13 Kasım 2018 Salı

"Tek Adam Rejiminin 100 Günü" - AHMET TAKAN

Meclis'in arı gibi çalışkan ve başarılı simalarından CHP Eskişehir Milletvekili Utku Çakırözer, hafızalarımızı tazeleyecek bir rapor hazırladı. Çakırözer'in "Tek Adam Rejiminin 100 Günü" başlığıyla hazırladığı rapor aynı zamanda iktidarın vaatlerinin sorgulanması için çok önemli bir rehber olmuş. Utku Çakırözer, sorgulamanın başlangıç tarihi olarak, Erdoğan'ın 100 günlük eylem planını açıkladığı 3 Ağustos tarihini esas almış.

Utku Çakırözer, "16 yıllık AKP iktidarının devamı tek adam rejiminin 100 günü 10 Kasım Cumartesi günü doldu. Büyük vaatlerle 100 Gün Eylem Planı açıklanmış, yüzlerce hedef konmuş, binlerce proje sözü verilmişti. Ülkenin 100 günde geldiği duruma bakıldığında 16 yıllık beceriksizliğin sonucu ekonomik kriz daha da derinleşirken, projeler için kaynak dahi bulunamadı. Bu 100 günün emekçinin, emeklinin, çiftçinin, esnafın, işsizin, kadınların, öğrencilerin ve hak hukuk adalet bekleyen milyonların yüzünü güldürmediği açık" diyor. Çakırözer, "fiyasko" olarak tanımladığı 100 günün bilançosunu şöyle çıkarıyor;
* Enflasyonda rekor
2018'e yıl sonunda yüzde 7 enflasyon hedefiyle giren AKP hükümeti, 100 gün içinde önce enflasyon tahminini yüzde 21'e taşıdı. Ama bunu bile tutturamadı. Ekim ayı itibariyle yüzde 25'e tırmandı. Ekonomiyi iyi yönetemediği için enflasyonu düşüremeyen tek adam yönetimi çareyi süpermarketlere zabıta göndermekte buldu!
* 10 günde dolar fırladı
Vaatlerle dolu 100 Gün Eylem Planı'nın daha 10. Günü olmadan 1 dolar 7 lirayı gördü.
* Düşüreceğiz diyenlerden rekor faiz
Merkez Bankası faizi yüzde 25'e çıkarırken, reel piyasalarda faizler yüzde 30-40'ları buldu..
* Konkordato ve işsizlikte rekor
Resmî olarak yüzde 11-12 gösterilen işsizlik yüzde 20'yi aştı. Altı milyondan fazla işsiz var. İşsizlik nedeniyle intiharlarda artış var.
* İşsizlik Fonu yağmalandı
İşçiler kara gün akçesi gördükleri 'İşsizlik Fonu'ndan faydalanma koşullarının esnetilmesini beklerken, İşsizlik Fonu yağmalanmaya devam ediliyor. 127 milyar liralık fondan işçilere ayrılan pay devede kulak kalırken, hükümetin birçok seçim yatırımı işsizlik fonundan finanse edilmekte. Son olarak kamu bankalarına Fon'dan 11 milyar lira aktarıldı.
* Yoksulluk ve işsizlik intiharları
Geçinemediği için intihar eden yurttaşların sayısı hızla artıyor.
* İş cinayetleri arttı, hak arayan işçiler tutuklandı
Yüz gün hedefinde sıralanan 3. havalimanının inşaatında 30'dan fazla işçi öldü.
* Yurttaş borç batağında
Halkın yüzde 14'ü sürekli yoksulluk, yüzde 28'i ciddi maddi yoksunluk yaşarken, yüzde 69'u da borçlu.
* Emekli ikinci iş peşinde           
Geçinemeyen emekliler ikinci işte çalışmak zorunda. 2018 yılında iş cinayetlerinde hayatını kaybedenlerden 22'si 65 yaş ve üzerinde.
* Lükse, şatafata tam gaz devam
Sarayın bir günlük harcamasının 1,8 milyon lira olduğu ortaya çıktı.
* Garantiler için ödenen paralar bütçede kara delik
'Cebimizden 5 kuruş çıkmayacak' denilen ve dolar garantisiyle yapılan köprü, otoyol ve hastane giderleri için bütçede şimdiden 44,5 milyarlık bir kara delik oluştu.
* Özelleştirmenin bedeli: Kağıt krizi
SEKA'yı yok pahasına satmanın bedelini bu yüz günde hep beraber ödedik. Gazete sahipleri ve yayıncılar gazete ve kitap basacak kağıt bulmakta zorlanıyor. Başta kağıt birçok temel üründe Türkiye artık ithalatçı konuma geldi.
* Kriz ameliyathaneye girdi
Ekonomik kriz ve dövizdeki artış nedeniyle ameliyatlar yapılamaz hale geldi. Grip aşısından kanser ilaçlarına kadar birçok ilaç döviz kurları nedeniyle getirilememekte.
* Kadının ne adı ne de hakkı var!
Kadınların temel insan haklarına ve hak taleplerine yönelik hiçbir adım atılmazken, kadına yönelik şiddet hızla artmakta. 2017 yılında 409 kadının öldürüldüğü kayda geçirilirken, 2018 yılının ilk 10 ayında 363 kadın uğradığı şiddet sonucunda öldürüldü.
* Çocuk evlilikleri arttı
Çocuk yaşta evliliklerde dünyada ilk 10'dayız. Son 10 yılda yaklaşık 500 bin kız çocuğu devletin izniyle evlendirildi.
* Demokrasi askıda
Türkiye, demokrasi kalitesi açısından 41 ülke arasında son sırada.
* Yurt dışına kaçış var
100 Gün Planındaki hedeflerden biri Bilim İnsanlarımızın Yurda Dönüş Seferberliği idi. Ama Türkiye'de tam aksi yaşanıyor. Artan otoriterleşmeden, demokrasi ve hukuk devletinde yaşanan geri gidişten ve ekonomik krizlerden endişe duyan gençler çareyi yurt dışına göç etmekte arıyor.

CHP Eskişehir Milletvekili Utku Çakırözer, kapsamlı raporuna bir de " 100 Gün Böyle Geçti" diye başlık açmış. Orada da hatırlanması gereken çarpıcı tespitler var;
"7. GÜN 9 AĞUSTOS: Üniversite sınav sonuçlarına göre 41 bin öğrenci sıfır çekti.
10. GÜN 12 AĞUSTOS: Dolar 7.20 lira oldu.
11. GÜN 13 AĞUSTOS: Türkiye Kasaplar Odası Türkiye'de beyaz etin 8 ayda yüzde 200 zamlandığını açıkladı.
15. GÜN 17 AĞUSTOS: Akaryakıta 90 gün sonra yine yüzde 9 zam. Benzinin litresi 6.85 TL oldu.
31. GÜN 2 EYLÜL: Doğal gaz ve elektriğe zam yapıldı. Halkbank 'yanlışlıkla' doları 3 lira 88 kuruştan avroyu 4 lira 32 kuruştan sattı.
33. GÜN 4 EYLÜL: Saray'ın 30 Ağustos menüsü. Ejder suyu, zencefilli somonlu suşi.
34. GÜN 4 EYLÜL: Türkiye'de otomotiv pazarı 8 ayda yüzde 21 daraldı.
51. GÜN 22 EYLÜL: Kocaeli'de İsmail Devrim çocuğuna okul kıyafeti alamadığı için intihar etti.
60. GÜN 1 EKİM: Ekonomi yönetimi McKinsey'ye bırakıldı.
72. GÜN 13 EKİM: ABD'li Rahip Brunson serbest kaldı.
77. GÜN 18 EKİM: Atanamayan öğretmen Ersin Turhan intihar etti. Cebinden sadece 10 lira çıktı.
100. GÜN 10 KASIM: Tüm Türkiye Atatürk'ü ölümünün 80. yıldönümünde anarken, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş Atatürk düşmanı Kadir Mısıroğlu'nu ziyaret etti."


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

Tamamen insanî ziyaret! - SERVET AVCI

Diyanet İşleri Başkanlığı açıklama yaptı: "Tamamen insanî duygularla yapılan bir hasta ziyareti..."

Açıklama oldukça aydınlatıcı olmuş... Özellikle de 'insanî' kısmı!.. Sanki birileri bu ziyaretin 'hayvanî' veya 'bitkisel' gerekçelerle yapıldığını mı söylemiş de böyle gereksiz bir açıklama yapılmış, ilginç doğrusu...

İşin aslı şu: Seçilen kişinin siciline ve ziyaret tarihine bakıldığında bu bir 'meydan okuma'ydı ama gelen tepkilerin yoğunluğu ürküttü...

Bu ziyaretin, açıklamada ifade edildiği gibi masumane bir ziyaret olduğuna inanmak, Tarım Bakanı'nın kişi başı et tüketiminin 14 kiloya çıktığına dair sözlerine inanmak gibi bir şey!..

'İnsanî ziyaret' tamam... O gün memlekette milyonlarca hasta vardı... Neden insanlık Kadir Mısıroğlu'na söktü? Neydi onu bunların gözünde farklı üstün kılan? Ziyaretin bizzat kendileri tarafından fotoğraflanarak basına duyurulmasını önemli hale getiren neydi? Üstelik kendisine bu devletin verdiği cüppe eşliğinde!..

                                                             ***

Arıza bende mi bilmiyorum... Böyle üçüncü sınıf gerekçeler üretmek yerine, canımızı sıkacak da olsa, doğrudan inandıklarını söyleseler ve arkasında dursalar daha saygın olacaklar gibi hissediyorum...

Biri çıkıp "Ben de aynısını düşünüyorum... Gerçekten Yunan kazansaydı fena olmazdı" dese ikiyüzlülükten daha iyi bir iş çıkarmış olurdu... Ama Kadir Mısıroğlu tashih etmediği halde, çıkıp da "Hocamız yanlış anlaşıldı, ironi yaptı" filan türünden açıklamalar yapanlar yok mu, işten onların makamı Mısıroğlu'nun da altında...

Yine o dediğimizin şu ana kadar hiç kimsenin gündeme getirmemesine şükretmek lâzım... Hani şu iddaa meselesini... "Hocamız 'Keşke Yunan kazansaydı' derken meğer Yunanistan-Portekiz maçını kastetmiş!.. Bütün parayı Yunanistan'a basıp, maçı da Portekiz kazanınca üzüntüden öyle söylemiş" de diyebilirlerdi ve bu da çok 'insanî" bir açıklama olurdu!..

                                                              ***

İnsan, düşmanlığını bile mertçe yapacak... İnanmıyorsa sözümüz olmaz elbette ama eğer inanıyorsa diyecek ki "Bu ziyaretim bilerek, isteyerek ve planlıydı... Kimin ne tepki göstereceğini hiç umursamadan gittim... Ziyaretim onun fikirlerine de sonuna kadar katıldığım anlamına gelir... En kısa zamanda yine gideceğim... Ölürse ve ailesi izin verirse cenaze namazını da ben kıldıracağım... Bundan şeref duyacağım... Atatürk için de, Yunan için de, Mehmet Akif için de ne demişse aynen katılıyorum..."

Sinir katsayımızı ne kadar yükseltirse yükseltsin bu tavır daha saygın bir tavır olurdu... Öyle "Tamamen insanîydi... Geçerken öylesine uğradım, zaten kendisini tanımazdım... Yaptım ama niye yaptım, ben de bilmiyorum... Tezgâha geldim... Yemedi, o yüzden kıvırmak zorunda kaldım" gibi mazeretler olmaz tabii...

                                                              ***

Kimi insanlar, çok akıllı olabilirler... Kimisi o kadar da akıllı olmadığı hâlde akıllı taklidi de yapabilir... Buna itirazımız yok ama kimse başkalarını aptal yerine koymayacak... Gevelemenin âlemi yok... Bu ziyaret, sıradan bir hasta ziyareti değildi... Anlamlıydı, sembolik niteliği vardı, açık bir mesaj teşebbüsüydü... Ağır tepki dalgası, içeride tutulan niyeti püskürttü ve 'insanî' açıklamasını yaptırttı...
Önceki Diyanet İşleri Başkanı, o lânetli çözüm sürecinde 'helâlleştirme memurluğu'na soyunmuştu... Asr-ı Saadet'ten zorlama örneklerle 'barış'ı oynuyor, sözde kanın durması için "Hırkayı yere sereceğiz!.. İçerisine bugüne kadar kırılan bütün kalpleri ve onurları koyacağız!.. Her birimiz ucundan tutup, Kâbe'nin şerefli köşesine yerleştireceğiz!.." edebiyatına sarılarak mazlumla suçluyu eşitlemeye çalışıyordu... 

Halefi de fena bir performans sergilemiyor!.. Cuma hutbelerinde millî günlerin neredeyse hepsi özenle ıska geçiliyor, düğün adabı gibi konulara yer verilebiliyor!..  

Şu sorularımızın cevabı olmayacak ama biz yine de tekrar soralım: 'İnsanî ziyaret' tamam... O gün memlekette milyonlarca hasta vardı... Neden insanlık Kadir Mısıroğlu'na söktü? Neydi onu bunların gözünde farklı üstün kılan? Ziyaretin bizzat kendileri tarafından fotoğraflanarak basına duyurulmasını önemli hale getiren neydi? Üstelik kendisine bu devletin verdiği cüppe eşliğinde!..


Servet Avcı / YENİÇAĞ

12 Kasım 2018 Pazartesi

Sermayenin önünü açmak için hekim izole edildi - ERK ACARER

Sağlık eğitiminde özerklik bitiyor, sektörde sermayeye geniş bir oyun alanı açılıyor. Sağlık çalışanlarına yönelik şiddeti önlemeye yönelik madde bomboş. 5. madde ise bunlara itiraz edenleri düşmanlaştırıp, izole etmeyi amaçlıyor. 

“Hekime şiddeti önlemeye yönelik yasa teklifi” olarak sunulan pakette en çok 5. madde tartışıldı. Maddeye göre terör örgütleri ile irtibatlı ya da iltisaklı olduğu iddia edilen hekimler tam anlamıyla toplumdan izole ediliyor. Özellikle 2 grup risk altında. İlki, söz konusu iddialar nedeniyle ihraç edilen hekimler, ikincisi eğitimlerini tamamladıktan sonra kamu görevine atanırken gerçekleştirilen güvenlik soruşturmasına takılıp sektörün dışında kalacak olanlar.

Ancak pakette gözden kaçan başka önemli maddeler de var. Aslında 4 başlık önemli. Bu başlıklara göre; “Sermayeye büyük imtiyazlar sağlanmış olacak ve ucuz işgücü yaratılacak”, “Sağlıkta özerk eğitim ortadan kalkacak”. “Hekime yönelik şiddet çözümsüz kalacak.” İktidar, bu başlıkları uygulayabilmek için 5. maddeye ihtiyaç duydu. 5. madde ile diğer başlıklara itiraz edenler, “terörist ve terörle iltisaklı” sayılacak, sektörün dışına itilecek.

Türk Tabipleri Birliği (TTB) Hukuk Danışmanı ve Sağlık Hukukçusu Avukat Ziynet Özçelik, paketi, “Sağlık sermayesine bir tür ucuz işgücü ortamı hazırlama operasyonu olarak tanımlıyor.” Hem gözden kaçan hem de tartışılan konu başlıkları ile ilgili değerlendirme yapıyor…

Sektör özel sektöre bağlanıyor
Paketin, 38-39 ve 40.maddeleri şehir hastaneleri ile ilgili. Özçelik şunları aktarıyor: “Şehir hastanelerinin kurulmasına yönelik yeni bir sistem hayata geçti. Aslında sağlık hizmetleri sermayenin denetimine veriliyor. Bir tür özelleştirme. Kamu hastaneleri atıl hale getirilirken, kamuya ait olması gereken yeni alanlar da “şehir hastaneleri” adıyla özel sektöre devrediliyor. Yeni yasa tasarısı hasta ve ödeme garantisi vererek, sistemi sermaye lehine biraz daha iyileştiriyor, önünü daha da açılıyor. Onlara, yıllarca sağlık bakanlığına ait hastaneleri işletme imtiyazı veriyor.”

Hekimin işgücü yöneticinin emrinde
20. madde sağlık eğitim kurumlarının yeniden düzenlenmesini içeriyor. Üniversitelerin mütevelli heyetleri yeniden teşkil ediliyor. Bununla iş güvencesi ortadan kalkıyor. Hekimin kaderi ve iş gücü yöneticilerin emrine veriliyor.

İktidar, şiddeti uygun buluyor
Sağlık Hukukçusu Avukat Ziynet Özçelik “Şiddeti önlemeye yönelik 24. maddeye ise “hiçbir çözüm ve yeni düzenleme getirmiyor, bomboş bir madde” diye tepki gösteriyor: “Olumsuz vakalarda sadece hekimin ve tanıkların sağlık kuruluşunda ifadesinin alınmasına yönelik bir düzenleme getirildi. Adeta sağlıkta şiddetin önlenmesine değil sürmesine yönelik düzenlenmiş.

5. madde bir sopa
Bu noktada AKP 5. maddeye ihtiyaç duyuyor. Kötü çalışma koşullarına, emeğin ucuzlatılmasına, hekimliğin sağlık sermayesine para kazandırmak üzerine bir meslek haline getirilmesine itiraz edebilecek olanlar ihraç ediliyor ya da güvenlik soruşturması ile önleri tıkanıyor.

Toplum sağlığı tehlikede
Sorun hekim işsizliğinin ötesinde. Çünkü toplum sağlığı da tehdit ediliyor. Avukat Özçelik; “Hekimlerimiz kendini savunma hakkından yoksun bırakılarak işsizliğe mahkum edildi. Böylece toplumun da sağlık hizmeti alması engellendi” diyor: “Aynı zamanda kalifiye hekimlerin becerilerini daha genç sağlık personeline aktarma şansları ellerinden alınıyor.

Üstelik izole edilenlerin büyük çoğunluğu kamu dışında sağlık hizmeti vermeyen hekimlerdi. Toplumun daha yoksul, sağlık hizmetine daha muhtaç kesimlerine hizmet veriyorlardı.”

Erk Acarer / BİRGÜN

Bu bir ‘meczup’ ziyareti değildir - GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN

24 Haziran sonrasında rejim değişikliğinin tescillenmesiyle beraber her ne kadar muhalefet başını kuma gömse de taban elinden yitip gidenin farkında. 29 Ekim kutlamalarında resmi makamlara rağmen halkın inisiyatifi eline alması ve sokaklardaki insan seli bu farkındalığın bir dışavurumuydu. Milyonlarca insan mevcut iktidarın kurucu rejimin ilerici yönünü tasfiye etmesine karşı tepkisini bir biçimde ortaya koymaya gayret ediyor. 10 Kasım anmalarına bir de buradan bakmak gerek. Atatürk’ün vefatının 80. yılında artık bir yas havası yok, yastan daha baskın olan bir yitirmişlik duygusu.

Ve o duygunun içinde hem karamsarlık hem de aydınlık bir gelecek hasreti var. Karamsarlığı besleyen muhalefetin basiretsizliği, gelecek özlemini diri tutan ise gerici kuşatmaya rağmen ruhunu teslim etmeyenler...

10 Kasım gününe dair iki fotoğraf karesi rejimin nasıl değiştiğinin kanıtı adeta. Bunlardan ilki AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Anıtkabir Özel Defteri’ne yazdıkları. Erdoğan “güçlü Türkiye kararlılığının” kanıtı olarak 3. Havalimanı’nı göstererek kurucu rejimin vizyonundan ne denli uzaklaşıldığını kayıt altına almış oldu. Cumhuriyetin ilk yıllarında temeli atılan fabrikalar tasfiye edilmiş, üretim üzerine kurulu ekonomik kalkınma anlayışı dışa bağımlı rant ekonomisine uğruna terk edilmiş, rejimin abidevi eserleri yıkılmış, AOÇ bile iğdiş edilmişken “tarihe nakşoldu” diyerek onlarca işçinin hayatını kaybettiği, haklarını aradığı için tutuklandığı bir havalimanına işaret etmenin başka bir anlamı yok.

İkinci fotoğraf karesi Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın Kadir Mısıroğlu ziyaretinden. Günlerdir bütçesi ve yeni personel alımları ile gündemde olan Diyanet’in en tepesindeki isim tüm ömrünü cumhuriyet ile hesaplaşmaya adayan bir isme geçmiş olsun ziyareti gerçekleştirdi. Tarih de manidardı şüphesiz. Kimilerine göre Erbaş istediğinin evine giderdi, kimse karışamazdı. Halbuki Erbaş oraya herhangi biri olarak değil Diyanet Başkanı olarak gitmişti. Muhtemelen de bizim cebimizden çıkan vergilerle alınmış lüks bir arabayla. Dolayısıyla bir yurttaş olarak bunu sorgulamak, hesap sormak sonuna kadar hakkımız.

Bazıları ise Diyanet Başkanı’nın ziyaretini bir ‘meczup’un ayağına gitmek olarak yorumladı. Halbuki bu bir meczup ziyareti değildi. Mısıroğlu, mevcut iktidarın sırtını dayadığı savların önemli bir kısmını üretmiş, Soğuk Savaş döneminde İslamcılar ile milliyetçiler arasında köprü kurmuş bir isim. Atatürk’e karşı fikirlerinin değişmesinin kaynağı olarak gösterdiği Büyük Doğu dergisi Necip Fazıl’ı üstat belleyenlerin ortak paydası. Gençliğinde hızlı bir anti-komünist olarak sağcı dernekleşme faaliyetlerine katılmış, milliyetçi-şoven dergilerde yazılar kaleme almış Mısıroğlu’nun tek marifeti fesli sohbetleri, “keşke Yunan galip gelseydi” benzeri çıkışları değil. ‘Lozan zafer değil hezimettir’den ‘tek parti döneminde camiler ahır yapıldı’ya kadar Erdoğan ve AKP’lilerden duyduğumuz bir çok hikayenin müelliflerinden kendisi. Böyle bir kalemşora yapılan resmi ziyaret yeni rejimin kimleri “meşru” ve “saygıdeğer” gördüğünün işareti. Hafifsemekten ziyade üstüne kafa yorulması gereken bir iş. 

Muhalefetin havanda su dövmeyi bırakması, rejim değişikliği gerçeğini görerek siyaset üretmesi gerekir. Cuma hutbesinde Atatürk’ten tek kelime bahsedilmemesi değildir mesele Diyanet’in yetkileri ve bu rejim için koçbaşı haline getirilmesidir. 3. Havalimanı’nın adının Atatürk konmaması değildir sorun, kurucu rejimin mirasının yok edilmesidir. Ezanın hangi dilde okunacağı değildir tartışma, İslamcılığın kamusal yaşamı tümüyle kuşatmasıdır. Bunları yok sayan bir siyaset laik ilerici tabandaki öfke ve beklentiyi örgütleyemez, politikleştiremez ancak parti içi münakaşa yapar, olan enerjiyi de soğurur.

GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN / BİRGÜN

İşsizliğe bir çare olarak: Diyanet! * - Işıl Özgentürk

Yıllar önce Gorbaçov zamanında Sovyetler Birliği’ne davetli gitmiştim. Uzun ve detaylı bir yolculuktu. İlk gözüme çarpan olgu, havaalanında beni buldu. Ortalama bir çöp yığınını yedi kişi süpürüyordu. Ardından kocaman bir otele girdim ve her katta sandalyede oturan çok yaşlı erkekleri gördüm. Hemen hepsi İkinci Dünya Savaşı’nda er olarak çatışmaların tam da göbeğinde bulunmuşlardı. Şimdi yaptıkları iş sadece katlardaki sandalyelerinde oturmak ve etrafa göz atmaktı. Sonra uzun uçak yolculuklarında rehberim sayesinde, uçaktaki mühendislerin aldıkları paradan yakındıklarına tanık oldum. Bir işçi devleti olan memleketlerinde kendileri çalışmalarını denetledikleri işçilerden daha az para alıyorlardı. Görüştüğüm pek çok kadın, hemen hepsi çalışıyordu, aralarında traktör sürücüsü, hekim, balerin olanlar vardı, tek bir şeyden yakınıyorlardı. Evlerde çamaşır makinesi yoktu, alt katlardaki çamaşır makineleri bozulmuş, tamir edilmiyordu ve ağız birliği yaparcasına “evlerinin kadını” olmak istiyorlardı. Eşit çalışmanın canı cehennemeydi. Bu duyduklarım ve gördüklerim beni oldukça sarsmıştı. O seyahatten kara kara düşünerek döndüğümü anımsıyorum. Yeraltı ve yerüstü zenginlikleri böylesine bol bir ülke, yanlış planlamanın, yanlış istihdamın çemberinde kıvranıyordu.
 
Şimdi bunlar neden alkıma geldi diye soracaksınız. Bugünlerde dünyada din, usul usul olması gereken yerine çekiliyor. Örneğin Hollanda’da kiliseye gidenler öylesine azalmış ki, kiliseler artık ya kültür merkezine ya da herkesin kafa bulup dans ettiği diskoteklere çevriliyor. Vatikan kürtaja onay verdi ama oğlancı rahiplerine açılan davalar öylesine arttı ki, para sıkıntısı çekiyor. Oysa en zengin devlettir. Yunanistan rahiplerini devlet memuru olmaktan çıkarıyor, Almanya bunu zaten çok önceden yaptı, her rahip kendi cemaatinin bağışlarıyla yaşıyor. Öyle avanta yok! Katolik kilisesinin en kuvvetli olduğu Latin Amerika’da bile rahiplerin kendi paralarını kendilerinin kazanmasına sıcak bakılmaya başlandı.
 
Şimdi bu bilgilerden sonra gelelim, bizim din işleriyle ilgili Diyanetimize ve imamlarımıza. 
Hepinizin bildiği gibi Diyanet ve din işleriyle ilgili hocalar, imamlar tuhaf fetvalarıyla gündemde, örneğin organ nakli için insanı utandıracak sözler söylüyorlar, “yani babanın erkeklik organı, oğluna takılırsa, günahları kime yazılacak” gibi. 
Peki imamlar ne iş görüyor? 
Sadece namaz vakti geldiğinde, bir düğmeye basıp ezan okunmasını sağlıyorlar, bir de beş vakit cemaatin önünde namaz kılıyorlar. Ölüm olduğunda duasını okumak işlemi de imamlarda ama emin olunuz ölünün ailesi onlara ayrıca para veriyor. Evdeki dualar için de! Şimdi bu ne, bence imamların durumu yukarda anlattığım kat bekçilerine benziyor. 

Kat bekçileri Sovyetler Birliği’nde nasıl işsizliği azaltmak için oluşturulmuşsa, Diyanet’in imamları da önemli bir miktarda işsizliği önlüyor. Kimin cebinden devletin cebinden. Yani bizim vergilerimizden! Madem bir Müslüman ülkeyiz, çok dindarız o zaman her mahalle kendi camisinin işlerinden, imamlarından sorumlu olsun. Nasıl kat bekçileri Sovyetler Birliği’ni kurtarmadıysa, imam ordusu yaratılarak işsizlik önlenemez! Bir yerden patlar! 

Cumhuriyetin binbir zorluklarla oluşturduğu fabrikaları “buralar hantal, çok işçi var” diyerek özelleştiren sağ iktidarlar ve en çok da AKP’nin bu işsizliği önleme planının artık fiyasko olmasına az kaldı. Çünkü on yıl boyunca ülkeye yağan para suyunu çekmeye başladı. Hatırlatma yapalım, Gorbaçov’dan sonra Sovyetler Birliği parçalandı. 


Bu arada Diyanet’in merkezde çalışan yüzlerce elemanı var. Allah aşkına bunların İslam dinine yeni bir yorum getirdiklerini, insanların hayatını kolaylaştırmak için yepyeni öneriler yaptıklarını gördünüz mü, duydunuz mu? Tam tersi insanların kafasını iyice karıştıran fetvalar veriyorlar. 
“Baba üvey kızıyla evlenebilir.” 
“Kocası ölen kadın kayınpederiyle evlenebilir.” 
“Buluğa ermiş kız çocuklarının evlenmesi dine aykırı değildir.” 
Daha pek çok toplumsal yaşamı karıştıracak, insanların Tanrı’yla baş başa kalmalarını altüst edecek fetva! 

Ve söylemeliyiz, Diyanet bütçesi Eğitim, Sağlık, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın toplam bütçesinden daha fazla. Vatikan’daki Papa bile artık kurşun geçirmez arabalarda dolaşmıyor ama bizim Diyanet’in başkanının kurşun geçirmez arabası var. Bir din adamı kendi ülkesinin müminlerinden neden bu kadar korkuyor?

Şimdi bunları yazdığım için beni dava edebilirler. Çünkü gerçeği yazıyorum. Unuttuğum bir şey daha var, neden bizim camilerin altındaki mağazalarda hiçbir aşevi yok! Bunu özellikle inceledim, Kadıköy’den Bostancı’ya kadar camilerin altında kundura dükkânları, giysi pazarları hatta büyük marketler var. 
Bunların kiraları nereye gidiyor, kim alıyor doğrusu merak ediyorum. Çünkü bizim mahalledeki imamın son model bir arabası var, oğluna da alacakmış. Bu kadar! 

 Işıl Özgentürk / CUMHURİYET



*Bu yazı Diyanet’in 8489 yeni eleman alacağını öğrendikten sonra yazılmıştır.

Arabesk insandır - ALİ MURAT İRAT

Müslüm filmini izlemedim. İzleyeceğim. Müslüm Gürses’i hiç görmedim ve konuşmadım. O, yüzlerce şarkı söylemiştir ama ben bu şarkıların birkaçı haricindekini hiç bilmiyorum. Onun Arnavutköy’deki bir barın girişinde bulunan büyükçe bir aynaya dönüp -kendisini başkası sanarak- “merhaba güzel kardeşim” dediğini olayı yaşayanlardan dinlemiştim -ki Müslüm Gürses’e sempati duyduğum tek anım budur-.


Bu olay onun ya kendi yüzünü güzel bulduğunu, ya çirkin bir yüze güzel diyecek kadar samimiyetsiz olduğunu ya da birisini gerçekten çirkinlik güzellik ölçeğinin dışında ve ötesinde değerlendirebilecek kadar “aşkın” hisleri olduğunu hissettirmişti. Onun samimiyetsiz olduğuna ilişkin bir yargı bende hiç oluşmadı. Bu yazıyı yazmadan önce de hemen hemen bütün şarkı sözlerini teker teker okudum. İnsanın kendisini zaman zaman bu denli çaresiz, zaman zaman bu denli yorgun ve bitap düşmüş ve zaman zamansa umutsuzluğun dibinde hissedip, bütün bunları gönül rahatlığıyla ifade etmesinin, bunu açıkça yapabiliyor oluşunun kendisi bile samimiyetin göstergesiydi ki, en azından bu nedenle bile Müslüm Gürses’in arabeski ilgiye değerdi.

Arabesk insanın acısını ifade etme yöntemlerinden birisi. Bir ifade tarzını arabesk yapansa teslimiyet ve insanın kendisini o duruma düşüren nedenleri göremeyip, sorunun sürmesine katkıda bulunması. Yani nedenin aynı zamanda kurtuluş umudu olarak görülmesi. Özellikle umudu ve kurtuluşu telkin ettiğini söyleyen ideolojilerin ya da görüşlerin gözünde durum böyle. Ancak ne olursa olsun, benim, suçluları Allah’a havale eden; umutsuzluğu baştacı, çileciliği geçer tek yol olarak gören bu şarkılarda açık bir şekilde gördüğüm tek şey var, “insan”. Arabesk insandır. “O ezilen yaratığın iç çekişi, kalpsiz bir dünyanın kalbidir.”

“Müslüm” filmiyle birlikte, bu insan hallerinin açıkça olmasa bile yargılandığını gördüm. Dahası, Gürses’in tarzının küçümseyici bir dille “arabesk” olduğu ve sırf bu nedenle bile filmin izlemeye değer olmadığına ilişkin yorumlar yapıldı. Bu yargıların ve yorumların önemli kısmı arabesk’in “devrimci” durumları zayıflattığı ve insanın mücadele azmini terk etmesine neden olup, kadere ve Allah’a boş boş isyan etmeye neden olduğunu ima etmekteydi. Filme yönelik üstü-kapalı eleştirilerde, Gürses, arabesk söylediği ve -hadi bir adım daha atalım- aslında kitleleri pasifize ettiği için -bence-suçlanıyordu.

Doğrudur, dinler ve arabesk bu dünyada çözümü savunmasa da, ilahi adaletin bir gün gerçekleşeceğine olan umudu yüksek tutarak yalnız ayakta kalmıyor, bu dünyada kurtuluşu da sekteye uğratıyor. Ancak kim ne derse desin, gerçek şu ki, insanların çoğu arabeske inanıyor ve o hayatlarında bir noktaya temas ediyor.

İnsan denilen şeyin bir özü yok. Hatta bana göre insan, boş, kof ve haydut bir canlı. Bir arzu makinesi ve davranışları sürekli olarak ürettiği arzunun kendisi üzerindeki etkisi ve daha bin bir çeşit etken tarafından belirleniyor. İnsan biyo-organik akıllı bir kütle hepsi bu. Bu biyo-organik kütlenin acısını gösterme biçimi kültürel, sosyal ve ideolojik etkenlere göre değişiyor. Acının, aşkın ve diğer insani duyguların ifade edilme biçimi olarak arabesk bizzat insana ait. Üretilse, bilinçli bir şekilde yayılsa ve iktidar tarafından desteklense bile, insana ilişkin.

Arabeski reddetmek, bir duygu ifade biçimini reddetmektir. İnsandaki o büyük boşluğu görmeyi istememek ve zamanla onun karşısında durarak onu küçümsemektir. Onu küçümsemekse insanı küçümsemekten başka bir şey olmayacaktır.

Müslüm filmini izlemedim. Ama izleyeceğim. Çünkü milyonlarca insanın, ceberrut iktidarların bedenlerini değil, kendi bedenlerini acıya yatırmalarına yol açan bu devi merak ediyorum. Çünkü anlamak, benim için, bilmekten daha elzem.

ALİ MURAT İRAT / BİRGÜN

‘Bir tercih yapmak zorundayız’ - TARIK ŞENGÜL

Sayıştay raporları, belediyelerde yolsuzluk ve usulsüzlüklerin ulaştığı boyutların çuvala sığmadığını gösteriyor. Merkezi yönetim de kentleri şekillendiren büyük ölçekli projeler vesilesiyle Sayıştay raporlarında eleştiriliyor; bir avuç şirkete garanti adı altında milyar dolarların aktarılmasını sağlayan KÖİ sözleşmelerinin, mevzuata uygun olmadığına işaret ediliyor.

Bu arada Cumhurbaşkanı, bir kez daha dikey değil yatay mimari vurgusu yaparken, geçtiğimiz döneme damgasını vuran AKP belediyeciliği ve şehircilik anlayışının başarısızlığını da kabul ediyor.

Resme bakınca, yerel seçimin AKP açısından yenilgiyle sonuçlanmasını beklemek için iyi nedenler var. Üstelik ağırlaşan ekonomik kriz de bir başka olumsuzluk olarak iktidar aleyhine çalışıyor.

Hal böyleyken, kimse kendinden emin bir biçimde, “bu seçim iktidarın yenilgisiyle sonuçlanır” diyemiyor! En umutlu olanlarda bile bir “acaba” sorusu var! İktidarın direncini seçim hileleriyle ve seçmeni suçlayarak geçiştirmeyeceksek, muhalefetin kendi performansına da dikkatli bakması gerekiyor.

Tam da bu nedenlerle yıllardır CHP belediyelerini sorguluyorum. Sorunlu imar planı değişikliklerinin AKP’nin iktidarda olduğu büyükşehirlerden sonra, CHP’li ilçe belediyelerinin meclislerinden geçişini eleştirdiğimizde aldığımız yanıt standart; “bu planları onaylamasak, büyükşehir meclisi onay yetkisini kullanıyor, öyle olunca oyun dışında kalıyoruz, ruhsat ve harç paralarını alamıyoruz”. Dahası bu tür onaylar karşılığında, büyük inşaat şirketleri belediyelere kültür merkezleri, pazar yerleri, çocuk parkları yapıyorlar. Daha ne olsun?

Dahası şu ki, bu devede kulak küçük paylar üzerinden girilen işbirlikleri nedeniyle, kentlerde alternatif olma şansı da kaçırılıyor.

Bu bir kader mi? Öyle olmadığını geçen hafta Mimarlar Odası tarafından düzenlenen “Kriz Koşullarında Yerel Yönetimler” toplantısında Kadıköy Belediye Başkanı Aykurt Nuhoğlu örneklerle gösterdi. Nuhoğlu, kentlerde yaratılan olumsuzlukların ve iktidarın yönetim anlayışının eleştirisini yaptıktan sonra, temel bir tercihin yapılması gerektiğini şu sözlerle anlattı:

“Bir tercih yapmak zorundayız. Haydarpaşa Garı’nda bir tercih yaptık. O projeyi bir buçuk sene imzalamadık, geri aldılar projeyi ve Gar olarak devam etmesine karar verildi. Kalamış Yat Limanı’nın, Devlet Demiryolları arazisinin, Salı Pazarı’nın özelleştirilmesine karşı çıktık ve direndik. Bu direnişlerde bir araya geldiğimiz zaman gördük ki mevcut iktidar bir santimetre dahi ileriye gidemedi. Demek ki ortak bir tavrı ve ortak bir çizgiyi oluşturduğumuz zaman çok rahat bir şekilde direnebiliyoruz.”

Kuşkusuz bedeller ödeniyor. Hatırlayın, Kadıköy Belediyesi bir büyük inşaat şirketinin inşaatını, imar hakkını 9 bin metrekare aştığı için geçen yıl mühürlemişti. Şirketle masaya oturulup, bu ihlal karşılığında bazı işler yaptırılabilirdi.

Kadıköy bunu yapmadı. Şirket Kadıköy Belediyesi’ne ‘inşaatı hukuka aykırı biçimde durdurarak kendisini zarara uğrattığı gerekçesiyle tazminat davası açtı. Tartışmalı bilirkişi raporuyla Belediye’nin önce 101 milyon lira tazminat ödemesine karar verildi, ardından ceza 44 milyon liraya indirildi. Haciz işlemleri yapıldı. Ne var ki Yargıtay, Kadıköy Belediyesi lehine tazminat kararını bozdu; Kadıköy kazandı.

Bu örnek, başka örnekler de var mutlaka, birçok belediye başkanının söylediğinin tersine direnilebileceğini ve kazanılabileceğini gösteriyor. İktidarın yolu tam da bu direnişten geçiyor. 

Ama önce, “bir tercih yapmak zorundayız.”

TARIK ŞENGÜL / BİRGÜN

Sizin İslâmcılığınızı sevsinler!.- Servet AVCI

Çocukluğunda "10 Kasımlarda genelevler açık mıydı?" diye hatırlamadığını söyleyen gazeteci geçinen biri var ya, işte o herif ne kadar aşağılık olursa olsun, kendisine yazı yazdıranlardan bir tık üstte... Ona şimdi bulunduğu zemini sağlayanların ahlâkî ve ideolojik zeminleri hiç yok da ondan...

Türk milliyetçileri bu kopuğu hiç sevmez, çünkü o da Türk milliyetçilerini ve milliyetçiliği sevmez... Türk milliyetçilerine karşı nefreti öylesine büyüktür ki, Nazilerin ünlü isimlerinden Rudolf Hess intihar ettiğinde bütün Türk milliyetçilerine başsağlığı dileyecek kadar hassasiyet göstermiştir!..
                                                             ***

Güç sahipleri, muktedirler ve paralılar arasında kucak dansıyla bir ömür geçirdiği için solcular da kendisini hiç sevmez... Bu konuda yazılanlardan dev bir külliyat çıkar...

Hakkında yazılan şu satırlar bir sosyalistindir: "Her koşulda yaşamını sürdüren mikro organizmaların insan kılığına bürünmüş hali olarak, hiç bir düşünce, karşı çıkış, değişen ortam onu "öldüremez". Yaşaması, egemenlerin eteğine sıkı sıkı sarılmasıyla mümkün olmuştur. Sivil ya da asker fark etmez, kim güçlüyse onun yanında saf tutar. Kim mağdursa ona çullanır..."

Ya da şunlar: "Moris Fahri'nin Yabanda Yolculuk adlı çok güzel romanında anlatıcı, roman kahramanlarından birinden şu cümlelerle söz eder: 'Hiç kıç yalamazdı. Namuslu olduğundan değil. Yanlış kıçı yalarım korkusundan'...
Böyleleri de var. Bu tipler, kıç yalama konusunda "yanlış" kişilerinkini yalarım deyip kararsız kaldıklarından, namuslu kişi bile sanılırlar bu yüzden. Bu konuda asla kararsız kalanlardan olmamıştır. Kiminkini yalayacağı konusunda şaşmaz bir pusulası vardır ki, hiç bir denizde rotasız kalmaz. Pislik denizinde yüzmekten keyif alan tek adamdır..."

                                                              ***

Liberaller de çoktan kucaklarından atmışlardı bunu... Ya Atatürkçüler? Onların nefreti herkesten fazla... Ne Ali Tatar'a uzanmış o çatal dili unutmaları mümkün, ne 'çakma gaziler' aşağılamasını, ne de tahtakuruları zırvalarını...
'Adaletle hükmetme' gücü bir gün ellerine geçerse en önce bu herif gibileri sanık sandalyesine oturtacaklarından hiç şüphe geriye yok...

                                                               ***

Sahip çıkma adına geriye sadece geniş sindirim sistemli pop-İslâmcılar kalıyor... Onlarda da maşallah mide değil işkembe var!.. O yüzden ne de güzel sahip çıkıyorlar, kürsü veriyorlar altına... Ne de olsa yedi sülalesine küfür yemek pahasına da olsa, ağır sövüyor, başta laikler olmak üzere, ona, buna, şuna, herkese...

Mezhebinin sınırları olmadığı için, yediği hakaretleri, efendileri gözünde bir artıya dönüştüğü için kâr sayıyor!..

Aslında bu herifin varlığı pop-İslâmcıların rezilliğini tescilden başka bir şey değil... Anasol-M hükûmeti döneminde 'şeriatçılara karşı' rejimin yanında kendini yırtıyordu neredeyse... Cumhuriyet'i yıkacak olanlar onu karşılarında bulacaktı meselâ!..

Hadi geçtik bunları, onun Merve Kavakçı için yazdıklarını günümüzün pop-İslâmcıları nereleriyle sindirdiler acaba? Merve Kavakçı, başörtüsü yüzünden Meclis'ten kovulmuştu ve bizim mücahitlere göre ümmetin namusuydu sözde!..
İşte o 'ümmetin namusu'na nasıl da hakaretler döşemişti bu herif? Merve'nin parmak arası terlik ve çıplak ayakları üzerinden Müslümanlara yönelik fantezi iftiralarını nasıl yiyip yalıyor pop-İslâmcılar?

Şimdi ona söz verip, kürsü verip, kalem verip, yaptıkları işin adı nedir acaba? Merve Kavakçı bacılarıydı, öğrenim ve çalışma hakkı ellerinden alınmış mağdurların bir anlamda sembolü değil miydi?

Eeee şimdi bu çelişkinin izahı ne? Herhalde bu sorunun cevabı, "10 Kasımlarda genelevler açık mıydı?" sorusunun cevabından daha önemli!..

Bu bir çürümüşlük ispatından ve itirafından başka bir şey değildir... Karşıdakilere iyi sövüyor diye girişilen bu 'karakter yoksunu aşağılık koalisyon', pop-İslâmcılığın yuvarlandığı, yuvarlanırken dine ve dindara ait değerleri de kemirdiği derin bir çukurdur...

Çıplak ayakları üzerinden fantezi kurulan 'bacı namusu'nun sindirilmesi de ancak o derin çukurla mümkündür!..


Servet Avcı / YENİÇAĞ

Gitmişken "Ankara Fetvası"nı da hediye etseydi. - Selcan TAŞÇI HAMŞİOĞLU

Diyanet İşleri'nin ilk Başkanı (Reisi), Rıfat Börekçi (Börekçizade Rıfat Efendi)'ydi.

Atatürk, 27 Aralık 1919 günü Temsil Heyeti'yle birlikte Ankara'ya geldiğinde; O'nu karşılayanlardan biri de dönemin Ankara Müftüsü Rıfat Efendi'ydi.
"Ekmekçiye verecek parası bile kalmayan" Atatürk ve arkadaşların imdadına "Hızır gibi" o yetişti.

Kendisinin ve eşinin "kefen parası"nı, Kuvayı Milliye'nin emrine verdi.
Yetmedi, Ankara esnafını seferber etti. TBMM'nin büyük bölümü, onun Ankara esnafından topladığı yardımlarla inşa edildi. Aynı şekilde, Meclis'in ilk bütçesi de o yardımlardan teşekkül ettirildi.

Ankara Müdafaai Hukuk Cemiyeti'nin Başkanı seçildi.
Ankara'da gönüllü bir alay kurulmasını organize etti.
İstanbul Hükümeti'nin, Ankara'ya vali atadığı Ziya Paşa'ya öyle bir tehdit mektubu gönderdi ki, Eskişehir'e kadar gelen Paşa, Ankara'ya girmeye cesaret edemedi; geri İstanbul'a gitti.

Beypazarı ayaklanmasının bastırılabilmesi büyük oranda onun sayesindeydi.
Ama sanırım hepsinden daha kritik olan, tarihe geçen hamlesi:
Kuvayı Milliyecilerin katline ferman veren, halkı teslimiyete davet eden Şeyhülislam Dürrizade Abdullah'ın, Yunan ve İngiliz uçaklarıyla dağıtılan ihanet fetvasına karşılık Ankara Fetvası'nı yayımladı! 155 müftü ve din bilgini tarafından da onaylanan fetva, bütün müftülüklere tebliğ edildi.

Rıfat Efendi'nin bu "kahramanlığı" elbette karşılıksız kalmadı ve İstanbul Birinci İdare-i Örfiye Divani Harbi, Ankara Müftüsü'nü idama mahkûm etti!

                                       ***
Temsil ettiği makam itibarıyla Rıfat Efendi'nin "halefi" durumundaki Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, "fesli", Kuvayı Milliye, Atatürk ve Cumhuriyet düşmanını ziyaret edip de, kendisine bir adet "Ankara Fetvası" hediye ettiyse mesele yok...

Ama fotoğraflara bakınca, Erbaş, kendisini Rıfat Efendi'den ziyade Dürrizade'nin halefi sanıyor gibi duruyor .
Ki, bu mesele.
Bu durumda, birinin Dürrizadelerin saltanatının yıkıldığını, Rıfat Efendi'lerin Cumhuriyeti'nin ise her şeye rağmen yaşadığını hatırlatması gerekiyor kendisine.
Lakin...
Bunu hatırlatma makamındakiler de, kendilerini Vahidettin'in, Damat Ferit'in falan halefi sanıyor gibi duruyorlar...
Ki, bu daha büyük mesele!
                                       ***
GÜNÜN TAVSİYESİ
"Diyanet İşleri Başkanı, gelecek yıl 10 Kasım'da Engin Ardıç'ı ziyaret etsin!"
İsmail Saymaz


Selcan TAŞÇI HAMŞİOĞLU / YENİÇAĞ

11 Kasım 2018 Pazar

Atatürk’le aldatmak - FATİH YAŞLI

Son yılların moda akımlarından biri, büyük şirketlerin ulusal gün ve bayramlarda dokunaklı, etkileyici, insanın gözünden iki damla yaş akıtmak üzerine kurulmuş reklam filmleri çektirmeleri. Atatürkçü kitleler bu reklam filmlerini gerçekten hislenerek, bir duygu patlaması içerisinde izliyorlar. Sosyal medya ise bu duygu patlamasını kolektifleştiriyor; bu filmleri izlemek, izlettirmek, paylaşmak, bunlar üzerine söz söylemek, bir tür politik ayine dönüşüyor, bu da tüm ayinlerde olduğu gibi manevi bir doyum, bir tatmin yaratıyor.

Bunun gerisinde ise bir tür çaresizlik var. Bu filmler üzerinden yitirilen bir geçmişe ve geleceğe, elden kayıp giden bir devrime, bir cumhuriyete, bilinçli ya da bilinçsizce ağıt yakılıyor. Atatürkçü olarak adlandırılan kitlelerin önüne siyasi bir program konulmadığı, bu kitleleri politize edecek bir aktör olmadığı, bu kitleler siyaset sahnesinde yer almadığı ölçüde, Atatürkçülük bir dünya görüşü, bir politik duruş olmaktan çıkıyor, bir hissiyata, burukluğun ve küskünlüğün damgasını vurduğu bir romantizme, “geçmiş güzel günlere özlem”e, yani nostaljiye dönüşüyor. 

Öte yandan, Atatürkçü kitlelerin azımsanmayacak bir kısmı açısından bu filmler –mış gibi yapmaya yardımcı oluyor. Bu filmler sayesinde, daha kolay rejim değişmemiş gibi yapılabiliyor, daha kolay Cumhuriyet çökertilmemiş, kurumları ele geçirilmemiş gibi davranılabiliyor. Hakikat katlanılamaz hale geldiğinde en kolayı inkâr etmek çünkü ve bu filmler bu inkârı besliyor, güçlendiriyor, yaygınlaştırıyor.

Dahası, bu filmler, bugünlere nasıl gelindiğinin üzerini örtüyor. Türkiye sermaye sınıfı, sanki sol düşmanlığıyla, sol korkusuyla İslamcılara iktidar kapılarını açmamış, sanki Cumhuriyet’e ihanet etmemiş, sanki 12 Mart’a, 12 Eylül’e, Kenan Evren’e, Turgut Özal’a övgüler düzmemiş gibi, bu filmler üzerinden hem kendini aklıyor hem gerçekleri gizliyor.

Oysa bugünlere durup dururken gelinmedi, İslamcılık, tarikatlar, yeşil sermaye durup dururken güçlenmedi. “Komünizme karşı dinini bilmesi gereken nesiller”den, Komünizmle Mücadele Dernekleri’nden, İlim Yayma Cemiyeti’nden, Türk-İslam sentezinden, Milliyetçi Cephe hükümetlerinden, Fethullahçı çeteden, Mumcu’ların, Turan Dursun’ların öldürülmesinden, Sivas katliamından bugünlere gelindi. Sol bitirildikçe, sol ezildikçe, sola tekme tokat girişildikçe, ülkede İslamcılık yükseldi, halkın inançları, dini duyguları daha kolay istismar edildi, daha kolay sömürüldü ve sermaye, Koç’u’yla, Sabancı’sıyla, TÜSİAD’ıyla bunun bir parçasıydı, Cumhuriyet’i birlikte yıktılar ve şimdi hiç utanmadan o filmleri çektiriyorlar, hiç utanmadan timsah gözyaşları döküyorlar.

Her siyasal mücadele, mevcut duruma dair tespitlerle başlar, o tespite göre bir yol haritası çıkarılır. Atatürkçülerin, Cumhuriyetçilerin, bir siyasal mücadele içerisine gireceklerse öncelikle bu saçma sapan filmlere gözyaşı dökmeyi bırakıp, bir durum tespiti yapmaları gerekiyor. Durum o reklam filmlerindeki gibi değil, durum “memleketin bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş” sözündeki gibi. Cumhuriyet yıkıldı, rejim değiştirildi ve inşa edilen rejimle Cumhuriyet’in ve kurucu felsefesinin uzaktan yakından alakası yok.

Bu gerçekler görülmeden, o reklam filmleriyle kendini kandırmaktan vazgeçmeden, Atatürk’ü ve Cumhuriyet’i nostaljik ve romantik değil, politik bir bilinçle kavramadan, yeni bir cumhuriyet kurmanın politik bir mücadele olduğunu bilmeden tek bir adım bile atılamaz. Hakikat budur ve hakikatten kaçarak varabileceğimiz bir yer yoktur.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Asabiye - GÜRAY ÖZ

İbn Haldun’un memleketimizin değerli alimleri tarafından oldukça geç keşfedildiğini de söyleyelim ama bu arada tıpkı Aristo’ya burun kıvıran, “devlet teorisini bizden yürüttü” demeye getiren İbn Haldun’a burun kıvıran alimlerimizi de unutmayalım.


Zaman’la Uzay’la ilgili “kesin” bilgi, maddenin, aynı anlama gelmek üzere enerjinin hareketi ile ilgilidir; biz de bunu işte artık kitaplardan ya da yeni “şeylerden” öğreniyoruz. Bu yeni “şeyler”, bilgiyi bizim için saklayıp istediğimizde bize sunarlar, ama lakin çok da tehlikelidirler; örneğin bizi yanıltmaya, peşimizden koşmaya, neredeysek bulmaya, bir mal gibi pazarda satışa çıkarmaya hazırdırlar, 

Neyse uzatmayalım, konuyu dağıtmayalım, çünkü zaman geçip gidiyor, “Aklın İsyanı” adlı pek heyecanlı, iddialı çalışmada okudum. (Yordam Kitap; sf. 166) Özetle şöyle deniyor: Uzayda hareket tersinirdir, her yönedir, sonsuzdur, bir önceki duruma dönebilir, zamanda ise tam tersi. Demek ki biz ölümlü insanlar da zamanda ölüme doğru yürüyebilir, koşabilir ama geçmişe dönemeyiz. Çünkü zamanda geri dönüş de geleceğe sıçrama da yoktur.

Geçmişle ilgili tek şansımız eski zamanlardan bize gelen yıldız ışıklarını o geçmişin ışığını görmek, gözlemlemektir; gelecek konusunda ise determinizmin kuşkulu olanaklarından yararlanarak, kurgularımıza, ütopyalarımıza doğru gidişi, işin içine mücadeleyi, macerayı da katarak tahminlerde bulunmaktır. 

Her neyse eski zamanlara dönebilsek daha iyi mi olacak sanki...

Zaman makinamız tarih
Tarih, tıpkı o şimdi ölü mü, hala var mı bilemediğimiz yıldızların ışığını dünyaya indirir. Aynı bilgiyle doğadaki, toplumlardaki değişimlere bakarak, farklı halleri keşfederek tarihi oluştururuz. O eski zamanların ayrıntılı bilgisine sahip olma şansımızı kimi zaman tepe tepe, hatta keyfimize göre kullanırız. İyidir tarih. Zamanda geçmişe gidebilmenin biricik yoludur. Salt bu nedenle bile heyecanla kimi zaman aradığımızı bulmak, oralarda bir yerde keşfetmek için yanıp tutuşarak, o zamanlarla oynayarak, filmlerdeki zaman makinesine binmiş hırslı alimler gibi dolaşır dururuz zaman içinde.

İşte şimdi o eski zamanlara kadar uzanayım da size esrarlı pek güzel hikayelerin birinden söz edeyim. Becerebilirsem zaman makinesine binmiş gibi oluruz. Hazırsanız, “Arap-İslam uygarlığı bir zamanlar tüm ilim aleminin önündeydi” iddiasını ya da “gerçeğini” tartışabileceğimiz zamanlara gidelim; örneğin ünlü Ömer Hayyam’dan söz edelim, onun daha o tarihlerde, yani dinin yeni, kırbacının keskin olduğu zamanlarda seküler bir yaşamı sürdürürken, fikirlerini Rubaiyat’ı ile bize anlatırken, çağının ilerisinde bir matematikçi olduğunu da kaydediverelim. 

Batılıların şimdiki Arap dünyasının mutlak geriliğini sık sık anlattıklarını, geçmişte yani bir zamanlar çağının bilgisinin nasıl önünde olduğunu özenle gözlerden gizlediklerini itiraf eden bir kalemden kısaca okuyalım; yararı vardır, şöyle diyor fizikçi Nicolaus Wikowski, Bilimlerin Duygusal Tarihi adlı çalışmasında: (YKY, sf.13) 

“Kuzey Afrika müslümanlarını Poitiers’de durdurduğumuz, Magriplileri Endülüs ve Cebelitarık dışına püskürttüğümüz anlatılırken okulda öğrencilere, (...) yüzyıllar boyunca Bağdat’tan Semerkand’a, İsfahan’dan Marakeş’e uzanan, bilgelik ve bilim üretmiş güçlü bir uygarlığın egemenlik sürdüğünü söylemekten özenle kaçınırız” İşte nihayet açık sözlü bir Batılı, ama ne yazık ki o uygarlığın tarihi terk ettiği bir dönemde dile geliyor. Olsun, biz şimdi Ömer Hayyam’dan başkalarını da anlatır, geçmişe seyahat marifeti ile bu yazıyı tamamlamayı da becermiş oluruz.

Devletlere ömür biçen filozof
İbn Haldun’un eserleriyle özellikle de ünlü Mukaddime’siyle hem Batı alemine katkısını somutlamış. hem de onun aktardıklarıyla tarih bilgimizi genişletmiş olacağız. Gittiğimiz zaman dilimi de 1334-1406 yılları arasıdır, düşünün zamanda ne kadar gerilere gidebildiğimizi artık. İddialı bir alim olan İbn Haldun’un Mukaddime’sinde (MEB yayını) -o çağda devlet kavramının bu günkü devletle aynı olmadığını varsayarak, daha çok tek lider anlayışına dayanan iktidar demenin daha uygun olacağı kanısındaysak da, (Mukaddime 3. Bölüm 10. Fasıl, sf.422) lafza sadık kalalım- devletlerin doğup büyümeleri, sonunda yok olup gitmeleri konusunda yazdıklarıyla artık sosyolojiye mi, siyaset bilimine mi katkı yaptı bilemeyeceğiz, ama asabiye teorisiyle şöhret bulduğu kesindir. Kimi zaman kökten yanlış, örneğin zamanının Marx’ı olarak adlandırılmak gibi hurafeyi bir yana bırakırsanız, 

-Mukaddime çevirmeni Zakir Kadiri Oğan, önsözde (XXI) onun mülke ve sermayeye saygılı bir sosyalist olduğu iddiasını yazıya geçiriyor- gerçekten de önemli bir alimdir İbn Haldun. 

Çok alçakgönüllü olduğunu söyleyemeyeceğim; Aristo diye kaydettiği Aristotales ile ilgili söyledikleri bu konuda bir fikir verecektir; şöyle diyor: “Aristo’ya nisbet edilen ve önemli bir parçası ellerde dolaşan “siyaset” adlı bir kitap vardır. Fakat bu kitapta da bizim eserimizde incelenen konuya dair yeter derecede bilgiler verilmemiş, delil ve burhanlar da lüzumu derecesinde anılmamış, başka sözlerle karıştırılmıştır.” (Cilt 1, sf.94) Ne güzel, daha sonra Aristotales’in devlet teorisi ile kendi yazdıklarını karşılaştırmakta, onun pek çok tahlili Mubezan nam Mecusi aliminden, o yıllarda Sasani Kisrası-şahı da olan Nuşirevan adlı Farisi din adamından öğrendiğine dikkat çekmekten kendini alamamaktadır. Asabiye teorisinin devletlerin ölümü ilgili bölümleri bu ölümlerin nedenleri konusunda yazdıkları çok can sıkıcı bulunduğu için Doğu’da da Batı’da da devlet adamlarının hoşuna gimemiş, bu tezlerin görmezden gelinmesini, küçümsemesini tercih edilmiştir.

İbn Haldun’a reddiye
İbn Haldun’un memleketimizin değerli alimleri tarafından oldukça geç keşfedildiğini de söyleyelim ama bu arada tıpkı Aristo’ya burun kıvıran, “devlet teorisini bizden yürüttü” demeye getiren İbn Haldun’a burun kıvıran alimlerimizi de unutmayalım. Rahatsız olduğunu duydum, kısa zamanda sağlığına kavuşmasını dilerim, Yalçın Küçük hocamız da doğrusu İbn Haldun konusunda pek hayırhah bir yaklaşım içinde değildir. İsyan adlı eserinde (İthaki yayınları sf. 72-96) İbn Haldun’la ilgili bölümün daha girişinde “yıldızı ne zaman ve neden parladı” diye sorarak, “Mukaddime’yi 1958 yılında İngilizceye çeviren ve duyulmasını sağlayan, o zamanlar bir İbrani üniversitesinde öğretim üyesiydi F. Rosenthal” diyerek, kuşku tohumlarını zihnimize ekmiş bulunuyor. “Haldun manyasının yaratılmasında, ki herhalde İsrail devletinin kuruluşundan hemen sonrasına denk düşmektedir, en önemli rol oynayanlardan o tarihlerde bir İbrani üniversitesinde öğretim üyesi olan Franz Rosenthal...” (sf.131) diye ısrarla, “bu topraklarda meşruiyet ihtiyacı ve Araplarla toprak kavgası vardı. Ibar ve Mukaddime bir Truva atıdır, İbn Haldun bir Truva atıdır” cesaretiyle, tekrardan da fayda umarak bizi aydınlatmaktadır. 

Peki biz şimdi ne yapalım ey okur; Aristo’nun devlet teorisini küçümseyen, “hepsini bizden aldılar” demeye getiren İbn Haldun’a Zakir Kadiri Uğan’ın iddiasına göre Rus yazar A. Krimsky’nin (Önsöz, XII) ya da Yalçın Küçük’ün aktardığına göre Osmanlı tarihçisi Hammer’in “Arap Montesquieu” dediğini (İsyan, sf.94) dikkate almayalım mı? 

İbn Haldun’u, başta Mukaddime olmak üzere eserlerini özellikle de egemenlerin hükümdarların doğmasını, gelişmesini, nihayet iktidarı terk etmelerini konu edinen asabiye teorisini görmezden mi gelelim. 

Haydi şimdi sen söyle ey okur ne yapalım?

Güray Öz / BİRGÜN

10 Kasım 2018 - ÖZDEMİR İNCE

Atatürk’ün öldüğü 10 Kasım 1938 tarihinde Avrupa ülkelerini kimlerin yönettiğini bir anımsayalım: Hitler (Almanya), Mussolini (İtalya), Salazar (Portekiz), General Franko (İspanya), Stalin (S.S.C.B), Amiral Horty (Macaristan). Komünist Stalin dışındakilerin tamamı faşist diktatördü. 

Dönemin Avrupasında, Fransa ve İngiltere dışında, Türkiye’den daha özgürlükçü anlayışla yönetilen bir başka ülke yoktur. Örneğin, Romanya’da 1920’lerde başlayan faşist Demir Muhafızlar hareketi 30’ların sonunda Antonescu diktatörlüğünü hazırlayacaktır. 

Günümüzde bütün ayrılıkçı ve bölücülerin koruyucusu olan İsveç’te 1930’larda halk ve yönetim Nazi yandaşıydı. Nitekim, İsveç bu Nazi sevgisi yüzünden, İkinci Dünya Savaşı’nda Alman ordularının Norveç’i istila etmesi için sınırlarını açmış ve istilaya yardımcı olmuştur.
***

10 Kasım 1938’den sonra kurtarıcı olarak ortaya çıkan Mao, Nâsır, Peron gibi diktatörler, Çin, Mısır ve Arjantin halklarına kan kusturdular. Bütün Asya, Güney ve Orta Amerika, Ortadoğu günümüze kadar diktatörler tarafından yönetildi.
 
2000’lerin dünya jandarması ABD’nin 30’lardaki yönetim tarzı başkanlık demokrasisidir, ama bu demokraside siyahların taa 1980’lere kadar neredeyse yaşama hakkı bulunmamaktadır.
***

19 Mayıs 1919 ile 10 Kasım 1938 tarihleri arasında önce Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, daha sonra Cumhuriyet’in yazgısının yönlendiricisi olan Atatürk bu diktatörlerin hiçbirine benzemez. Çünkü o padişah ve halife olmak olanağı varken, demokrasiye giden yolda yürümeyi seçmiştir. Hiç kimse, entelektüel ukalalığını sığınarak, ona “Aydınlanmış Diktatör” de diyemez. Çünkü o, 1924 Anayasası hazırlanırken Cumhurbaşkanı’na veto ve Meclis’i fesih yetkisi verilmesine (ulusal egemenliği örselediği için) karşı çıkan Mahmut Esat Bozkurt ile Şükrü Saracoğlu’nun gerekçelerini haklı bulan bir demokrattır. Sonuçta, Cumhurbaşkanı’na bu yetki verilmedi. Şimdi, Erdoğan’ın böyle bir yetkisi var.

***

Atatürk döneminde, bu iki muhalefet partisinin kapatılması günümüz “Yetmez ama evet”çileri tarafından eleştirilmektedir. Ancak Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılmasını eleştirenler, bunların laiklik karşıtı oldukları, irtica ile sıcak ilişkiler kurdukları için kapatıldıklarını dikkate almamaktadırlar. Aynı gerekçe ile günümüzde de partilerin kapatıldığı düşünülürse dönem iyi anlaşılabilir. Özellikle de bir ayak oyunu ile kapatılmayan AKP kurduğu tek adam rejimi…

***

Atatürk, demokrasinin temeli ve harcı olan eğitimi ve hukuku laikleştirerek laik devleti kurmuş, yirminci yüzyılın en büyük uygarlık devrimlerini yapmış bir devlet adamı. Ardından gelen İnönü siyasal partilerin kurulmasının önünü açarak parlamenter demokrasiyi başlatmış... 

Nâsır’ların, Saddam’ların, Kaddafi’lerin çıktığı Müslüman âleminin karşısında evrensel düzeyde, çağının çağdaşı bir önder. Toplumsal ve kültürel tasarım ve uygulamalarıyla yirminci yüzyılın en başarılı önderleri. Tarih mahkemesi önünde veremeyeceği bir tek hesap yok... Buna karşın, gerçek Cumhuriyetçi ve demokrat Ahmet Necdet Sezer dışında, Bayar, Menderes, Demirel, Özal ve ötekiler aynı mahkeme önünde zor hesap verirler...
***

Türkiye, R. T. Erdoğan sayesinde “Başyücelik” rejimine ulaştı. Bu büyük başarıda (!) Bayar, Menderes, Demirel, Özal ve Çiller gibi sağın temsilcileri var. İkisi Atatürk’ün çalışma arkadaşı idi; ötekiler Cumhuriyet’in okullarında okumuşlardı. 

Bugün, bazı Avrupa ülkelerini 1938’de ezen rejime benzer bir düzende yaşamaktayız. 

Şu feleğin işine bak!

Özdemir İnce / CUMHURİYET

Faşizmin ön odası - Mine G. Kırıkkanat

Tarih 23 Ekim 2018. Başkan Trump, iki gün önce ABD’nin soğuk savaş sonrası yapılan orta menzilli nükleer silahlardan arındırma anlaşmasından çekileceğini açıklamıştır. Ulusal Güvenlik danışmanı John Bolton, Moskova’ya uçup Kremlin Sarayı’ndaki toplantı masasına konar. 


Upuzun masanın ortasına, Vladimir Putin’le karşılıklı otururlar. Her ikisinin sağ ve sol yanlarına eşit sayıda aveneleri sıralanır.
 
Medyaya bildirilen gündem, Birinci Dünya Savaşı’nı sonlandıran 11 Kasım Ateşkes Anlaşması’nın 100. yıldönümünde, yani bugün bir araya gelecek olan Rusya ve ABD başkanlarının hangi konuları görüşeceği, falandır… Ama toplantıda, Trump’ın birini daha sonlandırdığı nükleer silahsızlanma anlaşmalarının gölgesi vardır. 

Görüşme başlamadan önce birkaç dakikalık çekim izni verilen kameralar çalışır. 
Vladimir Putin, karşısında oturan John Bolton’a, “Yanlış hatırlamıyorsam, ABD’nin armasındaki kartal bir pençesinde 13 ok, diğer pençesinde barışı simgeleyen 13 taneli bir zeytin dalı tutar…” der, alaycı bir gülüşle. “Sorum şu: Kartalınız zeytinlerin hepsini yedi de sadece oklar mı kaldı geriye?” 
Putin’in yanındaki Dışişleri Bakanı Sergei Lavrov başta, Rus heyeti kıkır kıkır gülmeye başlar. Amerikan heyeti buz kesmiştir, ama John Bolton da gülerek karşılık verir: “Yanımda zeytin getirmedim!” 
Putin, cevabı yapıştırır: “Tahmin etmiştim!” 
Ve bu kez Amerikalılar da kendilerini tutamaz, herkes kahkahayı basar.

***

Tarihsel dönüşümlerin istatistik gözlemi, dünyaya iz bırakan sıra dışı liderlerin çeyrek yüzyıllık zaman dilimlerinde birbirine denk geldiği gibi, sıradan liderlerin de yine çeyrek yüzyıllık süreçlerde çakıştıklarını gösterir. 

Bu kişilerin savundukları ideallerin doğru ya da yanlışlığını bir yana bırakır ve salt liderlik yeteneğini ölçü alacak olursak; örneğin iki dünya savaşı sırasında ortaya çıkan büyük önderlerin yirmi yıl içerisinde art arda doğduklarını görürüz: Churchill 1874, Stalin 1878, Atatürk 1881, Roosevelt 1882, Mussolini 1883, Hitler 1889, De Gaulle 1890, Franco 1892, Mao Zedong 1893… 

Gerek dünyanın, gerekse yönettikleri ülkelerin talihini, tarihini ve hatta siyasal coğrafyasını değiştiren bu önderlerin aynı zaman diliminde sahneye çıkması, kuşkusuz çarpıcı olduğunca açıklanamayan bir raslantı dizini. 
Benzer bir dizini, ters yönde de gözlemliyoruz.
 
20. yüzyılın son yarısı, aralarında kimi Kennedy gibi popüler, kimi Fidel Castro gibi ülkesinin kaderini değiştiren sıra dışı devrimciler olsa bile ezici çoğunluğu tarihe silinmez bir iz bırakmayan vasat liderlerle geçip gitti. 

21. yüzyılın ilk çeyreğinde ise insanlığın geleceğine ilişkin hiç de iyi işaretler taşımayan bir lider türünün ortaya çıktığını, yayıldığını gördük. Değişik ülkelerde istemleri çok da farklı olmayan halkların bir bir, kendileri kadar sıradan ve popülist yöneticilerin peşine takılmasını izliyoruz… 

Üstelik hiçbir ülkenin ufkunda sıradanlığa alternatif, olağanüstü bir lider şimdilik yok, görünmüyor. 
***

İnsan topluluklarının en ilkel güdüleri, önyargıları ve öfkelerinden beslenerek onların cehaletini pohpohlayıp, bilgiye dayalı seçkinliği halk düşmanlığı ilan eden popülizm; aslında faşizme girişin bir çeşit hazırlık ya da sınav odasıdır.

Tam da bu yüzden tüm popülist liderlerin hep daha çok otorite talep edip yasakçılığa eğilim göstermesi boşuna değildir. İstisnasız hepsinin gönlünde yatan aslan otokrat olup hükmü tartışılmaz hükümdarlık peşindedirler. 

Kuzey Kore, Çin ya da Suudi Arabistan gibi has diktatörlükler, tabii ki bu yazının konusu değil…
ABD’de Donald Trump, Rusya’da Vladimir Putin, Türkiye’de Recep Tayyip Erdoğan, İtalya’da Matteo Salvini, Macaristan’da Viktor Orban ve hatta Fransa’da Emmanuel Macron dünya sahnesine sıralanan popülist liderler. Arkalarından gelecek olanlar da var. 

Popülist yükseliş, elbette faşizmin yatağını olduğunca küresel bir çatışmanın da dekorunu hazırlıyor. Zaten soğuk savaş da yeniden başladı.

İşte bu kapsamda, Rusya başkanı Vladimir Putin’in bir başkalığı var. Her ne kadar rakiplerine karşı en gaddar ve elinden kaçan “vatan haini” oligarkları sığındıkları ülkelerde öldürtecek kadar kindar olmasına karşın Putin, “büyük” sıfatını hak eden bir lider. Çağdaşlarından çok daha donanımlı, bilgili ve kültürlü. Yukardaki örnekte gördüğünüz hiciv yeteneği de cabası.
Aslında popülist bile değil, düpedüz otokrat.

En önemli özelliği ise, ötekiler gibi toplumun ezilmişliğini okşayıp büyük şirketlerin çıkarını kollayan bir oportünist değil; halkının ve Rusya’nın yararına çalışan gerçek bir devlet adamı olması. 

Sözün özü popülist var, popülist var. Otokratlar arasında da düzey farkı var.
Ve Türkiye’de, yine karavana.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET