak, patronlara yaranmakla geçti iktidarları. 16 yılda düşürdüler koca ülkeyi. Açlık ve yoksulluktan başka bir numaraları yok!

Orhan Gökdemir / SOL

Çatladıkapı İmparatorluğu - Zafer Arapkirli

Ne kullanışlı bir “benzetme kalıbı”mızdır, şu canım Çatladıkapı Mahallesi’nın adı. Daha çok futbol bağlamında kullanırdık bunu: 
“Çatladıkapıspor bile bu kadar kolay gol yemez.” 
“Çatladıkapıspor’la bile oynasan işi ciddiye alacaksın.” 

İstanbul Avrupa yakası sahilyoluna paralel bu şirin mahalle halkı, yıllardır bu söylemi üzülerek mi yoksa “reklamın kötüsü olmaz” diye övünerek mi izlemiştir, bilemem. Ama gün geldi, bu “dolaylı aşağılama-küçümseme” içeren benzetme, bizzat Türkiye Cumhuriyeti’nin kendisini konu alan bir cümlede, hem de bizzat Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı tarafından kullanılınca, iş başka bir boyuta vardı. 

“…Saat 18:00’e kadar... Yarın akşam... Eee?.. Göndereceksin... Burası Çatladıkapı ülkesi mi yaa?.. Burası Türkiye ya... Türkiye… (coşkulu alkışlar) Türkiye… (daha coşkulu alkışlar) N’apıyosun?.. (daha daha coşkulu alkışlar) N’apıyosun?.. (daha sinirli ve daha yüksek sesle... karşılığında daha daha coşkulu alkışlar)” 
Hafızalarımıza kazınmış bu cümle, malum “rehine papaz” (tabir ve teşbih ABD Başkanı’na ait) konusundaki pek çok ateşli ve hamasi nutuktan sadece birinden alınmıştır. “Bu Fakirin canı bu bedende olduğu müddetçe, o şahıs bir yere gidemez”leri filan saymıyorum. 

Aynı, Alman gazeteci Deniz Yücel hadisesinde olduğu gibi, aynı Büyükada’da “topluca fitne planı yaparken enselendikleri” iddia edilen uluslararası “casus ve ajan şebekesi” hadisesinde olduğu gibi, aynı “PKK’ye yardım ve yataklık ettiği” savunulan Fransız gazeteci hadise-sinde olduğu gibi.. 

Ve mukadder son tecelli etti.
 
İstediler ve aldılar. Parmak salladılar ve boyun eğdirdiler. Bastırdılar, kanırttılar ve yargıyı (iktidarları boyunca âdet olduğu üzere) by-pass ederek salıverilmesini sağladılar. Sen istediğin kadar bağır. 

Demek ki neymiş? 

Büyük lokma yiyecekmişsin, ama bu kadar büyük laflar etmeyecekmişsin. Kimle dans ettiğini, kimle boy ölçüştüğünü ve kimle itişip kakıştığını bilecekmişsin. Bunu bilerek, hesaplayarak da, elinde somut kanıt olmadan, üfürükten dedikodularla, bestelenmiş gizli tanık ifadeleriyle filan el âlemin vatandaşını içeri tıkmayacakmışsın. Ya da tıkıyorsan, şöyle “duvar gibi, sapasağlam, çelik gibi, kapı gibi bir iddianame” ile ve iddiaların kanıtların arkasında duran savcıya destek olarak, “bağımsız yargı”nın gerekeni yapmasına yardımcı olacakmışsın. 

Ama sen bunu yapmayıp, her gördüğün yabancının üzerine “ajan-casus-terörist” hain diye atlarsan, aynen kendi vatandaşlarına yaptığın sorgusuz-su-alsiz-kanıtsız “vatan haini-terörist-çapulcu” muamelesine tabi tutarsan, olacağı budur. 

Son 16 yıla sığdırdığın kim bilir kaç “kumpas” davası ile, hâkimleri ve savcıları “kendi emir erin gibi” durumlara düşüren, onlara sürekli talimat veren üslubunla zaten dışarıya verdiğin imaj ortada iken, kimse senin “bağımsız yargı gereğini yapacak” söylemine itibar etmez. Sonra da, bu durumlara düşersin. 

Bak adam ne diyor? 

Hiçbir anlaşma (pazarlık) yapmadık. Rehinecilerle anlaşma (pazarlık) etmem.” Bir de hakaret ediyor yani. İngilizlerin bu duruma “cuk” oturan bir deyimi vardır: “To add insult to injury” (Önce vurup yaralayıp, sonra da o halde iken hakaret etmek) 
Buna layık değiliz. 
Asla. 
Aklınızı başınıza devşirin Beyler! 
Bu ülkeyi, hem de hepimizin ecdadının kanları canları pahasına kurduğu bu şanlı Cumhuriyeti, Çatladıkapı Cumhuriyeti’ne dönüştürmeye hiçbirinizin hakkı yok. Bu tür olaylar artık kabak tadı vermedi mi? Bir insanı, yerli ya da yabancı birini suçlamadan ve mahkûm etmeye çalışmadan önce, sağ-lam bir dosya hazırlamayı, o olayı siyasi istismar meselesi hatta “rehine tutuyormuş” görüntüsü vererek yapmamayı düşünmez misiniz? 

En başta hoşunuza gitmeyen, işinize gelmeyen, gıcık kaptığınız birini ya da birilerini sınırdışı etmek çok mu zordu, bu belaya bulaşmadan önce?
 
Laz’ın dediği gibi: “Ha bu size ders olsun...” 

Bir çift lafım da, bu tür olaylarda he-men “Makam Uçağı Tütsüsü’nün yap-tığı kafa” ile gaza gelip, “Asla bırakılmamalı. Hatta, bundan sonra yargının doğal akışı ile bile olsa, tehditlere boyun eğmek anlamına gelecek bir kararla Brunson bırakılmamalı (...) Türkiye’yi artık O. çocukları yönetmiyor...” gibi iddialı satırlar yazan hokkabazlara: 
Yazık. İnsan hem kendi itibarını, hem bu ülkeyi yönetenlerin onurunu, hem de bu ülkenin itibarını bu kadar mı ayaklar altına serer? 
Hiç mi utanmıyorsun?

Zafer Arapkirli / CUMHURİYET