24 Ekim 2018 Çarşamba

Adaylar açıklanıyor - L. DOĞAN TILIÇ

Yarın CHP Parti Meclisi toplantısı var ve o toplantıya artık kesinleşen adayların isimleri sunulacak. Öyle görünüyor ki, sağda solda yazılıp durulan isimlerden yaklaşık 100 kadarını yarından sonra resmi ağızlardan da duyacağız. 

Ancak, henüz kesinleşmeyen isimler kesinleşenlerden çok daha fazla ve Ankara, İstanbul gibi sonucu Türkiye’nin genel siyasal iklimini de etkileyecek büyük kentlerdeki belirsizlik devam ediyor.


CHP yönetimi özellikle İstanbul’un ülke kaderi için olduğu kadar, kendi kaderleri açısından da belirleyici olacağını, hiç bitmeyen parti içi tartışmaların 31 Mart seçimi sonrası tekrar alevleneceğini, kazanılıp kaybedilen yerlerin faturasının kendilerine çıkacağını biliyor! 

Hani şu ilkokul yıllarında hepimizin kafasını epey meşgul etmiş olan mantık oyunu vardır ya; her seferinde ancak birini alabileceğiniz küçük bir kayıkla; kurt, kuzu ve otu birini diğerine yedirmeden nehrin karşısına geçirme bulmacası…

CHP’li yöneticiler, başta İstanbul olmak üzere, bazı yerlerdeki durumlarını buna benzetiyorlar. 

Kazanmak için ittifak yapmak zorundalar, ancak ittifak yapmak zorunda olduklarının bazılarının yan yana durması hiç kolay değil! 

Sosyalist sol açısından, bir yandan kendilerini görünür kılmak, bu seçimi kitleselleşme ve toplumsallaşma açısından bir fırsata dönüştürme gereği, öte yandan da alınacak tavırla sürmekte olan “yeni rejim” inşasına katkıda bulunmama sorumluluğu var. 

Seçim kadar, seçimin nasıl yapıldığı da önemli. Adayların halkın katılımına açık bir önseçimle belirlenmesi bir demokrasi kültürünün yerleşmesine katkıda bulunacak, toplumun politikleşmesine ve kendi meselelerine sahip çıkmasına hizmet edecek bir adım olurdu. 

Artvin, Şavşat, Hopa gibi yerlerde buna uygun bir zemin ve buna uygun bir gelenek var. En azından oralarda bunun başarılıp başarılamayacağını göreceğiz. 

Böyle bir yöntem, partilerin iç çekişmeleri ile kendi enerjilerini tüketmelerinin de önüne geçecektir. 

CHP, kanımca, kesin olan adaylarının açıklanmasını geciktirerek aslında aday adaylarının bir iç tartışma ile o kesin adaya diğer partilerden daha fazla zarar vermesine yol açan bir siyasal strateji hatası yaptı. Söz gelimi, Eskişehir’de, hemen her fırsatta en başarılı belediye başkanları olduğunu söyleyegeldikleri Yılmaz Büyükerşen’in adaylığı bugüne kadar ilan edilemeyince, “Aday gösterilmeyecek. Yaşlı” söylentileri aklından adaylık geçirenler tarafından dillendirildi durdu. 

Oysa, Büyükerşen’in adaylığı kesindi ve yarın açıklanacaktır. 

Aynı şekilde, Aydın’da, Giresun’da, Burdur’da, Edirne’de, eğer kendisi de isterse Çanakkale’de mevcut belediye başkanlarının aday gösterilecekleri kesin. 

CHP’nin Balıkesir’deki adayı ise halen milletvekili olan Ahmet Akın. Parti yönetimi Balıkesir’i Akın’la alacaklarını hesap ediyor. Yerelde yönetici düzeyindeki kimi AKP’lilerden bile “O aday olursa benim oyumu alır” şeklinde değerlendirmeler duyulduğu göz önüne alınırsa bu hesap yanlış sayılamaz. 

Ankara’da da, büyükşehir kadar, halen CHP’de olan Yenimahalle ve Çankaya için kimlerin aday gösterileceği merak konusuydu. Büyükşehir için Mansur Yavaş olasılığı sıfırlanmamışsa da parti içinden yükselen itiraz onun adaylığını zora sokuyor. 

Yenimahalle ve Çankaya’da ise mevcut başkanları aday gösterilecek. 

Adaylıkları çok daha önceden kesinleşen isimlerin açıklanması için bu kadar beklenmeseydi, hem onlar iç çekişmelerle uğraşmayacak hem de çoktan sahaya inmiş ve kampanyalarında bir yol almış olacaklardı.

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

Bir riyakârlık masalı...- SELCAN TAŞÇI HAMŞİOĞLU

Uyarmadı demeyin;
Bu yazıda geçen cümleler uzun, karmaşık, labirent kıvamında olabilir. İnsan bir cümleye başladıktan sonra, sonuna gelene kadar içinde kaybolabilir. Sonuna gelmeyi başarabilenler, idrak kanallarında yol açtığım hasardan dolayı kulaklarımı çınlatabilir. Bu zinhar benim kısa, net ve anlamlı cümleler kuramayışımla ilgili değildir; aktardığım, durumun resminden ibarettir!
Yani, başından sonuna "sıkıcı", "boğucu", "yorucu", "anlaşılmaz", "insana saç baş yolduran", "aklımızla alay eder gibi" olan yazı değil bizatihi yazılan durumun kendisidir!

                                                                         ***

- Bir kişinin "şahsi/siyasi bekası"nı kurtarmak üzere "komşuda pişer bize de düşer" mantığıyla girişilen ittifakı, "devletin bekası" maskesiyle yutturmaya çalışıp, ittifakı "devletin bekası" için değil, kırmızı çizgisinin "devletin bekası" değil de "o bir kişiye duyulması gereken saygı" olduğu itiraf/ilan edildi diye bozmak...

-  "Sayın Cumhurbaşkanına gösterilmesi gereken saygı kırmızı çizgimizdir"e cevaben, "Bizim tek kırmızı çizgimiz 'devletin bekası'... Bizim tek kırmızı çizgimiz tek devlet, tek millet, tek vatan, tek bayrak... Bizim tek kırmızı çizgimiz Türkiye Cumhuriyeti'nin ali menfaatleri..." demek yerine, "Bizim kırmızı çizgimiz de liderimiz" diyerek, daha önceki gece vefat eden cefakar, vefakar Ali Galip Öğütçü'nün evlatları İrfan ve Orhan gibi binlerce şehidi bulunan, devlet kuran ideolojiye dayanan, bengi -en azından millet var oldukça var olacak olan- bir fikri, bir fikir hareketini, bir "fani"ye indirmek...

- Trajikomik biçimde, zaten karşılıklı olarak iki liderin de "alçak", "şerefsiz", "müfteri", "adi", "Pensilvanya'nın oyuncağı", "iş birlikçi", "ırkçı", "kafatasçı", "bölücü", "hırsız" gibi yığınla hakareti yalayıp yutması, afiyetle hazmetmesiyle kurulan bir ittifakta "nezaketsizliği" hazmedememek...

- "AK Parti'yle ittifak yapacağız", "Aday çıkarmayacağız, AK Parti adayını destekleyeceğiz"le, "İttifak yapmayacağız", "Kendi adaylarımızı çıkaracağız"ı bir an sorgulamadan, bir an tereddüt etmeden, bir an "ne oluyor" demeden, raptiyeye oturtulmuş gibi ayağa fırlayarak, eş coşkuyla alkışlamak, desteklemek...

- "AK Parti'yle ittifak"ı eleştirenleri, hatta AK Parti'yi eleştirenleri "kraldan çok kralcı" bir tutumla "hain", "terör iş birlikçisi", "darbe iş birlikçisi" gibi çok ağır, suç içeren ithamlarla linç ettikten sonra, "ittifak yok" açıklamasıyla eş zamanlı olarak, AK Parti'yi "AK Parti'yle ittifak"ı eleştirenlerden de sert bir dille eleştirmek ve sadece dakikalar sonra da "yerelde ittifak yok, Cumhur İttifakı devam edecek" geri vitesi uyarınca beş dakika önce atılan o atarlı, giderli, efelenmeli tivitleri silmek...

- Andımızı kaldıran iktidara eklemlenebilmek için alınmadık yağdanlık şekli bırakmadıktan sonra, AK Parti sanki Andımız konusundaki tavrını ilk defa ortaya koyuyormuş gibi davranmak...

- Af konusundaki görüş ayrılığının ifade biçiminden alınıp "yerelde ittifak"ı bozduktan sonra, "Andımız"a sahip çıkıyormuş gibi yapıp, Andımız'ın okunmasına zinhar izin vermeyeceğini üzerine basa basa üstelik de Andımız'ın "zihniyeti"ni neredeyse lanetleyerek ilan eden, Reşit Galip'e hakaret ve iftira eden, Türkçülüğü bölücülükle eş değer gördüğünü "bir kere daha" ve haykıra haykıra bildirerek seninle hiçbir görüş birliği bulunmadığını "yine" belgeleyen bir siyasi partiyle hiç gocunmadan "Cumhur İttifakı"nı sürdürebilmek...

- Aylarca muhalefet partilerini "HDP'yle" aynı cephede oldukları iddiasıyla yerden yere vurduktan sonra, ittifak ortağının "HDP'yle aynı dili" kullanmasını "ittifak bozmaya değer" bulmamak...
 Ve hepsinin toplamının bir "kahramanlık destanı" olduğuna inanmak, inandırmaya çalışmak, inanmayanı karalamak...
                                                                        ***

Bu verilerle, "bir riyakârlık masalı"ndan ibaret benim kalemimin bütün yazacağı.

                                                                         ***
SORU-YORUM
1.            Kendisini "Türk Milliyetçilerinin siyasi temsilcisi" olarak tanımlayanlar, 29 Ekim'de, kurucu ideolojisi Türk Milliyetçiliği olan "Cumhuriyet"in bayramını, bozdukları "yerelde ittifak"a göre pozisyon alıp Cumhuriyet'in ilan edildiği, Cumhuriyet Türkiyesi'nin başkenti Ankara'da mı yoksa devam ettirdikleri "Cumhur İttifakı"na göre pozisyon alıp, Cumhuriyet'i doğuran Kurtuluş Savaşı'nda "direniş"in değil "teslimiyet"in simgesi olmuş İstanbul'da "havaalanı açarak" mı kutlayacak?
2.            Daha önce "kazanma ihtimali olmadığı" gerekçesiyle İstanbul'da aday çıkarmayacağını açıklayan MHP, seçime tek başına girme kararından sonra İstanbul'da aday çıkaracak mı? Çıkaracaksa, daha önce "kazanamayacağı" ilan edilen bu aday kime ne anlatacak?


SELCAN TAŞÇI HAMŞİOĞLU / YENİÇAĞ

23 Ekim 2018 Salı

Kedi evde, kadın direnişte - ORHAN GÖKDEMİR

Malum, yerel seçimlere az kaldı. Isınma turu atıyor iktidar partisinin süper genel başkanı. O aynı zamanda yasamanın, yürütmenin, yargının başı. 31 Mart’ta nasip olursa yerel yönetimlerin de başı olmak istiyor. Yolu yarıladı sayılır. Büyükşehir belediye başkanlarını istifa ettirip yerine kendi istediklerini atadı. Kürt illeri atanmış kayyımların elinde.

Giderek gereksizleşiyor seçim meçim. Zaten geçen ay reisin yerel seçimleri kaldırmayı düşündüğünü fısıldadılar. Kaldırsa kim ne diyecek? Saraydan atama yaptın mı sen sağ ben selamet. Çok çok “atanamayan belediye başkanları” sorunu olur, ona da kimse aldırmaz. 
Partisinin genel merkezinde AKP Kadın Kollarına konuşarak verdi startı. "Türkiye'de kadını gerçek anlamda özgürleştiren hareket AK Parti'dir. Kadını politikalarının merkezine yerleştiren başka bir hareket yoktur” dedi. “Kaleyi içeriden fethetmek” gerekliydi, içeriye sesleniyordu. AKP’li kadınlar alkışladılar. 

Sonra usulen ana muhalefet partisi genel başkanına getirdi lafı. "Bu mahalli idareler seçimi belki de bu ana muhalefetin sonu olacaktır. Sadece millete değil, CHP'ye de bela. CHP'yi de bundan kurtarmamız lazım. SSK'yı batırdı, CHP'yi batırmanın gayreti içerisinde" dedi. AKP’li kadınlar alkışladılar.

                                                                   ***

Her şeyin başkanı olan iktidar partisi genel başkanının tersine sadece partisinin başkanı olan “fakir” Kılıçdaroğlu da yerel seçimlere hazırlanıyordu o sırada. İstanbul için düşündüğü ismin Sabancı Holding Çimento Grubu Başkanı Tamer Saka olduğunu müjdelediler. Yeni Türkiye’nin inşasında çimentonun rolü malum, ana muhalefet geri mi kalsın? Daha önce Ümit Boyner ve Muhtar Kent’in adı geçmişti gerçi, olmadı demek. Holding patroniçesi olmazsa Ceo, aşağısı kesmiyor yani. 

Nedir özelliği Tamer Saka’nın. Holding kâhyası. Başka? TÜSİAD görevlisi, “Türk-Amerikan Council” yöneticisi. Daha ne olsun. Çimento var, kum var, kürek var. Kılıçdaroğlu da suyunu döker, al sana İstanbul adayı. İhsanoğlu Ekmeleddin’den, Mustafa Sarıgül’den, Muharrem İnce’den, hatta Kemal Kılıçdaroğlu’ndan neyi eksik? Olmadı, partisinin mutemedi Gürsel Tekin aportta bekliyor. Açıklama yaptı dün, “İstanbul’u alacağıma Ak Partililer de inanıyor” dedi. İnanmakla kalmıyor, gülüşüyorlardır da. 

Geçen hafta CHP’li bir ismin yönetimindeki Kartal Belediyesi’nden de dengeleri değiştirecek bir hamle geldi. Arnavut kaldırımına asfalt dökerken yakalandılar. Olay açığa çıkınca Belediye suçu muhtarların üzerine attı, “Onlar istedi” dedi. 
Asfalt hazır, çimento yolda, kadınlar alkışta. Düzen iktidarı ve muhalefetiyle seçime hazır özetle. 
                                                                  ***

Kılıçdaroğlu İstanbul’a çimentocu ararken, iktidar partisinin ülkeye beton dökme faaliyeti kesintisiz sürüyor. Önceki seçim çalışmalarının bir uzantısı olan “İmar Barışı” uygulaması “kaçak yapı bayramı”na dönüştürtü işi. Mesela, sadece Doğu Karadeniz'de “barış” için başvuru yapanların sayısı 183 bin. Trabzon-Giresun sınırındaki küçük Sisdağı Yaylası'nda başvuru sayısı 1070. Demek ki sadece bir yaylada binin üzerinde kaçak yapı var. 183 bin başvurunun illere göre dağılımı şöyle: Trabzon 110 bin, Rize 38 bin, Giresun 20 bin, Gümüşhane 13 bin… Giresun’un şehir nüfusu 135 bin, Gümüşhane’nin 57 bin civarında. Demek ki bu iki şehirde her beş kişiden birinin kaçak yapısı var. Orta büyüklükteki Trabzon ilinin kaçakçılarının sayısı pek çok ilin nüfusunu geride bırakıyor. 

Eskiden hayvan otlatmak için kurulan yayla yerleşim bölgelerinin hali ise gerçek bir perişanlık. Karadeniz’de köylü möylü bırakmadılar, hepsi şehirlere yerleşti. Yazın doğayı yağmalamak için köylerine geri dönüyorlar sadece. Hayvan beslemiyor ki yaylayla işi olsun. Kim peki o yaylalarda kaçak yapı çatanlar? Şehirlerde oturup “yaylada da bir çatım olsun” diyenler. Zaten geçmiş olsun, yaylalar tükendi, istese de yer kalmadı hayvancılık yapan köylüye.

Yağmada geç kalanlar üzülmesin, böyle bir ülkede fırsatlar bitmez. Mesela Gümüşhane-Trabzon arasındaki Taşköprü Yaylası'nda kaçak binası bulunanlar gecikmiş biraz. Geciktiler diye kaçak yapılarını yıkacak halleri yok, binalarının bulunduğu sokaklara "15 Temmuz" adını vererek çözmüşler işi. Kim cesaret edecek 15 Temmuz’u yıkmaya? Maazallah Fetöcü yaftası yersin! 

Haliyle Kılıçdaroğlu’na manevra alanı bırakmadı AKP. O da gidip bir çimento Ceo’su buldu. Seçilirse harç yapacak, henüz kaçak yapı çatamamış yoksul halkımıza bedava dağıtacak.
                                                                 ***

Fakat AKP’nin kadınları özgürleştirmesinin olumsuz sonuçları da ortaya çıktı geçen hafta. AKP’li TBMM Başkanı Binali Yıldırım, sosyal yardımlar aracılığıyla kadınların daha fazla maddi imkâna sahip olmasının boşanmış erkeklerin evlenecek kadın bulamamalarına yol açtığını söyledi üzülerek. “Dolayısıyla sosyal devletin de ölçüsünü, ayarını yerinde tutmakta fayda var” dedi.

Vallahi doğru. Kadın parayı buldu mu ya davulcuya gider ya zurnacıya. Keseceksin sosyal yardımı, muhtaç bırakıp hacı yağı kokan dedelerin önüne düşüreceksin ki titreyip kendilerine dönsünler. 

Rakam verdi Meclis Başkanı, iktidarları döneminde 3 milyardan 53 milyara çıkarmışlar sosyal yardımı. Para bitti, toparlayacaklar mecburen, bedava makarnayı, kömürü azaltacaklar. Doğayı yağmalayan köylüye daha az para akıtacaklar. Ama getirisi de olacak bu kısıntının, dul amcalar daha kolay kadın bulacak. Hiçbir bekâr dede ağaca çıkıp “karı isterim” diye bağırmayacak. Federico Fellini’nin kulakları çınlasın!

Bu arada Erzincan’da “Binali Yıldırım Üniversitesi” varmış, Meclis Başkanımız orada müjdelemiş sosyal yardımların kuş olacağını. Büyük olasılık üniversitenin “Yumuşak G Kürsüsü”nde etmiştir bu lakırdıları. Müthiş gerçekten! 

AKP Genel Başkanının kadınlara nutkunda sözü neden Kılıçdaroğlu ve SSK’ya getirdiğini anlamışsınızdır. Sosyal yardımları budayacaklar, SSK için de yol yapıyorlar. Sağa sola yardım dağıtırken bonkör olanların “emeklilikte yaşa takılanlar”a nasıl çemkirdiğini gördünüz. Sosyal güvenlik ile sosyal yardım arasındaki mesafeyi tamamen sildiler. Bir lütuf olarak görüyorlar emekliye verileni de. Kesmeye kalkarsa sorumlusu belli, Kılıçdaroğlu 90’lı yıllarda SSK’yı çökerttiği için. 

                                                                   ***
Bilemeyiz, AKP’li kadınlar belki gerçekten özgürleşmiştir ama ülkenin kadınlarının durumu pek parlak değil. Mesela kadınların işgücüne katılma oranı 1990'da yüzde 34,1 civarındayken, bu rakam 2004 yılında yüzde 25,4 olarak gerçekleşti. Üstelik bunda kırsal alanın katkısı büyük. Demek ki şehirlerde daha düşük bir oranla karşı karşıyayız. 1988 yılında üniversite mezunu kadınların yüzde 82,5’u çalışırken, 2016 yılında bu oran yüzde 71,6’ya geriledi. Eğitimli kadınlar bile eve kapandı dönemlerinde.

Hakkını teslim etmeli, bu sadece AKP’nin marifeti değil. Türkiye’de kadınların işgücüne katılımı 1950’li yıllardan bu yana düşüyor. 1955’te yüzde 72 olan rakamın 2000’li yıllarda yüzde 20’li rakamlara gerilemesinin gösterdiği tek şey var: Gerileme ve gericileşme. 
Seçim, kadın, beton formülü işte bu. Düzenin sihirli formülüdür. Kadını gericileştirdikçe ve betonu yaydıkça seçimler çantada keklikti hep. 

Fakat deniz bitti, betona dayalı seçim modelinin sonuna yaklaşıyoruz. Ona eşlik eden sadaka ekonomisi için de tehlike çanları çalıyor üstelik. Bunlar kadını eve kapatmanın alt yapısının çöktüğünün habercisi. Artık seçim meçim çare olmayacak krizlerine.

                                                                ***

“Kadının yeri evidir” diye diye kadını ve ülkeyi getirdikleri yer ortada. Flormar direnişine bakın, yine o kadınlar haber veriyor yaklaşmakta olanı. Diyorlar ki hep birlikte: “Kadının değil kedinin yeridir ev. Biz fabrikada direnişteyiz.” 

Orhan Gökdemir / SOL

Dam üstünde saksağan…- ÖZDEMİR İNCE

“Dam üstünde saksağan vur beline kazmayı” deyimi “Konuyla uzaktan yakından ilgisi olmayan yersiz, saçma söz” anlamına geliyor. Deyimin internette bir de öyküsü var: 
“Boğa Dağları’nın güney tarafı ılıktır. Kış şiddetli olmaz. Saksağan adı verilenbir çeşit karga, kışın oralarda barınır. Bazı hastalıklı inekler, danalar, keçiler sürüyle birlikte gidemediklerinden, evin önündeki ayak damının üzerinde pineklerler. Oralarda bulunan bir çeşit sinek gelir, bu hayvanların sırtına yapışır; bir delik açarak yumurtlar. İlk yaza doğru bu deliklerden birçok sinek çıkarak uçuşur. Çok zayıf ve dermansız olan bu hayvancıkların sırtındakiyumurta keselerine dadanan saksağanlar, hayvanın sırtına 
konarlar, gagalarıyla yumurtalığı delerek bulduklarını yerler. Zavallı hayvanlar çabalasalar da saksağanları kovamazlar. Deride yer yer birçok yaralar açılır. Evdeki nineler, kadınlar ellerine geçirdikleri sopalarla, dam başına konmuş olan saksağanları kovarlar. Bu söz oradan kalmıştır.” Öyküsü de deyimin kendisine benziyor.

***


Siyasette sağcılar, İslamcılar başları sıkışınca, gündemi değiştirmek için bu yönteme başvururlar: “Meteorolojinin tahminlerine göre yağmur yağacakmış” dersin, lakabı Göde Omar olan adam “Vay bana göde dedin” diye kavga çıkartır. Bir zamanlar, CIA ve AB önderliğindeki “Tarihimizle yüzleşelim!” cıvıklığı yüzünden insanlar kusma noktasına gelmişti. Tartışmanın tam ortasında Ermeni soykırımını, Kürt sorununu ortaya atarlardı.

***

“Soydur çeker” derler, AKP Genel Başkanı sıfatıyla mikrofona çıkan R. T. Erdoğan da başı sıkıştıkça sık sık bu yönteme başvurur. Bilinen, bayat bir hikâye ama olsun: Tıpkı, bir Hıristiyanın Yahudi olduğunu anladığı birini tokatlaması gibi. 
Tokadı yiyen Yahudi şaşkınlıkla sormuş: 
- Neden vuruyorsun bana? 
- Siz, bizim peygamberimiz İsa’yı öldürdünüz. 
İyice şaşıran Yahudi cevap vermiş: 
- İyi ama, o iki bin sene önce oldu. 
Hazır cevap Hıristiyan yanıtlamış: 
- Ben yeni duydum!
***

AKP Genel Başkanı’nın yeni duymaya ihtiyacı yok, başı sıkıştıkça zuladan bir iftira çıkartıyor ve cemaatini bir kez daha bağlıyor. Cemaatin ne Johnson’ın Ankara ziyaretinden, ne İnönü’nün ABD’ye Köroğlu diliyle yazdığı mektuptan ne de ABD’nin Marshall yardımı programından haberi var. 1962 yılında, dönemin ABD Başkan Yardımcısı Lyndon B. Johnson Ankara’yı ziyaret ediyor; İsmet İnönü de o dönemde Başbakan; elinde Türk ve ABD bayrakları var, protokol icabı. AKP Genel Başkanı, karartılan Türk bayraklı fotoğrafı göstererek İnönü’yü suçluyor. Gayet iyi hatırlıyorum: 1950’lerde Demokrat Parti yöneticileri, milleti afyonlamak için, İsmet Paşa’nın İnönü savaşlarında, korkudan kaçıp bir samanlığa saklandığını söylerlerdi. Demokrat Parti’nin Cumhurbaşkanı Celal Bayar, güya İsmet Paşa’nın yakın silah arkadaşı idi. 

Şu Marshall Planı’na gelince: II. Dünya Savaşı sonrasında, 1947 yılında önerilen ve 1948-1951 yılları arasında yürürlüğe konmuş ABD kaynaklı, antikomünist hedefleri olan bir ekonomik yardım paketidir. 16 ülke, bu plan uyarınca ABD’den ekonomik kalkınma yardımı almış ve bu plan Avrupa’yı 70 yıl etkilemiştir. (Le Monde, 21.06.2017)

Bu durumda, ABD’li bankacı David Rockefeller’in sözlerini hatırlatmak bize düşmekte: “Mesela Türkler yıllar boyu komünizme karşı savaşmıştır. 1950’lerde ülke yönetimine bizim desteğimizle Adnan Menderes gelmişti.Bizden seçimde aldığı destek karşılığında, Marshall yardımı adı altında devamlı borç alıyor ve ülkesinde yatırımlar yaparak sanayi yapısını geliştiriyordu.” (www.oncevatan.com.tr)

Özdemir İnce / CUMHURİYET

18 Ekim 2018 Perşembe

Yerel seçimler üzerinde çapraz baskı harekâtı: CBHS meşruluğu ve kayyum sopası - İBRAHİM Ö. KABOĞLU


Birine göre, “Eğer büyükşehir belediyelerini alamaz isek, Cumhurbaşkanlığı Hükümet sisteminin meşruluğu tartışmalı hale gelir.”

Diğerine göre, “Eğer terörizmle işbirliği yapanlar belediye başkanlığını kazanırsa, kayyum atarım.”

İlki, Türkiye’nin Batı yakasına oynuyor daha çok; ikincisi, Doğu yakasına. Her ikisi birlikte, “Türkiye bizim” diyor. Hangi yolla? Hukuki ve ahlaki olmayan gayri meşru yollarla.

Bu üçlü olumsuzluk, önceki iki aşamada da vardı: 16 Nisan ve 24 Haziran.
Olağanüstü yönetim sırasında zorlamalar eşliğinde gerçekleştirilen her iki seçim, ahlakilik, meşruluk ve hukukilik açısından çok tartışıldı ve sorgulandı.

- 16 Nisan sandığının OHAL’de kurulmayacağını yetkili ve sorumlu kişi olarak Başbakan açıklamıştı. Ne var ki, Anayasa da değiştirildi; sandık da kuruldu…
- Seçimlerin (24 Haziran’da değil, OHAL kalktıktan sonra) 3 Kasım 2019’da yapılması hükmünü Anayasa’ya koyan her üçü idi. Ne var ki, seçimleri zorlamalı bir biçimde öne alarak OHAL baskısı altında 24 Haziran’da yaptılar.

Ya 31 Mart seçimleri?
Aslında Türkiye, 7145 sayılı Kanun’un yürürlüğe girmesi ile bir tür fiili veya yasal OHAL altında. Ne var ki, Bahçeli-Erdoğan ikilisi için, OHAL’in örtülü bir biçimde üç yıl daha sürdürülmesi yeterli gelmemiş olmalı ki, yeni tehdit araçları icat gerekiyor: meşruluk ve kayyum sopası.
- “Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemi (CBHS) tartışmalı hale gelir” söylemi, tehdit içeriyor. Kendi deyişleri ile, “CBHS’nin beka sorunu” var. Sistem (!) ihdasında kullandıkları yöntemler, gayri meşru ve ahlak dışı, üstelik Anayasa’ya aykırı olduğu için, bunu yerel seçimler vesilesi ile pekiştirmek istiyor; ama daha çok, seçimleri almak için CBHS’yi sopa olarak kullanıyor.
- Kayyum sopasına gelince; şu anda “kayyum altında olan 101 belediye”, ne ölçüde Anayasa madde 127 çerçevesinde yönetilmekte? Başka bir deyişle, 101 belediye yönetiminin ne kadarı Anayasal çerçevede görevden alındı ve kayyum atamaları ne ölçüde anayasal?

Bunları bile tartışamadan; CB’den çok AKP Genel Başkanlığı şapkası ile politika yapan (ancak medyanın hep CB sıfatını kullandığı kişi), anayasadışılığın da ötesine geçiyor: Yüksek Seçim Kurulu (YSK) ve seçmenleri örtülü veya dolaylı biçimde tehdit ediyor.
- YSK: “Kayyum atarım” tehdidi, YSK’ye, ‘eğer benim adaylarım karşısında seçimleri kazanma ihtimali bulunan kişilerin adaylığını kabul edersen, ben onları görevden alırım’ anlamına geliyor.
- Seçmenler: ‘Benim adayıma oy verin; aksi halde oylarınızla seçilen başkanı görevden alacağım.’

Suçlandırarak seçim kazanma
Birbirinden farklı da olsa, müttefikler, yöntem ve hedefte buluşuyor: tehdit ve şantaj yoluyla yerel seçimleri kazanmak ve 2023 seçimlerine umutla bakmak.
Türkiye’nin hukuktan uzaklaşarak kişi yönetimi pekiştikçe bunalımlar sarmalının derinleşmesi, adamların umurlarında değil.

Rahip Brunson skandalı veya C. Kaşıkçı cinayeti, İş Bankası operasyonundan daha az önemli ikili için: İktidar ve para iştahı, yargı bağımsızlığı, insan yaşamı ve manevi miras gibi kavram ve değerleri gölgeliyor.

Kuşku ve korku
İkili, böylece, bir yandan, geçen iki sandığın gayri meşruluğunu, öte yandan, yerel seçimleri kaybetme korkusunu dışa vurmuş oluyor.

Bunun için, zaten suçlu gördüğü HDP üzerinden CHP’yi kriminalize etmeye çalışıyor; çünkü, CHP Batı’da, HDP ise Doğu’da güçlü.

Oysa AKP, on yıl önce Anayasa Mahkemesi tarafından “Anayasa’ya aykırı eylemlerin odağı” olmakla mahkûm edilmişti. Hukuki olmasa da, manevi ve hakiki lideri ise, tam iki yıl önce, şimdiki müttefiki tarafından “Anayasa suçlusu” olarak ilan edilmişti.

Buna rağmen, 16 Ekim 2016’dan bu yana ittifak halinde hareket eden ikili açısından durumun özeti şöyle:
- 16 Nisan 2017 -OHAL ortamında- “plebisiter anayasa oylaması”nda YSK’nin mühürsüz oyları da geçersiz sayması sonucu kılpayı sayısal üstünlük elde etti.
- 24 Haziran 2018 “çifte seçimleri” de, kılpayı lehlerine sonuçlandı.
- 31 Mart 2019 korkusu büyük haliyle: Anayasa dışı ve gayri meşru yol ve yöntemlerin yeterli olmayacağını anlamış olsalar ki, artık açıkça, “şantaj, tehdit ve suçlandırma” yollarını deniyor.

Hukuki/meşru/ahlâki
Bu resmî devlet harekâtı karşısında; CHP-HDP-İYİ Parti-Saadet Partisi ve diğerleri için, “hukuk/meşruluk/ahlakilik”, ortak payda olarak kabul edilmeli ve yerel seçim hazırlıkları bu zeminde yürütülmeli.

Onlar, ikilinin bu üçlü dışında kalan uygulama, eylem ve söylemlerini sürekli teşhir etmeli; ama asla ihtiyatı elden bırakmamalı; her hukuk dışı ve şiddet çağrışımı yapan davranıştan ısrarla kaçınmalı…

Çünkü 31 Mart seçim sonuçları, 16 Nisan ve 24 Haziran seçimlerinin testi ve rövanşı olacağı gibi, “Türkiye’nin 21. Yüzyıl haritası”nı çizici bir özelliğe sahip olacak.

İBRAHİM Ö. KABOĞLU / BİRGÜN

Ülkeye şantiyeden bakan maymunlar - NAZIM ALPMAN


İçinde bulunduğumuz hafta başında (16 Ekim 2018) Ataşehir Örnek Mahallesinde bulunan Mustafa Saffet Kültür Merkezi’nde “emek tiyatrosu” adına son derece önemli bir oyun prömiyerini yaptı:
“Ülkenin Şantiyesinden Hiçbir Şeye Bakan ÜÇ MAYMUN.”
Oyun şimdiye kadar sahnelenen işçi sınıfı mücadelesini dile getiren, işçilerin direngenliğini anlatan, birlik mücadele dayanışma üzerinde yükselen benzerlerinden çok farklı bir tiyatro eseri olarak öne çıkıyor.

Kemal Özdemir’in yazdığı oyunu  Galip Görür yönetiyor. İlk oyun olmasına karşı son derece etkileyici bir performans sergileyen oyuncuları da ayrıca kutlamamız gerekiyor: Güney Alçin, Zuhal Ayvazlar, Ali Gülçiçek, Nihat Mürşitpınar, Sevda Yeliz Nar, Ercan Yenigün ve Haluk Yüksel.
Hem yönetmen hem de oyun yazarı sahnede oyuncu olarak da yer alıyorlar.
Benim izlediğim ilk gösteri son derece dinamik bir kitle tarafından dolu salonda oynandı. Oyunun finaliyse son derece etkileyiciydi.

1970’lerin Şişli’deki sahnesinde bütün oyunları kapalı gişe oynayan Dostlar Tiyatrosu ya da İstanbul turnesine gelmiş Ankara Sanat Tiyatrosu (AST) oyunlarındaki coşku vardı, Örnek Mahallesindeki Mustafa Saffet Kültür Merkezi Halit Akçetepe Sahnesi’nde…

Adından da anlaşılacağı üzere oyunun kahramanı inşaat işçileri… AKP iktidarının üzerine beton dökerek köle düzeninde çalışmaya zorlanan örgütlenmesi en zor işçi kitlesine son derece “içten” bir bakış sahneye konuluyor.

Öyle “kahraman”, “yiğit”, işçiler yok sahnede… Tam tersine gündelik çıkarları için bütün bir geleceğini, hatta hayatını feda etmeye hazır saf, temiz, uyanık, gününü kurtarmayı marifet sayan kurnaz olduklarını düşünen ve bu yüzden de kaybeden işçiler var.
Oyun bu işçilerin “uyanıklıkları” üzerinden komedi türüne yakın bir güzergâh izleyerek ilerliyor.

İşçilere bakış ise asla aşağılayan bir üslupta değil. Tersine Nâzım Hikmet sevecenliğinde… 1947’de yazdığı o ünlü şiirindeki gibi:
“Akrep gibisin kardeşim, korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
Serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
Midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim. Bir değil,
 beş değil, yüz milyonlarlasın maalesef.

Koyun gibisin kardeşim, gocuklu celep kaldırınca sopasını sürüye katılıverirsin hemen ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye. Dünyanın en tuhaf mahlûkusun yani, hani şu derya içre olup deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf. Ve bu dünyada, bu zulüm senin sayende. Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak kabahat senin, demeğe de dilim varmıyor ama kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!”
Oyunun içinde böyle bir metin yok. Şiir de yok. En sık replik ise çok tanıdık:

-Bir cevabım var, sorusu olan yok mu?
Sendikal örgütlenme içinde hayatlarını geçirenlerin yakından bildiği bir şey vardır. Örgütlenmesi en zor işçi kitlesi inşaat iş kolundadır. Çünkü inşaat biter ve herkes dağılır. Bir sonraki iş ise talepsiz, uslu, kuzu-koyun uysallığında işçiler için yeni çalışma imkanı vardır.Hakkını arayanlara hayat hakkı yoktur.
Ama öylesi günlerden geçiyoruz ki, örgütlenmesi en zor işçiler bir araya geldiler ve bir yanardağ gibi patladılar!..

Cümle alem bütün vicdanlarını Filistin’e tatile yollayanların, paranın padişahlığını ilan ettikleri günlerde işçiler güçlerinin farkına varıyorlar.
Şantiye halindeki ülkede emek dünyası yeniden ayağa kalkıyor.

Tiyatro İşçileri adlı grup oyunlarını “3. Havalimanı İşçileriyle Dayanışma Platformu”için sahnelediler.

Hayat bir şeyleri yeniden inşa ediyor. En önünde de eski yılların eskimeyen sloganı yer alıyor: Birlik, mücadele, dayanışma!

Nazım Alpman / BİRGÜN

ABD'yi süper devlet yapan Suudi petrolü! - Arslan BULUT

Prof. Dr. Sait Yılmaz, Suudi Arabistan'ın İstanbul Başkonsolosluğu'nda istihbarat görevlisi olan Cemal Kaşıkçı'nın kaybedilmesinden çok önce "Suudi Arabistan yıkılmak üzere..." başlıklı bir inceleme yazısı yazmıştı.

Yılmaz, Suudi Arabistan'ın Prens Salman'ın yönetime geçmesinden sonra yaşadığı iç hesaplaşmayı hatırlattıktan sonra özetle şu bilgileri vermişti:

* "S. Arabistan nüfusu 29 milyon civarında olup, bunun yüzde 20-25'i Şii'dir. İşsizlik yüzde 40 civarındadır, en az 5 milyon insan fakirdir. Nüfusun yüzde 80'inin evi yoktur. Petrol doları zengin bir ülkede para sadece kraliyet ailesine, onların müttefiklerine ve toplumun bazı kesimlerine gitmektedir. Altın plakalı Mercedes arabalarda yaşayan bir kesim aşırı zengin, diğer kesim ise aşırı yoksulluk içindedir. Eğitim seviyesi düşüktür ve kadınlar evden dışarı çıkmak, toplumun bir parçası olmak istemektedir.

*Suudi Arabistan'daki krallığı ayakta tutan üç ana unsur bulunmaktadır; ülkenin sahip olduğu büyük petrol rezervleri, devletin İslamcı inancını manipüle etmesi ve kraliyet ailesinin ABD ile olan ittifakı.

*Suudi hükümeti dini, bir meşruiyet aracı olarak kullanmaktadır. Mekke ve Medine gibi kutsal şehirleri kontrol altında tutması sebebiyle İslami görevlerini öne sürerek reformlara sırt çevirmekte diğer yandan köktendinci Vahabi din adamları ile ittifak kurmaktadır."

                                                                         ***

*"Bugüne kadar Arabistan tarihinde iki ayaklanma görüldü. Birincisi 1979'daki Büyük Cami ayaklanması ve diğeri 1981'de doğu vilayetlerinde Şii isyanı idi... Protestolar başladığında Şiilerin bulunduğu doğu vilayetinde tutuklamalar yapıldı. Ayaklanma, 'Protestolar, İslam'a aykırıdır' fetvası ile durduruldu.

*Suudi sistemi kırılgandır ve rejimin çökmekten kaçışı yoktur. Kısaca Suudi Arabistan sadece zaman satın almaktadır. ABD, perde arkasında şunu konuşuyor; 'Dünyadaki nefret ve yıkımı yok etmek için bir haçlı seferi başlattık ama müttefikimiz tarihteki en iğrenç rejim olan Suudi'lerdir.'

*Son 100 yılda Arap ve İslam coğrafyasında tüm siyasal, sosyal, kültürel ve en önemlisi dinsel sorunların ana sebebi, Suudi Vahabi mezhebi ve bu mezhebe inandığını söyleyen dünyanın en çağ dışı, ilkel ve bağnaz kral, emir ve şeyhleridir.

*Orta Doğu'daki nefretin ve radikalizmin kaynağı Suudi Sarayı ve onun Vahabi din adamları ile ittifakıdır. Suudi krallığının gücü para ve Washington'dan geliyor. Libya, Suriye ve Yemen'deki savaşların arkasında da büyük ölçüde Suudi parası bulunmakta, Mısır ve Lübnan'da iç politikayı etkilemek için çaba harcamaktadır. Irak'tan sonra Yemen ve Bahreyn'de de Şiiler tarafından kuşatıldığını gören Suudi Kralı, Saddam'ın akıbetine uğramaktan korkuyor.

*İslam ülkelerinin Batı'dan bağımsızlaşması, Batı ile haklı zeminlere oturan bir ilişki kurabilmesi, Suudi Arabistan olduğu müddetçe mümkün değildir. Suudilerin İslamcı şiddet içindeki varlığı; Amerika'nın şiddet içindeki varlığıdır. İslam'ın bağımsızlaşması için Suudilerden kurtulması gerekir. Suudi petrolünün dolarla satılması, ABD'yi süper devlet yapan unsurların başında gelmektedir. Daha da net söylersek, Suudi yönetimi demek, ABD+İsrail yönetimi demektir. İslam ülkelerinde, bir bağımsızlık mücadelesi yapılacaksa, bu mücadelenin Suudilere karşı yapılması gerekir."

                                                                          ***

Cemal Kaşıkçı'nın tuzağa düşürülerek kaybedilmesinin sebebi, Suudi Yönetimi'nin "İhvancı bir ayaklanma başlatabilir" korkusudur. Her ne kadar ABD Başkanı Trump, "kontrol dışı gruplar" veya "serseri katiller" diyerek S. Arabistan yönetimini sorumluluktan kurtarmaya çalışsa da bu cinayet, Suudi rejiminin sonunun başlangıcı olabilir.

Suudi yönetiminin PKK/PYD'ye de 100 milyon Dolar verdiğini unutmamak gerekiyor. 


Arslan BULUT  / YENİÇAĞ

CHP de istemiş ama kaybetmiş! - Ahmet TAKAN

Onca patırtı kütürtünün arasında bir de CHP'nin İş Bankası hisselerinin Hazine'ye devredilmesi tartışmaları ile meşgulüz.. Belli oldu!.. İktidar ortakları AKP ile MHP kafaya koydu Meclis'te bir gece yarısı operasyonu ile bu işi halledecekler. "Ben yaptım oldu"lara karşı nasır tuttuk da işin en acı yanı ATATÜRK'ün vasiyetine yapılan saygısızlıklar ve çarpıtmalar. Hem de milliyetçilik kamuflajı ile!..

Eski Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, ATATÜRK'ün İş Bankası hisseleri ile ilgili vasiyetinin noter  huzurunda şahitlerle yapıldığını söyledi ve belgesini de kamuoyunun dikkatine sundu. Halaçoğlu, bir dönem CHP'nin de bu hisselerden gelen parayı kasasına koymak için mahkemeye başvurduğunu ancak davayı kaybettiğini açıkladı.

Önce, Yusuf Halaçoğlu'nun bahsettiği belgeyi dikkatinize sunalım sonra da söyleşiye geçelim:



"Gördüğünüz gibi bu vasiyet ATATÜRK'ün kasasından çıkmış bir vasiyet değil özel olarak yapılmış bir vasiyet. Beyoğlu Noteri geliyor bizzat huzurlarında ve şahitlerin huzurunda bu vasiyeti onaylıyorlar. Dolayısıyla ATATÜRK'ün vasiyetini göz ardı edecek olurlarsa o zaman hukuk sistemini sil baştan yeni bir şekle sokmak anlamına gelir bu. Yani sizin mülkünüze de el koyabilirler, benimkine de el koyabilirler.
Vasiyet dediğimiz şey nedir?..
Tıpkı Fatih Sultan Mehmet'in vasiyeti gibi düşünün, vakıf vasiyeti gibi düşünün. Onu yok etmek gibi bir şeydir. Dünya'nın hiçbir yerinde vakıflara dokunulmaz. Osmanlı'da bakın, ta 2. Ömer zamanında halifeler zamanında yapılmış gayrimüslimlerle olan vakıflara bile saygı göstermiş. Osmanlı, düşünün, vakıflarını devam ettirmişler. Şimdi, Türkiye Cumhuriyeti Rum vakıflarını İstanbul'da verdi mi? Verdi. Diğerlerini de veriyor. Siz, ATATÜRK'ün vasiyeti dediğiniz şey de vakıf gibi bir şeydir. Neden?
Diyor ki orada, İş Bankası'nda yüzde 28,09'luk bir hissesi var ATATÜRK'ün. O hissenin nemasının kimlere verileceğini söylemiş. Onlar olmadığına göre şimdi yarı yarıya Tarih ve Dil kurumlarına veriliyor. Bunu niçin vermiş? Çünkü, Türk milletine bağışlamış. Dil nedir? Türk milletinin dili. Tarih nedir? Türk milletinin. Bakın, sadece Türkiye'deki Türk milleti demiyorum, Türk tarihi çünkü. Türk Tarih Kurumu, Türkiye Tarih Kurumu değil. Öyleyse bütün Türk tarihleri açısından nitekim ilk çıkan kitap nedir? Türk tarihinin anahtarıdır. Tarih kurumunda ilk çıkan kitap. Sonra dünya tarihi yazılmış Uzun çarşıdan Hint tarihine kadar. Dolayısıyla serbestçe araştırma yapsınlar devlete bağımlılığı olmadan ilmi çalışmalar yapsınlar diye bunu bağışlamış. Şimdi bunu yok ediyorsunuz bir defa."

CHP de alamadı
Yusuf Halaçoğlu, CHP'nin vasiyetteki yerine dikkat çekerken çarpıcı açıklamalar yaptı:
"Şimdi, bu vasiyette CHP kuru mülkiyetine sahiptir dikkat ederseniz. Ne demek kuru mülkiyet? Temsil hakkına sahiptir. Para, CHP'nin kasasına girmeden İş Bankası'nın kasasından Tarih ve Dil kurumlarına aktarılıyor. Bunu, ben şundan dolayı biliyorum; 1995 yılıydı veya 94'tü yanılmıyorsam CHP mahkemeye başvurarak Tarih ve Dil kurumlarının 80 ihtilali ile kapatıldığını dolayısıyla o kurumlar olmadığı için Atatürk Kültür Dil Tarih Yüksek kurumu kurulduğu için bunlara verilen paranın verilmemesi gerektiği için mahkeme başvurusunda bulundu.
Ben de buna karşılık Tarih Kurumu olarak -Dil Kurumu girmedi ben girdim- ben de mahkemeye 80 ihtilalinde CHP'nin de kapatıldığını dolayısıyla şimdiki CHP'nin de o, ATATÜRK'ün kurduğu parti olmadığı konusunda bir dava açtım. Bunun üzerine mahkeme her iki davayı da birleştirdi ve birlikte karar verdi.
Dedi ki; Tarih ve Dil kurumları ATATÜRK'ün kurduğu kurumlardır, CHP de ATATÜRK'ün kurduğu partinin devamıdır. Bunun üzerine Yargıtay'a gitti CHP. Bu arada da ben 400 küsur milyarlık -o zaman milyar vardı- sonra 400 küsur bin liralık bugünkü anlamda alacağımız parayı CHP vermediği için de mahkemeye başvurdum yine.
Dava 2006 yılında Yargıtay'dan sonuçlandı. Ben o zaman 104 trilyon para aldım İş Bankası'ndan. Bu arada da 80 ihtilalinde CHP kapatıldığı için bütün mal ve mülklerine el konmuştu. Tabii bu arada kuru mülkiyeti olmasına rağmen hazineye şeye de el koydu hazineye devredemedi ATATÜRK'ün mirasını vasiyeti dolayısıyla. Elinde tuttu fakat İş Bankası'nın sermaye artırımlarına gitmesinde bunları kullanamadı, veremedi hazine karşılamadı. Çünkü veremez, hazine hangi fasıldan verecek bunu. Kendi malı değil çünkü.
2006 yılında kazandığımızda parayı ben tuttum Dil Kurumu'yla birlikte yarı yarıya olmak üzere bütün sermaye artırımlarının karşılığını verdik ve 28,09 olarak yeniden tescil ettirdik ATATÜRK'ün hisselerini. 2006'dan itibaren de doğrudan doğruya CHP hiçbir aksaklık yapmadan paralarımızı ödedi. Dil Kurumu'nun da Tarih Kurumu'nun da.

Cinci Hoca
Benim bu belgeyi koymaktaki maksadım asıl paraların alınıp alınamayacağı meselesi değil. Derler ki; şimdi Hazine de verir aynı şekilde yapar. Hayır, hazine yönetemez orayı. Hazine o zaman kendine irat kaydetmesi lazım onu. Onu yaptığı andan itibaren de vasiyete uygun yönetim olmaz orada. Temsil edemez İş Bankası'nı. Onun için CHP kuru mülkiyetine sahip olarak orayı yapmak zorunda çünkü orada açık ve net olarak gördüğün gibi yazıyor. Ayrıca noterde de şahitli tasdik edilmiş bir vasiyet. Yani bunu bozarlarsa hukuku tümden rezil ederler.
Yazık olur. Ülkeye de yazık olur. Sizin malınıza da benim malıma da herkesin malına el koyabilirler. Tıpkı, Cinci Hoca vardı ya 4. Murat döneminde. Orada, Mere Hüseyin Paşa geliyor Cinci Hoca tabii herkesten rüşvet alıyor, Valilikleri bile rüşvetle satıyor adam. Diyelim, Ankara valisini tayin ediyor, adam daha Ankara'ya varmadan yeni bir vali tayin edebiliyor. Sonunda Cinci Hoca idam edildikten sonra sadrazam Mere Hüseyin Paşa geliyor. Mere Hüseyin Paşa bu türden kişilerin hepsini müsadere ediyor. Müsadere dönemi başlıyor. Rüşveti de devlet adına almaya başlıyor ondan sonra. Yalnız kendi cebine koymuyor, valilikleri parayla satıyor bu defa devlet adına. Yani yol açıldı mı çok kötü gider."


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

17 Ekim 2018 Çarşamba

Enflasyon kime değer, kime değmez( I-II ) - SERDAL BAHÇE


(I)

Düşünme yetisi budanan akla yönelik bir benzetmeydi “enflasyon canavarı”. 1980’ler ve 1990’larda o zamanki DİE resmi enflasyon rakamlarını açıkladığında boyalı basın derhal ilk sayfada koca bir manşet atar ve manşetin altına da yarı Çin ejderhası, yarı komodo ejderi bir canavar çizerdi. Duyururdu dört sütuna manşet: “Enflasyon Canavarı Hortladı”. Canavar ağzından ateş çıkarırdı. Böylece beşeri sisteme ait bir sorun dışsallaştırılmış olurdu, sanki feleğin cilvesi olurdu. Aynı durum örneğin trafik terörü veya trafik canavarı benzetmeleri için de geçerliydi. Belirli bir sosyoekonomik yapının sisteme has dinamiklerinden kaynaklanan sorunları doğal afetlere benzetmek iki amaca hizmet etmekteydi herhalde. Birincisi muhtemel sorumlular sorumluluktan yırtmaktaydı. İkincisi de doğal afet ayrım yapmaksızın herkes için bir sorunmuş gibi görünürdü. Böylece herkes aynı gemideymiş ve gemi batarsa hepimiz batarmışız ilkesi düşünme yetisi budanmış akla kolayca kabul ettirilirdi. Ortada bir suç vardı velakin suçlu yoktu. 
Kime kızacaktık?

Çok uzunca bir süredir manşetlerin altına sürreel canavarlar çizmiyorlardı. Enflasyon oranının iki ya da üç rakamlı olduğu dönemler çok geride kalmış gibiydi. Düşük enflasyon oranları iyi yolda olduğumuzun asli göstergesiydi (gerçi bu durumda bile enflasyon oranımız gelişmiş kapitalist ülkelerin enflasyon oranlarının bayağı üstündeydi). Sonra unuttuğumuz canavar birden yeniden sökün eyledi. TÜİK geçtiğimiz hafta içinde Eylül ayına yönelik enflasyon rakamlarını açıkladı. Fiyatlar genel seviyesi bir önceki yılın aynı ayına göre % 24,5 arttı, Ağustos ile Eylül ayı arasında fiyat artış oranı ise % 6,4. Bu artış oranları son yıllardaki en yüksek artış oranları. Biraz daha detaya bakalım. TÜFE endeksi hesaplanırken kullanılan 407 maddeden 339’unun fiyatı Ağustos ile Eylül arasında artmış gibi görünmektedir. Bunlar içinde rekoru kıranlar ise ilginç; domates (% 35,3), sivri biber (% 31,8), bilgisayar (% 31,2) ve salça (% 29,1). Bilgisayarı bir kenara bırakırsak diğer üçünün zam şampiyonluğu çok alışıldık değildir. Çünkü Ağustos ve Eylül ayları aynı zamanda bahçe bitkileri için yoğun hasat zamanlarıdır, pazarları ve marketleri bolca biber ve domatesin bastığı aylardır. En azından halkımızın alışkın olduğu durum budur. Oysa bu sene durum biraz farklı.  Bloomberg domates fiyatlarındaki artışın dört nedenini sıralamış: hastalık nedeniyle düşük üretim ve tarla hasadının düşüklüğü, girdi maliyetlerindeki yükselme, döviz kuru artışı dolayısıyla ihracat artışı ve sera domatesinin hemen piyasaya çıkmayışı. İlkinin ne kadar doğru olduğunu bilemem, ikincisi ise en azından diğer fiyatlara göre domates fiyatındaki daha yüksek oranda artışı açıklayamaz çünkü kur dolayısıyla pahalı hale gelen girdilerden doğrudan etkilenmeye namzet başka metalar var. Üçüncüsünün bir haklılık payı var. Malum ulusal paramız değer kaybedince dışarı ne satıyorsak ucuzladı, görünen o ki en büyük performansı domates göstermiş (son velinimetimiz Rusya’nın domates ile ilgili olarak bize uyguladığı ambargonun bitmesinin de etkisi var tabii -hatırlarsanız bir zamanlar sattığımız domatesler hormonlu ve ilaçlı çıktı diye bize pek kızmışlardı-). 

Görünen o ki hem tarımın çökertilmesinden dolayı az domates ekilmiş, hem de domates namına ne var ise yurtdışına satılmış. Bizlere de 9 liraya, 10 liraya domates yemek düşmüş. Aslında daha derinlerde yapısal bir sorun var. Yıllardır bu ülkede tarla çıkış fiyatı ile market ya da pazar satış fiyatı arasındaki makas açılmaktadır. Köylüler bu fiyat artışlarından iki yönlü zarar görmekteler, birincisi kullandıkları girdilerin fiyatları sattıkları ürünün tarla satış fiyatına göre giderek artmaktadır, ikincisi de tüm fiyatlar artarken ve borç/kredi yükümlülükleri büyürken köylü ödemeleri yetiştirmek için malını çaresiz üç beş kuruşa çabucak satmaktadır. Örgütlenmesi gereken sadece işçiler değildir, köylülerin de piyasa mekanizması aracılığıyla tabi oldukları bu sömürü mekanizmasını dizginleyebilmek için örgütlenmeleri gerekmektedir. 

Enflasyon rakamlarına geri dönelim. TÜİK aynı zamanda Üretici Fiyat endeksi (ÜFE) rakamlarını da açıklamış. Eylül ayında ÜFE bir önceki yılın Eylül ayına göre % 46,5 artmış. Nerdeyse TÜFE’deki artışın iki katı. Bu iktisaden şu anlama gelir, önümüzdeki dönemde TÜFE artış oranı daha da artacak, çünkü üretici kaynaklı fiyat artışları henüz tam olarak tüketici fiyatlarına yansıtılmamıştır. Bu arada 2017 Aralık ayına göre fiyatlar % 19,4 artmış gibi görünmektedir. Oysa geçenlerde açıklanan ve yeni olmayan Yeni Ekonomi Programı’nın öngörüsüne göre 2018 yılı sonu enflasyon oranının % 20,8 olması gerekiyor. Yılın bitmesine üç ay kala % 19,4’ü çoktan garantilemişler, yıl sonunda % 20,8’lik hedefin tutturulabilmesi için kalan üç ayda aylık ortalama enflasyonun binde 3 gibi bir seviyede olması gerekiyor ki elektriğe, doğal gaza ve diğer yaşamsal emtialara yapılan son zamlardan sonra bu mümkün değildir. Bu nedenle % 20,8 tutturulamayan hedefler listesine eklenecektir. 

Gelelim işin ekonomi politiğine. Öncelikle herkesçe bilinenle başlayalım. Enflasyon en çok sabit gelirlileri vurur; herkesin ezbere bildiği bu ilkeyi biraz açalım. İşçilerin ücretleri ve memurların maaşları geçmiş fiyat artışlarına göre yükseltilirler. Oysa cari enflasyon bir tür beklenmedik hadise, bir tür sürprizdir. Bu nedenle ücretler ve maaşlar enflasyon karşısında reel olarak erimeye en yatkın gelirlerdir. Memurlar ve işçiler ücret ve maaş artışlarını belirli sürenin sonunda alırlar ve uzunca bir süre bir daha almazlar. Arada patlayacak enflasyonist bir süreç karşısında çaresizdirler çünkü bir daha ki ücret ya da maaş artışını beklemek zorundadırlar. Böylece ücretler ve maaşlar reel olarak erirler. Asgari ücret üzerinden bir örnek verelim. 2017 yılının Eylül ayında, tıpkı 2017’nin diğer aylarında olduğu gibi, net asgari ücret 1.404 TL idi, bu parayla asgari ücretle çalışan emekçi kardeşim aylık ücretiyle geçen yılın Eylül ayında kilosu ortalama 2 TL olan domatesten 702 kilo alabiliyordu. Bu sene Eylül ayında net asgari ücret, tıpkı 2018’in diğer aylarında olduğu gibi, 1.603 TL’dir. Bu sene Eylül ayında asgari ücretli emekçi yoldaşım kilo başına ortalama fiyatı 6 TL olan domatesten topu topu 267 kilo alabilmektedir. Bak sen şu domatesin yaptığı işe! 

Eğer yeni bir enflasyonist sürece giriyorsak özellikle gazetelere bir tavsiyem var. Bundan sonra “enflasyon canavarı”nı anlatmak için öyle Çin ejderhası, komodo ejderi türünden yerli ve milli olmayan simgeler kullanmasınlar. Son performansıyla domates yüz ejderha gücünde olduğunu kanıtlamıştır. Bundan kelli enflasyon canavarını anlatmak için domatesi kullansınlar. Hatta bir fikir versin diye yazının başlığının altında 1978 yılı yapımı bir B sınıfı Hollywood filmi olan Attack of the Killer Tomatoes'un (Katil Domateslerin Saldırısı) afişini verdim. Eğer daha da yerli ve milli hale getirmek isterlerse afişteki domatesi Çanakkale ya da Ayaş domatesine benzetebilirler. 

Enflasyonun etkilerinin toplumsal sınıflar açısından nasıl farklılaştığına da gelecek yazıda değineceğim. 

(II)

Geçen yazımızın sonunda bu yazıda enflasyonun farklı sınıflar üzerindeki etkilerini inceleyeceğimizi vurgulamıştık. Bu vaadimizi yerine getireceğiz. Ancak tam yazı için bir kurgu oturtmaya çalışırken “Enflasyonla Topyekün Mücadele” (bundan sonra ETM) programı açıklandı. Bu ülkede güncel ile genelin gerilimi çok yoğundur, salim kafayla bir şey üzerine, uzun erimli bir süreç üzerine yoğunlaşmaya başlamak zor, güncel sürekli üstünüze gelmekte ve size kaçacak bir yer bırakmamaktadır. 

ETMyi yine Bakan Albayrak açıkladı. Sunumun ilk slaydında “Enflasyonla Topyekün Mücadele” sloganı ve bir market arabası var idi. Slogandaki ikinci “o” harfi yerine ay yıldız kullanıldı; böylece bunun milli bir seferberlik olduğu imajı verildi. Diğer taraftan market arabasının üstünde “3 Ay Boyunca En Az % 10 İndirim” yazmaktaydı.  Önce bununla başlayalım. Onca eleştirdiğimiz, sürekli karşıya aldığımız burjuvazinin yasal ve kurumsal örgütü olan o modern devlet var ya, artık yerinde yeller esmekte. Modern burjuva devletini bile mumla arayacağımız günlerdeyiz; ne yazık. Bakan Albayrak firmaları gönüllü bir şekilde fiyatlarını indirmeye çağırdı. İyi niyete seslendi. Bunu ilk defa yapmıyorlar. 2008/2009 küresel krizinin artçı şokları Türkiye Ekonomisini vurduğunda bazı mallarda ÖTV oranlarını düşürdüler ve firmalara da “bakın biz ÖTV’yi indirdik, sizde bu indirimi fiyatlara, yani tüketiciye yansıtın” dediler. İyi niyete seslendiler. Ancak kapitalist firma rasyonalitesi böyle işlemiyordu, firmalar fiyatları indirmediler, vergi indirimini arsız bir gönül rahatlığıyla cebe attılar. Daha sonra işsizlik yükseldiğinde ve ülke seçimlere giderken iş adamlarını bir araya topladılar. İstihdam seferberliği başlattılar. İşadamlarına “Bakın yemin edin, ekmek musaf üzerine söz verin her biriniz şu kadar kişiyi işe alacaksınız” dediler. İyi niyete seslendiler. İş adamları sermayenin mantığına uygun bir şekilde davrandılar, işsizlik oranı düşmek yerine artış gösterdi. Şimdi de firmalara” gelin üç aylığına fiyatları indirin, ne olur indirin” demekteler. İyi niyete seslenmekteler. Görünüşte belki indirecekler, ancak zaten geçtiğimiz 1-2 ay içinde fazlasıyla arttırdılar. Bir bölümü onu da yapmayacak. Ya iyi niyet istismar edilecek, ya da göstermelik bir şekilde çağrıya uyulacak. Modern devlet iyi niyete seslenmez, yetki kullanır. Artık kurumlarıyla, yasalarıyla modern bir kapitalist devlete sahip değiliz. 
Devlet iyi niyete güvenir mi yahu? 
ETM’nin altında başka başlıklar da var. Örneğin yılbaşına kadar elektrik ve doğal gaza zam yapılmayacağı müjdesi verilmiş. 
Peki bu durumda gecikmiş uyarlama sonucu yılbaşında elektrik ve doğal gaza daha yüklü zamlar gelmeyecek mi? 
Stokçulukla mücadele de program çerçevesi içinde. Hani 70’lere dönmeyecektik? 
Hal yasası değiştirilerek aracı ve komisyoncular tasfiye edilecekmiş. Bu sonuncusu pek çok burjuva hükümetin programındaydı, hiçbiri kotaramadı. Kotarılsa bile pek liberal ekonomi yönetimimiz acaba ürünü tarladan alıp tüketiciye ulaştıracak yeni bir mekanizma mı icat edecek? Aracı ve komisyoncu ile gerçekten mücadele edilecek ise eyvallah. Köylünün sırtında parazitik bir yaşam süren bu kesimler köylünün sömürülmesi sürecinde önemli aktörlerdir. Ancak kooperatif ve köylü örgütlenmesi sevmeyen sağcılarımız, liberallerimiz bu sömürücü kesimi yok ederse bu ekonomik işlevi kime bırakacaklar. Malum bu konuda aktif bir rol oynayabilecek tüm KİTleri tarumar ettiler, yerle yeksan ettiler. Bu işi kime yaptıracaklar, büyük market zincirlerine mi? Onlar da sömürmeyecek mi köylüleri? 

ETM iyi niyetlerle bezenmiş bir ekonomik kitschdir. Başka yerler de de vurguladık; Türkiye ekonomisi bir stagflasyona girmektedir. Stagflasyon ise ekonomik çaresizliktir, devletin bilindik ekonomi politikası araçlarıyla aşılması imkânsızdır. İyi niyetle aşılması ise külliyen imkânsızıdır. Şimdi asıl konumuza geri dönelim. Enflasyon herkes için eşit derecede zuhur eden bir illet midir? Kapitalizm de kriz dahil hiçbir ekonomik sürecin toplumsal sonuçları eşit dağılmaz, eşit bir şekilde hissedilmez. Herkes kaybetse ile mutlaka az kaybeden ile çok kaybeden vardır. Genellikle de herkes kaybetmez, bazıları kazanır. Teknik olarak tüketici enflasyonu tüketici fiyat endeksinin artış göstermesidir. Tüketici fiyat endeksi (bundan sonra TÜFE) hesaplama sürecinde önce belirli bir mal sepeti içinde bulunan her bir malın fiyatının artış oranı o malın bu sepetin toplam fiyat değeri içindeki ağırlığı ile çarpılır. Böylece iki dönem arasında temsili bir tüketim sepeti için fiyat artış oranı bulunmaktadır. Burada kritik unsur şu temsili tüketim sepetidir, neye göre, kime göre seçilmiştir? Burjuva iktisadı ve ona yardımcı istatistik kurumlarına göre temsili bir tüketim sepeti ortalama, sıradan bir ailenin, tüm toplumun temsilcisi olmaya aday bir ailenin tüketim sepetidir. Eğer toplum sosyoekonomik olarak benzer ailelerden oluşsa idi bu kabul edilebilir bir varsayım olurdu. Fakat kapitalist toplumlar parçalanmış bütünlüklerdir. En önemli parçalanmışlık ise toplumsal sınıflar düzeyinde ortaya çıkar. Dolayısıyla temsili bir tüketim sepeti türünden bir saçmalık olsa olsa sınıfsal farklılıkları yok sayma ve gizleme amacına hizmet eder. Ortalama aslında niteliksel farkları yok eden bir niceliksel sapmadır. Burjuva iktisadından kaynaklanan bu sınırlılığı aşmak için dostum, yoldaşım, KHK mağduru Ahmet Haşim Köse ile sürdürdüğümüz ve Türkiye toplumunun sınıfsal yapısını analiz eden çalışmanın bazı sonuçlarını vereceğim. Böylece her sınıf için enflasyon oranın ne kadar farklılaştığını göstermeyi amaçlıyorum. Öncelikle burada sunulacak veriler Hanehalkı Bütçe Anketlerinden türetilmiştir. 

Biz bu anketleri kullanarak Marksist bir yöntemle Türkiye’nin sınıfsal haritasını çıkardık. Böylece her sınıf için ortalama bir tüketim sepeti bulduk. Bu tüketim sepeti sınıflar arasında ciddi farklılıklar göstermekteydi. Örneğin aşağıdaki tablo 2015 yılında hane düzeyinde kapitalistler ve mülksüz emekçilerin toplam tüketimlerini hangi madde grupları arasında nasıl dağıttıklarını göstermektedir. Yazıyı uzatmamak açısından diğer sınıfları vermedik. Bu ikisinin seçilmesindeki neden ise Marx’ın bir uyarısıdır. Ona göre sermaye birikimi toplumların tüm hücrelerine yayıldıkça toplumsal yapılar sermaye sahibi burjuvazi ile zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmayan mülksüz emekçiler arasında kutuplaşacaktır.
 
Tabloya göre kapitalistler harcamalarının en büyük bölümünü ulaşıma, mülksüz proleterler ise konut ve gıdaya yapmaktalar. Bu arada herhangi bir kalemdeki tüketimin her iki sınıf içinde aynı anlama geldiğini düşünmek saflıktır. Örneğin gıda tüketimi mülksüz emekçiler için yaşamsal bir gereklilik iken ensesi kalın kapitalistlerimiz için çoğunlukla bir keyif aracıdır. Diğer taraftan kapitalistlerin tüketimi içinde en büyük orana sahip ulaşım harcamaları mülksüz emekçiler içinde oldukça büyük bir orana sahiptir (% 16,3). Ancak ulaşım bu iki sınıf için aynı anlama gelmekten uzaktır. Mülksüz emekçi kardeşlerimiz için bu tüketim servis ücreti, metro ve belediye otobüsü kartı, dolmuş ücreti anlamına gelmekte iken, kapitalistler açısından lüks otomobiller ile bu otomobillerin depolarını dolduran benzin/mazot anlamına gelmektedir (Yıllar önce Ankara’da bir konferansta karşılaştığım Alman akademisyen hasbıhalin orta yerinde “Siz beklentimin aksine çok zenginsiniz galiba” deyivermişti. 
Ben de nedenini sordum. “Hiç bu kadar çok son model BMW ve Mercedesi bir arada görmemiştim” diye cevap verdi ve devam etti “Bizde bu arabaların hem vergisi yüksektir, hem de genel olarak otopark ücretleri yüksektir. Üstelik kentsel taşımacılık çok yaygın ve ucuz iken kimse bunları almak istemez.” Öyledir, ne acı ki burjuvalarımız ve zenginlerimiz hem görgüsüz hem de çapsızdır). 
Gelelim her sınıf için fiyatların ne kadar arttığına. Bu hesaplama için 2015 yılındaki tüketim ve madde ağılıklarını kullandık. Şimdi efendim her sınıfın ortalama tüketim sepetinin 2003 yılındaki değerini 100 kabul edersek, sınıfların tüketim sepetlerinin 2015 Aralığındaki ve 2018 Eylülündeki değerleri aşağıdaki tabloda verilmiştir. 

Tablo çok açık bir şekilde enflasyonun her sınıfı aynı derecede vurmadığını göstermektedir. Ancak önce bazı açıklamalara gerek vardır. Detaylara girmeden belirtelim. Mülksüz emekçi belirtildiği gibi ücretinden başka bir şeyi olamayan emekçidir. Bu sınıfa dahil aile sayısı 2016 yılında nerdeyse 4 milyon civarındadır. Nitelikli emekçiler ise ücretli çalışan mühendis, teknisyen, doktor ve avukat gibi nitelikli meslek grubuna ait emekçilerdir. Bu ikisi arasında kalan, nitelikli olmayan ancak en azından bir eve ya da bankada birkaç kuruşa sahip olan geniş emekçi kitlesi ise sadece “emekçiler” başlığı altında verilmiştir ki bu sınıftan ailelerin sayısı yaklaşık 8 milyon civarındadır. Kentli profesyoneller ise özellikle kamu hizmetlerini özelleştirilmesi sonucunda ortaya çıkan, kendi hesabına çalışan doktor, avukat veya mühendisleri anlatmaktadır. 

Tabloya göre 2003’e göre tüketim sepetinin değeri en çok artış gösteren sınıflar “zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmayan” mülksüz emekçiler, köylüler ve tarım emekçileridir. En az artış gösteren sınıflar ise kapitalistler, rantiyeler ve yardıma muhtaç yaşlıların oluşturduğu çalışmayan aileler grubudur. Enflasyon bile mazlumun ahını almakta, sömürenden çok sömürüleni vurmaktadır. 

Üstelik hikâye burada bitmemektedir. Bir sonraki yazıda detayları verilecek ancak bir ön belirleme yapalım. Fiyat artışı karşısında tepkiler konusunda da sınıflar arasında bir asimetri vardır. Kapitalist toplumların sınıfsal hiyerarşisinde üstlerde yer alan mal, mülk ve sermaye sahipleri sattıkları her ne ise fiyat artışı sürecinde onun fiyatına da misli kadar, belki de ondan bile fazla zam yapma kapasitesine sahiptirler (son zamanlarda özel doktor muayenehanesine gittiniz mi hiç? Muayene ücretlerine bakın). Dolayısıyla bir dereceye kadar kâr, faiz ya da rant gelirlerinin erimesini engelleyebilme kapasitesine sahiptirler. Oysa emekçiler ve köylüler piyasanın fiyat dinamikleri karşısında oldukça edilgen ve çaresizdirler. 

Bu ise gelecek yazının mevzusudur. 

Serdal Bahçe / SOL