19 Kasım 2018 Pazartesi

Bizim Tante Rosa - SEMA KARADAL

Hiç beklemediğiniz bir anda karşınıza çıkıveren yeni dostlukları anımsatan kitaplar vardır hani... Şimdiye dek nasıl oldu da tanışmadık sorusu, sanki çok eskiden beri tanıyoruz birbirimizi duygusuna karışır gider. İşte onlardan biridir Tante Rosa. Başyapıtı değildir belki; ama Tante Rosa'sız Sevgi Soysal eksiktir. 

Politik tavrının, topluma dair dertlerinin öne çıktığı 1970 sonrası eserlerine açılan kapıyı bu kitabı ile aralamıştır Sevgi Soysal.

Kitabın sunuş kısmında Funda Sosyal, henüz bir bebekken kaybettiği annesine ve Tante Rosa’ya dair şöyle diyor: “Belki de denebilecek tek şey, onu hiç tanımamış kızı olarak benim, yokluğunun nasıl bir boşluk olduğunu ölmeden iki ay önce çekilen ve kitabın kapağından size bakan fotoğrafının bile anlatabildiği annemi, kitaplarıyla, en çok da Tante Rosa ile tanıyıp sevmiş olduğumdur. Kitapları, yetecektir…” 

Sevgi Soysal, 42 yıl önce böyle bir Kasım gününde veda etti, çok sevdiğini sıkça dile getirdiği yaşamaya. Gencecik bir yaşta, üretkenliğinin en yoğun olduğu zamanlarda gidiverdi. Gitmeseydi kim bilir neler  yazacaktı insana, topluma ve belli ki en çok kadına dair diye düşünmeden edemiyor insan. Kitapları bolca eleştirilen, müstehcen olduğu gerekçesiyle toplatılan, işinden kovulan, tutuklanan yine de yazmaktan bir an bile vazgeçmeyen kadındır Sevgi Soysal. 

Her biri çok değerli eserleri üzerine söylenecek çok şey var; ama ölüm yıldönümünde belki de inadına yaşama isteği uyandırdığı için Tante Rosa ile anmak isterim onu. Annesini hiç hatırlamayan bir çocuğun, annesini tanıdığı ve sevdiği kitap ile... Yaşama övgüdür bu kitap; bazen düşmek, incinmek yine de ayağa kalkmaktır, vazgeçmemektir.

On dört kısa öyküden oluşan kitapta, her bir öykü Tante Rosa'nın yaşamından bir kesiti anlatır. Henüz 11 yaşında hayalperest bir çocuğun at cambazı olma tutkusuyla başlar hikaye. Annesine “seni çok seviyorum, ama ne olur benim bulunmuş, sepet içinde bulunmuş bir prenses olduğumu söyle” diye yalvaran sevimli bir çocuktur o. At cambazı olamayacağını anlaması ve bu süreçte tanık olduğu eşitsizlikler ilk büyük hayal kırıklıklarıdır. Yine de eksilmez yaşama bağlılığı, kaldığı yerden devam eder. 

Kitabın en etkili öykülerinden biri olan “tante rosa rahibeler okulunda”, bambaşka bir dünya ile tanışmasını anlatır küçük kızın. Tante Rosa bu kez, tüm çocuksu arzularının ketlendiği, din adına yasaklandığı ve hatta cezalandırıldığı bir manastıra düşmüştür. Başına gelenleri bir türlü anlayamaz ve sonunda göz yaşları içinde, mavi gözlü yakışıklı İsa’nın böylesine kindar bir Tanrı’nın oğlu olamayacağına karar verir. Bu kadar iyi bir kadın olan Meryem de, İsa’yı doğurmadan önce Katolik değildir kesin! O günden sonra Tante Rosa için artık Tanrı olmasa da olur.

Annesinin elinden düşmeyen “Sizlerle Başbaşa” isimli aile dergisi ara ara karşımıza çıkar ki. Yaşam hiç de Sizlerle Başbaşa’da anlatıldığı gibi değil diye düşünür Tante Rosa, bazen de trajik bir biçimde dergide anlatılan öykülerin içinde bulur kendini. İlk sevişme sonrası hamile kalıverir örneğin dergideki kızlar gibi. “Sizlerle Başbaşa”dan öğrendiklerini yok sayamaz ve kötü yola düşmemek için evlenir elinin değdiği ilk erkekle. Çocukları, düzenli bir evi, Pazar ayinlerine giden bir kocası vardır artık. Bir gün, çevresindeki her şeyin kendisini boğduğu bir gün; evini, üç çocuğunu ve kocasını terk eder. Kötü kadındır bundan böyle herkesin gözünde ve aforoz edilir çoktan vazgeçtiği dininden.

Sonrası yeni hayal kırıklıkları, yeni başlangıçlar ve pes etmeyişlerle dolu maceralar... Ayakta kalmak için ne iş olsa yapan; ama istemediği yerde durmayan, hissetmediği gibi davranmayan bir kadın. Kendince bir yol tutturmuş, bazen gerçekten kendini acınası durumlara düşüren, yine de hep sevdiğiniz ve anladığınız bir Tante Rosa.

Sevgi Soysal, Alman bir annenin kızıdır ve kitabında anlattığına benzer gerçek yaşam öykülerini dinleyerek büyümüştür. Anneannesinden teyzesine ve kendisine uzanan bir yolculuk olarak tanımlıyor söyleşilerinde bu kitabını. Belli ki kendi iç dünyasından da samimi izler taşıyor Tante Rosa.

Yayımlandığı 1968 yılında edebiyat çevrelerince yuvasını bile terk eden bu uçarı kadının öyküsü pek de hoş karşılanmamıştır. Kültürümüze yabancı ve gereksiz bulunmuş olması, sadece yazarın yabancı bir kadın karakteri anlatmış olması ile açıklanamaz elbette. Muhafazakarlık yanı başındaydı Sevgi Soysal'ın ve o bunu bilerek yazmaya devam ediyordu. 

Tante Rosa, tek başına bir kadının türlü zorluklara rağmen yaşama tutunuşu gibi algılanabilirse de ilk bakışta, çok daha ötesidir. Kadının toplumdaki yerini, kadına biçilen rolleri ve üstündeki baskıyı, örtük de olsa bir düzen eleştirisiyle birlikte, aykırı bir karakter üzerinden anlatır Sevgi Soysal. Bilinçli bir başkaldırı değildir Tante Rosa'nınki, öyle olduğu içindir sadece. Bu haliyle bile düzene uyum sağlamışlardan daha gerçek ve  güçlüdür. “The end”; yersiz, yurtsuz, ailesiz ve dinsiz bir yalnızlıktır Tante Rosa için. Hiçbir yere ait olmayan bu kadının cenazesinin başına gelenler ise ironiktir.  Ailenin, dinin ve devletin diğer kurumlarının ruhsuz, insana yabancılaşmış çarkı içinde Tante Rosa’lara yer yoktur. 
Yine de tüm olanlarla alay edercesine yaşama veda ederken bile gülümsetir; aslında hiç de yalnız olmadığını, olmadığımızı düşündürür Tante Rosa.

Sema Karadal / SOL

Şikâyetçiye bakar mısın? - Zafer Arapkirli

Medya Tekeli’nin en üst düzey yöneticilerinden biri, medyanin hali pürmelalini keşfetmiş olmalı ki, uzun yazılar döşendi geçen hafta. Günümüz medyasının sorunlarından medya sahipliğine, medya patronlarının “kazandıkları paraları başka sektörlere aktarmalarından” tutun da digital içeriğin nasıl pazarlanması gerektiğine kadar pek çok konuda. 

Bir yerde de şöyle diyor: 
“Günde 15 lira verip sigara alan, 5 liraya bir bardak çay içen okuyucu 1 lira verip gazete okumuyorsa ortada büyük bir sorun var demektir…” 
Gerçekten çok ilginç. Kimileri, ortadaki sorun kendileri değilmiş de başkalarıymış gibi, sürekli etrafı suçluyor ki, dikkat kendilerinden uzaklaşsın. 

Yahu muhterem kardeşim… 

“Günde 1 - 1.5 TL para verip gazete almıyorsa” insanlar, (af buyur) salaklıklarından mı almıyorlar? Üst katlardan yollanan klişe, patates baskısı manşetleri sayfalarınıza aktarmaktan başınızı kaldırıp da, gazete almaya tenezzül etmeyen 
o insanlara bir sorsanıza neden almadıklarını? Sakın, “güvenmedikleri için, oku
maya değer bir şey bulamadıkları için, o 1 - 1.5 TL’yi bile bir para israfı buldukları için” almıyor olmasınlar? 

Tabii ki zararlı alışkanlıkları savunmayacağım ve kendim de hiç kullanmadım ama o 15 TL’lik bir paket sigara bile bir ihtiyacını gideriyor demek ki insanların. Senin sattığın, daha doğrusu satamayıp da gaz istasyonlarına balyalar halinde bedava bırakmana rağmen kimsenin dönüp de suratına bile bakmadığı o gazete, hiçbir beklentisine yanıt vermiyor demek ki. Çünkü, üzerine basılı olduğu ham kâğıt kadar bile değeri yok o mevkutelerin. 

Neden, biliyor musun?

 Çünkü, gidip “o tayyare”de masanın etrafına diziliyorsunuz tahta ev cumbalarının demir parmaklıklarına dizili begonya saksıları gibi. Masa başında oturan “Devletlû”  birisi anlatıyor, biriniz “tape” ediyor, ötekilere dağıtıyor ve sonra tek tip cümlelerle manşetlerinize yerleştiriyorsunuz bu sözde bilgileri. Zaten TV’ler de aynı şeyleri tekrarlayıp duruyor. Vatandaş bıktı çünkü bu “gerçeğin 180 derece tersi safsatalardan.
 
Bir gün olsun aynaya bakıp sormuyorsunuz, “Yahu biz ne yapıyoruz böyle? Aklımızı mı yitirdik?..” diye. 

Bir gün olsun rahatsız olmuyorsunuz, tek bir soru sormadan, kulaklarınıza üflenen, ellerinize tutuşturulan şeyleri haber(!) diye, bilgi(!) diye vatandaşa (af buyrunuz) “kakalamaya”… 

Bir gün olsun, utanç duymuyorsunuz, siz de dahil medya tröstlerinin dışındaki başka gazetelerin, TV’lerin muhabirlerinin veya yazarlarının o mahfillerden yasaklı olmalarından, reklam-ilan havuzlarından sadece sizlerin nemalanıyor olmasından. 
Bir gün olsun sorgulamıyorsunuz, bu düzenin nasıl aşağılayıcı ve alçaltıcı olduğunu. 
Bak, (pek de örnek bir demokrasi sayılmayacak) ABD’de bile Başkan Donald Trump bir gazeteciyi basın toplantısında azarlayıp sonra da akreditasyonunu iptal ettirince, mahkeme “Hoop!..” dedi. “Buna hakkın yok. Çünkü o muhabir kendi kişisel zevki ya da kurumunun kendi bilgi alma merakı için değil, kamuoyunun haber alma hakkını temsilen orada…” dedi. 

Bunu görüp hiç sıkılmıyorsunuz. “Yahu, doğru demiş mahkeme. Bizim ‘öteki’ medyanın da buralarda bulunma hakkı var” demiyorsunuz. 

Gerçi o medyanın da pek büyük bir şikâyeti olmasa gerek ki, onlar da gidip mahkemede hak aramaya çalışmıyor. Orası da ayrı bir dert. 

Neyse… 

Bu medya tekelcileri, medya tröstü sahipleri, kamu bankalarından kasalarına akıtılan ballı kredilerle, talimatla satın aldıkları gazeteleri ve TV’leri bir bir kapatırken, profesyonel gazetecileri bir bir kovup, çapsız heveskâr amatörleri ekranlara ve köşelere yerleştirirken bir yandan da “günümüz medyasının sorunları” üzerine böyle komik ahkâmlar kesmiyorlar mı?
 
İnsan gerçekten hayret ediyor. 


Biraz ar, biraz edep yâ hu!..

Zafer Arapkirli / CUMHURİYET

Mesele daha derin - Barış Terkoğlu

Bizim andımız İstiklal Marşımızdır.” Defalarca tekrarladı ErdoğanReşit Galip’in “Ant”ı ile Mehmet  Akif’in “İstiklal Marşı”nı karşı karşıya koydu. Üstüne, Diyanet İşleri Başkanı’nı Kadir Mısıroğlu’na gönderdi. 

Haliyle aklımıza geldi: Erdoğan’ın gerçekten bir andı var mı?

Öyle ya, gizli saklı değil. Mahkemeye kadar düştü. Mısıroğlu’nun Mehmet Akif’e hatta İstiklal Marşı’na saldırılarını kastediyorum. “Pezevenk” dedi mi diye tartışıldı. Oysa mesele derinde. 

Sözleri dinlediniz mi? Tam olarak şöyle:
Yunanla öç için mi dövüştün de ‘ebediyyen sana yok ırkıma yok izmihlal’ diyorsun. İstiklal Marşı’nda bunları hiç düşünmemişler. Seksen sene sonra Yunan’ı hâlâ Sakarya’da mı vehmediyorsun da ‘korkma diye başlatıyorsun? Niye korkacağım lan! Dünya benden korksun (desene/pezevenk)! Mehmet Akif serserinin teki!
Mısıroğlu, “desene” dediğini, karşıtları ise “pezevenk” dediğini iddia ediyor. Kesin olan, Mısıroğlu “serseri” dediği Mehmet Akif’i de, İstiklal Marşı’nı da sevmiyor.
Devamını anlatalım… 

Ersoy’un torunları Selma ve Ferda Argon, sözlere hakaret davası açtı. Mısıroğlu, özür diledi, davayı geri çekmelerini istedi. Sözlerini düzelteceğini söyledi. Torunları da davadan vazgeçti. 

Pezevenk” meselesini Ortadoğu yazarı Yücel Bulut yeniden gündeme getirince, bu kez Mısıroğlu dava açtı. Mahkeme, Mısıroğlu’nun ses kaydını bilirkişiye gönderdi. 27 Mayıs 2015 tarihli bilirkişi raporu, Mısıroğlu’nun “pezevenk” dediğini yazıyordu. Bulut beraat etti. 

Mısıroğlu, İstiklal Marşı’na tanıdık bir itirazda da bulunuyor:
O dövüşen orduda Arap yok muydu, Kürt yok muydu, Çerkes, Boşnak, Lazyok muydu? Hepsi vardı.
Aslında “millet” anlamında kullanılan “ırk” kelimesine atıfla, marşı ırkçı ilan ediyor. Devamında Akif’in Abdülhamit’i eleştirmesinden hareketle Akif’e siyasi olarak da yükleniyor. 

Bir ayrıntı daha, Akif’in torunları davayı geri çekerken Mısıroğlu’nun Selma Argon’u aradığını ve kitabını göndermek için adres istediğini duymuştum. Argon, gelen paketi açınca zarf içinde bir miktar para çıkmıştı. O an Mısıroğlu’nu arayıp “Bu ne” diye soran Argon, “Mahkeme için yaptığınız masrafların parası” yanıtını almıştı. Argon, zarfı da geri göndermişti. Önemli kaynaklara doğrulattığım “hakaret gibi” olayı Mısıroğlu’na da sordum. Böyle bir olayın yaşanmadığını söyledi, zarf meselesini yalanladı. Umarım doğruyu söylüyordur.

Mehmet Akif’e nefret inşası
Sadece Mısıroğlu mu?
Selma Argon, eski Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ı ziyaret etmiş ve görüşme pek tatsız geçmişti. Nedeni ise Kahraman’ın sarf ettiği sözlerdi. Dedesinin Sebilürreşad dergisini halen zorluk içinde çıkarmaya çalışan Argon, dergideki yazısında “ziyaretimiz esnasında biraz da şaşırdığım, üzüldüğümsözler konuşuldu” diyordu. Argon’u üzen kendi ifadesiyle “İttihatçılar haindir,dolayısıyla onlara destek verenler de” türünden yorumlardı. 

Tarikatları da farklı değil. İsmailağa’daki Cübbeli Ahmet’in sohbetinden aktaralım:
“Reformisttir. Afgani’nin adamıdır. Mehmet Akif’in ne işleri var sakat! Sultan Abdülhamit’in bütün sülalesine ana avrat sövüyor, kâfir diyor.
İslamcıların Afgani’yi “İngiliz ajanı” hatta “döneminin FETÖ’sü” diye tarif ettikleri hatırlanırsa hakaretin boyutu daha iyi anlaşılır. 

Ya dizileri? 

Sebilürreşad’ın aralık sayısında Argon, TRT’deki Payitaht dizisinden şikâyetini “bu ülkenin milli marşını yazmış, bu ülkenin kurtuluş hikâyesine canıyla malıyla, sanatıyla katkı vermiş bir düşünce insanını imha’ etmeye kalkışmak yakışıksız bir tutum değil midir” ifadeleriyle aktarıyordu.

İslamcı tabanda Mehmet Akif düşmanlığı öyle yayılmış ki Sebilürreşad’ın başyazarı Fatih Bayhan durumu şöyle aktarıyor:
Anadolu’ya yaptığımız ziyaretlerde gördük ki bazı STK yapılanması altındakidini oluşumların ‘Abdülhamid’i eleştiriyorsa Mehmet Akif’i de sorgularız’ üstbaşlığında açıklamalar yaptığını, dergi ve gazetelerin de fasid bir dairede kaleme aldıkları yazılarla temellendirmeye çalışarak genç dimağların zihnini karıştırıp ‘Mehmet Akif nefreti inşa’ ettiklerine şahit olduk ve üzüldük.” 

Dizileriyle, tarikatlarıyla, siyasetçileriyle, tarihçileriyle Mehmet Akif nefretini ilmek ilmek örüyorlar. Abdülhamit’i eleştiren dizeler nedeniyle “Safahat’ı almayın, okumayın” çağrılarında bulunuyorlar. “Korkma” diye başlayan İstiklal Marşı’na “ne korkacağım ulan” diye yanıt veriyor, marşı ırkçı ilan ediyorlar. Akif’i ajanlara hizmetle suçlayıp imanını sorguluyorlar. Devlet her iktidar döneminde Akif’in torunlarını miras sayıp yanlarında olurken, öğrendiğime göre AKP döneminde Ersoy’un ailesine “nasılsınız” diyen yok. 

Samimi olsalar açıkça söyleyecekler:
“Ant” bir hülyadır, İslamcıların her şeyleri var, ama bir antları yok!

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Doğu Akdeniz ve Fırat'ın doğusunu unutturacak senaryo - Cahit Armağan Dilek

17 Eylül'deki İdlib Mutabakatıyla ötelenen çatışma ve insani felaket Türk kamuoyu görmezden gelse de yeniden gündeme girmek üzere.

Mutabakatta öngörülen silahtan arındırılmış tampon bölge uygulaması maalesef tam olarak yerine getirilemedi. Son haftalarda tampon bölge hattında çatışmaların arttığına şahit oluyoruz. Suriye ordusunun zayiatları var ve bunun karşılığında o grupların kontrol ettiği mevzileri vuruyor.

Suriye ordusunun İdlib civarındaki tahkimatı da sürüyor. Suriye'nin, silahlı grupların İdlib Mutabakatını ihlal etmesine dayanarak İdlib'de sahada olup bitenleri değiştirmek için bir karar aldığı, böyle bir operasyona İran'ın destek verdiği haberleri geliyor. Tabiri yerindeyse Suriye İdlib operasyonu için gün sayıyor.

Arazide TSK'nın Fırat doğusunda gözle görülür bir yığınaklanması, askeri odağını o bölgeye kaydırdığına ilişkin bir emare yok. Ancak Suriye ve İran'ın böyle bir operasyona yakın olmalarına teşvik eden diğer unsur ise Türkiye'nin dikkatini Fırat'ın doğusuna kaydırması ve İdlib'de olup bitenlere karşı koyamayacağı değerlendirmesi olduğu bildiriliyor.

En üst seviyedeki Rus yetkililer de Türkiye'nin İdlib'de çok gayret gösterdiğini ancak mutabakattı yükümlülüklerini henüz yerine getiremediği uyarısını yaptılar. Suriye askerlerinin öldürüldüğünü açıkladılar. Yani Ruslar da Suriye ve İran'dan gelecek "İdlib'de daha fazla bekleyemeyeceğiz, teröristler saldırıyor, zayiatlarımız var, elimiz kolumuz bağlı durmayız, artık operasyon gerekli" baskısına direnemeyebilir.

Bölgeden gelen ve henüz teyit edilmeyen bilgilere göre, ki Russia Today tarafından haber yapılmıştır, İdlib'deki bütün silahlı gruplar tek bir operasyon odası altında Esad yönetimine karşı savaşmak üzere birleşiyor. Tabi bu durum İdlib'de ılımlı ve terörist grupların ayırt edilmesi sürecini iyice çıkmaza, Türkiye'yi de zora sokacak. Artık İdib'te ılımlı veya terörist gruplar yok anti-Esadcılar var.

Gelen haberler HTŞ-Nusra'nın anti-Esadcı yeni oluşumu kontrol ettiği yönünde. Açıklamanın Nusra'dan gelmesi bunu destekliyor.
Rusların aralıklarla İdlib'te Nusracı Beyaz Baretlilerin kimyasal saldırı provokasyonu hazırlığını sürdürdüklerini de not edelim.

Putin bugün Türkiye'de. Geliş nedeni Türk Akımı projesinin deniz etabının tamamlanması törenlerine katılmak. Ancak Putin'in aklında yukarıda anlatmaya çalıştığımız İdlib'te yaklaşan fırtına olacağı kesin.

Türkiye'nin elinden tutup Suriye'ye adım atmasını sağlayan, kendi yanına çekip ABD'den ayırmaya çalışan Rusya'nın son dönemde Trump-Erdoğan arasında oluşan olumlu havadan da rahatsız olduğunu söyleyelim.

Bu olumlu ortamda son Trump-Erdoğan görüşmesinde Kaşıkçı cinayetinin ağırlıklı görüşüldüğü, mutabık oldukları anlaşılıyor. Amerikan basını Kaçıkçı'nın öldürülme emrinin veliaht prensin verdiğini iddia etse de resmi kurumları bunu yalanladı.
Türkiye'de ise Anadolu Ajansının (AA) dünkü "sarayda hızla yükselen 'gölge adam' Suud el-Kahtani" başlıklı haberinde Kahtani Kaşıkçı'nın geri dönmeyi kabul etmemesi üzerine "bu köpeğin başını bana getirin" diyen isim olarak sunuluyor.  Bu haberi devletin ajansı AA yapınca Türkiye'nin de cinayetin emrini veliaht prens değil onun danışmanı Kahtani'nin verdiğini kabul ettiğini söyleyebiliriz. Kahtani ABD'nin 17 kişilik yaptırım listesinde de var.

Hem Putin hem de Trump'tan ilgi görmek, hoş tutulmak Erdoğan'ı sevindirebilir anacak büyük güçlerin kendi senaryolarını hayata geçirmek için Türkiye'yi yanına çekmek istediklerini görmek lazım. Kısa vadede kazanıyor gibi olabiliriz ama nihai hedefini bilmediğiniz ABD ve Rusya'nın senaryolarına balıklama atlamak felaket getirecektir.

Türkiye'nin Fırat'ın doğusu ve YPG söylemlerini artırdığı ortamda Türkiye'nin dikkatinin İdlib'e kaydırılması ABD'nin işine gelecektir. İdlib'deki karışıklık aynı zaman Rusya ve Suriye'yi o bölgede meşgul edecektir.

Bu esnada Amerikan USS Harry Truman uçak gemisi muharebe gurubu beraberindeki çok sayıda savaş gemisiyle Akdeniz'e girdi, girecek. Bir süre Akdeniz'de kalacak bu filonun İdlib'de beklenen bir kaosa müdahil olması büyük ihtimal.

Doğu Akdeniz, Ege, Kıbrıs'ta da kriz derinleşmekte, ABD açıkça Yunan/Rum tarafında yer almaktadır. Aynen Suriye'de YPG/PKK tarafında olduğu gibi. Amerikan uçak gemisinin Rumların ExxonMobil ile başlattıkları süreçte Doğu Akdeniz'de olması da ayrıca manidar.


Türkiye'ye yaptırılmak istenen İdlib'e bakıp Fırat'ın doğusu, Doğu Akdeniz, Kıbrıs'ı görmezden gelmesi.  Türkiye'nin yapması gereken ise tüm kriz noktalarında aynı anda sürekli var olup müdahil olabilecek ortamı yaratması, milli güç unsurlarını koordineli kullanmasıdır. Ama atı alan Üsküdar'ı geçti.


Cahit Armağan Dilek / YENİÇAĞ

Atatürk’le aldatmak III - Fatih Yaşlı

“Türkçe ezan” tartışmasını gündeme getiren CHP’li vekilin politik yaşamının herhangi bir döneminde laiklik ya da aydınlanmaya dair bir derdi olmuş muydu, eğitimdeki gericileşmeye, zorunlu din derslerine, tarikatlara teslim edilen okullara herhangi bir itirazı var mıydı bilmiyoruz. Muhtemelen yoktu ve tam da bu nedenle, bağlamsız, laiklik mücadelesine dair herhangi bir politik programdan, aydınlanmacı bir gündemden bağımsız, cumhuriyetçilik perspektifiyle alakasız bir şekilde bu tartışmayı ortaya atıverdi. Bağlamsız, programsız, alakasız bu tartışma da en çok kimin işine yarayacaksa onun işine yaradı.

Öte yandan bu tartışmanın “hayırlı” bir boyutu da oldu. Örneğin 10 Kasım günü “Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü vefatının 80. yıl dönümünde özlem ve dua ile anıyoruz” diyen İYİ Parti’den, bir gün önce yapılan “Türkçe ezan” açıklaması, Cumhuriyet denildiğinde milliyetçi-muhafazakâr cenahın ne anladığını açık bir şekilde ortaya koydu. Açıklamada Türkçe ezan tartışmasını açanlar için “namazda gözü, ezanda kulağı olmayan bir güruh” ifadesi kullanılıyor, kendilerinden “beynamazlar korosu” diye söz ediliyor, “ezanlarımız Türk vatanında ilelebet okunacak ve ‘Allah-u Ekber’ diye başlayıp ‘La ilahe illallah’ diye bitecektir” deniyordu. Açıklamanın sonuna o ünlü sloganın, “Tanrı dağı kadar Türk Hira dağı kadar Müslümanız” sloganının eklenmesi de ihmal edilmemişti.

Demek ki 10 Kasım’larda şükranlarınızı sunduğunuz Mustafa Kemal’in bizzat kendi uygulaması olan ve tam da uluslaşmaya dair bir girişim niteliği taşıyan Türkçe ezan/Türkçe ibadet söz konusu olduğunda hemen birilerine “dinsiz” yaftasını yapıştırabiliyor, “Türk milliyetçisi” olduğunuzu iddia etmenize rağmen, kendi dilinizde ibadete karşı en sert tutumu alabiliyordunuz. Sekülerlik, Atatürkçülük, cumhuriyetçilik buraya kadardı demek ki…

Benzer bir durum CHP için de geçerliydi. CHP “bu tartışmanın bugün için bir anlamı yok, bizim gündemimiz başka” diyebilirdi. Ama hem herhangi bir gündemleri olmadığı için hem de sağcılaşmanın oy getireceğine dair o bitimsiz halüsinasyonu görmeye devam ettikleri için, onlar da başta Kılıçdaroğlu olmak üzere canhıraş bir şekilde Türkçe ezana niye karşı olduklarını anlatmaya giriştiler. Kılıçdaroğlu açıklamasında Erdoğan’a da ilham verecek şekilde “Arapça ezan İslam dinimizin bir değeridir. Dünyanın neresinde okunursa okunsun ezanın İslam’ın bir çağrısı olduğunu ifade eder ki dünyanın her yerinde de ezan Arapça okunur” diyordu.

Velhasıl, her iki parti de söz konusu tartışmada iktidar partisiyle ve genel olarak Türkiye İslamcılığıyla aynı yerde durmakta ve konuyu tartışılabilir, konuşulabilir dahi görmemekteydiler. Çünkü her iki parti de siyasetin sınırını iktidar partisinin çizmesini kabul etmiş durumdaydılar ve yeni rejimin diliyle konuşmaktaydılar. İYİ Parti en azından milliyetçi-muhafazakâr bir parti olduğunu söyleyerek “yırtabilirdi” belki ama CHP için “Türkçe ezan” da başka birçok şey gibi “kendi geçmişini inkâr listesi”ne bir maddenin daha eklenmesi anlamına geldi.

Niye peki? Çok basit: CHP’nin de tıpkı tartışmayı gündeme getiren vekili gibi laikliğe, aydınlanmaya, Cumhuriyet’e dair bir mücadele programı, bir perspektifi, bir siyasal hattı bulunmuyor, o yüzden. Velhasıl Atatürk’ün partisi de oyunu İslamcılığın belirlediği kurallara göre oynamayı seçmiş, inkılapları ve cumhuriyet fikrini terk etmiş durumda. Tam da bu nedenle “Atatürk’le aldatmak” ne sadece büyük şirketlerin, ne de iktidar partisinin işi. Muhalefeti de buraya dâhil etmek, bu gerçeği görmek gerekiyor.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Göstergeler endişe verici - HAYRİ KOZANOĞLU

İncelediğimiz veriler, üretimin yavaşladığı, yatırımların durduğu, istihdam olanaklarının daraldığı zamana yayılan uzun erimli bir durgunluğa işaret ediyor.

Birbiri ardına ekonomik verilerin açıklandığı bir haftayı geride bıraktık. Doların 5.35 TL’den, 2 yıllık gösterge tahvilin %20’den haftayı kapatması finansal piyasalarda fırtınanın dinmesine yorulabilir. Bu düzeylerde (yüksek kur-yüksek faiz) bir dengeleme dahi ekonominin tekrar büyüme fazına geçmesine engel olur. Nitekim aşağıda inceleyeceğimiz 5 temel veri, “ üretimin yavaşladığı, yatırımların durduğu, istihdam olanaklarının daraldığı” zamana yayılan uzun erimli bir durgunluğa işaret ediyor.

Cari Fazla Hayra Alamet mi?
Eylül ayından cari işlemler hesabı 1.8 milyar dolar fazla verdi. Böylelikle ağustostan sonra bir kez daha Türkiye’nin döviz gelirlerinin döviz giderlerini aştığı bir ay yaşandığı anlaşıldı. Geriye dönüp bakarsak bu olgunun ancak kriz dönemlerinde gözlemlendiği ortaya çıkar. Hadi tüketim malları ithalatının %41 azalmasını hayra, kamamber/rokfor peynirlerinin daha az yenmesine, ithal viskiden rakıya dönülmesine yoralım. Ne var ki ara mallarındaki %13 düşüşü üretimin daralmasından, sermaye mallarındaki %26’lık çakılmayı ise yatırımların bıçak gibi kesilmesinden başka biçimde yorumlamak mümkün mü?

Gelelim cari açığın finansmanına; Eylül 2018 itibarıyla son 12 aylık dönemde cari açık 46 milyar dolar olmuş. Aynı dönemde Merkez Bankası rezervleri 24.6 milyar dolar aşınırken, net hata noksan kaleminden de 21.2 milyar dolar döviz girişi gerçekleşmiş. Bu iki kalemin toplamı (45.8 milyar dolar) hemen hemen cari açığa denk. Demek ki Türkiye son 1 yıllık dönemde yeni bir uluslararası finansman olanağı yaratamamış. Bu dönemde 3.7 milyar doları yabancıların emlak alımı olmak üzere 7.6 milyar dolar doğrudan yatırım sağlanırken, borsadan 1.1 milyar dolar, devlet iç borçlanma senetlerinden 1 milyar dolar çıkış gerçekleşmiş. En vahimi de 5.1 milyar dolar net dış borç ödenmiş. Türkiye’nin net dış borç ödeyicisi bir ülke konumuna düştüğü açık seçik ortaya çıkmış.

İşsizlikte Sınırlı Yükseliş
Temmuz-Eylül aralığını kapsayan ağustos ayı işgücü istatistiklerine göre, işsizlik oranı 0.5 artışla yüzde 11.1’e yükseldi. Konjonktürel anlamda ağustos ayının işsizliğin hafifçe artış gösterdiği bir dönem olduğu göz önüne alınırsa, açıkçası işsizlikte tahminimin altında bir sıçrama gözlendi. Tüm verilerin ekonomide daralmaya işaret ettiği bir dönemeçte bu ılımlı istihdam kaybını; birincisi, işletmelerin gelecekte durum düzelir beklentisiyle yetişmiş elemanları kaybetmeme çabasına; ikincisi, halen süren istihdam teşviklerinden yoksun kalmama isteğine ; üçüncüsü de yerel seçim öncesinde Saray Rejimi’nin bankalara “zor durumdaki firmaların üzerine gitmeyin” telkini yaptığı bir dönemde işçi çıkartıp iktidarın hışmına uğramayayım korkusuna bağlamak mümkün.

İstihdam trendlerini izlemek için mevsim etkisinden arındırılmış istatistikler daha uygundur. Burada işsizliğin yüzde 11’den 11.2’ye çıkışı da benzer şekilde ılımlı bir sürece işaret ediyor. Bu verinin, daha finansal piyasalarda krizin hissedilmediği şubat ayındaki yüzde 9.9 oranından başlayarak zaten istikrarlı bir artış eğilimi sergilediğini biliyoruz. Sektörel bazda baktığımızda ise, son 1 yılda inşaatın 189 bin istihdam kaybına uğradığını, buna karşın hizmetlerde 667 bin, sanayide 293 bin yeni iş yaratıldığını görüyoruz.

Sanayi Üretimi Çakıldı
Eylül ayında sanayi üretiminin bir önceki yıla göre yüzde 2.7 azalması ekonomik krizin üretimi nasıl aşındırdığını kanıtlıyor. Sanayinin en önemli bileşeni imalat sanayi endeksinin 3.2 düşüşü kaygı verici bir tabloyla karşı karşıya bulunduğumuzu net biçimde gösteriyor. Eylül sanayi üretiminin bir önceki aydan, ağustos’tan da yüzde 2.7 aşağıda seyrettiği anlaşılıyor.

Ana sanayi grupları bazındaki göstergelerde; dayanıklı tüketim malları yüzde 7.0 artarken, tüm diğer grupların daraldığının altını çiziyor. Ara malları yüzde 2.9, dayanıksız tüketim malları yüzde 1.3, enerji yüzde 2.9 üretim kaybı yaşarken, sermaye mallarındaki düşüş yüzde 6.1’e ulaşıyor. Bu da yatırımlardaki ivme kaybının bir diğer istatistiğe yansıması.

Teknoloji düzeyleri temelindeki bir değerlendirme de; düşük teknolojilerde yüzde 0.8, orta düşük teknolojilerde yüzde 2.9, orta yüksekte yüzde 1, yüksek teknolojilerde tam yüzde 19 aylık kayba işaret ediyor. İş çevreleri yüksek teknolojili-yüksek katma değerli üretimden dem vururken bu kulvardaki aktivite yerlerde geziniyor.

Kredilerde Tıkanma Sürüyor
Kapitalizmde krediler damarda akan kana benzetilebilir. Kredi kanalları tıkanınca, ekonominin bünyesinde damar sertliğindekine benzer bir hayatiyet kaybı gözlenir. Döviz kredilerindeki son haftalardaki düşüşü daha çok TL’nin değerlenmesiyle bağlantılandırmak mümkün. Ne var ki, TL bazındaki krediler de korkutucu bir zayıflama sinyali veriyor.

Haftalardır süren kredi bakiyesindeki daralmanın, en son açıklanan 9 Kasım haftasında da sürdüğü görülüyor.

Bankacılık sektörünün TL kredileri 2 Kasım’da 1320 milyar TL iken 9 Kasım’da 1316 milyar TL’ye inmiş. Asıl önemli nokta ise, 2017 sonunda 1272 milyar TL olan kredi hacminin yıl içerisinde 44 milyar TL, nominal sadece yüzde 3.8 artmış olması. Tüketici fiyatlarının yıl sonundan kasım başına yüzde 22.5 arttığı hesaba katılırsa, ekonominin nasıl bir “kredi kıtlığı”, diğer bir ifadeyle reel kredi daralmasıyla yüz yüze kıldığı anlaşılır.

HAYRİ KOZANOĞLU - BİRGÜN

18 Kasım 2018 Pazar

Diyanet ateist gence karşı - ÖZDEMİR İNCE

Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB), 2019 yılı faaliyetleri arasında, Ateizm, Deizm, Agnostisizm konularında gençlere yönelik yayın yapmayı planlıyormuş. Kolay gelsin. Bu gençlerin donanımsızı olmaz ama donanımlı bir Ateist, Deist ya da Agnostik gençle bizzat Diyanet İşleri Başkanı’nın karşılaşmasını dilerim. Doğduğuna pişman olur. 

Bu gencin ilk tepkisi, “Sana ne be kardeşim, Tanrı benim böyle olmamı istemiş. Tanrı’nın iradesine karşı mı çıkıyorsun, isteseydi beni Hıristiyan bile yapardı” olmaz mı? 

Eski DİB Başkanı koskoca Süleymen Ateş bile “İnsan, korunmak için tedbirini alır, elinden geleni yapar ama Allah’ın takdir ettiği şeyi de kimse önleyemez. Allah ne takdir etmişse, ne kadar yaşamasını dilemişse öyle olur” demiyor mu?

***
Bu gençler canavar gibi okumuş çocuklardır. Erdoğan Aydın’ın İslamiyetin Ekonomi Politiği (Kırmızı Yayınları, 2008) adlı kitabını mutlaka okumuşlardır. Şu alıntısını yaptığımız sayfadan (s. 85) sorular sorarlarsa apışıp kalmaz mı İslam misyonerleri? 
“Ancak burada asıl işaret etmek istediğimiz şey, bizzat İslami teorinin sınıfsal ayrımı meşru, tanrısal ve kader olarak gördüğü gerçeğidir. Öyle ki bu gerçeği reddetmek, Kuran’da, ‘Allah’ın nimetini inkâr etmek’ (Nahl: 71) olarak nitelendirilmektedir.”
***
“Allah rızk hakkında bir kısmınızı bir kısmınızdan üstün kıldı. Kendilerine fazla rızk verilenler ellerinin (emirlerinin) altındakilere rızklarını, kendilerine eşit olacak ölçüde çevirip verici değillerdir.” (Nahl: 71) 
“... Mülkiyetiniz altında bulunan kölelerin size verdiğimiz rızklarda ortaklarınız olup, sizinle ortak paya sahip olmalarına razı olur [musunuz?]” (Rum: 28) 
“... Size verdiği (nimetler) hususunda sizi imtihana çekmek için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O’dur.” (En’am: 165)

***
Tanrı’nın ölçüsüz ve adaletsiz dağıttığı mal-mülkü, zenginliği “rızk” ölçüsüne oturtarak meşrulaştıran, keskin sınıf ayrımı ifade eden ayetler: 
“Baksana, insanların kimini kiminden nasıl üstün kılmışızdır. Elbette ki ahiret derece ve üstünlük bakımından daha büyüktür.” (Isra: 21) 
- “Rabbin rızkı dilediğine bol verir, dilediğine daraltır.” (Isra: 30) 
“Ey Muhammed, de ki ey mülkün maliki Allah’ım, dilediğine mülkü verir, dilediğinden alırsın, dilediğini şerefli (aziz) kılar, dilediğini zelil (aşağılık, düşük) edersin. Hayır senin elindendir.” (Al-i İmran: 26)

***

Bu ayetler adaletsiz bir sınıf ayrımı dile getirdiği halde, İslamcı tayfası,“İslam hukuku sınıfsız bir toplum oluşturmuştur. Kapitalizme bundan geçilememiş ve Osmanlı’da olduğu gibi statik olmayan dinamik bir yapı meydana getirmiştir” (s.85) tarzında safsata yorumlar yapar.
 
Hepsini es geçelim: 
“Rabbin rızkı dilediğine bol verir, dilediğine az verir” (Isra: 30) ayetini Ateist gence nasıl açıklayacaksın? 
“Allah, insanları daha yaratırken nasıl bu kadar adaletsiz olur? 
Sakın, Halife Osman döneminde Kuran ayetleriderlenirken saptırılmış bir ayet olmasın?” diye kazık bir soru sorarsa apışıp kalmaz mısın? Ateist gencin bilgi torbasında bu türden yüzlerce soru vardır ki hiçbirine cevap veremezsin. Örneğin Müslüman toplumların Osmanlı örneğinde olduğu gibi, fetih, yağma ve talan dönemleri sona erince yıkıldıklarını iddia ederse yanıtın ne olur? Keşiflerden ve modernizimden itibaren Müslüman toplumların Hıristiyan toplumların sömürgesi olmalarına ne dersin? 

Türkiye de aralarında olmak üzere Müslüman toplumlar arasında neden azıcık bir demokrasi bile yok? 

Yola getirmek istediğin genç, Jean Meslier’nin “Sağduyu, Tanrısızlığın İlmihali”(Kaynak Yayınları) adlı kitabını önüne koyarsa ne yaparsın!

Özdemir İnce / CUMHURİYET

Anıları kalbimize çakılı... - Mine G. Kırıkkanat

Devrimci portreler 
Firar edecek olanlarla son bir kez kucaklaştık ve vedalaştık. Hepsini bu son görüşümüzdü. Duygu dolu anlardı.
Saat 17.30 olduğunda önce Cihan Alptekin, arkasından Mahir Çayan ve diğerleri sırasıyla tünele girdiler. Ellerindeki naylon torbalarda, cezaevinden yeterince uzaklaştıklarında giyecekleri temiz giysiler vardı.
Sabah olduğunda firarın mümkün olduğunca geç ortaya çıkması için koğuşların kapılarını kapatıp arkalarına ranzaları yığdık. Cezaevi idaresine, Ankara Mamak Askeri Cezaevi’nde o günlerde Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının başlatmış oldukları direnişi desteklemek için o gün duruşmalara gitmeyeceğimizi söyledik.
Bu isyan demek oluyordu.
Tünelin varlığından hiç haberi olmayan, farklı davalardan yargılanan birçok tutuklu durumu şaşkınlıkla izliyordu.
Cezaevinin etrafı kısa sürede tanklar ve destek birliklerince sarıldı. Birkaç saat hiçbir şeyin farkına varılmadı. Ancak saat 12.00 civarında dışarıda devriyegezen askerlerden biri, tünelin çıkış deliğine yerleştirilen çöp kutusu kapağına basınca dışarıda kızılca kıyamet koptu. Ortalık birbirine girdi. Derhal koğuşkapılarını açmamız, aksi takdirde havan topu ile üzerimize atış yapılacağı megafonlarla anons edilmeye başlandı.
Daha fazla direnmenin bir anlamı yoktu. Kapıları açtık. Sıraya dizilip yoklama düzeni aldık. İsimler teker teker okunup sıra firarilere gelince derin bir sessizlik, ardından Tugay Komutanı Generalin “Uçtuuu!” diye seslenmesi o günün hiç unutulmayacakları arasındaydı…*
Hikmet Çiçek 
*Devrimci Portreler, 68’in 50.Yılı / Kırmızı Kedi, 2018

***
Yarım kalan bir türküdür
Sevgi Adana’da ilk günler sıkıntılı, sancılıydı. Ülkesinin bir başka şehrinde “madam” diye seslenilen biri olarak kendini daha yalnız ve kimsesiz duyumsuyordu. İki gün geçmişti ki, tutukevinde çevirisini yaptığı Brecht’in “Üç Kuruşluk Opera”sı yayımlandı. Yayıncı, çeviri ücretini Adana postanesine göndermişti. Durumu gelen tebligatla öğrenmiş, mutlu olmuştu. Sürgünde bu paranın değeri daha da artıyordu. Tebligatı çantasına koydu, giyindi, yola çıktı. Adliyenin karşısında iki katlı, küçük bir binaydı postane.
İçeri girince, masa başındaki memurun yanına gidip, “Afedersiniz, bir tebligatım var, adıma gönderilen parayı alacaktım da…” dedi.
Memur kafasını önündeki evraktan kaldırmadan cevap verdi: “Kimliğiniz lütfen!”
Sevgi, evlilik cüzdanını uzattı. Kimliğine henüz Mümtaz (Soysal)’ın soyadını yazdırmaya fırsatı olmamıştı.
Memur cüzdanı aldı, ilk sayfasını açıp yazılı adları görünce hırsla yere fırlattı. Yüzündeki öfke gözlerinden fışkırıyordu. Ağzından tükürükler saçarak: “Sizler komünistsiniz! Para mara yok sana... Nasılsa Moskova’dan alıyorsunuzdur!” diye bağırdı.
Postanede birkaç görevli dışında kimse yoktu. Sevgi, yere fırlatılan evlilik cüzdanını alırken kendini savunmaya çalıştı.
“Paramı verin lütfen, bu benim çalışmamın karşılığı...”
Memurun öfkesi dinmek bilmiyor, hakaretlerin arasına sıkıştırılan Moskova ve komünist kelimelerinden başka bir şey anlaşılmıyordu...*
Sevim Kahraman
*Bir “Sevgi Soysal” Romanı / Destek Yayınları, 2018

***
Öncü kadınlar
Eylül 1928’de, Harf Devrimi için yurt gezisine çıkan Mustafa Kemal Atatürk, Gelibolu’ya da uğradı. Karşılama töreni sırasında ona çiçek vermek içinilerleyen Refet Angın, buketi uzatırken tökezleyip düşüverdi. Atatürk onu yerden kaldırdı ve iki yanağından öperek, “Acıdı mı kızım?” diye sordu.
Refet, 
“Hayır, acımadı” dedi. Atatürk, “Büyüyünce ne olacaksın çocuk?” diye sordu. Cevap gecikmedi: “Öğretmen!” 
Refet, 24 Aralık 1930’da Atatürk’le tekrar Edirne Kız Öğretmen Okulu’ndakarşılaştı. Çiçek buketini yine o sunuyordu.Atatürk buketi aldıktan sonra, “Seni Gelibolu’dan hatırlıyorum” dedi. “Söyle bakalım, ne öğretmeni olmak istiyorsun?” Refet, “Matematik öğretmeni olmak istiyorum” diye yanıtladı. 
Atatürk, başını salladı: “Hayır, sen matematik değil, tarih öğretmeni olmalısın!” 
“Emredin Paşam, ama neden?”
“Seni küçükken tanıdım. Görüyorum ki çok okuyorsun ve güzel konuşuyorsun. Tarih öğretmeni ol. Çünkü nesillere tarihlerini öğretmek en önemli vazifedir.”
Refet’in yolu Atatürk’le üçüncü kez kesiştiğinde, artık tarih öğretmeniydi. Dolmabahçe Sarayı’nda ikincisi düzenlenen Türk Tarih Kongresi’ne katılmıştı. Yanına gidip kendisini tanıttı. Atatürk: “Bak çocuk, görev şimdi başlıyor. Çok iyi öğretmen olacaksın. Çok okuyacaksın, öğrencilerini çok iyi yetiştireceksin. Onlara Kurtuluş Savaşı’nı öğret ve Çanakkale’yi asla unutma. Çünkü bizi bu günlere getiren Çanakkale Savaşları’dır...”*Özlem Özdemir
*İlham Veren Cumhuriyet Kahramanları / Kırmızı Kedi Yayınevi, 2018

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET



Yurtdışındakileri çağırırken, yurtiçindekileri içeri tıkmak - ORHAN BURSALI

Bir yandan Cumhurbaşkanı’nın dünyada ilk 500’e giren üniversitemiz yok diye, iyi niyetli bir serzenişeleştiri olarak algılamak istediğim yakınmaları.. Diğer yandan Sanayi ve Teknoloji Bakanı Varank’ın yüksek nitelikli bilim insanlarımıza yurda geri dönün, işte para işte olanak çağrıları...

Ve sabah kalkıyorsunuz, gözaltına alınan hukuk dekanları, matematik bölüm başkanları, yine gazeteciler, kültür ve gönül insanları...

Saygın bir hukukçu olan Prof. Turgut Tarhanlı’yı, matematikçi Prof. Betül Tanbay’ı, diğer 18 kişiyi daha sabah 6’da evlerini basıp gözaltına almak veya aldırmak, utanç verici değil mi?..

5 yıl sonra ‘Gezi Örgütü’?!Osman Kavalı’yı bir yılı aşkın bir süredir, iddianamesiz, mahkemesiz içeride tutuyorsunuz. Bırakın hukuku, adaleti vb.. sizlerin vicdanı için hiç mi bir “sıkıntı yok”?
“Gezi’nin düzenleyicisi” gibi, altında hiçbir şey olmayan bir suçlamaya, şimdi 20 kişiyi daha ortak ederek, bir örgüt havası kazandırma ilkel düşüncelerinizi biliyoruz; bunu Cumhuriyet gazetesine, yönetici ve çalışanlarına karşı da denemiştiniz. Büyükada casusları diye de bir sürü insanı tutuklamıştınız.. Daha neler...

Milletin geniş kesimlerinin katılımıyla ülke çapında yaygınlaşan “Gezi Direnişi”ni, iki üç kişiye mal etmek de başka bir garabet, bu millete ayıp! Şüphesiz ki aranızda “acaba biz ne yaptık ki bu kadar geniş bir protesto - isyan ile karşılaştık” diye soranlarınız ve yanıt bulanlarınız olmuştur. Bunu iktidarınız bal gibi biliyor.

Gezi isyanından korkunuz, özellikle ekonomik ve sosyal krizin içine düştüğümüz şu sıralarda özellikle mi ortaya çıktı ve böyle bir “örgüt yaratmak” yoluna gittiniz?
Türkiye’de, eski ortağınız FETÖ’cülerin açtığı hukuksuz adaletsiz yoldan Türkiye’nin, iktidarın ve yöneticilerinin dahi gidebileceği hiçbir yol yok, sadece bataklık...

Ya ‘bu ne rezalet’ diyen çıkarsa?
Üniversiteler üzerinde baskınız keyfi ve yaygın. Oradan da bir ses çıkmıyor.. Mesela Turgut Tarhanlı’nın gözaltına alınmasına Bilgi Üniversitesi’nden bir ses duymadım. Keza Betül Tanbay’ın üniversitesi Boğaziçi’nden de... 

Yurtdışındaki bilim insanlarına çağrı yapıyorsunuz, uluslararası olanaklar yaratmaya çalışıyorsunuz. Destekliyorum, iyi yapıyorsunuz, ülkenin iyi bilime, yüksek standartlarda bilim insanına, bilim-teknoloji üretimine ihtiyacı şiddetle var. Ülkenin yüksek düzeyde sosyal bilimcilere, hukukçulara, sanat insanlarına, yüksek düzeyde felsefecilere, düşünürlere de ihtiyacı şiddetle var. 

Siz yurtdışındaki bilimcilere çağrıya çıkıyorsunuz, ama bir yandan da bağımlı hukuk sisteminiz buradaki bilimcileri, aydınları, fikri olanları gözaltına alıyor, yurtdışı yasağı koyuyor. 

Şunu mu demek istiyorsunuz yurtdışındaki bilim insanlarımıza çağrı yaparken: 
Bakın, gelip burada işinizi yapacaksınız, öyle demokrasi, hukuk, adalet var mı yok  mu uğraşmayacaksınız, bunlar sizleri hiç ilgilendirmez.. yoksa...

Bilim bütündür 
Bilim bir bütündür, felsefesi ile, sanatı ile, sosyal bilimleriyle.. Bu bütünün olduğu yerde bilim yeşerir. Çünkü bunların hepsi birbirini besler, birbiriyle etkileşerek üretir. Bu bütün içinde, sizlerin yönetimlerine, hukuksuzluklarına, adaletsizliklerine, keyfiliklerinize karşı çıkan olursa ne yapacaksınız, onları da içeri mi atacaksınız! 

Hiç unutmayın, geleceklerin hepsinde bu yüksek siyasal-sosyal, hukuk bilinci olacaktır. 
Onları nasıl bir üniversite ortamına çağırıyorsunuz? Size bağlı rektörler, dekanlar, bir liyakat sistemi-ortamı yaratabildiler mi? 

Çağırdığınız üst düzey bilimci, sadece yeteri kadar maddi koşul istemez, aynı zamanda bilimsel liyakate dayalı üst düzey bilim-yönetim ortamı da ister. 

Bunları düşündünüz mü? 
 
Orhan Bursalı / CUMHURİYET

Utanç tokadı... Asıl küme düşen kim? - Arif Kızılyalın

Fatih Terim’in gidip Lucescu’nun iş başı yaptığı günleri anımsayın; hani şu ilk yenilgide ‘ama takım yenileniyor’ diye avutmamış mıydık kendimizi?
Sonraki kayıpta hakeme kesecektik faturayı.
Ardından ‘şanssızdık’ edebiyatı yaptık.
Arada bir galibiyet alınca da buğday ambarının önünde dolaşan aç tavuk rolü biçilmiş kaftandı bizler için!
Andersen’in masallarını çevirip çevirip okuduk. Taa ki vasat İsveç gelip Anadolu’nun göbeğinde yenip gidene kadar... Bakın; dün geceki mağlubiyet, sıradan bir sonuç değil Türkiye için.
Bir utanç tokadıdır bu!
Bir zamanlar Dünya üçüncülüğünde dolaşan Türkiye, artık C Ligi’ne; yani 50 küsur Avrupalının arasındaki en kötü lige indi bu yenilgiyle.
Dün geceki futbol için söylenecek fazla söz yok; acemiler mangası deyin geçin. Önündeki topu uzaklaştıramayan stoperler, top süremeyen bekler, pas kaybı yaparken şuurunu da kaybeden bir orta saha, formsuz forvetler!
Geçelim bunları!

Burada asıl eleştirilmesi gereken makam TFF’dir. Yıldırım Demirören’dir, Ali Dürüst’tür, Nihat Özdemir’dir, işine geldiği zaman denetim yetkisini kullanan ama nedense Yıldırım Demirören’e ses çıkartamayan Spor Bakanlığı’dır,
‘Kral çıplak’ diyemeyen spor basınıdır!

Sözün özü herkes suçludur bu rezalette. Sakın ola ki 2020’nin planlamasını yapan Lucescu’ya kesmeyesiniz faturayı sadece!

Arif Kızılyalın / CUMHURİYET

Mısıroğlu meselesi: Galip kim, mağlup kim?- TAYFUN ATAY / T24


Geçtiğimiz cumartesi 10 Kasım’da kaleme aldığım yazıda, “Bir süredir Atatürk düşmanlığı tescilli ve yıllar boyu bu iktidar kadrolarının zihinlerini beslemiş (Kadir Mısıroğlu gibi) yazı erbabı bile hanidir kızakta” dedim ya…
Diyanet İşleri Başkanı beni tam anlamıyla kontrpiyede bırakacak şekilde aynı gün Mısıroğlu’na geçmiş olsun ziyareti ile manşetlerde boy gösterdi. Biz de boyumuzun ölçüsünü aldık!..
                           ***
Kadir Mısıroğlu bu iktidar kadrolarının gönlünde tarihsel olarak taht kurmuş bir şahsiyet olsa da son birkaç yıldır yaptığı çıkışlarla onların “konjonktürel” kaygıları doğrultusunda (özellikle de şu meşhur “Shakespeare, eşittir, Şeyh-piiir” çıkışından sonra) düşük profile “buyur edilmiş” bir figürdü.
“Konjonktürel” olan nedir diye soracak olursanız, basit: Bu coğrafyada istediğiniz kadar geçmiş siyasal tasarruflarını eleştirin, reddedin, lanetleyin; yüceltilmesine, kültleştirilmesine karşı çıkın; ne yaparsanız yapın, bir “kültürel temsil” olarak Atatürk’ü kitlesel düzeyde gözden düşürme imkânınız yok.
Aksine, toplumun laik yaşam biçimini sürdürmekte (her türlü dinbaz-politik atraksiyona rağmen) kararlı ve ısrarlı kesimi için “Atatürk”, tutunum noktası mahiyetinde köklü bir simge.
Böyle olunca Atatürk’ü sıradanlaştırma, basite indirgeme, değersizleştirme yolunda her hamle aksi istikamette bir mobilizasyona yol açıyor. Hem de kitlesel mahiyette azımsanmayacak çapta…
***
Ayrıca, hem Atatürk’ü Türk milliyetçiliği dendiğinde hiç ama hiç marjinalleştirme imkanı bulunmayan, bilakis onu bir “nirengi noktası” yapma durumunda olan, böyle yapmazsa tarihsel olarak kendini inkardan gelecek bir muhafazakâr parti (MHP) ile ittifakla ancak ayakta durabiliyor ve “Reislik” ifa edebiliyorsunuz!..
Bir de tabii, FETÖ ile hısımlığın hasımlığa dönmesi sonrasında “düşmanımın düşmanı dostum” hesabı, yani yine konjonktürel bir ihtiyaçla kapısı çalınmış “laik-ulusalcı” mahfillerle de hayli ince çizgide sürmekte olan diyalog ve yakınlaşmayı gözetmek, kısaca “Ergenekon Kapısı”nı kırmamak zorundasınız!..
Dolayısıyla gün, Kadir Mısıroğlu günü değildir… 
Diye düşünürken…
Diyanet Reisi adeta bir “elektrik kaçağı”na yol açarcasına gitti, sağlık sorunu yaşayan Mısıroğlu’nu 10 Kasım arifesinde resmi cübbesiyle ziyaret etti.
***
Ben bunu, bu iktidarın, yine konjonktürel olarak nasıl “iki arada-bir derede” kaldığını işaret eden bir veri olarak almaktan yanayım.
Bir taraftan ne Atatürk’ü değer ve derece kaybına uğratma, ne de anti-Kemalizm yapma “lüksünüz” var.
Ama diğer taraftan da içerisinden geldiğiniz ve sizi politik-ideolojik olarak biçimlemiş, yapılandırmış bir tarihsel mecra var. O mecrada da hem sizi iktidara taşıyan ve göz ardı edemeyeceğiniz  “çekirdek-kitle” desteği, hem de o kitlenin üzerinde yıllar/kuşaklar boyu düşünsel-duygusal bir maya, bir yapı-taşı olmuş “beyin-takımı” var. 
Ve Mısıroğlu da bunlardan biri.
O yüzden 10 Kasım’da önce Anıt Kabir’e giderek özel defteri güzel güzel doldurup imzalayıp, “Ata”ya da “Ruhun şâd olsun” diye seslendikten sonra; gece Saray’daki Atatürk’ü Anma Töreni’nde yine “Ata”nın en bariz tasarruflarından “Türkçe-ezan”ı yerden yere vurduğunuz gibi…
Diyanet Reisi'niz de çıkıp 10 Kasım arifesinde Atatürk düşmanlığıyla maruf Mısıroğlu’na gayet manidar bir ziyarette bulunuyor işte.
***
Ali Erbaş, Kadir Mısıroğlu’nu nereden tanır?
Tayyip Erdoğan nereden tanıyorsa oradan tanır.
Kitaplarından, çıkardığı dergilerden, geçmiş dönemlerde Kemalist statüko ile kavgasından… Hapis yatmışlığı, yurt dışına kaçmışlığından falan…
Kadir Mısıroğlu’nun kitaplarını günümüz dünyasında İslam ve Müslümanlık üzerine sürdürdüğüm akademik çalışmalar doğrultusunda benim de okumuşluğum var; Osmanlı, hilafet, Kurtuluş Savaşı üzerine yazdıklarını…
Doktora tezimi hazırlarken Londra’da “Türk-Yar” adlı bir dernekte gerçekleştirilen bir konuşmayı dinlemeye gittiğimde de kendisiyle yüz yüze karşılaşma durumum oldu (1990). Kafasında fesi, elinde bastonuyla oradaydı. Dindar-muhafazakâr bir genç konuşmacı, gayet spontane (kasıtlı olmayan) şekilde yeni-Türkçe bir sözcük kullandığında o, derhal söze girdi ve “Harf İnkılabı” üzerinden, konuşmacıyı da doğduğuna pişman edecek şekilde Cumhuriyet’e, Atatürk’e, Kemalizm’e verip veriştiren bir söylev çekti.
Orada hiç unutmadığım bir sözü de Turgut Özal’la ilgiliydi. 12 Eylül sonrası askeri yönetimin ve Kenan Evren’in hâlâ hükmünü icra eder olduğu dönemde Anavatan Partisi lideri ve başbakan olan, namazında-niyazında, Cuma’ları kaçırmayan Özal’ın cumhurbaşkanlığına geçişinde önünü açanın eşi Semra Özal olduğunu şu mealde sözlerle iddia etmişti:
“Allah, o gâvur Evren’in gözünde Özal’ın dindarlığını örtmek için eşini perde yaptı!..”
***
Tayyip Erdoğan’lar, Ali Erbaş’lar ve Türkiye’de İslami siyasi hareket bünyesinde boy gösteren niceleri, Mısıroğlu’nun kitaplarıyla büyüdüler: “Lozan: Zafer mi Hezimet mi?”; “Kurtuluş Savaşı’nda Sarıklı Mücahitler”, “Osmanoğulları’nın Dramı”; “Geçmişi ve Geleceği ile Hilafet”…
O, bir bakıma bu kadrolar için şiirde Necip Fazıl ne ise nesirde odur.
İkili oynamak, iki arada-bir derede kalmış olmak ya da doğrudan ikiyüzlülük; adına ne denirse densin, sıkıntı da bundandır.
İslamcılığın çoktan bittiğini, Osmanlıcılığın ise bir fanteziden, bir “dizi-keyfi”nden ibaret olduğunu gayet iyi bildikleri şu küresel ekonomi-politik ortamda “simülasyon” niyetine, yani yalancıktan hem İslamcılık, hem Osmanlıcılık oynarken bir yandan da işte Türkiye’nin laik toplumsal-kültürel gerçekliği ile bir “orta-nokta”da buluşmak için çırpınıyorlar (10 Kasım anmaları, Atatürk’e saygı temaşaları ve saire.)
Bu arada bünyesinden çıktıkları mecradaki fincancı katırlarını ürkütmemek için de “jest”lerde bulunuyorlar; Diyanet Reisi’nin Mısıroğlu ziyareti gibi…
***
Peki, Mısıroğlu nefrette hiç mi hiç kusur etmediği Mustafa Kemal için, kendisini yakın hissettiği bu iktidar iradesinin, göstermelik olsun olmasın,  böylesi saygıda kusur etmezliğini nasıl izah ediyordur dersiniz?
30 yıl önce Özal için dediğine benzer şekilde şimdi tüm bu 10 Kasım ve Anıt Kabir seremonilerinin de toplumun gözüne bir “örtü” olduğunu mu düşüyordur acaba?..
Eğer öyleyse soru şudur: Toplum bunu “yer mi”?!.
Sanmıyor ve diyorum ki Mısıroğlu istediği kadar, “Reisicumhur beni ziyaret etmişti, şimdi Şeyhülislam ziyaret ediyor; bu tarihi bir andır” dese de adeta galibiyet coşkusuyla;
Gelen tepkilerin çapına, hacmine, yelpazesine; yani bardağın dolu kısmına bakıldığında görülen şu ki mağlup sayılır bu yolda galip… 
Tayfun Atay / T24