25 Ekim 2018 Perşembe

Kriz fırsatçısı patronlar karşısında işçiler hukuki olarak ne yapmalı?- Ahmet Çınar/SOL

Kriz ve kriz fırsatçısı patronlara karşı, işçilerin hakkını hukukunu koruyan yasa maddeleri var mı? Kriz bahanesiyle işten çıkarılan işçiler, konkordato ilan eden patronlar, kendilerini birden bire işsiz bulan emekçiler ne yapmalı? Merak edilen bu soruların yanıtlarını Avukat Deniz Aktaş'la konuştuk...

Ekonomik krizin yaşamın her alanında kendisini dayattığı bugünlerde, milyonlarca çalışanı ilgilendiren kritik bir soru var: Kriz ve kriz fırsatçısı patronlara karşı, işçilerin hakkını hukukunu koruyan yasa maddeleri var mı? 

Kriz bahanesiyle işten çıkarılan işçiler, konkordato ilan eden patronlar, kendilerini birden bire işsiz bulan emekçiler ne yapmalı? 

Direnen, işyerini terk etmeyen, ısrarla ve kararlılıkla örgütlü mücadeleyi sürdüren işçiler, hukuki alanda nasıl bir yol ve yöntem izlemeli ki, patronlardan haklarını alabilsinler? 
İşte bu soruların yanıtlarını Avukat Deniz Aktaş'la konuştuk... 

PATRONLAR KRİZİ BAHANE EDEREK İŞÇİ ÇIKARABİLİR Mİ? 

Ülkenin de dünyanın da gündeminde ekonomik kriz var. Son aylarda kriz bahanesiyle toplu halde işten çıkarmalara tanık oluyor, işten çıkarmalarda ana gerekçenin "kriz" olduğunu görüyoruz. “İşlerin azalması, üretimin yavaşlaması” diye bir işten çıkarma gerekçesi olabilir mi? İş Kanunu hangi durumlarda ve hangi koşulları zorunlu kılarak işten çıkarmayı mümkün kılıyor?  

Bu sorunun cevabı İş Kanunu madde 18 ve 25 ile düzenlenmiş bulunmaktadır. İş Kanunu madde 18, iş akdinin geçerli bir nedene dayanılarak feshini düzenler. İş Kanunu madde 25 ise bu noktada konumuzla ilgili değildir.

İş Kanunu madde 18, iş akdinin geçerli bir nedene dayanarak feshini düzenlemekte olup, madde metninde, belirsiz süreli iş sözleşmesini fesih edecek olan işverenin fesih için mutlaka geçerli bir nedene dayanmasını zorunlu kılmaktadır. Bu madde kapsamında geçerli fesih nedenleri iki ana başlık altında toplanmaktadır: 
1- İşçiden kaynaklanan nedenler. 
2- İşletmenin, işyerinin veya işin gereklerinden kaynaklanan nedenler (Kısaca işletmesel nedenler.)

Ancak kanaatimce ekonomik krizin, her işletme açısından objektif olarak geçerli bir fesih nedeni olarak değerlendirilmesi mümkün değil. Bilindiği gibi, ekonomik krizler işverenlerce işçilik maliyetlerinin düşürülmesi için ciddi birer fırsat olarak da değerlendirilmekte, ekonomik kriz bahane edilerek eski ve maliyeti yüksek çalışanlar tasfiye edilmekte, yerlerine daha düşük ücretlerle çalışmaya rıza gösterecek işçiler istihdam edilmektedir.

İşlerin azalması, üretimin düşmesi gibi nedenlerle iş akdinin feshedilebilmesi için, işletmenin o işçinin işgücüne ihtiyacının kalmamış olması gereği bulunmaktadır. Bu durumda da meselenin işe iade davası nedeni ile yargıya intikal etmesi halinde, mahkemenin bakacağı temel mesele, işyerinde gerçekten iş akdi feshedilen işçinin işgücüne ihtiyaç kalıp kalmadığı olacaktır. Bunun da ilk göstergesi, fesih sonrası işyerinde çalışmakta olan işçilere fazla çalışma (haftalık 45 saati aşan çalışma) yaptırılıp yaptırılmadığı olacaktır. 

Ayrıca işletmesel nedenlere yapılan fesihlerde, işverenin bir takım sosyal seçim kriterleri belirlemesi ve buna uygun davranması gerekmektedir. Örneklemek gerekirse, iş akdi fesihlerine işe en son başlayan (kıdemi en düşük) personelden başlayarak daha eski çalışanlara doğru gitmesi, fesihten diğerlerine oranla daha az etkilenecek personeli öncelikli olarak işten çıkartması gibi.

Son olarak işletmesel nedenlerle yapılacak fesihlerde işverenin "ultima ratio" (feshin son çare olması) ilkesine uygun davranması gerekliliği bulunmaktadır. İşverenin kriz nedeniyle aldığı işletmesel karar ile sağlayacağı faydayı, fesih dışında başkaca bir kararla sağlaması mümkün ise (örneğin fesih yerine ücretsiz izin kullandırmak v.s.) bu halde de işverenin feshin son çare olması ilkesine uygun davranmadığından bahisle işletmesel nedenle yapılan feshin geçersiz nedene dayandığından bahsedebiliriz. İşyerinde ekonomik kriz nedeniyle üretimin ve çalışma sürelerinin esaslı ölçüde düşmesi halinde, işverenler, İŞKUR bünyesinde kurulu bulunan kısa çalışma ödeneğine başvurarak işçilerin ücretsiz izin nedeniyle işverenden alamadıkları ücretlerinin işsizlik sigortası fonu bünyesinde bulunan kısa çalışma ödeneğinden faydalanmalarını da sağlayabilirler. Bu ve benzeri alternatiflere başvurmaksızın yapılacak olan fesih, kanaatimce geçersiz fesih olarak değerlendirilecek olup, işe iade davası açılması halinde kuvvetle muhtemel işçinin işe iadesine karar verilecektir.

KRİZ BAHANESİYLE İŞÇİ ÇIKARAN PATRONUN HANGİ ÖDEMELERİ YAPMAK ZORUNDA?

Bir işveren, "kriz", "üretimde daralma" gibi gerekçelerle işçi çıkardığı vakit, yükümlülükleri neler? Bu gerekçeyle iş akdini feshettiği zaman işçiye hangi ödemeleri yapmak zorunda? İşçinin hakların koruyan bir kalkan var mı mevcut yasalarda?   
İşverenin yukarıda belirtilen koşullara uygun davranarak (feshin son çare olması ilkesi ve sosyal seçim kriterlerine uygun davranması) halinde de fesih sebebi geçerli nedene dayanmış olacağından, işçinin fesih sebebine bağlı haklarının tamamının ödemesi gerekir. 
Fesih sebebine bağlı hakların ilki kıdem tazminatı olup, kıdem tazminatı hesabı, işyerinde bir yılı aşkın kıdemi bulunan işçinin (Giydirilmiş brüt ücreti x İşyerindeki çalıştığı yıl = Kıdem tazminatı tutarı) olarak hesaplanır. 

Giydirilmiş brüt ücret kavramı, işyerinde işçiye sağlanan parasal yahut para ile ölçülmesi mümkün olan her türlü menfaati kapsamaktadır.

Fesih sebebine bağlı olan ikinci hak ise ihbar tazminatıdır. İhbar tazminatı İş Kanunu madde 17'de düzenlenmiş olup, belirsiz süreli iş sözleşmesini feshetmek isteyen taraf, diğer tarafa bu durumu belirli bir süre öncesinden ihbar etmek zorundadır. İşbu ihbar sürelerine uyulmaması halinde, bildirim sürelerine ait ücret ihbar tazminatı adı altında karşı tarafa ödenmek zorundadır.

İhbar süreleri şu şekilde:
  • İşyerinde 6 aya kadar çalışan işçi için 2 hafta
  • İşyerinde 6 ay ile bir buçuk yıl arasında çalışan işçi için 4 hafta 
  • İşyerinde bir buçuk yıldan  üç yıla kadar çalışan işçi için 6 hafta 
  • Üç yıldan daha uzun süre çalışan işçi için 8 hafta 
Kıdem ve ihbar tazminatı haricindeki diğer işçilik alacakları, iş akdinin fesih sebebine ve usulüne bağlı haklar olmadığından (ücret, fazla mesai ücreti, senelik izin ücreti v.b. ) bu alacakların da zaten işçiye derhal ödenmesi gereği bulunmaktadır. 

KRİZ BAHANESİYLE İŞTEN ÇIKARILAN İŞÇİLER NE YAPMALI?

Bir işçi bu ve benzeri nedenlerle işten çıkarıldığında, şu andaki mevzuata göre hangi hukuksal yollara başvurabilir? Pratik olarak yapabileceği, izleyeceği adımlar neler olmalı? Bunları nasıl sıralayabiliriz?   
27 Ekim 2017 tarihi itibari ile Resmi Gazete'de yayımlanan 6031 Sayılı İş Mahkemeleri Kanunu ile işçilik alacakları üzerine kanaatimce çok ciddi bir saldırı gerçekleşti. Bahsettiğim kanun ile işçilik alacağı talebi ile bir işçinin mahkemeye başvurmadan önce arabulucuya başvurması zorunlu hale getirilmiş olup, arabuluculuk tutanağı bu kanun ile ilam niteliği kazandığından, arabuluculuk sürecinde üzerinde anlaşma sağlanan alacakların tekrar dava konusu yapılabilmesinin önüne geçilmiş bulunulmaktadır. Bu düzenleme 01 Ocak 2018 tarihinde uygulanmaya başlanmış olup, 10 aylık pratik göstermiştir ki, işverenler bu hükmü istismar etmeye çoktan başladılar. 

Şöyle ki, işverenden 10 birim alacağı olan ve henüz işten çıkartılmış olan işçi, genellikle işverenin kendisine teklif edeceği 3 birim-5 birim alacağını alıp, kalan alacağından feragat etmek zorunda kalmaktadır. İşbu halde, işçinin bakiye alacağını dava konusu yapabilmesinin önü de 6031 sayılı kanun ile kesilmiş bulunmaktadır.

Bu nedenle bu dönemde iş akdi fesih edilen bir işçinin öncelikli olarak yapması gereken iş, sürecin tamamını bir avukat eşliğinde (danışarak) yürütmesi olacaktır.
Sürece ilişkin ise, başvurulabilecek hukuki yollar şunlar: 1- İşe iade davası, 2- Alacak davası.

İşe iade davası süreci: Fesih bildirimi işçiye tebliğ edildikten sonra bir ay içinde işçi tarafından arabulucuya başvurulması (adliyelerde bulunan arabuluculuk bürosu marifeti ile) gerekmektedir. arabuluculuk süreci 3 hafta sürmekte olup, zorunlu hallerde arabulucu tarafından 1 hafta uzatılabilmektedir.  Arabuluculuk sürecinin anlaşmazlıkla sonuçlanması halinde, arabuluculuk son tutanağının düzenlendiği tarihten itibaren iki hafta içinde işçinin işe iade davası açması gereği bulunmaktadır. İşe iade davası sonucunda feshin geçersizliğine karar verilmesi halinde, işçinin 4 aya kadar boşta geçen süre ücreti ile 4 ilâ 8 ay arasındaki ücreti tutarında işe başlatmama tazminatına hükmedilir. kararın kesinleşmesini müteakip 10 gün içinde işçi tarafından işverene işe başlatılması için başvuruda bulunulmalıdır. bu başvuruya rağmen işçi işe başlatılmaz ise, yukarıda bahsedilen işe başlatmama tazminatı ve boşta geçen süre ücretinin tahsili imkanı doğar, işçinin başvurusunu müteakip işe başlatılması halinde ise, işveren tarafından  işçiye 4 aylık boşta geçen süre ücreti ödenmesi gerekmektedir.

Alacak davası: Feshe bağlı alacaklar olan kıdem ve ihbar tazminatı ile diğer işçilik alacaklarının tahsili içinde işçinin öncelikle arabulucuya başvurması gereği bulunmaktadır. Ancak, alacak davası için işe iade davasında olduğu gibi bir aylık ve iki haftalık hak düşürücü süreler söz konusu değildir. Bu alacaklar yönünden zamanaşımı süresi hakkın doğumundan itibaren beş yıldır. 

Son yaşanan krizde patronlar krizi fırsat bilip işçi azaltımına gittiler ancak genellikle 25. maddeyi gerekçe göstererek işçileri işten çıkarıyorlar. Bu durumda işçiler hak talep edemez hale geldiler. İşçilerin böyle bir durumda yapabilecekleri, kendilerini savunabilecekleri, işçiyi koruyan bir mekanizma var mı? Somut olarak ne önerilebilir bu durumdaki işçilere?

Ekonomik kriz ve benzeri işletmesel/ekonomik sebepler, İş Kanunu madde 25 kapsamında yapılacak fesihlere gerekçe olabilecek nedenler değildir. İşletmesel/ekonomik gerekçelerle yapılacak fesihler İş Kanunu madde 18 kapsamına girmektedir ve işçinin kıdem tazminatı ile ihbar sürelerine uyulmaması halinde ihbar tazminatının ödenmesi gereği tartışmasızdır.
Bu noktada işverenler, genellikle, yargılama sürelerinin uzunluğuna güvenmekte olup, zaten dava sonuna kadar mal kaçırma işlemini tamamlayacaklarını düşünmektedirler. Kanaatimce toplu işçi çıkarma gibi durumlarda, işverenin mal kaçırma gibi bir iradesinin tespiti halinde, işverenin iflasına karar verilmesini talep etmek (iflas davası açmak) ve koşulları varsa işverene karşı hileli iflastan suç duyurusunda bulunmak etkili bir yöntem olabilecektir.

KONKORDATO İLAN EDEN PATRONLAR KARŞISINDA İŞÇİLER NE YAPMALI? 

Bir de peş peşe konkordato ilan eden patronlar var. Konkordato ilan eden patronlar karşısında işçilerin durumu nedir? İşçiler böyle bir durumda ne yapabilirler?   
Konkordato kabaca, ödeme güçlüğü içine düşen kişilerin alacaklılarının üçte ikisi ile anlaşarak borçlarının yarısını peşin olarak ödeyerek, kalan borcu ise yapılandırması şeklinde yapılan anlaşmadır. Normal bir yapılandırma anlaşmasından farkı şu: Konkordato kararının mahkemece kabul edilmesi lüzumu bulunması ve konkordato süresince alacaklıların borçluya karşı cebri icra yollarına başvurmasının mümkün olmamasıdır. İşçilik alacakları yönünden ise ikili bir ayrım bulunmaktadır. 
1- Konkordato öncesi doğan alacaklar
2- Konkordato sonrası doğan alacaklar
İşçilik alacakları İcra İflas Kanunu 206. madde kapsamında imtiyazlı alacaklardandır ve konkordato mühleti içinde de konkordatoya bildirilmiş olması durumunda cebri icraya başvurulamayacağı yönündeki tedbir kararından etkilenmez. Ancak alacağın mühleti veren mahkemeye bildirilmemesi halinde bu imtiyazını kaybeder ve diğer alacaklılarla birlikte sıraya yazılmak suretiyle ödenerek (ki sıra gelirse) tasfiye edilir ya da yapılandırılır.

Konkordato sonrası doğan işçi alacakları ise mühlet kararından etkilenmemektedir ve bu alacaklar için cebri icraya başvurmak yönünden bir kısıtlama bulunmamaktadır.
Tabii burada hukuki kısmını tartışıyoruz konunun. Diğer taraftan hukuksuz bir şekilde işlerine son verilen Anı Tur işçileri hem direnişleri hem de yaratılan kamuoyu sayesinde hukuki yola gerek kalmadan haklarını aldılar, hem de orada kaybedilecek zaman yerine hemen aldılar. Şu anda da bir çok noktada da işçiler direnişteler.

'HUKUKİ MÜCADELE İLE ÖRGÜTLÜ MÜCADELE BİRBİRİNDEN AYRI DÜŞÜNÜLEMEZ'

Sizce bu iki alan birbirinden tamamen ayrılmalı mı? Yani hukuki mücadele, işçilerin direniş hakkını dışlayan, gereksizleştiren bir yöntem mi?  
Bildiğim kadarıyla Anı Tur 100'den fazla işçiyi işten çıkarttı ve bırakın kıdem, ihbar tazminatlarını, son iki veya üç aylık ücretlerini dahi ödemedi. Ancak bu süreç sonrası yaklaşık on kadar arkadaş, hem de yine bildiğim kadarı ile yaşları 18 ile 23 arasında değişen pırıl pırıl genç çocuklar, haklarını temin etmek üzere bir direniş başlattılar. Bu süreç sonunda Anı Tur sadece direnişe katılan bu 10 kadar arkadaşın hak ve alacaklarını ödedi, kalan işçilere herhangi bir ödeme gerçekleştirmedi.
Bu durum dahi örgütlü hareket etmenin ve hakkının peşine düşmenin önemini başlı başına ortaya koymaktadır. 

Hukuki mücadele ile örgütlü mücadelenin birbirinden ayrı düşünülmesi kanaatimce yanlış olur. İşçinin işçi olmaktan kaynaklı kimi hakları du düzenin hukukunda bile teslim edilmiş bulunmaktadır. Ancak hukuk düzleminde yapılacak mücadele işçiye insanca çalışma koşulları sağlamak gibi bir misyona sahip değildir. Hukuki mücadele, ancak ve ancak burjuva hukukunun işçilere sağladığı para ile ölçülebilen hakların teminini sağlayabilecektir. Burada esas olan işçilerin insanca çalışma koşullarının sağlanması ve bunun mücadelesinin verilmesidir. 

Ülkemizdeki işçi direnişlerinden örnek vereceksek, genellikle, işveren tarafından işçilerin işten çıkartılmasını müteakip işten çıkartılan işçilerin örgütlenerek başlattıkları direnişler şeklinde gerçekleşmektedir. Bu direnişler tabii ki çok kıymetlidir. Ancak işçi sınıfının temel gücü üretimden gelen gücüdür ve bu örgütlülüğün işten çıkartıldıktan sonra değil hali hazırda çalışmaya devam ederken sağlanması ve işten çıkartılan işçilerin direnişlerine, hali hazırda çalışmakta olan işçilerin de destek vermesi, bu direnişin çalışan işçiler ile ortaklaştırılabilmesi önem arz etmektedir. Flormar direnişi sürecinde gördük ki, işveren dışarıda direnen işçiler ile hali hazırda çalışan işçilerin iletişimini kesmek için elinden gelen her şeyi yapmış, fabrika binası ile dışarısı arasında adeta sur inşa etmiştir. İşverenin bu uygulamasının temel nedeni direnişin fabrikanın içi ile olan bağlantısını kesmek ihtiyacıdır. 

Bunun da temel nedeni işçi sınıfının gerçek gücünün üretimden gelen güçleri olduğunu işverenlerin de en az işçiler kadar belki de onlardan daha iyi bilmesidir.  

Ahmet Çınar / SOL

Çin için K. Kore ‘küçük kardeş’tir - KAMURAN KIZLAK

Geçen hafta K. Kore’yi önce Xi Jinping ziyaret etti ve bir-iki gün sonra da Pompeo. Sonrasında, Çin, Rusya ve K. Kore arasında bir üçlü görüşme yapıldı.

ABD, K. Kore’den nükleer programını durdurmasını ve nükleer füzeleri imha etmesini istiyor. K. Kore ise bunun için ABD’nin K. Kore’nin güvenliği konusunda garanti vermesini istiyor. K. Kore BM temsilcisi, “Nükleer silahlardan arınma taahhüdümüze bağlılığımız sürüyor. Bu ancak ABD’nin güvenimizi kazanması ile mümkündür. Ulusal güvenliğimizden emin olmadan tek taraflı olarak silahsızlanmamız beklenmemeli” dedi. Bu güvenlik talebi aslında ABD’nin bölgeden yani Çin’in çevresinden de uzaklaşması anlamına geliyor.

ABD’nin K. Kore’nin güvenliği adına önerdiği şey Kuzey-Güney Kore arasındaki savaş durumunu hukuki olarak da sona erdiren bir anlaşma oldu. Tam da K. Kore’den beklenecek cevabı aldı. Mealen şöyle bir cevap: “Bu G. Kore ile birlikte başarabileceğimiz bir şey, başkasına ihtiyacımız yok.” Kendi aralarında kotaracakları bir barış anlaşması yakın gibi görünüyor.

ABD’nin K. Kore’yi Çin’e karşı bir pazarlığa çekmek istediğine dair kuşkular var. Lakin bu olacak şey değil. Bağımsızlık konusundaki hassasiyeti ve Çin’in uluslararası ilişkiler politikasına yakınlık duymaması nedeniyle K. Kore-Çin ilişkileri biraz serin olsa da, Çin açısından K. Kore “küçük kardeş”tir.

                                                           ***
Bilime yatırım: Made in China 2025
2015’te açıklanan ve 2025’e kadar Çin ekonomisinin teknolojik dönüşümünü amaçlayan (ve bu günlerde giderek hızlanması beklenen) programın kısa adı “Made in China 2025”. Plan, Çin’i robotik, bilgi teknolojileri, havacılık, denizcilik, modern demiryolu, elektrik, tarım ekipmanları, sürücüsüz ve yeni enerji otomobilleri, yeni materyaller, biyofarma ve gelişmiş medikal ürünler gibi on sektöre yön veren ileri teknoloji güç merkezine dönüştürmeyi hedefliyor. Bu kritik sektörlerde küresel pazara hâkim bir “üretici süper güç” olmayı amaçlıyor. Seçilen bu 10 alanda Çin’in kendi ürettiği teknolojinin yüzde 70’e yükselmesi ve ileri teknolojinin kullandığı temel öğeler açısından Çin’in kendine yeterli hale gelmesi en önemli hedef sayılır. Dönüşüm programı biraz Almanya’nın “Endüstri 4.0” planını çağrıştırsa bile, o kadar geniş kapsamlı değil (Fakat ÇKP aklını biraz tanıyorsam, “Endüstri 4.0”ı da geride bırakma çalışmasını başlatmışlardır).

Bir iktisatçı akademisyen, “ABD’nin başlattığı ticaret savaşının altında Çin’in bu teknolojik dönüşümünden duyduğu korku yatıyor. Çünkü bu dönüşüm ABD’ye teknolojik üstünlüğünü kaybettirecek” diyor ve “Ayrıca, bu dönüşüm Çin’i orta gelir düzeyinden çıkarak ve üst gelir grubuna taşıyacaktır” diye ekliyor.

Çin’in bu teknolojik dönüşümü başaracak noktaya gelmesi tamamıyla Ar-Ge kurumlarının başarısı; yani bilime yapılan yatırımın meyvesi. Çin’in son 25-30 yıl içinde 45-50 civarındaki kendi Ar-Ge kuruma akıttığı milyar dolarlar “yüksek teknoloji üreten Çin” olarak döndü. Çok sayıda nitelikli biliminsanı, bilimsel-teknolojik başarılar, dünyada ilk yüze giren 8 üniversite ve onların yetiştirdiği yetenekli öğrenciler de bu sürecin diğer sonuçları. Bu Ar-Ge kurumları Tübitak’a benzetilebilir. Fakat Tübitak İslamcı ilkellerin elinde bir gerilik ve yalan üretim merkezine dönüşürken buradakiler bilimsel araştırma enstitülerine dönüştü.
                                                           ***

Duterte’nin trenleri
Trumpgillerin en dengesizi Duterte, Filipinler Devlet Başkanı seçilirse Çin’in desteğiyle (insanlar işsizlikten, açlıktan kırılırken) ülkeyi çepeçevre dolaşan bir hızlı tren yolu inşa edeceğini vaat etmişti. Seçildikten sonra, gerek Duterte’nin nereye savrulacağı belli olmayan dengesiz politikaları gerekse çok yüksek maliyet (Filipinler çok sayıda adadan oluşuyor) nedeniyle Çin bu projeden uzak durdu. Son zamanlarda, Kuzey-Güney Kore arasındaki görüşmelerin yanı sıra, G. Kore ile Filipinler arasında başlayan Çin Denizi’nin güvenliği”ne ilişkin görüşmeler üzerine Çin Duterte’nin çağrısına cevap verdi ve proje tekrar gündeme geldi. Yakında projenin ayrıntılarını görüşmeye başlayacaklar. Ayrıntılar tabii ki ABD’nin bu sulardan nasıl uzak tutulacağına dair işbirliğine odaklanacaktır, malum.

                                                           ***
Gazeteciye sınırdışı
Hong Kong (HK) yönetimi, Financial Times’ın Asya editörü İngiliz gazeteci Victor Mallet’in çalışma vizesini yenilemedi. Geçen Ağustos ayında, “HK Milli Parti” (hükümet kapattı) lideri Andy Chan, HK Yabancı Muhabirler Kulübü’nde (FCC) Çin’i ‘Dünya’daki özgür insanlar için bir tehdit” olmakla suçladığı bir konuşma yapmıştı. HK yönetiminin “HK’li aşırılıkçılar ve bazı dış güçlerin HK ifade özgürlüğünü sabote etmeye kalkıştığı bir politik provokasyon” açıklaması yaptığı o konuşmayı FCC başkan yardımcısı V. Mallet’in düzenlediği açıklandı. Kraliçe’nin sadık kulları kolonyalist İngilizler için HK’nin Çin’e devredilmesi sanırım hep bir kuyruk acısı olarak kalacak. Mallet’in ödediği bedel vizesi bitince HK’yi terk etmek oldu. Aslında, HK yönetimi onu tutuklayıp İngiltere’ye şantaj yapmak için kullanabilirdi ama henüz bir ilkel Arap kabilesi kadar ileri hukuk ve demokrasi bilincine sahip değiller.

                                                              ***
Üniversite 500’den büyüktür
Yani soru “İktidarda tutunabilmek uğruna din ve yalanlarla uyuşturulmuş ve böylece geleceği çalınmış bir nüfus mu, yoksa nitelikli bir insan kaynağı ve refah mı?” sorusu. Tercih ilkiyse, “Nasıl oluyor da (Yeni) Türkiye üniversitelerinin ilk 500 içinde esamesi okunmuyor” demek haybeden üfürmektir. Bu lafları bilim insanı unvanını hak edenler önünde etseydi, şu cevabı alırdı: “Bilimsel eğitimin temeli evrim kuramıdır. Evrim kuramı yoksa, bilim de yoktur, bilim yapabilecek akıl da, üniversite de... Eğitim müfredatının kitapları çocuklara evrim kuramı yerine ilkellerin tecavüz fantezilerini anlatıyor… İmam hatip ve ilahiyat kafasıyla bilim değil ancak masal-martaval külliyatı üretilir. Yandaş-yanaşmalıkla ise yalan, kalitesizlik ve çürüme…” Keşke “Üniversite 500’den büyüktür” deseydi. Kimse takmasa da, artistik bir çıkış olurdu.

KAMURAN KIZLAK / BİRGÜN

Döviz kuru istikrarı - Öztin Akgüç

Günümüzde dünya genelinde döviz kuru rejimi, dalgalı kurdur. 

Kuramsal olarak, dalgalı kur rejiminde döviz kuru kambiyo piyasalarında arz ve talebe göre belirlenir, ulusal paranın değerinin diğer para cinslerine karşı serbestçe dalgalanmasına izin verilir. Ancak uygulamada temiz dalgalanma olarak nitelendirilen döviz kurunun arz ve talebe göre serbestçe belirlendiği kambiyo piyasası fiilen mevcut değildir. 

Merkez bankalarının farklı amaçlarla doğrudan veya dolaylı biçimde kambiyo piyasalarına müdahale ettiği kirli - gözetimli dalgalanma en yaygın uygulanan kur rejimidir.
 
Döviz kuru istikrarı sağlanması sabit kur rejimi değildir.Gözetimli dalgalanmada merkez bankası, merkezi kuru ve dalgalanma boyutunu belirlemekte, değişen koşullara, belirli göstergelere göre de kuru ve dalgalanma boyutunu ayarlamaktadır. 
Döviz kuru istikrarı için kur tahmini, kuru etkileyen ekonomik değişkenlerin, değişkenlerle kur arasındaki nicel bağıntının belirlenmesi gerekir. 
Merkez bankaları açısından kısa süreli dalgalanmalardan çok, orta vadede döviz kurunun gelişme yönünü belirlemek önemli olduğundan, döviz kurunu etkileyen faktörlerin saptanması öncelik taşır. 

Döviz kurunu orta vadede etkileyen başlıca ekonomik değişkenler; 
(i) fiyat artış hızı, diğer ülkelere göre nispi fiyat değişikliği, 
(ii) ithal mal ve hizmetlere karşı talep 
(iii) cari işlemler dengesi, 
(iv) yerli ve yabancı varlıkların getiri beklentisi, 
(v) sermaye hareketleri, 
(vı) parasal genişleme, 
(vıı) dış ticaret engelleri, korumacılık, ithal ikamesi, 
(vııı) görece verimlilik artışıdır. 

Döviz kuru değişiminin, ülkeler arası fiyat artışı hızı farklılığından kaynaklanması, kuramsal olarak Satın Alma Gücü, Parite -Eşitlik- kuramına dayanır. 
İktisatta tek fiyat kanununa göre, benzer mal ve hizmetlerin fiyatlarının tüm piyasalarda aynı olması gerekir. Her cins para biriminin piyasalarda satın alabileceği mal ve hizmet miktarı eşit olmalıdır. 

Fiyat artış hızı diğer ülkelere göre daha yüksek olan ülkenin parasının satın alma gücünün azalması, para değerinin diğer yabancı paralara göre düşmesine yol açar. 
Sürekli dış ticaret ve cari işlemler açığı veren, ihracat - ithalat dengesini kuramayan ülkenin parası değer yitirir. 

Yabancı para cinsinden varlıkların getirisi veya getiri beklentisi, ulusal para cinsinden varlıklara göre daha yüksekse yatırımlar yabancı varlıklara yöneleceğinden ulusal paranın değeri düşer. 

Uzun vadeli sermayenin ülkeye girişi döviz arzını artıracağından ulusal paranın değerlenmesine yol açarken, sermaye çıkışı döviz arzını azaltarak ulusal paranın değer yitirmesine yol açar. 

Parasal genişlemenin görece hızlı oluşu fiyat artışını hızlandırarak, ulusal para cinsinden varlıkların reel getirisini de görece azaltarak ulusal paranın değer yitirmesinde etkili olur. 

İthalat engelleri, korumacılık, ithal ikamesi, ithal mallarını yurt içinde üretme, verimlilik artışının ihraç mallarına sağlayacağı fiyat avantajı, orta vadede ülke parasının değerlenmesine yol açarken; verimlilik artışında görece geri kalış ithalat teşvikleri, ülke parasının değer yitirmesine yol açar. 

Kısa vadeli dış şoklara, spekülatif ataklara karşı döviz kurunu korumak için merkez bankasının yeterli döviz rezervine sahip olması, faiz silahını öngörü ile etkili şekilde kullanması, piyasalara güven vermesi gerekir.
 
Yukarıdaki analiz; kur istikrarı için sıkılaştırılmış para politikası izlenmesinin, TL varlıklara yatırımın cazibesini artırıcı faiz ayarlaması yapılmasının, cari işlemler açığının daraltılmasının, açığın uzun vadeli dış kaynaklarla finanse edilmesinin, ithal ikamesine öncelik verilmesinin, verimlik artışı sağlanmasının, TCMB’nin zaman tutarsızlığından kaçınmasının gereğini ortaya koymaktadır.

Öztin Akgüç / CUMHURİYET

Yaşarken ölenler öldükten sonra da yaşayanlar! - Enver Aysever

Zor günlerden geçiyoruz. Hata yapmadan, kandırılmadan ayakta kalmak hayli güç! AKP öylesine bir yöntem geliştirdi ki, neyse onun tam tersi olarak tarif ediyor kendini. Bu tuzağa karşı her an hazırlıklı olmak gerek. Aydınlar, sanatçılar, kanaat önderleri (son moda deyimle) toplumsal sorumluluk yüklendikleri için ayrıca dikkatli olmak zorundalar. Peki, böyle durumlardan nasıl korunur kişi? 
Elbette dünya görüşüyle, öğretisiyle! Aksi halde savrulur gider. 

Sevdiğim, önemsediğim pek çok yazar, sanatçı, bilimciyle vedalaştım içimde. Yaşarken öldüler. Burnumun titrediği, yüreğimin sızladığı haller oldu. Elimin kalem tutmasına, düşüncemin oluşmasına, kişiliğimin gelişmesine katkı yapan bu kimselerin, AKP dönemi karnesinin kırıklarla dolu olmasını kabullenemedim. Bazen sert tepki verdim, kimi zaman ikircikli halim oldu. İçimde affetmek, meşru zemin yaratmak istedim onlara. Olmadı.
 
Hilmi Yavuz’la karşılaştık geçen gün. Düşünsel birikimi dünya ölçeğinde, büyük şair olduğundan bir an kuşku duymadım. Son dönem, saçma bir savla FETÖ’den gözaltına alındı, bereket salıverildi. “Aydın” tarifi yaptığım yazıma itirazları vardı. Olur elbet, tartışacağız. Düşündüm, “duygum nasıl Hilmi Yavuz’a karşı?” diye. Şiirine bayılırım, denemeciliği birinci sınıftır, benim tarifimle ille de aydın olması gerekir mi? Aydın ile entelektüel arasında fark yok mu? Entelektüel kimse toplumsal meselelerde öne çıkıp, rol, risk almak zorunda değil. Aydın bunu yapamaz. Aziz Nesin gibi söylersek: “Söylediklerimiz kadar sustuk-larımızdan da sorumluyuz.” Aydın susamaz, kandırılamaz! 

Adalet Ağaoğlu Ben de Hilmi Ya-vuz gibi ‘yetmez ama evet’ diyenlerden değilim, ‘evetçiyim’ doğrudan” dedi bir söyleşisinde. Osman Can’ın kendisini kandırdığını söylüyor ardından. Pusulası karga olan misali! “Enayilik etmişim” diye ekliyor sonunda. Kandırılmış yani. Demirel’den onur ödülü alırken, Abdullah Gül’ün sofrasına otururken meğer hep askeri vesayete karşı mücadele halindeymiş Adalet Hanım. Ne severim romanlarını. Bir ara yakınlığımız da olduydu. Sonra bunlar çıktı karşıma. Hazin bir durum! Ne yapalım, sevmekten vazgeçecek miyiz bu insanları? 

Ara Güler tartışması hızlı oldu sosyal medyada. Meğer ne çok kişinin yaşamına değmiş, elini sıkmış, hatırasında yer almış Güler. Dahası, onun makinesinden gördüğümüz İstanbul nasıl aydınlık, cıvıltılı, yaşanılası bir yermiş? Kim tüketti bu İstanbul’u hızla ve zalimce? Ara Güler bilmez değildi herhalde, betona tapanların kimler olduğunu. Onca keskin gözü olan biri, pis kokuyu aynı hassaslıkla alır. Hele ki uzun ömründe ne tür toplumsal çalkantılara tanıklık etmiştir Ara Bey. Darbeler, öğrenci olayları, işçi hareketleri… Haklıyı, haksızı keskin gözüyle hemen fark eder, işi budur. Neden saray fotoğrafçısı oldu aniden? 
Kitap özetini bile zorla okuyan RTE’yi, neden kütüphane önünde çekti mesela? Ya da Gezi çocuklarının katledildiği Taksim Meydanı’nı, ramazanda görüntüleyip “Taksim’de Huzur” diye nasıl sunabildi? 

Büyük sanatçıların kusurları, yanılgıları da aynı oranda oluyor. Çünkü onlara yüklenen önem, verilen değer yetenekleriyle koşut. Toplumsal ilgi, alkış üstlerine bollukla nasıl boca ediliyorsa, doğal olarak tersi de aynı yoğunlukta oluyor. İnsanların sevgisine talip olunca, kaçınılmaz biçimde sert eleştirilerine de katlanmak zorunda kalırsınız. Sıradan biri hata yapınca, salt kendi yaşamına zarar verir. Oysa toplumsal rolü olan insanlar tarihin akışını etkiler. Gezi’de takındığınız ya da korkudan alamadığınız tavır kimliğiniz olur. Yetmez, tutarlı biçimde bu davranışı sürdürmeniz gerekir. Aniden Yenikapı Ruhuna(!) eklenirseniz, yine olmaz.

 Dali’nin büyük ressamlığını tartışacak durumda değilim elbet. Arkadaşı Lorca faşistlerce öldürüldükten sonra, “Bir eşcinsel cinayetine kurban gitti” dediğini bilirim ama; İspanya İç Savaşı’nda Franco’nun yanında yer aldığını aklımda tutarım; onu değerlendirirken 1975’te beş antifaşist genci katleden Franco’yu kutladığını zihnime kazırım. Tarih onun büyüklüğünü yazacağı gibi, kaçınılmaz olarak diğerlerini de kayıt altına alacaktır. (Bir başka sarsıcı örnek Elia Kazan’dır meraklısına.) 


Yargıç değilim, kimse için hüküm verme hakkını görmem kendimde. Terazim var ama. Sevgimi esirgemeden vermeye devam edeceğim elbette. Sevgide nesnel ölçü aramak ahmaklıktır. Ancak toplumsal meselelerde kimseyi kayırma hakkımız yok, zaman ölçüyü en güzel biçimde koyar. 

İlhan Selçuk’tan işitmiştim: “Herkes kendi heykelini yontar” cümlesini. Güç günlerden geçiyoruz, AKP bizi, nasıl bir yontucu olduğumuz konusunda her gün sınava çekiyor!

Enver Aysever / CUMHURİYET

24 Ekim 2018 Çarşamba

Fırıldak Kubi’ye iade-i itibar - ORHAN GÖKDEMİR

Yaşı denk gelenler bilir, 1990’lı yıllarda meşhur bir milletvekilimiz vardı. Adı Kubilay Uygun’du ama ondan daha çok “Fırıldak Kubi” diye bilinirdi. Fırıldaklığının sebebi çok parti değiştirmiş olması. Bu konuda o kadar ustalaşmıştı ki geçişlerde neredeyse ışık hızını yakalamıştı. 

Şöyle özetleyeyim:
1995’te Bülent Ecevit’in DSP’sinden milletvekili seçilerek meclise girdi. 3 Temmuz 1996’da DSP’den istifa etti. 4 Temmuz’da DYP’ye katıldı. İki gün sonra ayrılıp DSP’ye döndü. 30 Temmuz’da DSP’den bir kez daha ayrıldı, aynı gün yeniden DYP’ye giriş yaptı. 27 Haziran 1997’de DYP’den ayrılıp, aynı gün MHP’ye katıldı. 18 Temmuz’da MHP’den istifa etti. 28 Aralıkta DTP’ye katıldı, 10 Haziran 1998’de istifa etti. Bu dönüşleri sırasında anlaşıldı, seçilmeden önce CHP’de siyasete atılmış, hemen ardından ANAP’a geçmişti. Lise mezunuydu ama çok marifetliydi. Portföyünde Afyonkarahisar İl Genel Meclisi üyeliği, ANAP İl Yönetim Kurulu üyeliği, CHP belediye başkan adaylığı, yerel televizyon sahipliği ve yönetim kurulu başkanlığı, serbest tüccarlık, evlilik ve 2 çocuk babalığı vardı.

Gidip gelişleriyle ünlenince bir söyleşi yaptılar zatıâlileriyle. “Bugün Kubilay, yarın Fırıldak Kubi, öbür gün Kubik, sonra Kubiş… Neyse yazsınlar. Ne yapayım” dedi. O kadar geniş görüşlüydü. Meclise gitmeye fırsat bulamıyordu. Bu sorun olunca Meclis’e gitmemek için hekim raporu aldı fakat parlamento tarihinde bir ilk oldu ve raporu reddedildi. Bunun üzerine milletvekili Uluç Gürkan “raporu ruh hekiminden alsın, o zaman kabul edilir” dedi. Güldü geçti, “beraber gidelim” dedi.

Kafası bozulmuştu, “Kafanızdan başka bozulan bir yeriniz var mı?” diye sordular. “Hemoroitten de ameliyat oldum” diye cevapladı. “80 öncesi Genç Ülkücüler Teşkilatı’nın kurucusuyum. Bozkurttum yani” deyince “DSP’de ne arıyordunuz?” diye sordular. “O da onların problemi” diye yanıtladı. Müthiş bir tiptir.

Asıl önemlisi şu: “Sizin ne özelliğiniz var ki bütün partiler çağırıyor?” diye sordular. Şöyle cevapladı: “Bir özellikten değil. Piyon olduğumuz için işte. Çağırıyorlar, işlerin yapılacak diyorlar. Bir şey olmayınca başka kapı arayışına giriyorsunuz. Dolayısıyla ben vatandaşa bunların birbirinden farkı olmadığını göstermiş oluyorum.”

Fırıldaklığın tarihini yazdı ama yine de derinlerinde bir yerde vicdan kırıntıları taşıyordu. 2016’da kaldığı otelde intihar etti. Yaşadığı maddi sıkıntılar yüzünden yaptığını iddia ettiler. Arkasında ailesine verilmek üzere bir not bırakmıştı. Şöyle diyordu notta: "İntihar ettiğim silahımı satın, otelin parasını ödeyin…"

1990’lı yıllarda herkes dönüş hızına bakıp onun işleyen düzende bir sapma, bir arıza olduğunu düşünüyordu. Hâlbuki sapma Kubi’nin dışında kalanlardaydı. Cumhuriyet çökmüş, iktidarı, partisi, parlamentosu çıkarından başka hiçbir değer tanımayan fırıldaklarla dolmuştu. Fırıldık Kubi dönemin ruhunu çözmüştü, dönerken izlediği tek rota vardı; Kişisel çıkarının peşinden gidiyordu.

                                                ***

Herkes Kubi kadar zeki ve çevik olamaz biliyoruz. Geçenlerde “Profesör” unvanı taşıyan Özgür Demirtaş adlı biri, sosyal medya hesabından şöyle bir mesaj paylaştı. “Türk-Kürt-Arap-Çerkez, Alevi-Sünni-Şii-Caferi, Sağ-Sol-Akp-Chp, Fatih Sultan-Atatürk-Osmanlı-Türkiye, kavgayı bırakın. Devir siyaset devri değil, devir teknolojiye yatırım devri, devir liyakat devri, devir akıl devri, bilim devri. Kavgayı bırakın...”

10 binin üzerinde paylaşım 50 binin üzerinde beğeni aldı bu lakırdı. Demek kolektif bir cehalet ile karşı karşıyayız artık. Kubi fırıldaktı mırıldaktı ama mevzunun derinlemesine siyasal bir içerik taşıdığının farkındaydı. “Siyaset yapmayın, keyfinize bakın” demiyordu o yüzden. Formülü çözmüştü o, “siyaset yapın, keyfinize bakın” mesajı vermeye çalışıyordu.

Ben de paylaştım “ama cehalet bulaşıcıdır” anlamına gelen bir yorumla beraber. Bu yorumuma bozulanlar oldu, düzenin dahi çocuğuna laf çakan bir zıpçıktı ile karşı karşıya olduklarını düşündüler haliyle.

Ama ben ısrarcıyım cehaletin bulaşıcı olduğunda. Bunun zekâyla falan ilgisi yok. Bütün uluslararası diplomaları alsan bile okullarda bebelere “Ölürüm Türkiyem” marşı çalınmasından, camilerde okutulan hutbelere kadar her şeyin politik olduğunu, hatta toplumu doğrudan bir politik partinin programına sığdırma çabası olduğunu bilmiyor, anlamıyorsan ya cahilsindir ya ahmak. Bununla mücadele etmenin tek yolu başka işleri derhal bırakıp politik olmaya başlamaktır. Bunu da basitçe “örgütlenmek” parti haline gelmek, cepheleşmek, insanları başka bir ülkeyi hedefleyen, başka bir politika etrafında toplanmaya çağırmak olarak tanımlıyoruz.

Düzenin zeki çocuğuymuş arkadaş, büyük bir holdingin vergiden düşmek için açtığı üniversitede kürsü sahibi olmasından anlıyoruz. Fakat ne patronunun ne de o patrona hizmet eden düzenin zekâyla, bilgiyle, bilimle bir ilişkisi kalmamıştır artık. Karşı devrimci bir sınıfın ne bilgisi, ne becerisi olacak? Onun dehası da politikaya çarpık bakmaktan ibarettir ancak. “Boş verin politikayı” demek, sömürüye, zulme, eşitsizliğe, çarpıklığa, yobazlığa itiraz etmeyin demektir.

Kızmaca yok, biz bunların dışkı yiyenini bile gördük. Utanmaz bir Kenan Evren savunucusudur. Nobel ödülünü Genelkurmay’a, kütüphanesini Saraya bağışlayanı da var. Bilgi, birikim, zekâ düzenin duvarına çarpıp parçalandıktan sonra kendi üzerine çöküyor. Dehanın intiharıdır.

Hep böyle, romancısı Orhan Pamuk, şarkıcısı Orhan Gencebay, filmcisi Hülya Koçyiğit. E haliyle fotoğrafçısı da Saray düğünü eşliğinde göçtü gitti dünyadan. Son çektiği fotoğraf, sanatına koca bir tekziptir. Ne çekecek başka? Ülke artık bin küsur odalı saraydan ibaret. Fırıldak Kubi’nin kulakları çınlasın!
                                                ***

Yazdıklarım kişisel algılanmasın diye hatırlatayım. Büyük şairimiz Can Yücel, vaktiyle Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e hakaret ettiği gerekçesiyle iki yıl hapis cezasına çarptırılmıştı. Yaşı ilerlemiş, sağlığı bozulmuştu, hapse atılma tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Tepkiler, bildiriler, imzalar falan derken Yargıtay kararı bozdu, tekrar yargılanmasına karar verdi. O arada büyük şairimiz Cumhurbaşkanı Demirel'e mektup yazarak özür diledi. Fakat mahkeme özrü dikkate almadı, şairi 1 yıl 2 ay hapse mahkûm etti. Bu olayın ardından şair fazla yaşamadı, göçtü gitti. 
Bana sorarsanız o mektubu yazdığında zaten ölmüştü.
Dehalar için ölüm tarihi, zekâlarına ihanet ettikleri andır.

                                                 ***

Demem o ki mesele zeki olmakta değil. Mesele bu düzenin zekâya, dehaya, bilgiye, bilime ihtiyacı kalmamasında, bunlara sırtını dönmesinde.

Zekânı, bilgini geliştirmek, kullanmak istiyorsan düzenle bağını koparacak, bu kokuşmuş düzenle mücadele edenlerin saflarına katılacaksın öyleyse. Geleceksin, direneceksin, vatanını, halkını, sınıfını sevmeyi öğreneceksin. O zaman parıldayabilir ancak zekânın ışığı.

Yoksa alleme-i cihan olsan, anca holding patronuna yancı olursun!

Orhan Gökdemir / SOL

ABD'nin kendini teşhiri - OĞUZ OYAN

Bazı olaylar katalizör rolünü oynar. Kaşıkçı cinayetinin tam da buna örnek olduğu, başlattığı tepkimeyle maskelerin düşmesini sağladığı söylenebilir. Maskesi düşenler ABD yönetimi olduğu kadar Suudi rejimi ve onun "güçlü" adamı Muhammed bin Selman (MbS)'dır.

ABD Başkanı, her zamanki açık sözlülüğüyle, Suudi rejimini neden kolladığını açıklarken, Suudilerle yapılan anlaşmaların 110 milyar dolarlık silah satışını ve bunun ülkesindeki 500 bin istihdamı ilgilendirdiğini, Ortadoğu'da İran'a karşı kurulan (İsrail'i de içeren) ittifakın temel taşının Suudi Arabistan olduğunu itiraf ederken, aslında ABD emperyalizminin maskesini de geniş kitlenin gözünde düşürmüş oluyordu. Trump, Brunson olayıyla hanesine yazdığı artıları, Kaşıkçı cinayeti ve bu konudaki fırsatçı tutumuyla adeta yerle bir ediyordu. O kadar ki, Trump'ın destekçileri arasında bile homurtular yükselmeye başlayabiliyordu. Düzenin medyasının habercileri, düzenin işleyişinin bu örtük kalması gereken yüzünün bu denli çırılçıplak teşhirini rahatsız edici buluyorlar ve daha az müstehcen bir yorumu sunmaya çabalıyorlardı.

Trump'ın gene veciz bir biçimde ifade ettiği üzere ABD korumasında varlığını sürdürebilen Suudi rejimi de, bu pek pervasız cinayet girişiminin altında kalıyor, olayın bir diğer kaybedeni olarak temayüz ediyordu. Ülkesindeki gizli ya da "yasal" cinayetleri fütursuzca işlemeye alışkın olan, bu arada Yemen'de -emperyalizmin açık desteğiyle- on binlerce sivili katletme suçunu dünyanın gözleri önünde işleyen ve halen 13 milyon Yemenliyi açlık ve salgın hastalıkla ölüme sürükleyen bu eli kanlı rejimin, tek bir kişi için kopan bu fırtınayı hiç anlayamadığı ve hesaplayamadığı anlaşılmaktaydı. Hesaplasaydı, bu kadar özensiz, bu kadar amatör bir cinayet kurgusunun içinde olmazdı. Ama belki de Suudi katliamlarına maruz kalmış mazlumların ahı tutmuştu, ne yapsa faydasızdı!
Bu arada sakın Yemen'deki Suudi işgali konusunda "Batı uygarlığının" genel ikiyüzlülüğünün teşhiri aşamasına geldiğimiz sanılmasın. Bu ikiyüzlülük, Suudi Arabistan'la iyi geçinme veya Yemen'deki Şii (İran) nüfuzunu kırma derdindeki "Batı" ile de sınırlı değildir; Arap ülkelerinin neredeyse tamamı bu konuda üç maymunu oynamaktadır. Bunlara, Mısır/Sisi ve Suriye/Esad konusunda pek cevval olan AKP yönetimini de katabilirsiniz.

AKP iktidarının Kaşıkçı cinayetiyle ilgili tutumu ise özel bir ilgiyi hak ediyor. Takınılan tavır her şeyden önce iniş çıkışlıdır, ama özünde fırsatçıdır; "selden kütük kapmaya" ayarlanmıştır. İniş çıkışların olmasının üç nedeni var: Birincisi, olayın büyümesi, cinayetin Türkiye topraklarında işlenmesini rahatsız edici bir konuma sokmuştur. İkincisi ve daha önemlisi, katlanılan bu rahatsızlık karşısında Suudilerden kuru bir teşekkürden daha fazlası (henüz) alınamamış gözükmektedir. Üçüncüsü, köşeye sıkışan Suudi yönetiminden ABD yönetiminin hiç gecikmeden koparmayı başardığı 100 milyon dolarlık (sözünü verdiği ama geciktirdiği) bir hibenin Kuzey Suriye'deki fiili oluşuma aktarılması olmuştur. Bu aslında bardağı taşıran damladır: Türkiye topraklarında skandal boyutunda bir cinayet işleniyor, bunun maddi kefareti Suudi rejimi tarafından ABD aracılığıyla Türkiye'nin düşman kabul ettiği bir güce veriliyor!

Böylece, açıkça gözlemlenen olgular olarak, Suudi konsolosun elini kolunu sallayarak ülkesine dönmesine göz yumulması, konsolosluğun ve rezidansın zaman geçirmeden aranması konusunda istekli olunmaması gibi başlangıçtaki Suudi yanlısı tutumların, neden değişikliklere konu olduğu daha kolay anlaşılabilir. Bu yazının yazıldığı Pazartesi günü AKP cenahından gelen iki farklı açıklama bile (İbrahim Kalın'ın Suudilerle iyi ilişkilerin önemine vurgu yapan alttan alıcı açıklaması ile Ömer Çelik'in Suudileri suçlayıcı ve cinayetin faillerini açığa çıkarmaya azimli olduklarına dair ayar çekmeleri) henüz pazarlıkların sona ermediğini göstermektedir. RTE'nin Salı günkü (bugünkü) grup toplantısında birçok detayı açıklayacağına dair dikkat çekmeleri de aynı doğrultuda kabul edilebilir.

                                                                   ***

Suudilerin, İhvan sempatisini gizlemeyen bir kadronun yönettiği Ortadoğulaştırılmış bir Türkiye'yi seçerek operasyon yapmaları belki de sadece onların kusuru olmayabilir. Gelişmiş ülkelerin metropollerinde bunu yapmaya cüret edemiyorlarsa, Türkiye'yi yöneten İslamcı kadroların takkeyi öne koymaları gerekir. Ama bunu yapmayacaklardır. Yapmayacaklardır, çünkü inşa etmeye çalıştıkları rejimin yollarında bu gibi olaylar bir çakıl taşından daha önemli değildir. Kaldı ki, her olumsuzluktan bir çıkar üretmeye çalışan fırsatçı bir anlayışın, demokratik değerleri sorun etmesi de beklenemez.

Aslında nasıl bir rejim inşa etmeye çalıştıkları konusunda AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı sabah akşam konuşuyor. RTE'nin, tıpkı Trump gibi, bir dobra tarafı da var zaman zaman. 1990'lardaki demokrasi tarifindeki tramvay teşbihinden başlayarak, egemenliğin millete değil Allah'a ait olduğuna, hedefe ulaşmak için her kalıba girebileceğine dair vecizeler, nasıl bir rejim kurgulandığını anlamak isteyenler açısından gayet açık ifadelerdi. Yerli ve yabancı liberaller bunlara inanmak istemedikleri veya öz çıkarları bunun görmezden gelinmesini gerektirdiği için en azından 10 yıl süren bir AKP destekçiliğini kahramanca savundular. Şimdi bütün demokratik düzenekler, hukuki/yargısal korunma mevzileri berhava edildikçe, giderek keyfileşen otokratik bir yönetim bir karabasan gibi toplumun üzerine çöktükçe, 1990'lardaki hedeflerin 2023 vadesinde tamamlanmasına az kaldığı anlaşılmaktadır.

Bugünlerde kamuoyunun alıştırılmaya çalışıldığını gösteren hedeflerden birinin de, teslim alınan yargının giderek İslam hukukuna yer açması olduğu gözlenmektedir. RTE'nin, MHP'nin af teklifine karşı ürettiği temel argümanın hiç durmadan tekrarladığı, "Devlete karşı işlenen suçları devlet affetme yetkisine sahiptir, ama şahıslara karşı işlenen suçlar için bu yetkisi yoktur; o yetki o suçun mağduruna aittir" şeklinde olması neyin amaçlandığına dair çok öğreticidir. Şer'i İslam hukukuna yapılan bu göndermeleri, MHP'nin teklifini savuşturmak için başvurulmuş bir dil aşırılığı olarak nitelendirecekler de çıkabilir; malum, iflah olmaz liberallerimiz her daim kol gezmektedir.

Fakat tespitlerini her zaman çok önemsediğim kıdemli bir akademisyen dostum, eski bir siyasi olarak bana ulaşabildiği için, bana "neden ana muhalefetten bu dehşet verici ifadelere bir tepki gelmediği" sorusunu yöneltti. Ben aklımda olan ilk olası nedeni söyledim: Af teklifi meselesinde AKP ile MHP arasındaki söz dalaşına girmeyerek, bu yıpratıcı ağız kavgasının (kavga edenlerin kavgayı ayırmaya çalışana saldırmaları örneğindeki gibi) kendisine yönelmesine  meydan vermeyerek, bu iki hareket arasındaki ittifakın aşınmasını seyretmek... "Peki, ya RTE sadece MHP'nin af teklifini savuşturmak için bu argümanlara anlık bir refleksle başvurmuyor, İslam hukukuna yürüyüşünü meşrulaştırmaya girişiyorsa?" sorusunun yanıtı tabii açıkta kalmakta. 

Biz de buradan bu soruyu CHP'nin yönetici ve hukukçularına sormuş olalım.

Oğuz Oyan / SOL

CHP’ye geri dönelim, ‘sağın diliyle’ konuşmak ne? - ORHAN BURSALI

Yerel seçimlere gidiyoruz ya, CHP için önemli bir dönemeç daha. Yönetim için ya herro ya merro mu olacak, bilinmez tabii ki. Ama şüphesiz ki geçmiş yerel seçim sonuçlarıyla martta yapılacak yerel seçim sonuçları karşılaştırılacak ve “başarı” böyle ölçülecek: 

Kayıp mı kazanç mı?.. 

Ama mesele yüzde 3-5 oy daha çok aldık, 3-5 belediye daha kazandık veya aynı oranda kaybettik sonucundan çok daha öte bir anlama sahip.. Artık bunlar önemini yitirdi. 

Türkiye dibe vurdu, büyük bir kriz sürecine girdi, bakmayın siz iktidarın yüksekten atmalarına, seçmenlerini karşı, “saldırıyı püskürttük, toparlanıyor ülke, yarın tamam” sürekli söylemleriyle tutmaya çalışıyor. Oysa yoksullaşma çok hızlı seyrediyor. Yolumuzu çeviren çevirene.. 

İktidar öyle bir durumda ki İş Bankası ve iştiraklerine göz koydu, onları portföyüne katmak için acele ediyor, 17 milyar doların üzerinde bir varlıktan söz ediyoruz.. iktidar amansız ve insafsız; miras hukuku tanımaz, vasiyet bilmez ve yıkar geçer anlayışında..

Kriz döneminde odak olamamak 
Tamam CHP yönetimi buna karşı bir eylem planı hazırlığında. Ama bu başka bir mesele, millet daha çok, CHP verse ne olur havasında, utanmaz köşelerde de bu anlayış pompalanıyor. CHP bu konuda teslim olmaya zorlanıyor, sözde CHP ezber bozsun bir de başka türlü yapsın havalarında! 

Ama yine de Türkiye’nin meselesi bunun ötesinde.. Okurlar soruyor: Şimdi bu kriz koşullarında bile CHP bir odak olamıyorsa, o zaman politikalarda çok temel bir sorun olduğu gözükmüyor mu? 

CHP’nin temel politikası yıllardır değişmiyor: Seçmenler belli, bizim büyümemiz için AKP seçmeninden oy almamız gerek, bu durumda AKP seçmeninin hoşuna gidecek politikalar izlemeliyiz. Bu politika çok net bir şekilde geçenlerde yapılan CHP Abant toplantısında şöyle dile geldi: “Entelektüel, akademik ve elitist bariyerleri aşıp, sağ partilere oy veren büyük kesimin diliyle konuşmak.” 

CHP’ye “elitist dille konuş” diyen yok. 16 yıldır eğer bunu yaptığını düşünüyorsa geçmiş olsun zaten!

Elitist dil yanlışı 
Mesele “sağ partilere oy veren büyük kesimin diliyle konuşmak” saptamasında. Bu ne demek şimdi? “Elitist dil”in yerine konan bu mu? 

Sağ partilerin diliyle konuşup sonra alternatif bir sosyal demokrat program mı uygulayacaksınız? Bu meydanlarda kara çarşaflı bir aileyi getirip göğsüne yalancıktan CHP rozeti takmaya benzer

Alternatif olmak “sağ jargon” mu? İktidara geldiniz diyelim, “sağ politikalar” mı uygulayacaksınız? Saçmalık.
Mesele, 
1) AKP’ye oy veren tüm seçmeni “AKP’li seçmen” olarak görmekte, onları yerinden kımıldamaz seçmen olarak kabul etmekte, 
2) AKP’nin Türkiye’ye dibe vurdurmasını o seçmenin hiç umursamayacağını sanmakta, 3) Seçmenin “AKP kötüye götürüyor hepimizi” noktasına geldiğinde, karşısında güvenilir, başka politikaları ve dili olan bir partiyi arayacağını görmemekte.

Salı toplantısını meydanlara taşıyın 
AKP sağ, arada sırada hatta aşırı sağ, otoriter tek adam partisi. Söylemi, politikaları belli. 

Türkiye’yi iflasa böyle bir iktidarın getirdiğini vurgulamak birinci derecede önemli. Bunun için “sağ jargon” gerekmiyor! 

Ekonomik kriz durumları milleti yeniden düşünme sürecine getirir. Nitekim milletin parası pahalılıktan pul oldu. 

Buna karşı bir odak inşa edip harekete geçiyor ve milleti seferber edebiliyor mu? 
Mesela salı toplantısını mil-letle sahada yapıyor musun, sıradan insanları sahneye çıkarıp konuşturabiliyor musun?
 
Alternatif, “sağ partilere oy veren milleti” çekmek anlayışı değil. Bunu yapamazsınız. Onları sağcı kabul edip sol politikalar izleyemezsiniz. 

Ne diyeceksiniz? “Bunlar sağcı ama kötü sağcı, en iyisini biz uygularız” mı? 
Sosyal demokrat, paylaşımcı, katılımcı, bölüşümcü, yoksulları koruyan, dayanışmacı dilden bu millet anlamaz mı diyorsunuz? 

Olağanüstü dönemlerden geçerken “ortalama” politikalarıyla yol alamazsınız.. 
Cesur, kararlı, değişik ve yeni.. İpuçları burada. 

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

Anahtaru sizdedur! - HAYRİ KOZANOĞLU

İnternet ortamında yolumuzu “anahtar kelimeler” ile bulmaya çalışıyoruz. Ben de bu yazıda 10 anahtar kelime üzerinden krizi büyüteç altına almaya çalıştım. Hadi başlayalım…

1 Bolsonaro : Brezilyalılar haftaya cumhurbaşkanını seçmek için ikinci kez oy kullanacaklar. Temennimiz Bolsonaro’nun sandığa gömülmesi. Ancak aynı tıynetten Filipinler’de Duterte, Polonya’da Kaczynski, Macaristan’da Orban ve de bizde RTE seçimlerden hep güler yüzle çıkıyorlar. Özellikleri şovenist politikalarla neoliberalizm arasındaki mantık evliliğini başarmaları ; yoksul ve ezilen halkın öfkesini yanlış hedeflere yönlendirmekteki hünerleri...

2 Brunson : Ünlü rahibimiz artık kendi memleketinde, huzura kavuştuğu tahmin ediliyor. Döviz biraz gevşese de, post-Brunson döneminde bizim ekonomimizin huzur bulması ise çok zor görünüyor. İşte geldi çattı bir Merkez Bankası faiz kararı daha. “ Yukarı tükürseler ekonomik durgunluk; aşağı tükürseler çığırından çıkan enflasyon”…

3 Mc Kinsey : Gündemimizden rüzgar gibi geçen Amerikan danışmanlık kuruluşu. Ancak günler içerisinde Saray rejiminin önemli bir açmazını ortaya çıkmasına vesile oldu. Uluslararası finans çevrelerinin beklentileriyle; “yerli ve milli” açılımların tiryakisi olan AKP tabanının “ hassasiyetlerini “ bağdaştırma mecburiyeti…

4 Kredi Kıtlığı : Önümüzdeki aylarda aşina olacağımız bir kavram gibi görünüyor. Banka bilançoları Saray’ın vesayeti altına girince: Tak diye küçük kredileri 6 ay dondur, şak diye büyük kredileri yeniden yapılandır, derken bankaların yeni kredi verecek kaynağı kalmayacak. Yeni yatırım yapmaya niyetlenenler “kredi kıtlığından” muzdarip olacak…

5 DTH : Çoğumuz açılımının “döviz mevduat hesabı” olduğunu bilmiyor olabiliriz. Ancak şunu akıldan çıkarmayalım: gerçek kişiler, tüzel kişiler, yabancılar derken toplamı 187 milyar doları buluyor. Bir 30 milyar doları çekilmeye görsün ekonominin hali nice olur bizzden söylemesi…

6 Sümerbank: EBK, SEK benzerleriyle birlikte tüketim malları üretiminde de kamu işletmelerinin “fiyat düzenleyici” sıfatıyla varolmasının sembolü, enflasyonun panzehiriydi… Sağlam ancak tapon görünüşlü Sümerbank ayakkabılarını, basmalarını almayabilirdiniz. Gelgelelim onun caydırıcı etkisinden önüne gelen zam yapmaya cesaret edemezdi…

7 Stagflasyon : Şimdilik telaffuz etmekte güçlük çekiyor olabilirsiniz. Korkarım ki, “ yeni bir ekonomi başarısı “ söylemiyle bugün mangalda kül bırakmayanlar, durgunluktan muzdaripken enflasyonun belini bir türlü kıramayınca, yakında kelime haznenize katmak zorunda kalacaksınız.

8 Temerrüt : Vadesi gelen borçları ödeyememe durumu. Aslında her konkordato “mutenalaştırılmış” bir temerrüttür. Yakında şirketlerin başına gelen “ açık seçik” temerrüt vakalarına da tanıklık edebiliriz. Belki de dış borçlar için topyekun “temerrüt” ilan etmekten başka çare kalmaz.

9 Finansallaşma : At izinin it izine karışmasının modern versiyonu. Kim alacaklı, kim borçlu bilen beri gelsin. Hayatta tüm tasarrufu 1000 dolar olup, onu da döviz hesabına yatırmış, “ rantiye “ sanarak diş bilediğimiz gerçek gariban da var bu torbada . Yüksek faizden beli bükülmüş, devlet derdine çare bulsun diye dua ettiğimiz beşinci evini “ipotekli krediyle” almış “çakma gariban” da.

10 3D : Üç boyutlu teknoloji harikasından söz etmiyoruz. Kastımız tabii ki Berat Albayrak’ın “dengelenme, disiplin, değişim” diye açıkladığı Mc Kinsey suflajlı slogan da değil. Bu ülkenin emeğiyle geçinen sade yurttaşının belki de tek çıkış yolu: direnmek, dayanışmak, hakkını arayana destek vermekten, yani “emekçilerin 3 D’si”nden” söz ediyorum… Üçüncü Hava Limanı, Flormar işçileri, Cerattepe... Kıraç’ın sesinden “ bilmem anlatabiliyor muyum?”...

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Aslan sosyal demokratlar için dersler - İBRAHİM VARLI

Sosyal demokrasi derin bir çıkmazda. Köklü bir geçmişe sahip, yüz yıllık sosyal demokrat partiler adeta yerlerde sürünüyor. Yunan PASOK silindi gitti. Fransa’da Sosyalist Parti krizde. İskandinavya’da da benzer durum söz konusu. Alman sosyal demokratlar da aynı yolun yolcusu.


Sosyal Demokrat Parti (SPD) ülkenin en büyük eyaleti olan Bavyera seçimlerinde tarihi bir hezimet yaşadı. Yüzde 9’lara kadar düştü. ‘Tarihi hezimet’ sadece Bavyera ile sınırlı değil. Son anketlere göre ülke genelinde de yüzde 14’lere kadar düşmüş durumdalar.

Hıristiyan Birlik partileri CDU/CSU ile “büyük koalisyon”a girişmelerinin faturası oldukça ağır. Aşırı sağcı AfD’nin ve Yeşiller’in gerisindeler. Ve hızla PASOK’laşıyorlar! Hafta sonundaki Hessen eyalet seçimlerinde de önemli oranda oy kaybetmeleri bekleniyor.

SPD’nin baş aşağı yuvarlanması sürpriz değil. Bugünkü durumuna adıma adım atılan yanlış adımların neticesinde geldiler. Sağa açılmanın, neo liberal politikaları benimsemelerinin bir yansıması. Blair-Schröder ikilisinin “orta yol”cu restorasyonu bütün bir Avrupa’da sosyal demokratlara ağır darbe indirdi.

Neden kaybediyorlar?

► Yüzünü sola değil sağa döndüler!
Sokakla bağını koparan, halkla temas etmeyen sosyal demokratlar, Alman burjuvazisinin, sermayenin yönelimleri doğrultusunda iş tuttular. Sola yüzlerini değil, sırtlarını döndüler. Sağ ile flörtleşme partiyi erime noktasına getirdi. (Her seferinde sağ adayları vitrine çıkaran, Yenikapı ruhuna teslim olan bizim aslan sosyal demokratları çağrıştırıyor.)

► Neo liberal politikaları hayata geçirdiler
Çalışma yaşamını sermayenin, patronların ihtiyaçları doğrultusunda dizayn ettiler. Sosyal devlette kesintiler yaptılar. Hakları budadılar. Partinin tabanını oluşturan sendikalarla bağlar koptu. Sendikalar, emekçiler, çalışanlar partiden uzaklaştı. İş dünyası, patronlar, finans çevrelerine teslim oldular. SPD, Almanya’da sosyal devleti budayan politikaları hayata geçiren partidir. Bugünlerde Rus Gazprom’un yönetiminde cebini dolduran, enerji şirketlerine danışmanlık yapan Gerhard Schröder’in şansölyeliği döneminde Hartz IV olarak adlandırılan emek düşmanı yasayı çıkardılar. Ki bu yasaya karşı Almanlar hala sokaklara çıkıyor, pazartesi eylemleri adı verilen protestolar yapıyorlar.

► Hem destekliyorlar, hem eleştiriyorlar
Aslan sosyal demokratlar, birincisi 2005, ikincisi 2013, üçüncüsü ise 2007 olmak üzere üç dönemdir muhafazakâr sağ Hıristiyan Demokrat partilerle (CDU/CSU) partileriyle “büyük koalisyon”a gittiler. Patronların bastırmasıyla büyük koalisyonun küçük ortağı olarak Merkel iktidarına teslim oldular. Hem iktidar, hem de muhalefet rolünü oynuyorlar.
(İçeride dışarıda yapısal sorunlarda iktidara destek veren bizim aslan sosyal demokratları çağrıştırıyorlar.)

► Askeri operasyonlara destek veriyorlar
Ulusal çıkar gerekçesiyle tüm yurtdışı askeri operasyonlara katıksız şekilde destek verdiler. Parti içindeki eleştirilere rağmen her seferinde muhafazakar-sağ iktidara koltuk çıktılar. Afganistan’dan Kosova ve Ortadoğu’ya her tarafa asker göndermeye “evet” dediler. Silah satışlarını, militarizmi onayladılar. (Suriye, Irak, Lübnan, Somali, Afganistan tezkerelerini hatırlatıyor.)

Sağa açılma oy kaybettiriyor
Alman sosyal demokratlar Mekel ile yapılan “büyük koalisyon”un kendilerine kaybettirdiğinin pekala farkında. Partide bu yüzden koalisyona karşı bir direnç de var. Ancak nasıl oluyorsa parti merkezi bir şekilde tabanı değil, kulağına üflenenleri dinleyip dördüncü kez seçimden zaferle çıkan Avrupa’nın yeni “demir lady”si Merkel’in peşine takılmaktan kendini alıkoyamıyorlar!

Bizim sosyal demokratların kulağına küpe olsun!
Alman sosyal demokratlarının sağa açılma, sağ ile iş tutma açılımlarının yarattığı handikaplar, benzer bir sevda peşindeki dünyanın dört bir tarafındaki sosyal demokratlar için önemli dersler içeriyor. Memlekettekiler de dâhil buna.

Şayet görülmek istenirse tabii.

Çıkarılacak en önemli ders de sağa yamanmanın bir fayda getirmeyeceği, “istikrar”, “düzen”, “memleket bekası” söylemleriyle sağın arkasına dizilmenin yarardan çok zarar getireceğidir. Bir diğer ders de sosyal demokratların sol kulvarlarını güçlendirdikçe İngiltere’de Corbyn vakasında olduğu üzere önemli bir dalga yarattıklarıdır. Özetle sağa açılımın çökerttiği sosyal demokratlardan çıkarılacak, alınacak çok dersler var.

İbrahim Varlı / BİRGÜN