16 Kasım 2018 Cuma

Türkiye'nin reçetesi de Denktaş yöntemlerinde! - Arslan BULUT

Bazıları çevrelerine ümitsizlik aşılıyor. İnsan, kendi hayatından ümidini keserse yaşaması için bir sebep de kalmaz. Devletler veya milletler de böyledir.

Hedefleriniz olacak, karşınızda dışarıdan destekli olduğu için çok güçlü görünen yapılar olsa da siz yine millete dayanacaksınız. Veya Atatürk gibi Rauf Denktaş gibi düşüneceksiniz.

Atatürk, Nutuk'ta, yöntemini şöyle açıklamıştı:
"Ben milletin vicdanında ve geleceğinde hissettiğim büyük gelişme kabiliyetini, bir millî sır gibi vicdanımda taşıyarak, yavaş yavaş bütün bir topluma uygulatmak mecburiyetinde idim."

İşte milletin kültürel kodlarında mevcut bulunan o güce güvenmek gerekir. Büyük yıkım operasyonlarına rağmen hiçbir millet, Türk Milleti'nden daha iyi durumda değildir. Bütün mesele, kişisel çıkarları, milletin çıkarları karşısında bir kenara bırakmaktır. Millet, bunu yapabildiği oranda güçlüdür, aksi halde zayıflamaya başlar.
                                                             ***

KKTC'nin kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, Türkiye'deki AKP iktidarı desteği kestiğinde hatta "AB'ye girmemizi Kıbrıs engelliyor, verelim de girelim" kampanyası başlatıldığında, İstanbul'da gazetecilerle bir toplantı düzenlemiş ve "Biz Kıbrıs'ta 400 yıldır görevliyiz, nöbetteyiz. Kıbrıs Türkiye'nin bağrına saplanan bir hançer olmasın diye... Atatürk'ün 1935'de kurmay subaylara belirttiği gibi Türkiye'nin ikmal yolları kapanmasın diye..." demişti...
2003 yılında görüştüğümde ise daha büyük baskı altındaydı ve üstelik suçlanıyordu. Ama şöyle demişti:
-İlk defa suçlanmıyorum ben…  Bu suçlamalar maksatlıdır, beni sindirmek içindir, korkutmak içindir. Bilmedikleri bir şey vardır; hak ve hürriyet müdafaasında bir insan haklı olduğunu biliyorsa, halkı da kararlı ise ve kendisini destekliyorsa, bu gibi suçlamalarla ne sindirilebilir, ne susturulabilir. Bunu bilmiyorlar...
- Yıllar önce yaptığımız görüşmemizde ki o dönem üzerinizde 4'lü zirve, 9'lu zirve gibi baskılar yapılıyordu. Özal'ın baskıları vardı, onları kast ederek "Bunları nasıl aşacaksınız?" diye sorduğumda, "direneceğiz" demiştiniz. Bundan sonra ne yapacaksınız?
-Direndik işte! Baskılar karşısında direnişten başka çare yoktur. Yine direneceğiz...

                                                            ***

Bir yıl sonra görüştüğümüzde ise aramızda şu konuşma geçmişti:
-Sayın Denktaş, siz bir devlet kuran devlet adamısınız. Her anınız dakikanız, saniyeniz bile bu devleti yaşatmak için geçiyor. Atatürk de bir devlet kurucusuydu ve ona sağlığında Milli Türk Talebe Birliği Başkanı Dr. Zeki Butur, "İstikbaldeki Türk devlet adamlarına ve Türk gençliğine vereceğiniz bir siyasi hedef, siyasi bir vasiyet var mıdır?" diye sormuştu. Allah uzun ömürler versin ama tarihe bu konuda bir kayıt düşsün diye aynı soruyu size soruyorum. Siz, önümüzdeki dönemde Türk devlet adamlarına, hem Türkiye'deki hem KKTC'deki devlet adamlarına ve Türk gençliğine nasıl bir siyasi hedef, siyasi bir vasiyet bırakıyorsunuz?

Gözleri yaşaran Denktaş şöyle demişti:
-Efendim, bir insan topluluğunun erişebileceği en yüksek mertebe, egemenliği kavramasıdır, devletini kurmasıdır.  Kıbrıs Türkleri, anavatanlarının da yardımı ve desteğiyle, bu mertebeye ulaşmışlardır. Ve kader beni, bu mücadelede görev başında tutmuştur. Benim vasiyetim... Gençliğe... Egemenliğinize, devletinize sahip çıkmadığınız an, devletsiz kalırsınız. Rum toplumu içinde, onların idaresinde küçük bir topluluk olursunuz... Bunları bilerek yaşayınız... İç sıkıntılar sebebiyle devletinden vazgeçmiş bir topluluk dünyada görülmemiştir. Bugün, Filistin gençliğinin bizim mertebemize ulaşmak için, egemen bir devlet sahibi olabilmek için katlandığı mücadeleye bir bakınız... İsrail'in devletinden yoksun bırakılmamak için katlandığı mücadeleyi gözünüzün önünde tutunuz... Ve Allah'a şükrediniz ki,  Türkiye sayesinde, Anavatan sayesinde devlete kavuştunuz, egemenliğe kavuştunuz... Bunun bedeli yoktur.

                                                                ***

Türk gençliği de aynı ruhla devletini, çözülmekten kurtarmak için çalışmalıdır.


Arslan Bulut / YENİÇAĞ

15 Kasım 2018 Perşembe

Atatürk’le aldatmak-II - FATİH YAŞLI

14 Mayıs 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti’nin (DP) ilk icraatı bugünlerde yeniden tartışılan Türkçe ezan uygulamasının kaldırılması olmuştu. Bu şaşırtıcı değildi, çünkü Menderes inkılaplar arasında bir ayrım yapmış ve “millete mal olmayan” inkılaplardan vazgeçileceğini söylemişti; Türkçe ezan da böyle görülüyordu.

Menderes ve DP dönemi 1946’da bizzat CHP eliyle başlatılan inkılaplardan geri adım atma sürecinin bir karşı-devrime dönüştüğü yıllardı. Cumhuriyet’in ekonomik felsefesi, laiklik, aydınlanma, özerk dış politika bu dönemde çöpe atıldı. Komünizm tehdidi bahanesiyle Türkiye emperyalizmin bir uydusuna dönüştürülürken kapılar gericiliğe sonuna kadar açıldı.

Peki aynı iktidarın bir “Atatürk’ü Koruma Kanunu” çıkarmış olmasının nedeni neydi, ortada bir çelişki yok muydu? Elbette ki yoktu. Atatürk politik bir figür olmaktan çıkarıldıkça, devrimci yanları ortadan kaldırılıp şekli anmalara, ritüellere, heykellere hapsedildikçe, ihtiyaç duyulan şey onun “manevi kişiliğinin korunması” olmuştu. Hem bu sayede DP ve Menderes tepkilere de bir set çekmiş olacaklar, kendilerinin de Atatürkçü olduğunu söyleyebileceklerdi.

Benzer bir durumun günümüz Türkiye’sinde de yaşanması bir tesadüf mü peki? “Atatürk’ü Koruma Kanunu”nun tam da karşı-devrimi nihayetlendirerek rejimi değiştiren bir partinin iktidarında böylesine güncel olması çelişik bir durum değil mi sahiden de?

Hayır değil, çünkü DP’nin mirasçısı AKP de Atatürk’ü tarihsel bağlamından koparmaya ve kendi inşa ettiği rejime uygun bir figüre dönüştürmeye çalışıyor. Atatürk’ün Milli Mücadele’deki komutanlığı öne çıkarılırken, kurduğu Cumhuriyet ve onun değerleri itibarsızlaştırılıyor, değersizleştiriliyor. Hatta İnönü üzerinden ve “tek parti zihniyeti” adı altında doğrudan değilse de dolaylı olarak aslında Atatürk’e saldırılıyor.

Tüm bunlar yaşanırken bu kanun üzerinden yapılan tutuklamalarla ise hem Atatürkçü kitlelerin amiyane tabirle “gaz”ı alınmaya çalışılıyor, hem “Asıl Cumhuriyetçi biziz” deniliyor, hem de daha radikal unsurların neyi ne zaman söyleneceklerinin sınırı çiziliyor. İktidar partisinin en büyük başarılarından birisi de bu aslında: Rejim inşası süreci acele etmeden, zamana yayarak sürdürülüyor ve buna uygun hareket etmeyip “erken öten horozlar”ın başı kesiliyor.

Tam da bu nedenle bu rejimin hakikatini, 10 Kasım günü Atatürk’ü Koruma Kanunu’na muhalefet ettiği gerekçesiyle Edirne’de tutuklanan kadın oluşturmuyor; o ve onun gibiler rejim inşası için verilen ufak tefek kurbanlar sadece. Bu rejimin hakikatini personel sayısı dağ gibi artan, bütçesine para yetişmeyen ve devlet içinde devlete dönüşen Diyanet’in başındaki zatın Kadir Mısıroğlu adlı meczubu ziyareti oluşturuyor.
 
Asıl hakikat bu; çünkü aynı kişiyi sadece Diyanet İşleri Başkanı değil, bizzat rejimi inşa eden, bizzat rejimin en tepesinde yer alan zat da ziyaret etti. Asıl hakikat bu; çünkü bugün Türkiye’yi yöneten kadrolar, gençlik yıllarında Kadir Mısıroğlu’ların, Necip Fazıl’ların, Mehmet Şevket Eygi’lerin rahle-i tedrisatından geçtiler, onların talebeleri oldular, Osmanlı’yı, Cumhuriyet’i, Atatürk’ü onlardan öğrendiler. Tam da bu nedenle hocalarından hayatta kalanlara yönelik bir vefa ve inşa ettikleri rejime dair bir borç ödeme gösterisi bu.

Demek ki, “Atatürk’le aldatma” dediğimiz şeyi sadece verdikleri reklamlarla büyük şirketler yapmıyor, aynı şey daha az inandırıcı ve daha az başarılı olsa da iktidar için de geçerli. Başka birçok konuda ortaklaşan sermaye ve iktidar, burada da ortaklaşmış oluyor böylece.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Türkiye'deki Suriyelileri örgütleme operasyonu! - Batuhan ÇOLAK

Beşar Esad'ın devrilmesi için Suriye'de başlatılan operasyondan en büyük zararı gören ikinci ülke Türkiye oldu.

Tarihte eşi, benzeri olmayan bir nüfus hareketiyle karşılaştık.

Bu olayın küçük çaplı bir benzerini ABD'nin, Irak'a yaptığı I. Körfez müdahalesi sırasında yaşamıştık. Saddam, Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgeleri kimyasal silahlarla vurmuş, yüz binlerce insan sınırlarımıza dayanmıştı. Güvenli bölge kurulma fikri ortaya atılmadan bu büyük nüfus Türkiye'ye alınmıştı. İnsanî niyetle yapılan bu hamle sonrasında Türkiye'deki PKK terörü en yoğun saldırı dönemini başlatmıştı.

Şimdi yaşadığımız tablo ise bambaşka... On binlerle ifade edilerek başlayan Suriyeli göçü milyonlara ulaştı. Şu anda gayriresmi olarak 5 milyona yaklaşan bir nüfustan bahsediyoruz.

Dünya üzerinde böylesi büyük bir nüfus hareketinin başka bir örneği bulunmuyor. "Esad devrilecek, Suriye'ye demokrasi gelecek" denilirken, Türkiye'ye büyük bir demografik operasyon gerçekleştirildi. Bu sürece zemin hazırlayanlar, bu organizasyonu kuranlar elbette gelecekte Türkiye'yi yönlendirecek projeler için çoktan düğmeye basmıştı.

Bu kapsamda Batılı ülkeler, tıpkı "demokrasi getirmeyi vaat ettikleri" ülkelere yaptıkları gibi Türkiye'yi karıştırmaya, Suriyeliler üzerinden "kimlik inşa etmeye" başlamış durumdalar.

Türkiye uyurken neler oluyor?
İstanbul Arel Üniversitesi'nde 31 Ekim 2018 tarihinde "Suriyeli Kadınları Güçlendirme" adıyla kapsamlı bir proje başlatıldı. 1 Kasım 2018-1 Mayıs 2019 tarihleri arasında süreceği açıklanan projenin amacı, "Türkiye'de yaşayan Suriyeli göçmen kadınların kadın hakları, mülteci kadın hakları, toplumsal cinsiyet ve toplumsal cinsiyete dayalı şiddet, kadın sağlığı başlıklarında düzenlenecek çalıştaylarla toplumsal farkındalığın artırılarak bilinçlenmenin sağlanması" şeklinde ifade ediliyor.

Ülkelerine birkaç mülteciyi alınca "istifası istenen" Norveç hükümeti projenin en büyük destekçisi! Norveç'in yanı sıra bu projeyi destekleyen çok enteresan kuruluşlar var; Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu, HayatSür Derneği, Kadınlarla Dayanışma Vakfı (KADAV), Uluslararası Mavi Hilal Derneği, Arel Üniversitesi Radyo'su, Şişli ve Sultanbeyli Belediyesi...

Projeyi destekleyenlerin oldukça enteresan bağlantıları var. Bunlardan biri Hayat-Sür Derneği... Derneğin resmî sayfasındaki "hakkımızda" bölümünde şu ifadelerle karşılaşıyoruz:
"HayatSür Derneği; Türkiye'deki yaşayan mültecilere eğitim, psikososyal destek, entegrasyon ve yetenek geliştirme/meslek edindirme alanlarında destek vermeyi amaçlayan bir sivil toplum kuruluşudur... Bu amaçla, 2014 yılından bu yana Hatay, Gaziantep ve İstanbul'da özellikle Suriyeli çocuklara, öğretmenlere ve kadınlara yönelik projeler gerçekleştirildi. Suriyeli öğrencilere yönelik ücretsiz Türkçe dil kursları açtık. Devlet okullarına kayıt ettirdik. Çeşitli okul ve eğitim merkezlerine eğitim malzemeleri ihtiyaçlarında destek verdik. Suriyeli girişimci kadınlara ekonomik bağımsızlıklarını kazanabilecekleri projelerinde maddi ve manevi destek sağladık."

Buraya kadar her şeyi normal kabul edelim. Peki bu dernek, bu eylemleri yapabilecek parayı nereden buluyor?


Bağlantıları araştırdığımızda çok enteresan sonuçlara ulaşıyoruz.
HayatSür Derneği'nin parası Açık Toplum Vakfı tarafından karşılanıyor. Bir diğer ifadeyle George Soros tarafından!

Projenin bir başka destekleyicisi ise Kadınlarla Dayanışma Vakfı (KADAV)... Vakıf sitesine girdiğimizde Kürtçe "Biji Yekitiya Jinan" (Yaşasın Kadın Dayanışması) yazısıyla karşılaşıyoruz. Aynı sitede vakfın faaliyet alanı".. Son birkaç yıldan bu yana ise, bu başlıklara ek olarak çoklu ayrımcılığa maruz kalan göçmen kadınlar ve mahpus kadın ve LGBTİ bireylerle dayanışma örgütlemeye çalışıyoruz." şeklinde tanımlanıyor. "Ayrımcılığa maruz kalan göçmen kadınlar" denilerek, ayrımcılığa uğrayan kadınlar arasında bile "göçmen-göçmen değil" ayrımı yapılıyor!

Projedeki bir başka oluşum ise Mavi Hilal Derneği... Derneğin bağlantılarını incelediğimizde "Community Housing Fund, Catholic Relif Service" gibi uluslararası fon kuruluşları dikkat çekiyor.

Özetlemek gerekirse, Türkiye'deki mültecilerle ilgili Soros ve türevi oluşumlar çoktan devreye girmiş durumdalar. "Türkiye'ye entegrasyon" adı altında ciddi bir siyasi bilinçlendirme yapılıyor. Bu projelerin hiçbirinde mültecilerin geri dönüşü üzerine program yapılmaması sizce normal bir durum mu?

Türkiye'ye uluslararası fon kuruluşları ve Batılı ülkelerin eliyle demografik operasyon yapılırken, uyutulmaya devam ediyoruz!


Batuhan Çolak / YENİÇAĞ

14 Kasım 2018 Çarşamba

Süreğenleşen ekonomik durgunluk - Öztin Akgüç

İktisat gözlemlerle, istatistiksel yöntemlerle doğrulanmış neden - sonuç ilişkisi kurulan, geçerli tutarlı kuralları, yasaları olan bir bilim dalıdır. İktisatta belli nedenler- göstergeler, belli sonuçları doğurur. Nedenler, göstergeler doğru algılanırsa, sağlıklı öngörülerde bulunularak önlemler zamanında alınabilir, gerekli politikalar izlenebilir. 

Bilecenlerin ekonomik başarı anlattıkları, övündükleri, övgüler yağdırdıkları dönemde, elverişli gözüken koşulların geçici olduğu, açıklamaların sağlıklı, geçerli dayanağının olmadığı, makro ve mikro düzeyde risklerin oluştuğu, ekonominin krize sürüklendiği, durgunluğun uzun süreli olacağı öngörülmüş, ifade edilmiş; ancak herkesin ekonomi hakkında “derin bilgisi” olduğundan kamuoyunda yankı bulmamıştı. 

Göstergelerin yönü politika yapıcıları tarafından doğru algılanamamış TÜİK ve TCMB etkisi taşıyan büyüme ve enflasyon rakamları gerçekmiş gibi sunulmuşoluşan riskler görmezden gelinmiş, ancak ekonomide neden - sonuç ilişkisi geçerli olduğundan kaçınılmaz yazgı gerçekleşmiş, ekonomi uzun süreli durgunluğa girmiştir. 

Geçen 2001-2’ye, 2009 krizlerine bakılarak bu sürecin kısa süreli olacağı beklentisi, koşulların değişmesi, artan makroekonomik riskler, ekonomide temizlenmesi gereken tortuların birikimi nedeniyle akılcı değildir. 

Dünya 2000’li yılların başlarından kriz belirtilerinin netleşmeye başladığı 2007 yılı ortalarına değin refah dönemi yaşamıştır. Fiyat ve finansal istikrar içinde üretim sürekli artmış, ekonomik büyüme hızlanmış, ticaret gelişmiş, işsizlik azalmıştır. Dünya ekonomisinde gelişmeler tüm ülkelere olumlu şekilde yansımış, ülkemiz de yararlanmıştır. 

Yalnız dış etkenler değil ekonomimizin iç koşulları da 2001-2 krizini aşmaya elverişliydi. İç ve dış borç stokumuz; iç borç stokumuz 150 milyar TL, dış borç stokumuz 130 milyon USD olarak günümüz düzeyine göre çok düşüktü; tüketici kredileri 6.5 milyar TL dolayında olup, hanehalkının “Borç / Gelir oranı” sorun yaratacak düzeyde değildi; finans sektörü dışı reel sektörün mali yapısı günümüze göre daha güçlü, fınansal riskleri daha azdı; kamunun özelleştirme alalamasıyla satılacak varlık birikimi vardı; IMF ile yapılan kredi anlaşması dış yatırımcılara yeşil ışık yaktığından, ülkeye yabancı sermaye girişi başlamıştı. Ancak günümüzde, 2002-7 döneminin elverişli iç ve dış ekonomik koşulları mevcut değildir. 

2009 krizinin kısa süreli olmasında dış koşullar etkili olmuştur. Gelişmiş ekonomiler durgunluktan çıkmak, deflasyona sürüklenmemek, belirli bir düzeyde enflasyon yaratabilmek için düşük hatta negatif faiz uygulamasıyla izledikleri genişletici para politikası, dünyada likidite bolluğu yaratmış, gelişmekte olan ülkelere, ülkemize de kısa süreli, spekülatif amaçlı da olsa sermaye akışına yol açmıştı. Sermaye girişi, ülkenin dış borçlarının artmasına, kuruluşların aşırı borçlanmasına, iç üretimin yerini ithal mallarının almasına, imalat sanayiinin montaj sinayiine dönüşmesine yol açarken, kurların ve faizin düşük kalmasına, genişleyen cari işlemler açığının fonlanmasına da olanak vermişti. 2009 krizinin kısa sürede geçiştirildiği izlenimini veren dış koşullar günümüzde geçerli değildir.
 
Artan dış borçlarımız kredi değerliliğimizi düşürürken, uluslararası finansal piyasalarda borç verme hoşnutsuzluğu da yaratmış, buna politik faktör de eklendiğinde ülkemizin elverişli koşulla dış kaynak bulması zorlaşmış, dış kaynak maliyeti artmıştır.

İç ve dış borcu artan, banka ve banka dışı kesimin mali yapısı bozulan, hane halkının borç yükü artan, kamu mal varlığı azalan, fiyat balonları oluşan, bütçe açıkları büyüyen, sürekli cari işlemler açığı veren, kredi değerliliği azalan, dünyanın en kırılgan ekonomileri arasında yer alan ekonomimizin durgunluktan çıkışı sancılı olacağı gibi, sürecin uzun süreli olması da beklenmelidir.

Öztin Akgüç / CUMHURİYET

Kredi hacminde daralma nelerin habercisi? - Erinç Yeldan

“Türkiye ekonomisi yurtdışından sermaye girişleri devam ettiği sürece büyüyen, sermaye girişleri durduğunda ise gerileyen bir ekonomi görünümündedir.” 
Yukarıdaki satırlar 2014 tarihli IMF IV: Çerçeve Raporu’nda yer almaktaydı. Aslında tüm 2000’li yıllar boyunca yakından bildiğimiz bu gerçek nihayet dönemin IMF raporlarında da artık itiraf edilmekteydi. 

Döneme damgasını vuran bir başka “tespit” ise “cari işlemler açığı finanseedildiği sürece sorun değildir” söylemi idi. 

Türkiye ekonomisinde giderek kronikleşen bir dengesizlik haline dönüşmekte olan dış açık (cari işlemler, yani yurtiçi tasarruf - yatırım açığı) sorunu, böylesine bir yorum ile geçiştirilmekte; ve coşku sellerine kapılmış finans piyasalarının (“oyuncuların”) tedirgin edilmemesine özen gösterilmekteydi. “Cari işlemler açığı finanse edilemez ise ne olur?” meselesi ise tahayyül bile edilemiyor; “şimdi artık her şey değişik” dogmalarıyla örtbas ediliyordu. Türkiye ekonomisi bu mantıksız ve akıldışı savlar ile 2009 krizini karşıladı. Kriz sonrasında sıcak para akımlarının coşkusuyla son bir kez daha saman alevi biçiminde büyüme gösterdi; birbiri ardına gelen yanlışlar, siyaset ve ekonomi kurumlarında yaşanmakta olan tahribat ile birlikte de şiddetli bir döviz krizine ve buradan da durgunluk / kriz sarmalına sürüklendi. 

Sahi, “Cari işlemler açığı finanse edilemez ise ne olur?” Bu anlamsız sorunun yanıtı ne yazık ki son derece ciddi sonuçlara gebedir. Soru anlamsızdır, çünkü “finanse edilemeyen” cari işlemler açığı diye bir dış açık türü yoktur. Cari açık eğer finanse edilemiyorsa, ortada açık kalmaz; cari işlemler dengesizliği sorunu zorunlu olarak çözülür, açık sıfırlanır; hatta denge artıya geçebilir.

***

Ama gene de soruyu ısrarla sürdürelim: Cari açık finanse edilemezse ne olur? 
Cari işlemler açığının bir yüzü ithalat hacmindeki aşırı talep ise, diğer yüzü de ulusal ekonomide tasarruf ve yatırımlar arasındaki farktır. Yani kabaca “harcama” talebindeki aşırı şişkinliktir. Harcama talebini yurtiçinde fonlayan ana kalem ise kuşkusuz, kredi hacmidir. Toplam kredi kullanımı ile cari işlemler dengesi birbirini bütünleyen olgulardır. Dolayısıyla, cari işlemler açığının finanse edilemediği bir durumda zorunlu olarak daralma göstermesi, kredi hacminde de daralma ile sonuçlanacaktır. Kredi talebindeki gerilemeyi ise reel ekonomide daralmanın ilk elden habercisi olarak yorumlamak gerekir. 

Verilere bakarsak, toplam kredi hacminin eylül başından beri gerileme içerisinde olduğunu net olarak görebilmekteyiz. Aşağıda Merkez Bankası’ndan derlediğimiz veriler, ağustos sonunda 2.587 milyar TL ile 2018’in zirvesine ulaşan haftalık kredi hacminin bu tarihten başlayarak hızla gerilediğini, 2 Kasım itibarıyla da 2.350 milyar TL düzeyine düştüğünü göstermektedir. Bu gözlem, reel olarak hesaplandığında ulusal toplam kredi hacminin neredeyse yüzde 30 oranında daralmış olduğu anlamına gelmektedir.
[Haber görseli]
                                   Kaynak: TC Merkez Bankası, veri dağıtım sistemi 

Söz konusu verileri tamamlamak açısından, Gayri Safi Yurt İçi Hasıla’ya (GSYİH) oran olarak finans dışı özel sektörün kullandığı toplam kredileri izler isek, burada da aslında durgunluğun 2017’nin başından beri hüküm sürdüğünü gözlemekteydik. Finans dışı özel sektöre açılan kredilerin milli gelire oranı 2017’nin birinci çeyreğinden 2018 başına değin yüzde 85 düzeyinde çakılı kalmıştır. 2018’in yakın dönemine ilişkin veriler derlendikçe özel sektör reel (finans-dışı) kesiminin kredi kullanımındaki çöküş kendini belli edecektir. 

Dolayısıyla, finanse edilemeyen cari işlemler açığının izdüşümü ulusal kredi talebinin daralması; bunun anlamı da reel krizin etkilerinin derinleşerek devam etmesidir. “En kötüsü geride kaldı” savı, bu gözlemler altında, sadece bir iyi niyet temennisinden ibarettir.

 Erinç Yeldan / CUMHURİYET

Et, Nusret, Sosyalizm, Türkiye filan (27/02/2017)…- KEMAL OKUYAN

Birkaç yıl önce Küba’da bizim görgüsüz mekanlarımızla kıyaslandığında oldukça mütevazı kalan ünlü bir tavuk restoranında gözümüz duvarlara asılmış müşteri yazılamalarına takılmıştı. Arada Türkçe bir şeyler de karalanmıştı, okuyunca öfkelendiren cinsten… Büyük bir şirketin bayi toplantısı için Havana’ya getirdiği zevzeklerden dökülen inciler aşağı yukarı şöyleydi: Küba’yı çok sevdik, doğası pek güzel, kızları da… Ancak yoksulluğu bizi çok üzdü, umarız bir gün bu durumdan kurtulursunuz. Kübalılar bu türden alçaklıkları bilmezler, yakınlık kuran insanları “dost” sanırlar, muhtemelen yüzlerine de gülmüştür bizimkiler garsonların…

Bir kağıt kalem istemiş ve çalışanlardan özellikle o yazılanların yanına asılmasını rica ederek hadlerini bildirmiştik arkadaşların…

Sonra o şirket battı, fabrikalar el değiştirdi, bir sürü insan işsiz kaldı. Kaldı da konumuz bu değil… Konumuz, Türkiye’den kalkıp Küba’ya gidip afra tafra yapanlar… 

Şu “ölü et skandalı”na ilişkin bakanlığın açıklamasını okurken birkaç ay öncesinden kalma bir habere rastladım. İngiliz basını tutmuş 2009 yılındaki istatistikleri yayınlamış, bizimkiler de oradan almış. Kontrol ettim, 2002 ve 2016 yılındaki veriler de aşağı yukarı aynı. Ortaya çıkıyor ki, Türkiye’de Küba’dan çok daha az et tüketiliyor. Yılda ortalama 49,4 pounda karşılık 25,3 pound. Kebabıyla, mangalıyla, köftesiyle ünlü Türkiye’yle acımasız bir ablukayla kuşatılmış ve hakkında 50 yıldır “halkı aç, sefil durumda” uydurmacasını dinlediğimiz ülkeyi kıyaslıyoruz!

Havana’daki tavuk restoranında ahkam kesenler muhtemelen bu ortalamanın üstünde tıkınıyordur. Sorun şu ki, Türkiye’de nüfusun büyük bölümü et yemiyor, yiyemiyor. Bunu bilerek, isteyerek tercih eden vejetaryenleri, veganları bir kenara koyuyorum; zaten tartıştığımız et tüketip tüketmemek değil, beslenememek.
Bir başka kuşatma altındaki ülke olan, hatta hakkında haftada bir “açlıktan birbirlerini yiyorlar” diye haberler üretilen Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (Kuzey Kore) ile Türkiye arasındaki fark o kadar az ki! 

Gıcır gıcır AVM’lerimiz, köprülerimiz, otoyollarımız, en az üç en iyisi beş diyen bir reisimiz var lakin beslenemiyoruz!

Ama olsun, şatafatlı ülkeyiz. Kişi başına et tüketiminde dökülsek de bizim Nusretimiz var, İngiltere’ye bile restoran açıyormuş. İngiltere’ye restoran açıyor, Dominik'te kadınları taciz ediyor. Evet Türkiye gelişmiş, Küba yoksul!

Kapitalizmin en büyük mahareti bu… Cehennemi yaldızlamak, üstüne yokluklar, yoksunluklar ve yasakları “cennette her şey var” diye geçiştirmek…

Küba’da ablukaya rağmen neredeyse Türkiye’nin iki katı et tüketilebiliyorsa ve üstelik bu aşağı yukarı topluma eşit dağılıyorsa, fazla söze gerek yok. 

Söze gerek yok ama kapitalizm sürekli konuşuyor. Medyasıyla, siyasetçisiyle, imamıyla… Sovyetler Birliği’nin son yılları yaşanırken Moskova’ya giden uçakta bir rehber yolculara “indiğimiz andan itibaren mahrumiyet bölgesinde olacaksınız, aç kalabilirsiniz, sorumluluk size ait” diye bilgi veriyordu. Oysa sosyalizmin ölüsü bile insanlarını asla aç bırakmıyordu, 1991’de kapitalizm Rusya’da egemenliğini ilan ettikten sonraysa, her gece sokakta ortalama 20 kişi can vermeye başladı.
Sosyalizmde eğitim ve sağlık hizmetleri herkese eşit ve ücretsizdir dediğimizde “ama insanlar aç” diye itiraz etmek adettendir. Buyrun rakamlar ortada! Küba’nın yemek kültürü çok farklıdır, alışmakta güçlük çekersiniz ama sosyalizm insanlarına onurlu bir yaşam, bilimsel eğitim, yaygın spor-kültür olanağı ve sağlığın yanı sıra yeterli besini de sağlamakta. Üstelik onca tehdide, kuşatmaya, sabotaja rağmen. Ha, çay bulunmaz, benim gibi onsuz yapamazsanız yanınızda götürün, insanlara çay dediğinizde “papatya çayı” içmek zorunda kalmak istemiyorsanız. Çay dışında sıkıntı yok!

Bizde eğitim çöktü, sağlık paraya teslim, et yerine benzinle besleniyoruz, ot bitmiyor, her yerimizden çimento fışkırıyor ve pek gelişmiş ülke oluyoruz, sonra aydınımız dahil sosyalizme bok atmakta yarışıyoruz.

20. yüzyılın ilk çeyreğinde muhteşem bir devrim dalgası sarmıştı dünyayı. En fazla da bizim coğrafyamız etkilenmişti bundan. Sovyetler Birliği ve Türkiye Cumhuriyeti, farklı ideolojilerle, farklı sınıfların elinde ama ikisi de devrimci bir iddia ile tam da bu dönem kurulmuştu.

Sovyetler Birliği, sosyalizme kuruluşa önderlik eden partinin içten içe çürümesi sonucunda çöktü. Türkiye Cumhuriyeti Türkiye’nin patron sınıfının ihtiyaçları doğrultusunda gerici-yobaz bir ekip tarafından yıkıldı; yerine koymak istediklerini de ülkenin bünyesi kabul etmediği için yaman bir krizle karşı karşıyayız.

Sovyet sosyalizmi yalnızca Rusya’ya değil, daha geri bölgelere söz gelimi Azerbaycan’a, Türkmenistan’a insanca yaşamı, bilimi, sanatı, aydınlığı, eşitliği getirmişti. Sosyalizm yıkılınca bu ülkeler kabile sistemine geri döndüler. 

İzlemişsinizdir mutlaka, tekrar izleyin. Gülmek için değil ama öfkelenmek için. Ve bir daha sosyalizme kara çalarken iyi düşünün!



İşte yıllardır kapitalizme talim eden Türkiye!

Kemal Okuyan / SOL

Biz neden Paris'teydik? - AHMET GÜRSOY

Herkese millîlik dersi vermeye kalkanlar Cumhurbaşkanını uyarmadılar mı?
Diyen olmadı mı? "Sayın Cumhurbaşkanım, Birinci Dünya Savaşı bizzat üzerimize oynandı. Tek ve yegâne amacı vardı o da; bizim, Osmanlı Osmanlı diye diye yanıp tutuştuğumuz Osmanlı'nın coğrafyasını yer ile yeksan etmekti" diyemedi mi?

Hatta Sevr'i elimize tutuşturup, "Türkleri geldikleri yere göndermek" niyetinde olduklarını ve bunda da başı İngiltere ile Fransa'nın çektiğini anlatmadı mı Sayın Cumhurbaşkanına?

Derken 30 Ekim 1918'de koskoca İmparatorluğu bir İngiliz gemisinde yine bir İngiliz generaline anahtar teslimi yaptığımız ve bunun üzerine gerileye gerileye Polatlı'ya kadar çekildiğimizi kimse söylemedi mi?

Elbette..

Söylemezsen çağdaş Türkiye'nin hayat bulmak için çırpındığı Türkiye'den bir kadın politikacı çıkar ve size der ki: "Türk Milleti için 1. Dünya Savaşı 11 Kasım 1918'de değil 9 Eylül 1922'de, İzmir'de bitmiştir."

Pek hoşlanmazsınız ama devamında şunu da söyler: "Türkler, savaşın sonuçlarını tanımayan tek millettir."

Sayın Meral Akşener'in tespitleri yerindedir. Birinci Dünya Savaşı'nın son galibi biz Türkleriz. Ve son noktayı da İzmir'de koymuşuzdur.
Zamanın emperyalist galip devletleri, hepimizi vatansız bırakacaklarını sandılar ama başaramadılar.
Sevr haritasına mahkûm edeceklerini sandılar ve bunu da yırtıp attık.
Ne ile yaptık derseniz?
Çok açık ve çok net olarak belirtelim.
Milliyetçi ruhla..
Buna Kuvayı Millîye deniyor..
Koşulsuz vatanseverlik duygusuyla.
Mustafa Kemal'le yaptık.

Şimdilerde geçmişten aktarılan nefret duygularıyla kimileri antisemitizm (Yahudi karşıtlığı ve düşmanlığı) benzeri antitürkizm (Türk düşmanlığı) yapsa da; Türkler, masum ve fedakâr bir millet olarak tarihin gerçeğidir.
Öyle ki bu hâl, yaşayan ve var olan hakikattir.
Dolayısı ile reddi imkânsızdır.

Buna rağmen biz Paris'te, I. Dünya Savaşı'nın sona ermesi ile ilgili yıl dönümü törenlerindeydik?
Tesadüfe bakınız ki, yanlarında poz verdiğimiz o devletler, antitürkist planlarından halen daha vaz geçmiş değil. İçinde bulunduğumuz süreçte Suriye'nin içini oyarken aslında büyük amacın yine Türkiye'nin toprak bütünlüğü olduğunu bilmeyen kaldı mı?

Kürtçülük bunun eseri.
Tıpkı Birinci Dünya Savaşı öncesinden başlatılan Babanzade İsyanları gibi.
Onları anladık. İşlerini yapıyorlar. Ya biz?
Vahdettin politikalarında mı ısrar edeceğiz, yoksa Mustafa Kemal'e yüzümüzü dönerek tam bağımsız millî politikalara mı başvuracağız?

Herkesin cevaplaması gereken büyük soru bu..

Görüyorsunuz ki, tarihsel gerçek kimsenin peşini bırakmıyor. Dedelerimizin yediği erik biz torunlarının dişini çalmağa devam ediyor.  Sızıldanmak yok. Mücadele var. Dolayısı ile soracağız ve sorgulayacağız: "I. Dünya Savaşı'nın sonucunu kabul etmeyen ve İstiklal Harbi'ni başlatan Türk milletinin temsilcisi olarak" biz neden Paris'teydik?

Mondros'u kutlar gibi..

Evet buyurun.. Cevap verin. Neden?


Ahmet Gürsoy / YENİÇAĞ

13 Kasım 2018 Salı

Anti-İsmetizmin esbab-ı mucibesi - ORHAN GÖKDEMİR

Tuhaf bir dönemden geçiyoruz. Sovyetler Birliği ansızın çöktü ve Türkiye Cumhuriyeti son 38 yılda parça parça yıkılıp dağıldı. Sovyetlerden geriye kalan Rusya toprakları mafyoz bir çetenin eline düştü. Türkiye Cumhuriyetini parçalayıp yıkanlar ölüyü kaldırsın diye imamları çağırdı, teslim etti. İmamlar geldi, cesedi kaldırmak yerine tecavüz etmeyi seçti. 20. Yüzyılın iki ileri atılımının hazin sonudur. Dedim ya tuhaf bir dönemden geçiyoruz. 

Fakat yitirilmiş bu iki ütopyadan bakiye iki şey hala çok canlı. Biri Sovyetler Birliği’nden kalan Anti Stalinizm, diğeri Türkiye Cumhuriyeti’nden kalan–adını biz koyalım- “Anti İsmetizm”dir.

Neden böyle? 

Çünkü Sovyetlere saldıramayanlar Stalin’e, Cumhuriyete saldıramayanlar da İsmet İnönü’ye saldırıyor. Demek ki Stalin’de ve İnönü’de saldırmak istedikleri şeyin birer temsilini görüyor. İkisinin de hem temsil kabiliyetleri vardır ve hem de –öyle değerlendirildikleri vakidir- temsil ettikleri şeylerin zayıf karnı olarak görülmektedirler. Bu durumda bizim de Stalin ve İnönü’de, Komünizmi ve Cumhuriyeti teşhis etmemiz doğrudur. Onlar saldırıyorsa biz savunuyoruz. Savunurken tam da bu temsil kabiliyetinden yola çıkıyoruz. Stalin’i savunmak Komünizmi savunmak, İnönü’yü savunmak Cumhuriyeti savunmaktır. Çatışma çok serttir; savaştayız.

                                        ***

Kimdir İnönü? Mustafa Kemal’in en yakın silah arkadaşı, savaş kahramanı, Cumhuriyetle özdeş ikinci isim, usta diplomat, CHP Genel Başkanı, Cumhuriyetin ilk başbakanı ve ikinci Cumhurbaşkanı. Elbette "Milli Şef", bununla birlikte çok partili demokrasi denemesinin mimarı. Namı diğer "İsmet Paşa", Cumhuriyeti iyi kötü ayakta tutmayı başaran adam. Cumhurbaşkanı olduktan kısa bir süre sonra İkinci Dünya Savaşı patlak verdi. Sovyetler Birliği, Almanya, Fransa ve İngiltere gibi büyük güçlerin arasında usta manevralarla ülkesini savaşın dışında tutmayı başardı. Bu açıdan ne Hitler’e benzer, ne de Amerikancı olduğu söylenebilir. Hiç kuşkumuz yok, İnönü bir yurtseverdir. 

Onu Hitler’e benzetip Amerikancı olarak suçlayanların ilk icraatı ise Amerikan savaş aygıtının Türkiye’de konuşlandırılıp komşu ülkelerin halklarına ölüm yağdırmasına “evet” demek olmuştur. Bu büyük ihanet, Meclis’te bir kaza sonucu önlenebildi. Bunu beceremeyenler daha sonra Amerika’da kapı kapı dolaşıp “bizi süpürmeyin, kullanın, hazırız” diyerek yalvararak ayakta kalabildi. Anti-İsmetizmin şampiyonları bunlardır. 

                                       ***

Anti-İsmetizm’i anlamak için Anti-Stalinizm’e bakmamız gerek. İkisinin de kökleri İkinci Savaştadır.
Savaş bitti ve Komünizm savaştan zaferle çıktı. Paniğe kapılanlar savaşın hemen ardından “soğuk savaş” denilen karşı devrimi örgütlemeye girişti. Savaştan kaçıp Amerika’ya sığınan Herbert Marcuse, daha savaşın dumanı tüterken “Artık kapitalist sistemin savunulması karşı devrimin ülke içinde ve dışında örgütlenmesini zorunlu kılar” diye yazmıştı, kapitalizm bütün devrimler içinde en radikal olanın tehdidine karşı örgütleniyordu. ABD’ye biat eden Nazi istihbaratçısı General Reinhard Gehlen karşı devrimin en acımasız örgütü olacak CIA’nın temellerini atmaya başlamıştı. Amerikan imparatorluğu için bütün enerjisini yönelttiği tek bir hedef vardı artık; komünist yayılmanın durdurulması ve mümkünse yok edilmesi.

Bunun için gereken ideolojik donanım büyük paralar yatırılan projelerle yaratılmaya çalışılacaktı. Psikologları bir araya getirerek psikolojik harbi formüle etmeye çalışan CAMELOT, psikolojik savaş taktiklerini geliştirmek amacıyla seçkin sosyal bilimcileri bir araya toplayan TRUVA, Amerikan yaşam tarzını yaymayı amaçlayan Barış Gönüllüleri projesi bu ihtiyaçtan doğmuştu. Sosyal bilimlerin soğuk savaşın emrine verilişini 1965 yılında Amerikan Kongresi şu başlık altında rapor ediyordu: “Soğuk Savaş’ı kazanmak: ABD’nin İdeolojik Taarruzu.” Ama karşı devrimin asıl başarısı, bu örgütlenmenin geniş bir aydın kesimi “ikna” etmiş olmasındaydı. Bu o kadar öyleydi ki karşı devrimi ilk kez yazan Marcuse hakkında dahi bu örgütlenmenin ideoloğu olduğu yönünde söylentiler dolaşıyordu. Tablo, karşı devrimin askeri olmayanların önemli bir kesiminin de sansürün koruyucu kollarında huzur aradığını gösteriyordu. Karşı devrim, aydını ve bu arada aklı silerek yola koyulmuştu.

Zaten dönüşümün altyapısı “materyalizmi” en büyük suç haline getiren Nazilerce hazırlanmıştı. Almanya’da modern fizik makalelerinde determinizm hakkında yazılan reddiyeler, suçlamalardan kurtulmanın yaygın bir yöntemi haline gelmişti. Daha “kırılgan” olan felsefeciler ırkçılık veya doğrudan Nazizm ile flört ediyorlardı. Bilimde ve felsefede irrasyonalizm, faşizmin “rasyonel” ihtiyaçları tarafından kışkırtılmaktaydı. O kadar ürkütülmüşlerdi ki Nazizm’den kaçıp ABD’ye yerleşen Komünist Partisi ve Frankfurt Okulu üyesi Antropolog Karl August Wittfogel, Columbia’daki bir öğrenci çalışma grubunun üyelerini komünist olduğu gerekçesiyle ihbar etmeye kadar vardırmıştı işi. Wittfogel’ in ihbarı yüzünden yüzlerce öğretim üyesi işini kaybetmiş, birçoğu ülkeyi terk etmek zorunda kalmış ve aralarından bazıları intihar etmişti. Karl Polanyi gibi baskıyı nispeten daha hafif hasarlarla atlatanlar da vardı. Fakat baskı kesin sonuç vermişti.  ABD’de 1946’dan 1970’e kadarki Amerikan Antropologlarından Seçme Yazılar’da Karl Marks’a bir tane bile atıfta bulunulmamıştı. Beyinlerin silindiğinin işaretidir. 
Bu kader Frankfurt Okulu’nun göçerleri için de geçerliydi; Enstitünün Columbia Üniversitesi’ne taşınmasından sonra üretilen makalelerde, artık Marksizm ya da Komünizm gibi kelimeler kullanılmamaya, bunların yerine, “diyalektik materyalizm”, “materyalist toplum teorisi” sözcükleri kullanılmaya başlanmıştı. “Eleştirel teori” daha dolaylı ve durumu daha iyi karşılayan bir icattı. Kastedilenin Marksizm olduğunu artık ancak uzmanları anlayabiliyordu. Aydınlar önce proletarya, sonra Marksizm’den vazgeçirildi, içleri boşaltılınca da birer ihbarcı haline dönüştürüldü. Bu türden “sol tandanslı” felsefecilerin “Sovyet Marksizm’i” ve işçi sınıfının devrimci rolü üzerine eleştirileri Amerika’ya verilmiş birer af dilekçesinden ibaretti.

Anti Stalinizm işte bu iklimde boy vermişti. Komünizme doğrudan saldıramayanların bulduğu bir çözümdü Stalin’e saldırmak. Saldırının ikinci aşaması Sovyetlerin Marksizm’i çarpıttığı, kendine uyarladığı iddiasıydı. Marcuse, 1950’li yıllarda yayınladığı bir çalışmasına amaca daha doğrudan hizmet edecek bir başlık koymuştu: “Sovyet Marksizm’i.”

                                      ***
Fakat Sovyetler savaştan zaferle çıkmıştı ve hem Sovyetler Birliği hem de dünya halkları arasında prestiji çok yüksekti. Karşı propaganda çoğu zaman ters tepiyordu. Truva Projesi kapsamında bir araya getirilen ve “Amerika’nın Sesi” yayınlarını etkili hale getirmekte görevlendirilen sosyal bilimciler, 1951’de bir rapor hazırlayarak Dışişleri Bakanlığını uyardılar. Raporda Sovyetler Birliği’nden Batı’ya kaçanlarla ilgili şu önerilerde bulunuluyordu: “Açıkça ya da ima yoluyla, komünizmin kötü olduğu veya komünizmi küçümsediğimizi gösterecek bir konuma düşmekten kaçınmalıyız. Daha ziyade, Stalinizm’in, Marksizm’in Batı’da aslında barışçı bir evrim geçirmiş olan belli ideallerine ihanet ettiği görüşünü savunmalıyız. Sovyet toplumunun entelektüel temellerine açıktan ve topyekûn bir saldırı görüntüsü verilmemelidir.” Anti-Stalinizm, soğuk savaşın laboratuvarlarında imal edilmiştir.

Bu disiplinler arasında Sosyal Antropoloji, sömürgeciliğin hizmetkârı rolüyle en sabıkalı olandı. Antropologlar, Uluslararası Kalkınma Ajansı (AID), CIA’nin İleri Araştırma Projeleri Ajansı (ARPA), Sosyal Sistem Araştırmaları Merkezi (CRESS) ve devletin diğer araştırma kuruluşlarında sorunsuzca çalıştılar. İlgi alanları Alaska’dan Tayvan’a kadar yayılıyordu. Araştırma konuları köylülerin hangi koşullarda ayaklandıklarından, komünist tehdide karşı kırsal kalkınmaya kadar değişiyordu. Bu çalışmalar sonucunda hayatımıza yepyeni kavramlar girdi. Toplumların modern ve geleneksel olarak ikiye ayrılması, özgürlük ve totaliterlik arasındaki husumetin körüklenmesi, temel sorunların yerini çok kültürlülük, cinsel tercihler, feminizm gibi konular alması, siyaset bilimi tarafından liberalizmin meşrulaştırılması, kapitalist emperyalizm için en hayati eğilim olan tüketim ideolojisinin tek ölçü haline getirilmesi, özelleştirme ve globalleşmenin meşrulaştırılması ve tabii ki Anti- Stalinizm…

                                                            ***

Anti-İsmetizm daha yereldir, daha kabadır fakat her halinde Anti Stalinizm’in küçük ölçekli bir modelidir. Faşizme çağ atlatanlar onu Hitler’e benzemekle itham ediyor. Her türlü inancı baskılayanlar onda inanca bir saygısızlık buluyor. Emperyalistlerin ve ABD’nin kapısında yatanlar onda Amerikancılık seziyor. 

Komünizme sövemeyen Stalin’e, Cumhuriyete sövemeyen İnönü’ye söver. Lenin’i karalayamayan Stalin’i, Mustafa Kemal’i karalayamayan İnönü’yü karalar. Stalin ve İnönü’ye bakış, devrimcilik ile karşı devrimcilik arasındaki sınırdır. Eleştirmek ayrı, kim Stalin’e ve İnönü’ye kem bakıyorsa bilin ki o bir karşı devrimcidir. 
Onlar saldırıyor ve biz savunuyoruz. Mesele ne Stalin, ne İnönü’dür. Savunduğumuz Komünizm ve Cumhuriyettir. 

ORHAN GÖKDEMİR / SOL

Mansur Yavaş Ankara'yı rozetsiz yönetecekmiş...- ÖZGÜR ŞEN

CHP'nin büyükşehir belediye başkan adayıydı ve şaibeli bir seçimin ardından Gökçek'e kaybetti. Ondan önce MHP'den Beypazarı'nda belediye başkanlığı yapmıştı. Şimdi ise adı her partiyle anılıyor.

Her parti derken lafın gelişi her parti değil... CHP ve İyi Parti için ismi geçiyordu, ama son olarak AKP'nin yaptığı bir anketten dahi onun ismi çıktığı söylendi. Bundan rahatsızlık değil mutluluk duyduğu kesin. Çünkü adaylığı konusunda isminin bu kadar geçmesinin nedeni ona göre Mansur Yavaş ismiyle Ankara'nın özdeşleşmesi. Evet yanlış duymadınız, Yavaş, adaylığı konusundaki teveccühün şahsına değil Ankaralılara gösterildiğine inanacak ve bunu tam olarak böyle ifade edecek kadar iddialı.

Demek ki Yavaş'a göre adaylığının bu denli gündemde olması Ankaralılar için bir lütuf! Mansur Yavaş bizlere göklerden gönderilmiş bir hediye...

O zaman aynı açıklamasında herkesi partiyi, siyaseti, ideolojiyi bir kenara bırakmaya ve kendi ismi etrafında birleşmeye çağırması da normal karşılanmalı.
Mansur Yavaş'a bu cümleleri kuracak cüreti yalnızca isminin siyaset çevrelerinde bu denli çok telaffuz edilmesi vermiyor. MHP'den CHP'ye geçen, ismi İyi Parti'yle anılırken AKP'den de onay alabilen bu siyasetçi, bu partilerin arasındaki farklılıkların hızla önemsizleşebileceğinin somut kanıtı ve aslında esas olarak buna güveniyor.

MHP ile CHP arasında farklılıklar yok mu? Elbette var... İyi Parti ile AKP bire bir aynı partiler mi? Değil tabii ki... Ama mesele bu ayrım noktaları değil, bunların hızla önemsizleşebilecek olması.

Neden peki? 

Çünkü bu partilerin en katı görünen ayrımları dahi buharlaştıracak ortak noktaları var. Yavaş da buna vurgu yapıyor zaten ve bu ortaklıklara gönderme yaparak rozetleri bırakalım diyor.

Ankara'da yaşanan 24 yıllık tahribatı partisiz, ideolojisiz, siyasetsiz bir yönetim anlayışının onarabileceğini iddia eden Mansur Yavaş, aslında ortak partiyi, ortak ideolojiyi, ortak siyaseti işaret ediyor. Yavaş, MHP'yi CHP'ye, İyi Parti'yi AKP'ye bağlayan çizgiyi, piyasacılığın ve sermayenin egemenliğinin çizgisini hatırlatıyor.

Gökçek'i 20 yılı aşkın bir süre iktidarda tutan ve Ankara'yı sözcüğün tam anlamıyla mahveden anlayış da buydu zaten. Gökçek halka düşman, aydınlanmaya düşman, çevreye, kültüre, sanata düşman bir belediyeciydi, çünkü her şeyden ama her şeyden önce paraya ve paranın saltanatına aşık bir adamdı.

Şimdi rozetlerini bırakması beklenen partiler, Mansur Yavaş'ın etrafında halktan yana, aydınlanmacı, çevreye, kültüre ve sanata dost bir anlayışla mı bir araya gelecekler? 

Elbette hayır... 

Bu partilerin hiçbiri paraya ve onun hakim olduğu toplumsal düzene karşı çıkmıyor. Bu partilerin hiçbiri patronlar için bir tehdit oluşturmuyor. Bu partilerin hiçbirinin piyasacılıkla bir derdi yok. Piyasanın kurallarının belirlediği genel bir yönetim anlayışını savundukları gibi aynı kuralların geçerli olduğu bir belediyecilik anlayışına sahipler.

Mansur Yavaş da, tam olarak, işte bu anlayışın etrafında birleşelim diyor. Nasıl olsa herkes paranın hakim olduğu toplumsal düzenden yana... Nasıl olsa herkes piyasacı bir belediyecilik anlayışıyla şehirleri yönetmeye talip... 
O halde şimdi kendi rozetlerini atan tüm bu partilerin tek bir rozet etrafında birleşmesinin vakti: Piyasa ve sermayenin rozeti...
O rozeti taktıktan sonra partiler gibi isimlerin de bir önemi yok zaten. Yavaş ya da bir başkası fark etmez, buradan yalnızca halka, aydınlanmaya, çevreye, kültüre ve sanata düşman bir belediyecilik türer...

Gökçek de yıllarca bunu yapmıştı, rozetleri atalım diyen Mansur Yavaş da onun kaldığı yerden devam eder.

Özgür Şen / SOL

Seçeceğiz, ama neyi? - L. DOĞAN TILIÇ

Yerel seçimlere doğru geri sayım hızlandı. Yerel seçimin; tek adam rejimini daha da tahkim edip kurumlaştırmaya dönük ya da muhalefete moral verici ve Saray’ı zayıflatıcı sonuçları olabileceği değerlendirmeleri, onu önceki yerel seçimlerden daha önemli kılıyor.

AKP bu önemin farkında; her düzeyde toplantı üstüne toplantı yapıyor ve örgütünü ateşlemeye çalışıyor. 

Sonucu sağlama almak açısından; yalnızca örgütün çabaları, devlet olanaklarının sonuna kadar kullanılması ve medyanın sınırsız desteğiyle yetineceklerini, trafolara kedilerini salmayacaklarını sanmak, muhalefet partileri ve çevreleri açısından hem bugüne kadar her seçimde söylediklerinin inkarı hem de aşırı saflık olacaktır. 

Hal böyleyken, muhalefetin “ana”sının seçim güvenliği konusunu önemli bir konu olarak gündemde tutmaması “ilginç”.

Seçim ve sandık güvenliğini başat bir sorun haline getirmeyip, “kiminle seçim kazanırız”a odaklanmak, her şey olup bittiğinde “hile” tartışmaları yapmayı da anlamsız kılıyor. 

Seçimlere geniş halk kesimleri tarafından da artık hissedilmeye başlanan ekonomik kriz altında gidiyor olmak, enflasyonun son 15 yılın en yüksek oranına ulaşmasıyla zor geçinen vatandaşların da ceplerindeki paranın eriyişini hissetmeleri, asırlık şirketlerin iflası, başta CHP olmak üzere, muhalefet partilerinde kendi performanslarından bağımsız bir umut yaratıyor. 

Böylesi bir kriz yaşanırken; Saray’ın debdebe ve şaşadan ödün vermemesi, uçak üstüne uçak, araç üstüne araç alması; AKP’li belediyelerdeki (hoş CHP’li belediyeler de var) yolsuzlukların Sayıştay raporları ile ortaya konması ve bütün bunlara İslami çevrelerden de itirazların yükselmeye başlamış olmasını da saymak gerek. 

AKP ve MHP arasındaki ittifakın yerel seçimlerde geçersiz olduğunun ilanı o umudu besleyen bir başka etken.

AKP bu dezavantajını; Türkçe ezan tartışmalarını köpürtüp dini duyguları ve Fırat’ın doğusu söylemiyle (ve belki eylemiyle) de milli duyguları harekete geçirerek kapatmaya çalışıyor. Ekonomik krizi dış güçlerin işi ve dövizin görece gerilemesini de o dış düşmanın dize getirilmesi olarak sunmak elindeki bir diğer propaganda aracı. 

MHP ise, bilindik söyleminin yanına eklediği “kader mahkûmlarına af” söylemiyle cezaevleri tıklım tıklım dolu bir ülkede belli ölçüde oy almayı hedefliyor.

Yarınki Parti Meclisi toplantısından sonra, CHP’nin 150 belediye başkanı adayını daha açıklaması bekleniyor. Seçim sonuçlarını ülke için olduğu kadar kendisi için de yaşamsal gören CHP yönetimi, seçimin “kiminle” kazanılacağına odaklanmış durumda.

Önseçimi geri plana atarak, anket, nabız yoklama, vb. yöntemlerle nerede kimi aday gösterirlerse kazanabilecekleri çalışmasına odaklanmış bir CHP yönetimi var ve o adayı da “her kesimden oy alacak, herkese hitap eden” olarak tanımlıyorlar. 

Bu bütünüyle “ideolojik” temelden yoksun bir tanımlama ve “solculuk” iddiasını da önemli ölçüde silikleştiriyor.

Öte yandan, sol/sosyalist yaklaşımın önceliği; “kim”in değil, “ney”in seçileceğidir! Kuşkusuz, bu yaklaşım, yerel seçimlerin tek adam rejiminin geriletilmesi için değerlendirilmesini reddetmez.

Doğru yöntem; yerel seçimleri tek adam rejiminin geriletilmesi için bir fırsat olarak görürken, onun ötesine geçerek adayların yerel halkın katıldığı bir önseçimle belirlendiği bir demokrasi anlayışının yerleşmesi için çalışmaktır.

Sol, yerelde sorunların saptanıp, onların çözümü üzerinden ilerleyen, sorunların saptanmasını ve çözümünü halkın katıldığı ve meclislerde örgütlendiği bir siyaset tarzını öncelerler.

Sol için asıl olan kimin seçileceği değil, neyin seçileceğidir!

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

Türkçe ezan ve CHP -ALİ SİRMEN

CHP Ardahan Milletvekili Öztürk Yılmaz’ın, Genel Başkanı hakkındaki sözleri ne kadar akıl alır değilse, bu gelişmeler zincirini başlatan olay da o kadar şaşırtıcıdır. 

Gerçekten CHP’nin iktidarda olduğu 30 Ocak 1932 tarihinden başlayarak, DP’nin iktidara geldiği 1950’ye kadar, ülkemizde Türkçe ezan uygulaması yapıldığı düşünülürse, aradan geçen bunca zamandan sonra partinin bir milletvekilinin, kişiliği, geçmişi ne olursa olsun, salt Türkçe ezanı savunduğu için ihraç talebiyle disipline sevk edilmesini anlamak güçtür. 

14 Mayıs 1950 seçimleriyle iktidara gelen DP’nin seçimden henüz bir ay sonra ilk iş olarak, Türkçe ezan uygulamasına son vermesinin öyküsünü Altan Öymen enine boyuna anlattı. 

Ben burada yalnızca o zaman CHP’nin bu olay karşısında kararsız davranıp karşı çıkmadığını ve bunun ilginç görüntülere sahne olduğunu belirtmekle yetineceğim. 
Türkçe ezan olayını anadilde ibadet konusu çerçevesi içinde ele almak gerekir.
Cumhuriyet döneminin en fazla tartışılan konularından biri de Batı’da yüzyıllar önce çözüme bağlanmış olan, kutsal kitabın anadillere çevrilmesi ve anadilde ibadet sorunu olmuştur.
***
Gerçi Kuran’ın Türkçeye çevrilmesi konusu Tanzimat’tan zonra Osmanlı’da da gündeme geldi fakat kutsal kitabın anadile çevrilmesi ve anadilde ibadet konularının tartışılması bu konuda Atatürk’ün önderlik ettiği girişimler üzerine Cumhuriyet döneminde yoğunlaştı. 
Şimdi dilerseniz kısaca, bu konuda bütün okurlarıma salık vereceğim, CengizÖzakıncı’nın “Dünden bugüne Türklerde Dil ve Din” adlı kitaba kısaca bir göz atalım: 
Bakınız,1990 Türkiyesi’nde günlük satışı en yüksek olan dinsel renkli bir gazetede Müslüman Türklere neler öğütleniyor: 
‘Anlamadan Kur’an okunmaz’ diyerek herkesin Kuran’ı anlamasını tavsiye etmek büyük bir sapıklıktır... 
Kuran’ı Kerim’in manası tercümesinden anlaşılmaz. 
Hangi tercüme olursa olsun hiçbir tercümeden din öğrenilmez... 
Kuran’ı Kerim’i tercüme etmek imkânsızdır... 
Mushafı (Kuran’ı) hiç okumayıp, sırf hayır ve bereket için evinde saklamak caiz ve sevaptır...” (Cengiz Özakıncı, Dün’den Bugüne Türklerde Dil ve Din; Otopsi Yayınevi 5. baskı, sayfa 234). 

Uzun uzun ayrıntılı tartışmaya girecek değilim. 
Kuran’da bu kitabın anlaşılması için Arapça indirildiğinin söylenmesine karşın, İslamın anadilinden okunarak, anlaşılmasını caiz görmeyen, onun yerine anlaşılmadan okunmasını tavsiye eden bu görüşler üzerinde daha fazla durmanın anlamı yok. 
Yalnızca, kutsal kitabın tercümesine ve anadilde ibadete karşı çıkanların dini tefsirini tekellerinde tutabilecekleri biçimde, anlaşılmaz kılmakta çıkar umanlar olduklarını söylemekle yetinelim ve olayı gerçek boyutlarıyla görelim.

***

İbadete çağrı olan ezanın Türkçe okunması uygulaması da ne yazık ki, bu çerçeve içinde yer alınmış ve DP’nin bu uygulamaya son verilmesi girişimi karşısında, 1950 seçimlerinin şokunu henüz üzerinden atamamış olan CHP, içine düştüğü kafa karışıklığı yüzünden, o zaman, tepkisiz kalmıştı.

2018 kasım ayı itibarıyla, Öztürk Yılmaz’ı, kişiliğinden bağımsız olarak, salt Türkçe ezanı savunan söylemiyle “toplumun vicdanını yaraladığı” gerekçesiyle disipline sevk eden CHP’de aradan geçen 68 yıla karşın hâlâ aynı kafa karışıklığının sürmekte olduğu görülüyor. 

İnisiyatifi gericilere kaptırmış görünen CHP’nin irtica karşısında sinmiş olan bu tutumunu değiştirememesi, kafasını bir berraklığa kavuşturamaması halinde, işi bir gün Türkçe ezan uygulamasını başlatmış olan Mustafa Kemal Atatürk’ün mirasını reddetmeye kadar vardırması da mümkün olabilir diye korkmamak elde değil. 

Sağın diliyle sol politika bu kadar oluyor işte!..

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Danıştay’dan izin alacaksınız - ÖZDEMİR İNCE

Cumhurbaşkanı Erdoğan, konuk ettiği Danıştay üyelerine, Öğrenci Andı konusunda sitem etmiş: “Danıştay, 5 yılda ant ile ilgili karar veriyor. 2013’te neredeydiniz? 2013’ten 2018’e kadar neredeydiniz? Şimdi mi aklınıza geldi? Millet meydanlara çıktığımız zaman bizi yuhluyor. Hesabı veren biziz. Danıştay’dan izin alacaksak o zaman ben bu makamda durmayayım, çekeyim gideyim” demiş. Aslına bakarsanız, Cumhurbaşkanı’nın yaptığına, harbiden, “fırçalama” denir.

***
Cumhurbaşkanı, bulunduğu durumdan rahatsız, devlet yönetiminin dikensiz gül bahçesi olmasını istiyor ama bahçede Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Sayıştay gibi dikenler var hâlâ. Anayasa Mahkemesi, Yasama’nın (TBMM) işlerini denetliyor; Danıştay, hükümet ve idarenin işlemlerini sorguluyor; Sayıştay, yapılan harcamaların hesabını soruyor… Son günlerde AKP belediyelerinin yolsuzluklarını ortaya çıkardı. 

Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve Sayıştay; demokrasilere özgü “Kuvvetler Ayrılığı” ilkesi gereği yapıyor bu işleri. Bu anayasal ilke, Anayasa Mahkemesi’ne Yasama’nın yani TBMM’nin çıkardığı yasaları denetlemek görevini ve iptal etmek hakkını veriyor. Danıştay ve Sayıştay ise hükümet ve idarenin işlerini denetlemekle görevli. Danıştay’ın yürütmeyi durdurma ve iptal etme hakkı var. Sayıştay, yanlış ve yasadışı harcamaları, yolsuzlukları yargıya götürebilir. TBMM ve Hükümet, Anayasa Mahkemesi’ne, Danıştay’a ve Sayıştay’a hesap vermek zorunda.

***
Bizim ülkede Kuvvetler Ayrılığı hakkında yanlış bir kanı var: “Kuvvetler Ayrılığı’nın üç köşesi (Yasama, Yürütme ve Yargı) birbirlerini kontrol ederler, denetlerler” derler. Bu, kesinlikle yanlıştır. Yasama ve Yürütme, Yargı’yı denetlerse demokrasi olmaz. Üç Kuvvet eşittir ama aralarında Yargı birincidir. 

Bu durum “Primus Inter Pares” yani “Eşitler Arasında Birinci” deyişiyle karşılanır. Antakya, İskenderiye, Kudüs, Roma eşit apostolik ve ökümenik kiliselerdir ama Papa, Roma kilisesinin kardinalleri arasından seçilir. Takım sporlarında da kaptan birbirine eşit oyuncular arasından seçilir. 

Kuvvetler ayrılığında da böyledir: Yargı birincidir, kaptandır. Adı üstünde, Yargı yargılar. Yasama ve Yürütme’yi yargılar. Bu nedenle, Cumhurbaşkanı “Millet meydanlara  çıktığımız zaman bizi yuhluyor. Hesabı veren biziz. Danıştay’dan izin alacaksak o zaman ben bu makamda durmayayım, çekeyim gideyim” diyemez, dememelidir. Ama canı isterse çekip gidebilir. Ancak bir çare daha var: Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve Yargıtay’ı kapatmak!

***
Cumhurbaşkanı, Danıştay üyeleri karşısında konuşuyor: “Yeni sistemin en önemli  özelliği yürütmede çift başlılığı sona erdirerek sandıkta tecelli eden iradenin devlet yönetimine tam anlamıyla yansıtabilmesini garanti etmesidir. Bazı uygulamalar görüyorum ki maalesef çift başlılık değil, hatta çok başlılığa doğru giden bir süreç var. İzmir Limanı’nın biz ihalesini yapıyoruz ve Danıştay’da ihalesi 2 yıl bekliyor, iki yılın sonunda burayı alacak olan kişi vazgeçiyor ve biz 1 milyar dolar kaybediyoruz. Şimdi bunu bana, Allah aşkına,Danıştay neyle izah edecek?”

***
Cumhurbaşkanı unutmuş: “Yürütmede çift başlılık” Cumhurbaşkanı ve Başbakanlık kurumlarıyla ilgiliydi. Şimdi “tek adam” var. Kuvvetler Ayrılığı kaldığı sürece, işlemlerinde Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve Sayıştay’a danışmak zorunda. Bu durumda ya katlanacak ya kapatacak. Katlanırsa adı demokrata çıkar. Kapatırsa, tam anlamıyla “diktatör”olur. Seçim zat-ı âlilerinindir.

Özdemir İnce / CUMHURİYET

Bir müşrikin gündüz düşleri!- SELCAN TAŞÇI HAMŞİOĞLU

Bu toprakların, "hain" olduğu gibi, "ajan", "provokatör", "sızıntı" kontenjanı da çoktur; yani evet, doğru, tam da Atatürk'ün ölüm yıldönümüne denk gelen bir zamanda ortaya çıkıp, hakkında abuk sabuk konuşmanın amacı bu fay hattını daha da derinleştirmek, toplumu bu eksende daha da bileyerek kamplaştırmak ve dahi çatıştırmak da olabilir pekala.
Ama...
Toplumun hiç de azımsanmayacak bölümünün "kumaşı"na bakınca, bu çıkışlar için hiç öyle derin, büyük anlamlar yüklenebilecek, gizli ajandalara lüzum yok bir yandan da;
Sadece süzme ahmaklıktan kaynaklanması mümkün!

                                                        ***
Şimdi bu arkadaşlar "fıtrat" itibarıyla insan sevmiyor/sevemiyor, insana saygı duymuyor/duyamıyor, "şükran", "minnet", "vefa" gibi duygularla pek teşrikimesaide bulunmuyor daha ziyade "biat" rejiminin kendilerini konumlandırdığı çukurda kula kulluk edip, boğazlarına kadar şirke batıp, "taparak", "tapınarak" debelenmeyi yaşamak sanıyorlar ya...
Ancak "Allah rızası" için yapılması gereken ibadetleri bile "kişiler" için yapıp, kendi ilahlaştırdıkları "fani"ler için "her gün iki rekat şükür namazı" kılıyorlar ya mesela...
"İslami olarak cumhurbaşkanına itaat etmek farzı ayın'dır. Karşı gelmek de harpten kaçmak manasına gelir haramdır" diyorlar ya...
Onu, "halife-i ruyi zemin" yani "bütün yeryüzünün halifesi-hâkimi" ilan ediyorlar ya...
"Ona dokunmayı bile ibadet" sayıyorlar ya...
"Bizim için adeta ikinci peygamber gibidir" diyebilecek kadar sapıtıyorlar ya...
"Allah'ın bütün vasıflarını üzerinde toplayan bir lider" diye niteleyip -Allah bilir tabii ama- kendi cehennemlerine odun taşıyorlar ya...
Eşine sapkın ayinlerde rastlayabileceğiniz şekilde bazı kadınlar kendilerini ona sunuyorlar ve bazı adamlar eşlerini onunla paylaşmayı düşünebiliyorlar ya...

Kişi kendinden bilir hesabı;
Bir "fani"yi; "bedeninin bir gün elbet toprak olacağını" bilerek, ülküleri aşkına ve kendi şahsiyetini koruyarak, kendini hiçleştirmeden sevmenin nasıl bir şey olduğuna dair hiçbir fikirleri yok ya...

Bütün bu zavallılıklarının, ezikliklerinin, dönülmez müşrikleşmenin ufkunda gidip gelmelerinin tezahürü olabilir "Atatürk'ün ilahlaştırıldığı zannı"na kapılmaları.

Elbet çıkar putlarının bir kırıcısı.


SELCAN TAŞÇI HAMŞİOĞLU / YENİÇAĞ