4 Ocak 2019 Cuma

Zülal Kalkandelen'le İdris Küçükömer’in tezleri ve İkinci Cumhuriyetçiliğin temelleri üzerine - SOL

Gerek görsel gerekse yazılı medyada uzun yıllar çalışmış, şu anda da Cumhuriyet gazetesinde sanat ve siyaset yazılarına devam eden Zülal Kalkandelen ile son kitabı “İdris Küçükömer’in tezleri: İkinci Cumhuriyetçiliğin Temelleri” üzerine konuştuk. (SOL / 07 Şubat 2012)

Gazeteci/Yazar Zülal Kalkandelen, uzun yıllardır gerek görsel gerekse yazılı medyada faaliyet gösteren bir isim. Bundan önce yayınlanmış 3 kitabı bulunuyor. Kalkandelen ile Cumhuriyet Kitapları'ndan çıkan 4. ve son kitabı “İdris Küçükömer’in tezleri: İkinci Cumhuriyetçiliğin Temelleri” üzerine sohbet ettik.
____________________________________
soL: Uzun yıllardır medyada televizyon programı yapımcılığı, gazetecilik, köşe yazarlığı gibi çeşitli alanlarda çalışıyorsunuz. İlk olarak sizi tanımayan okuyucularımız için kendinizi kısaca tanıtır mısınız?
Zülal Kalkandelen: 
Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik bölümü mezunuyum. Yüksek lisansımı Mülkiye'de Siyaset Bilimi bölümünde yaptım. Cumhuriyet gazetesinde pazar günleri “Dünyalı Yazılar” başlıklı köşemde genellikle siyaset ve daha çok Amerika odaklı yazılar yazıyorum. Onun dışında müzik yazılarım da aynı gazetenin kültür sayfasında yayınlanıyor. Siyaset dışında müzik, en heyecan duyduğum alan. Uzun yıllardır müzik yazılarımı topladığım aktif bir blogum var. Yayınevlerine dışarıdan çeviriler de yaptım ama son yıllarda çeviriden çok editörlük üzerinde yoğunlaştım. Bu son çıkanla birlikte yayımlanmış 4 kitabım var.
Bunların öncesinde daha çok görsel medyada çalıştım, NTV, Kanal E, CNBC-e bünyesinde programlar yaptım. Görsel medya dönemi benim açımdan oldukça ders verici oldu. Medyada dönen ilişkilerin perde arkasını görme fırsatım oldu. Pek de bana göre değildi açıkçası çünkü hep birilerine yaranmanız gerekiyor ve ne yaparsanız yapın birinin adamı olmadığınız sürece her zaman tehlikedesiniz. Nitekim öyle de oldu işten çıkartıldım. O dönem çok sayıda insan işini kaybettiği için, en azından 1 yıl boyunca kimsenin medyada iş bulma şansı yoktu. Bir süre yurtdışında yaşamak hep istediğim bir şeydi. O sırada ABD’ye gittim ve uzun süre New York'ta yaşadım. O yıllar benim açımdan çok verimliydi, ilk 3 kitabımı o dönemde yazdım. 11 Eylül'den sonra Cumhuriyet’e New York yazıları yazmaya başladım. Demokratik Parti ve Cumhuriyetçi Parti kongrelerini gazete adına izledim. Aynı dönemde bazı dergilere New York'tan haber yazıyor, röportajlar yapıyordum. Giderek yurtdışında kalma sürecim uzadı ve bana iyi bir ders, önemli bir hayat deneyimi oldu. Çünkü ABD’yi yaşayarak tanımak, Türkiye’ye dışarıdan bakmak insanın ufkunu açıyor.
_________________________________________________________________
“İdris Küçükömer’in tezleri: İkinci Cumhuriyetçiliğin Temelleri” isimli yeni kitabınız Cumhuriyet Kitapları’ndan çıktı, bu sizin 4. kitabınız. Yeni diyorum ama aslında yüksek lisans teziniz ve üzerinden epey zaman geçmiş bir çalışma. Buna rağmen güncelliğinden bir şey kaybetmediğini de görüyoruz. Neden bunca yıl sonra bu çalışmayı kitap haline getirmeyi düşündünüz?

Sizin de söylediğiniz gibi güncelliğinden hiçbir şey yitirmedi. İlk başta yayımlamayı düşünerek yapmamıştım bu çalışmayı, ancak yıllar içinde üzerinden geçtim, eklemeler çıkarmalar yaptım ve sonunda baktım ki aslında tartışmalar bugün de aynı eksende dönüyor. Doğrusu üç kitap yayınladıktan sonra biraz kırgınlığım da vardı yayın dünyasına ama sonunda çevremdeki insanların teşvik etmesiyle de kitap haline getirmeye karar verdim.
_________________________________________________________________
Kitabınız çıktıktan sonra bir sitem yazısı da yazdınız aslında...

Sitemim de var evet. Yani “yazsam ne olacak ki, zaten arada kaynayacak” gibi bir düşünceye saplandığımı belirtmem gerek. Hâlâ da o konuda aynı düşünüyorum. Ancak çevremdekilerin desteği herhalde biraz cesaret verdi.
_________________________________________________________________
İkinci Cumhuriyet tartışması yeni değil aslında. Ancak bugün İkinci Cumhuriyet'in tartışılmaktan ziyade uygulandığına şahit oluyoruz.

Tabii, son aşamasına geldi belki de. Ben hep söylüyorum, Türkiye'de karşı devrim 1923’te Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren başladı. Bunca yıldır çeşitli şekillerde de aralıksız devam etti. Ancak belki de ilk kez, son 10 yıldır diyelim, iktidar partisi tarafından bu yolda bu kadar radikal kararlar alındığını görüyoruz.
_________________________________________________________________
Kitabınızda Küçükömer’in tezlerini inceleyerek cevaplar üretiyorsunuz. Aslında birçoğu bugün sosyalist hareket tarafından ciddiye alınır olmaktan çıkmış tezlerin asıl tehlikeli yanının, bugün kendine 2. Cumhuriyetçi diyen kesimde bıraktığı etkinin, onlara verdiği ilham olduğu söylenebilir mi?

Evet, Küçükömer’i asıl 2. Cumhuriyetçiler kullanıyor. Bu tezler yıllardır onlara ilham verir duruma gelmiş. Siz sosyalist değil diyorsunuz, ama aslında 2. Cumhuriyetçiler kendilerini solda görüyor, kavramlar çok karışmış durumda. "Liberal" solcular AKP’yi destekliyor ve bunu mantıklı buluyorlar. Küçükömer onlara çanak içinde bir görüşler bütünü sunmuş, içinden seçip seçip kullanıyorlar.
_________________________________________________________________
Peki, Küçükömer’in tezleri ile liberal 2. Cumhuriyetçilerin söylemleri arasındaki en önemli örtüşmeler hangi başlıklarda?

Bu tezleri burada bütünüyle ayrıntılı konuşmamıza olanak yok ama şöyle söylemek lazım Küçükömer bütün felsefesini, Osmanlı’dan beri süregeldiğini iddia ettiği, asker-sivil bürokrat kesime karşı olmak üzerine kuruyor. Buradan hareketle de Batıcı-laik kesim ile Doğucu-İslamcı ayrımına gidiyor, şablonunu da bunun üzerine yerleştirip tüm Osmanlı-Türkiye tarihini ona göre değerlendiriyor. Çözümlemelerinde Marksist bakış açısını da kullanıyor ama asıl değerlendirme kıstasları şöyle: Özetle diyor ki bu Batıcı-laik bürokratlar halkı temsil etmediklerinden halkın sorunlarını çözemezler. "Sağ" dediği bu grup, çıkarı için iktidarı elinde tutmasa, mevcut düzenin temelden reddini sağlayacak bir oluşum olacak.

Bunların karşısına yeniçeri, esnaf, ulema birliğinden gelen Doğucu-İslamcı grubu koyuyor ve bunların halk cephesine dayandığını söylüyor, bu gruba da "sol" diyor. Bu noktada 2. Cumhuriyetçilerin asker ve sivil bürokrasiye karşı tavırları Küçükömer'in çizgisiyle örtüşüyor. 1923'te kurulan Cumhuriyet'i, üretim güçlerinde ve ilişkilerinde değişme yaratmadığını söyleyerek eleştirir Küçükömer. Cumhuriyet'in kazanımlarına karşı olmak noktasında tamamen hemfikirler. Yapılan devrimlerin tabandan gelen bir isteği yansıtmadığını, yukardan dayatıldığını söyleyerek karşı çıkarlar. Küçükömer de mesela laikliğin "kültür mirasının toptan reddi ile küçük burjuva ideolojisi aracılığıyla" yaratıldığını savunur. Ona göre Doğucu-İslamcı grup halka dayanmaktadır ve o halkın genetiğinde muhafazakarlık vardır. Hem Küçükömer'in hem de 2.Cumhuriyetçilerin göremediği en önemli şey, 1923'te ilan edilen Cumhuriyet'le bu topraklara yüzyıllarca sonra gelen Aydınlanma. Onun farkına varamayacak kadar taraflı bir yaklaşımları var. Bütün bu noktalarda önemli örtüşmeler göze çarpıyor.
_________________________________________________________________
Küçükömer ve 2. Cumhuriyetçilerin lafzi düzeyde oldukça benzer söylemleri olmasına rağmen, nihai bir toplum projesi açısından amaçladıklarının oldukça faklı oldukları ortada. Küçükömer’in tezleri, katılalım veya katılmayalım, sosyalist hareketin nasıl gelişebileceği kaygısıyla öne sürülmüş tezlerdi, İkinci Cumhuriyetçilerin ise böyle bir dertlerinin olmadığı açık… Siz bu aradaki farka dair ne düşünüyorsunuz, nerede ayrışıyorlar?

Küçükömer bir bilim adamı olarak yaklaşmış olaylara ve kendi görüşleri doğrultusunda bir inceleme yapmış. Bana göre yanlışları olduğu gibi doğru tespitleri de var. Ancak bazı yerlerde son derece isabetsiz çıkarsamalarda bulunduğu için yanlış sonuçlara varıyor. Örneğin Küçükömer antiemperyalist ve kapitalizme karşı. Ancak olaya şematik bakarak “asker-sivil bürokratların yaptığı işler kapitalizmin normal gelişim sürecini, üretim güçlerinin gelişimini de engellemiştir. Kurtuluş Şavaşı emperyalist değildir. Türkiye hiçbir zaman Batılılaşamayacak" sonucuna varıyor. Ona göre bu durum “batıdaki gibi sınıfların oluşmasına da engel olmuştur."

Fakat 2. Cumhuriyetçiler daha yüzeysel ve anakronik bir bakış açısıyla yaklaşıyorlar olaylara. Ne sosyalist ne de antiemperyalist hiçbir çıkış duymuyoruz onlardan. Aksine küreselleşmeyle, kapitalizmle barışık bir söylem kullanıyorlar. En önemli ayrım burada. 2. Cumhuriyetçilik düşüncesi, küresel kapitalist hareketle uyumlu, onun uydusu olmayı içine sindirmiş.
_________________________________________________________________
2. Cumhuriyetçiliğin fikir babalarından sayılan Mehmet Altan, malum son günlerde pek dertli. Pazar günü de Ruşen Çakır’a röportaj vermiş. Altan röportajda “AKP’nin 2. Cumhuriyeti hayata geçirmekte olduğunu düşünüyor musunuz?” sorusuna şu yanıtı veriyor: “2. Cumhuriyet dediğimiz şey, halka ayar vermeyecek ve hukuka göre hareket eden bir devlet ile birbirine ayar vermeyecek temel hak ve özgürlüklere saygılı bireylerden oluşan bir toplumdur. Bugün yapılansa, ‘sistemi nasılsa ele geçirdik o yüzden eski sistem devam etsin’ anlayışıdır” Buradan bakınca iktidar olma sürecinde AKP’ye desteğini esirgemeyen bu isimlerin içine düştüğü bugünkü durumu ve eleştirilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Mehmet Altan, bugüne kadar AKP’ye hep destek verdi, ancak işini kaybedince o da, tüm liberallerin yaptığı gibi başladı gazetelere beyanatlar vermeye... Ancak sizin de sorunuzda söylediğiniz gibi açmazları ortada tabii. Bir kere en baştaki çelişkileri, dini temel referans olarak kullanan bir partinin Türkiye’ye özgürlük getireceğine inanmaları oldu. Oysa bunun dünyada örneği bulunmuyor. Önceleri AB’ye girilmesi için gereken adımları attığı bahanesiyle desteklediler AKP’yi, sonra malum süreçler yaşandı. Mehmet Altan bu desteği yakın zamana kadar sürdüren isimlerden birisi. Ama bu zamana kadar Türkiye'de her şey yolunda mıydı ki sustu? Türkiye’de hukukun üstünlüğü mü vardı, adalet mi vardı? Neden bu zamana kadar eleştirmedi? Neden iş çığırından çıkıp, Amerika'da Avrupa'da gazeteler Türkiye'deki hukuk dışı uygulamaları yazana kadar bekledi? Burada yaşıyor, görmüyor muydu hukukun, özgürlüklerin, hakların yıllardır nasıl katledildiğini?
_________________________________________________________________
Bu eleştiriler sizce samimi ve kalıcı mı, yoksa AKP’nin küçük bir jest yapması ile tekrar eski iktidar aşığı rollerine döneceklerini düşünüyor musunuz?

Bence kişiye göre değişebilir bu durum. Bu saatten sonra ne yaparlar bilemiyorum. Sözleri ve hareketleri birbirini tutmadığı için öngörüde de bulunamıyorum açıkçası. Tabii onlar açısından bu noktadan sonra ciddi bir tavır değişikliği de çok kolay değil. Düşünsenize bunca zaman sonra “biz yanlış yapmışız...” demelerinin pek olanaklı olduğunu sanmıyorum. Dolayısıyla durdukları yerde durmaya devam edeceklerdir. En iyi ihtimalle susarlar. Belki Mehmet Altan gibi arada işini kaybeden olursa patlayanlar çıkabilir.
_________________________________________________________________
Kitaba dönersek Cumhuriyet devrimlerinin bir ilerleme olduğu muhakkak. Ancak o zamanki Kemalist kadroların sermaye ile aralarına mesafe koymadığı oranda, sermayenin güncel olarak aldığı yönelim itibariyle, Cumhuriyet’in bugünkü gibi bir geriye dönüş hamlesiyle karşılaşma olasılığını bünyesinde barındırdığı söylenebilir. Tıpkı Cumhuriyet kadrolarının örnek aldığı Fransız Devrimi'nde olduğu gibi... Kitapta bu kısma hiç değinilmemiş. Bu konuda ne demek istersiniz?

Ben hiç yanlış yapılmamıştır noktasında değilim elbette aksayan yönler de olmuştur ve sonuçta Kemalist devrim sosyalist bir devrim değildir. Devrimin üretim güçlerinin siyaset sahnesinde etkinleştirilmesi bakımından yetersiz kaldığı, üretim ilişkilerinin sınıflar bazında daha sağlıklı ilerlemesini sağlayamadığı doğrudur. Mesela büyümeye rağmen kişi başına düşen gelir artmış değildir ve bazen kendi içinde çelişen işler yapılmak zorunda da kalınmıştır. Ama devrim koşulları içinde, yeni bir ulus devlet yaratma sürecinde, o zamanki iç ve dış koşullar da düşünüldüğünde, yapılabilen en rasyonel iş yapılmıştır diye düşünüyorum. Aslında Atatürk’ün o zamanki kararlarına bakarsanız, son derece pragmatist bir uygulamalar bütünüdür. Sermaye ile mesafe diyorsunuz ama zaten sermaye birikimi yoktu ki o yıllarda. Devletin tam bağımsız olması için önce ekonomik bağımsızlığını sağlaması şart. Savaştan yeni çıkmış, sanayisi gelişmemiş, yoksul bir ülkede devlet eliyle özel sektör yaratılmaya çalışılmış. Kendine özgü koşulları olan, Batı'nın geçirdiği devrimleri geçirmemiş, Sanayi Devrimi'ni yaşamamış bir toplum sonuçta. Uygulamalar ve sonuçları da farklı.
_________________________________________________________________
Uzun yıllardır medyada çalışan biri olarak siz bile kitabınızı yeterince duyuramamaktan şikâyetçisiniz. Tepkinizi “Çünkü arkamda bir holding medyası ve cemaat yok” diyerek dile getiriyorsunuz. soL yazarı Kaan Arslanoğlu da yeni kitabı ile ilgili yazarken bu noktaya dikkat çekmiş, sizinle benzer eleştirileri dile getirmişti. Bu konuda ne söylemek istersiniz, sizce tüm güçlüklerine rağmen, bu “gizli” sansür duvarı nasıl aşılabilir?

Ben o yazımı yazdıktan sonra benim gibi düşünen, hisseden yazarlardan çok sayıda ileti aldım. Aslında o yazıyı sadece kişisel bir kaygıyla yazmadım, konuyu benim gibi olanların adına da dile getirmek istedim. Çünkü çok sayıda insan yazıyor, çiziyor fakat kitapları hiç gündeme gelmiyor. Holding medyası denen bir güç var, onlar kendi içlerinde birbirlerini destekliyorlar. Bizim gibi onun dışında kalan insanlar bir türlü göz önüne gelemiyor. Bu durumun bir isyanıydı aslında o yazım. Ne yapmak gerektiğini de çok bilmiyorum açıkçası, o yazıyı o nedenle yazdım ve içtenlikle insanlara sordum ne yapmak gerekir diye...

Çünkü görsel ve yazılı medyada bir hâkimiyet var, hep aynı isimler gündemde, onların kitapları ön planda, herkes onların kitapları hakkında yazıyor, sayfa sayfa röportajları çıkıyor. Bunun yanında cemaat denen bir gerçek var, onlara yakın bir ismin kitabı çıkıyor, herkes onu alıyor, onu okuyor. Hak etmedikleri ölçüde ilgi görüyor ve en önemlisi daha etkili oluyorlar. Tek taraflı görüşler hakim oluyor toplumda. Bu duvarın nasıl aşılabileceğini ben de bilmiyorum. Ama benim o yazımdaki sitemim, daha çok kitapta savunduğum fikirlere yakın olabileceğini düşündüklerimeydi...
_________________________________________________________________
Günümüzde, eskiye kıyasla hukuki olarak sansür getirme uygulaması azaldıysa da, belki daha tehlikeli olan medyanın otosansürü söz konusu. Bu durum kendini “ilgi sansürü” olarak gösteriyor. Ve demin bahsettiğiniz çemberin dışında kalan kişilerin çalışmaları görmezden gelinerek başka türlü bir sansür uygulamasına gidiliyor, ne dersiniz?

Çok gündemde olduğunu düşündüğüm konular için, verimli tartışmalara vesile olması amacıyla yazmıştım bu kitabımı. Açıkçası ülkenin siyasi tarihinde bu kadar tartışılan ve gündemdeki bir konu olduğu için, olumlu ya da olumsuz anlamda bir eleştiri olur diye beklemiştim ancak kimse bir şey demeyince ona şaşırdım. Odatv o yazımı almış kullanmış, herhalde oradan görenler çok oldu. Bir ara kitabımı kitapçılarda bulmak da zordu, büyük kitapçıların raflarına dahi giremiyor kitabınız...

Bu görmezden gelme son dönemde yeni bir yöntem olarak uygulanıyor. Eskiden olumsuz da olsa farklı düşünceler hakkında yazılabiliyordu. Artık ondan vazgeçtiler, hiçbir şey yazmıyorlar, tamamen yok sayıyorlar.
_________________________________________________________________
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Bir noktaya değinmek istiyorum. Bir süredir 2. Cumhuriyetçiler ve "liberal" sol, kapitalizmin küreselleşmesi sürecinde “ulus devletler yok oluyor” diye bir söylemi dile getiriyor. Bu noktada, yukarıda 2. Cumhuriyetçilerin çelişkilerinden bahsettik, önemli bir ek daha yapmak istiyorum.

Küreselleşme, ABD sermayesinin önündeki tüm engeller ortadan kalksın, ekonomik, siyasi, kültürel alanlarda bu sermayeye hareket imkanı sağlasın diye ortaya atıldı. Bunun karşısında yerel çıkarı savunan herkese de “ulusalcı” damgası yapıştırılarak, hepsine birden faşizan bir anlam yüklendi. "Ulusal" olanın karşısında kalanlar da özgürlük savunucusu "liberal sol" olarak lanse edildi. Oysa ben onların tamamen uluslararası sermayenin çıkarlarını savunduklarına inanıyorum. Küresel sermaye bu propaganda eşliğinde mikro milliyetçilikleri körükleyerek olabildiğince küçük devletler yaratma gayretine girişti çünkü devletler küçüldükçe uluslararası sermaye karşısında direnme güçleri düşecektir. İşte siz buna itiraz ettiğinizde, söylemlerinizin şovenlikle hiçbir alakası olmasa da, sosyalist de olsanız, sadece içinde yaşadığınız ülkenin çıkarlarını savunduğunuz için, ırkçı veya faşist damgası yiyebiliyorsunuz. Bu, emperyalizmin 21. yüzyıldaki yeni taktiği...
_________________________________________________________________
Bu noktada kilit kavram emperyalizm ve ona karşı aldığınız tavır değil mi?

Evet, emperyalizm karşıtlığını ağzına almayan solcu olamaz. Ama bugün hiçbir şekilde emperyalizme direnmeyen, aksine onunla bütünleşmeyi düstur edinmiş insanlar kendilerine solcu diyorlar. İşte Küçükömer’in sol-sağ meselesi gibi burada da kavramlar birbirine geçirilmiş durumda. Solculuk adına AKP’yi destekliyorlar, özgürlük savunuculuğu adına gericiliğe prim veriyorlar, ülkede ne varsa satılıp uluslararası sermayeye pazarlanmasını alkışlıyorlar. Bugün gelinen nokta maalesef bu. Bundan sonra nasıl gidecek hep birlikte göreceğiz...

(soL-Haber Merkezi)


‘İkinci Cumhuriyetçiliğin Temelleri’ - ÖZDEMİR İNCE

Sol kimliği altında, Cumhuriyete sağdan vuran; İslamcı ve milliyetçi sağa ve dolayısıyla karşı devrime hizmet sunan iki “çelişmen = mütenâkız” vardır: Kemal Tahir ve  İdris  Küçükömer

Tahirizm 1960 ve 1970’lerde başta İsmail Cem olmak üzere birçok aydını etkiledi. Kemal Tahir ile İdris Küçükömer, Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) yanılsamasıyla Cumhuriyetin kuruluşuna ve devrimlerine karşı çıkmışlardı. Bu karşı çıkışın kaynağında şöyle bir safsata vardır: Mümkün olmasına karşın, Cumhuriyetin kurucuları sosyalizmi tercih etmemiştir. Dinciler de “Laiklik” ve “Tevhid-i Tedrisat Kanunu” nedeniyle Cumhuriyet düşmanı oldular. Kemal Tahir ve Küçükömer müritleri, günümüzde İslamcı AKP’in peşine takılan liberal sol cemaatidir. Cumhuriyete birlikte kumpas kurdular. 

Ben kendi hesabıma, Devlet Ana romanı vesilesiyle Kemal Tahir ile taa 1968 yılında hesaplaştım.*İdris Küçükömer’le hesaplaşma yazılarımı ise Google’da Hürriyet gazetesi arşivinde bulabilirsiniz. Cumhuriyetin dindar ve kindar düşmanı İslamcılıka karşı mücadelemiz devam etmekte.
***

Sözü Zülâl Kalkandelen’in 2017’de yayımlanan “İdris Küçükömer’in Tezleri-İkinci Cumhuriyetçiliğin Temelleri - İkinci Grup’tan Yetmez ama Evetçi Liberallere 90 Yıllık İhanet Mirası”** adlı kitabına getirmek istiyorum. 

Zülâl Kalkandelen, Kemal Tahir’le akrabalığına değindiği İdris Küçükömer’in pamuktan tezlerini, arkasına Sina Akşın, Doğan Avcıoğlu, Şevket Süreya Aydemir, Ömer Lütfi Barkan, Halil İnalcık, Korkut Boratav, Taner Timur, Emre Kongar ve M.A. Kılıçbay’ı alarak, bir hallaç gibi atıyor. İdris Küçükömer’in goygoycuları ise Mete TuncayAsaf  Savaş Akat, Tahirî mezhebine mensup epigonlar ve “Türkiye’de sağ soldadır,  sol sağda” sakızını çiğneyen her türlü sağcı ve solcu cemaat mensubu.

***

İdris Küçükömer’in temel tezleri: Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetin kurucuları antiemperyalist ve antikapitalist değildi; devrimler üstyapıda oldu, altyapıya dokunulmadı; devrimler halka rağmen, halka karşın yapıldı; dindarlara baskı yapıldı; laiklik konusunda halkın inancına saygı gösterilmedi (Sanki R.T. Erdoğan konuşuyor); bürokrasi tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi halkı sömürdü… 

Bu iddialar iftiradan başka bir şey değil. Aslında halk 1950’den itibaren, maddi ve manevi bakımdan, limon gibi sıkıldı.

***

İdris Küçükömer’le hiç karşılaşmadım. Ece Ayhan’ın onu göklere çıkarması ve kendisine benzetmesi, bence hiç de olumlu değil. SHP (Sosyal Demokrat Halkçı Parti) üyesi olmasına şaşırdığımı 22 Ocak 2005 tarihinde Hürriyet’te yazmıştım. Bu yazı vesilesiyle Anılar ve Düşünceler’i (Bağlam Yayınları) karıştırırken, Talat Aydemir’in askeri kanat lideri olduğu 22 Şubat 1962 darbesinin sivil kanat liderinin İdris Küçükömer olduğunu hatırladım (s.21). İlk makaleleri Akşam gazetesinde (14-17 Ekim 1968) yayımlanan Düzenin Yabancılaşması’nı bu olayın yarattığı travmanın ezikliği altında yazdığını düşündüm. İdris Küçükömer’i inceleyenler bu travma ve ezikliği mutlaka dikkate almalı.
***

Zülâl Kalkandelen’in kitabı çözümlemeler bağlamında kusursuz. Tanzimat’la başlayıp 1950’ye kadar süren çağdaşlaşma hareketini anlamakta yetersiz kalan İdris Küçükömer’in düşünsel idraksizliğini belgeleriyle kanıtlıyor. Ardından V. Bölüm’de, Cumhuriyet döneminin ulema sınıfını oluşturan sol liberallerin (Orhan Pamuk, Ahmet ve Mehmet Altan, Murat Belge, Nuray Mert, Oya Baydar, Ahmet İnsel. Ama Nilüfer Göle eksik.) ipliğini pazara çıkartıyor. Çok başarılı bir otopsi!

Özdemir İnce / CUMHURİYET

*Dost Dergisi, Nisan 1968, Sayı: 42; Ne Altın Ne Gümüş, Telos Yayıncılık (1997), Doğan Kitapçılık (2003)
**Kırmızı Kedi Yayınevi

Taksim’i ÖSO’dan temizlemek - ALİ SİRMEN

2019 girerken, İstanbul’da geçen yılların gözde eğlence mekânı Nişantaşı’nın boş olmasına karşın, sıkı güvenlik tedbirleriyle denetim altına alınmış Taksim Meydanı yine ilginin odağındaydı. 

Bu yılki kutlamaları, siyasi gösteriye dönüştüren yeni katılımcı bir unsur da, Taksim Meydanı’na gelerek bayrağını açan ve Suriye rejimi karşıtı sloganlar atan ÖSO idi.
ÖSO’nun bu tutumu yurttaşların bir kısmının sosyal medya aracılığıyla tepkilerini dile getirmesine yol açarken CHP milletvekili Ünal Çeviköz de Meclis’te bir araştırma önergesi verdi. 

Türkiye’nin simgesel mekânlarından birinde, Suriye rejimi karşıtı gösterilerin yapılmasının Türkiye’nin Astana ile yüklendiği yükümlüklerini yerine getirmesine olduğu kadar, Ankara’nın da desteklediği yeni anayasa oluşturma sürecine de zarar vereceğini belirten Çeviköz, AKP iktidarının ÖSO ile bu kadar iç içe bir politika izlemesinin nedenini sormuştur. 

Gerçekten endişe verici bir noktayı dile getiren soru, Türkiye’nin Suriye politikasının önemli bir dönüm noktasının eşiğinde bulunduğu bir dönemde daha da anlam kazanmakta.
***

Bir zamanlar Tayyip Erdoğan’ın son derecede yanlış biçimde, Kuvayi Milliye’ye benzettiği, 2011’de kurulmuş olan Özgür Suriye Ordusu (ÖSO), çok değişik grupların çatı örgütü konumunda. Kuruluşu iyi tanıyan Sabati Karakurt, onun yapısını şöyle anlatıyor: “ÖSO’nun içinde canla başla çalışan Türkmenler de var, kolları jiletlenmiş psikopat hapçılar da var, hapishaneden derlenmiş mahkûmlardan oluşan savaşçı birlikler de var, radikal İslamcılar da var, El Kaideciler de var (El Nusra El Kaide’nin bir kolu) Selefi güçler de var, ilk gördüğüm Alevinin gırtlağını keseceğim diyen fanatikler de var.” 

Birçok vahşet, işkence, gasp, tecavüz vehırsızlık olayına karışan ÖSO’nun Afrin’de de aynı eylemleri tekrarladığı biliniyor. 

Pentagon’a verilen bir Amerikan raporunda da ÖSO’yu oluşturan güçlerin yarısından çoğunun radikal İslama mensup oldukları belirtilmektedir. 

Ankara şimdi Moskova ve Tahran ile birlikte, Astana sürecine dahil olarak, Suriye’nin laik bir yapı içinde toprak bütünlüğünü öngören bir politikayı, Münbiç’teÖSO ile birlikte hareket ederken nasıl yürütecek ki?.. 

ÖSO ile Suriye’nin toprak bütünlüğü bir arada bulunması imkânsız iki unsur. 
Münbiç’te Ankara’nın kırmızı çizgilerinin çiğnenmesine yol açacak gelişmelerin önlenmesi ihtimalini oluşturan öğe, İran ve Rusya ile uyumlu bir çözüm çizgisinde anlaşmış olmalarıydı.
***

Fırat’ın doğusunda PKK uzantısı PYD-YPG oluşumu meydana getirmeye çalışmış olan ABD, hiç kuşkunuz olmasın ki eski planından nihai olarak vazgeçmiş değildir. 

Şimdi IŞİD badiresini Türkiye’nin başına sarmış olan Washington er ya da geç amacını gerçekleştirmek için, Ankara -Moskova- Tahran uzlaşmasını bozmaya yeltenecektir. Bu ilişkileri bozma konusunda kullanılabilecek en büyük koz, zaten kurulduğundan bu yana ABD, Suudi Arabistan ve İsrail’in desteklediği ÖSO olacaktır. 

Suriye badiresinden bu ülkenin bizzat kendisi ile birlikte en büyük hasarı almış olan Türkiye’nin yanlış yoldan dönmesi için, Esad takıntısı ve ÖSO tutkusuyla sakatlanmış, yanlış İhvancı politikasıdan kurtulmasını sağlamak üzere çapulculardan oluşan paralı askerleri politikasının en büyük dayanağı olmaktan çıkarması gerekirken, Münbiç operasyonunu bunlarla birlikte değil, Suriye devleti ile anlaşarak yürütmesinin yollarını aramak yerine, ÖSO’nun Türk politikası üzerindeki ipoteğini artırarak sürdürmesi sonucunda, bu çapulcular yılbaşı gecesi İstanbul’un göbeğindeki Taksim’de bayrak açmaya cüret edebilmektedir. 

Biz de Suriye’de ÖSO’dan uzak durmanın çarelerini ararken şimdi bir de, Taksim’i ÖSO’dan temizlemek sorunuyla karşı karşıya kalıyoruz.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Taksim ne ki Gaziantep kaynıyor! - Suriyeliler konusunda korkutan gelişmeler; Gaziantep örneği - BATUHAN ÇOLAK

Taksim ne ki Gaziantep kaynıyor!

Suriyeli sığınmacıların kontrolsüz bir şekilde Türkiye'ye alınmasının ilerleyen yıllarda sosyolojik travmaya yol açacağı ifade edildi. Ama bu türlü eleştirilerin tamamı "şoven milliyetçilik" nitelemesiyle dar bir alana hapsedildi, ötekileştirildi.
Yılbaşı akşamı Taksim'deki manzara uzun bir dönemde yaşanan olayların tek karede özeti gibiydi... ÖSO bayraklarıyla "Suriye" sloganlarının atıldığı ve yüzlerce sığınmacının katıldığı eğlence büyük tepki çekti. İşin ilginç yanı tepki gösterenlerin büyük bir çoğunluğu da yıllardır, "Onlar bizim din kardeşimiz, neden tepki gösteriyorsunuz, ırkçısınız" diyen hükümete yakın kesimdi.

Hadiselerin üstü örtülüyor
Taksim'deki hadiseden yaklaşık 1 hafta önce ise Gaziantep'te çok acı bir olay yaşandı. Evlerinin önünde sohbet eden 2'si kardeş 3 kişi "neden bakıyorsunuz" diyen Suriyeli bir grubun saldırısına uğradı.

Olayda ağabey Necati Bağcı, boğazına saplanan bıçakla hastaneye kaldırıldı. Yaşanan bu üzücü olayın hemen ardından hem konuyu araştırmak hem de aileyle görüşmek için Gaziantep'e gittim. Duyduklarım ve gördüklerim oldukça acıydı.
Olayın hemen ardından yerel basına konuşan anne ve baba, Suriyeli sığınmacılara tepkiliydi. Baba Ali Bağcı "Kavga başlar başlamaz Suriyeli grup bir anda 35 kişi oluyor. Benim oğlum da şu an yoğun bakımda. Bütün yetkililer beni arayıp susmamı istiyorlar. Seçimin yaklaşmasından dolayı yetkililer bana 'Seçim var sus. Sonra halledeceğiz' diyorlar" ifadelerini kullanmıştı.

Babanın bu tepkisi üzerine yetkililer hemen harekete geçip, yerel basına "yayın yasağı" getirdiler. Kimsenin konu hakkında araştırma ve haber yapmasına müsaade edilmedi. Sonrasında yaralı Necati Bağcı, bizzat Valinin talimatıyla özel bir hastaneye sevk edildi.

İşte tam bu sırada devlet yetkilileri, Bağcı ailesinden "Hiçbir şekilde konuşmayacaksınız. Devletiniz yanınızda, çocuğunuzun tüm tedavisini en iyi şekilde yapacağız" şeklinde söz alıyor. Haliyle aile çaresiz bir şekilde "tamam" demek zorunda kalıyor.

Aileyi hastanede ziyaret ettiğimde oluşturulan bu baskıdan dolayı gergin bir atmosfer vardı. Bağcı ailesiyle görüştüğümde "Çocuğumuz ayağa kalkmadan herhangi bir açıklama yapmayacağız, bizi bir tarafa çekmek istiyorlar" ifadelerini kullandılar. Yaptığımız bu görüşmeden tek bir kare fotoğraf alınmasına müsaade edilmedi.

Güzel bir haber de vereyim. Necati Bağcı şu anda gözlerini açtı ve solunum cihazından çıkarıldı. Çevresindekilere tepki vermeye başladı. Umarız ki kritik süreci en kısa zamanda atlatır.

Olay yerinde gördüklerim
Aileyi ziyaret ettikten sonra olayın yaşandığı Gazikent Mahallesi'ne gittim. Kan izleri hâlâ yerde duruyordu. Birkaç kare fotoğraf aldım, mahalledeki vatandaşlarla konuştum.Müthiş bir gerginlik hâkimdi. Olayın yaşandığı noktadaki dükkânların çoğu Suriyeliler tarafından işletiliyor. Fotoğraf çekerken yanıma gelip "Ağabey siz burayı neden çekiyorsunuz, sonra bizim başımıza iş gelmeyecek değil mi?" şeklinde dolaylı bir tehdit mesajı verdiler.

Tam bu sırada biri sivil biri resmî üniformalı polis koşarak yanımıza gelip "Buyrun nereye bakmıştınız" şeklinde sorgulama yapıp, kimliğimizi sordular. Basın kartımızı gösterdikten sonra "İnceleme yapılması yasak mı" diye sordum. "Herhangi bir sorun yok, tabii bakabilirsiniz" diyerek uzaklaştılar. Bu konuşmanın ardından iki polis aracı devriye attı.


                                                             ***

Suriyeliler konusunda korkutan gelişmeler; Gaziantep örneği

Gaziantep'teki gözlemlerimize kaldığımız yerden devam edelim.

Öncelikle Suriyelilerle çıkan kavgada ağır yaralanan Necati Bağcı'nın son durumunu aktarayım. Sağlığı her geçen gün daha iyiye gidiyor. Bir hafta içinde yoğun bakımdan çıkması bekleniyor. Yaralanma olayının ne gibi hasarlar bıraktığı, ilerleyen günlerde belli olacak. Temennimiz en iyi şekilde ayağa kalkabilmesi...

Gaziantep'teki birçok olay sansür ve baskıyla saklanmaya devam ediyor. Sığınmacıların karıştıkları en ufak bir olaya bile "yayın yasağı" getiriliyor.

İleride doğabilecek sorunlara karşı önlem almayı zorlaştıran bu durum, vatandaşlar arasında fısıltı gazetesinin güçlenmesine yol açıyor. Fısıltı gazetesi aslında sosyolojik travmaların da çıkış noktasıdır. Fısıltı gazetesinin kitlesel eylemlere ve hareketlere zemin hazırladığı ortamlarda medya bastırılmış, adalet ve hukuk sisteminde aksaklıklar kontrol edilemez noktaya çıkmıştır. Çünkü fısıltı gazetesinin objektifliği, 5n1k'sı yoktur.

Bu bakımdan "toplumda sığınmacılar konusunda tepki oluşmasın" diye gerçekleri kamuoyundan gizlemenin ilerleyen dönemlerde daha büyük sorunlara yol açacağı unutulmamalıdır.

Bu bakımdan Gaziantep'teki araştırmalarımda elde ettiğim verileri paylaşmayı her şeyden evvel bir vatandaşlık görevi olarak görüyorum.

"Evimin kapısında tacize uğradım"
Doğma büyüme Gaziantepli olan ve şu anda yerel bir gazetede çalışan meslektaşımın anlattıkları akıl alır gibi değildi. Sözü bu noktada kendisine bırakmak istiyorum:
"Bıçaklanan Necati Bağcı aynı zamanda arkadaşım olur. Olaydan sonra yerel basın mensupları olarak çok sayıda haber yaptık. İlk saatlerde yaptığımız haberler hızlı bir şekilde yayıldı. Ancak çok kısa bir süre içinde 'yayın yasağı' geldi. Konuyla ilgili tek bir haber yapamadık. O gece orada yaşananlar uzun bir zamandır biriken saldırganlığın küçük bir örneğiydi. Sığınmacıların bir kısmı burayı artık sahiplenmiş ve bizi üstten gören bir psikolojideler. Birbirlerine çok fazla bağlılar. Çoğu genç nüfus olan bu kesimin üzerlerinde sürekli olarak kesici alet bulunuyor. İşim gereği birçok zaman eve dönüşüm 23.00'ı bulabiliyor. Dolmuştan indikten sonra çoğu zaman takip edildim, ama bir tanesini hiç unutamıyorum. Yine saat 23.00 civarıydı, gazetedeki işlerimi tamamlamış evime dönüyordum. Dolmuştan indikten sonra uzun bir süre takip edildim. Hatta evimin burada olduğunu belli etmek için telefonda ailemle konuştum. Ancak bir türlü peşimden ayrılmadılar. Anahtarlarımı çıkardım ki 'her an eve girebilecek' olduğumu göstereyim diye... Ama takip devam ediyordu. En sonunda ailemle yaşadığım apartmana girdim. Arkamı döndüğümde benimle birlikte içeriye girmeye çalışıyorlardı. Bir anda çığlık atarak kendimi eve zor attım. Nefeslerini üzerimde hissetmiştim. Yaşadığım bu olaydan sonra geç kalacağım zamanlarda babam alıyor dolmuş durağından. Benim yaşadığım olayın aynısı komşumun da başına geldi, onu elle taciz ettiler, çevredekiler yetişti.
Olaydan sonra 155'i arayarak ihbarda bulundum. Aldığım cevap üzüntümü daha da katladı. Polis memuru 'Hanımefendi durumların farkındayız, biliyoruz, bir şekilde çözeceğiz' dedi. Sonrasında hiçbir gelişme olmadı.
Benim gördüğüm, polisler de çok fazla konulara müdahil olmak istemiyorlar. Çünkü kendi can güvenliklerinin de tehlikede olduğunu hissediyorlar. Ben bu şekilde yorumluyorum."

Down sendromlu çocuğa cinsel istismar
Temmuz ayında yaşanan bir olayın tıpkı Bağcı kardeşlerin uğradığı saldırı gibi üzeri örtülmüştü. Hoşgör Mahallesi'nde oturan 15 yaşındaki Down sendromlu bir çocuk, 3 sığınmacının cinsel istismarına maruz kalmış, olayın duyulması sonrasında gerginlik büyümüştü. Toplanan kitlenin öfkesi her dakika artarken "idam isteriz" sloganları atılıyordu. Hoşgör Mahallesi'nde oturan, olaylarla ilgili olmayan çok sayıda sığınmacı evlerinde korku dolu bir bekleyiş geçirmişti. Bölgeye sevk edilen çevik kuvvet, mahallelinin öfkesini dindiremeyince sığınmacıların tamamını güvenli bir yere taşıdı. Olayda 3 kişi tutuklandı.

Gaziantep'teki tablo ne yazık ki bir-iki olayla sınırlı değil, yüzlerce benzer örnek var. Kadınlara laf atma ve fiziki takip gibi konularla ilgili artık 155'yi arayan kalmadı. İnsanlar mahallelerinde tek başına dolaşamıyor.

Sığınmacıların oluşturduğu mahalle baskısı hiç beklenmedik karşı eylemlere, protestolara zemin hazırlayabiliyor. Dikkatli olunmalı ve yaşananlar kamuoyundan gizlenmemeli.


Batuhan Çolak / YENİÇAĞ

Domates, biber, patlıcaan!..- AHMET TAKAN

Tuz koktu!..
Daha bunun ötesi berisi, şurası burası yok...

Hukuk öğrencisi, kopya yakalayan hocasını öldürdü. Ankara Çankaya Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde Araştırma Görevlisi olan Ceren Damar, 4'üncü sınıf öğrencisi Hasan İsmail Hikmet'i önceki gün kopya çekerken yakaladı. Sınavı iptal edilen Hikmet, öğleden sonra odasını bastığı öğretmenini tabancayla iki el ateş ederek vurdu, ardından 10 yerinden bıçakladı.

Eğitim şehidi talihsiz Ceren Damar yeni evliydi. Dün gözyaşları içinde son yolculuğuna uğurlandı. Tek suçu ve günahı, bu ülkede işini doğru dürüst ve namusluca yapmaktı. Geleceğe namuslu, dürüst nesiller yetiştirmekti gayesi... Kopyaya göz yumsaydı, bana ne, ne hali varsa görsün deseydi, kopyacı katil, çok değil bir yıl sonra hâkim, savcı veya avukat olacaktı. Sahtekârlıkla aldığı diploması sayesine hak hukuk, adalet dağıtacaktı!..

Zamana, konjonktüre uygun davranmadı... Dürüstlüğün, hak ve adaleti savunmanın bedelini ağır ödedi Ceren Damar. Tartışılan adalet mekanizmasına bir kirli ürünün daha sızmasına müsaade etmedi. Canıyla, geride kalan sevdiklerine gözyaşı ve acı bırakarak bedel ödedi. Mekanı Cennet olsun Ceren öğretmenin.

Tuzun koktuğunun ilan edildiği gün, biz neyi tartışıyorduk?..

Poşet ücretlerini... Market alışverişlerinde kullanılan poşetlerin 25 kuruşunu...
Anlayamadıysanız, rakamla yazayım; Yirmi beş kuruş!..
Çevre Bakanlığı duyurmuş; poşet kullanım ücreti 25 kuruş olunca, ilk günde tüketim yüzde 70 azalmış.
Vayy be!..
Üstelik, bizim çok bilinçli tüketicilerimiz, duyarlı vatandaşlarımız, poşetlerde market logosu olmasına da çok fena tepkiliymiş. Vayy be!.. Televizyonlar, gazeteler, ellerinde poşetlerle poz veren bilinçli vatandaş fotoğraf ve haberleriyle doluydu. Ama ne hikmetse bu poşetin maliyeti ne kadar, bize niye 25 kuruşa kakalıyorlar, arada kimler zengin ediliyor, buradan toplanan paraları kimler hortumlayacak diye sual edene rastlanmıyordu...

Önümüze poşeti koydular, haşır huşur uğraşırken haber akışı devam ediyordu. Aralık ayı enflasyon rakamları açıklandı. Enflasyon da müthiş düşmüştü. TÜİK'in usta bürokratları bu işi nasıl beceriyorlar hâlâ akıl sır erdirebilmiş değilim ama zam şampiyonu patlıcanmış. Fiyatı düşen ürünlerin başında domates ve portakal geliyormuş. Terörist başı soğanın üstüne giderler diye düşünürken düşen enflasyonun günahkârı patlıcan oluverdi. Ne duruyoruz o zaman?.. Patlıcanı içeri tıkalım, domatese madalya takalım!..
Verin mehteri!..
Nasıl olsa, bu milleti, üzerinden geçmedikleri otoyollar ve köprülere yüzlerce lira ödemeye mahkûm ederken 25 kuruşluk poşeti sorgular hale getirdiniz. Haşır huşur bir poşet gündemi!.. Dolar 1 ayda 5 liradan 7 liraya çıktı, bugünlerde yine 5 buçuk lira seviyelerine indi. Nasıl olsa millet, dolmuş ve doğal gaz kuyruğunda beklerken borsayı takip ediyor!.. Ekonomik krizin suçlusu da papaz Brunson ile kuru soğan... Dolarda 3 ay içinde yaşanan bu iniş çıkışlarda malı kim götürdü diye merak edene de pek rastlanmıyor... Poşet de poşet... Poşet de poşet... Hem tamı tamına 25 kuruş... Haşır huşur... Haşır huşur...

Gündem poşet!..
Sahtekârlık, ahlaksızlık, kokuşmuşluk, hırsızlık değil... Gündem poşet... Haşır huşur yaşıyoruz.. Gül gibi... Çevre kirliliğine karşı mücadele veriyoruz. Pek duyarlıyız maşallah!.. Poşetler çevremizi kirletmesin istiyoruz. Hasan İsmail Hikmet'ler yetiştiriyoruz. Kokuşmuş eğitim sistemimizin çevreye verdiği, vereceği zararları düşünen, hesaplayan, sorgulayan  var mı?... Üniversite sayımız her geçen gün artıyor nasıl olsa. Öyle mi?.. Bu işte de bir hikmet vardır o zaman!.. Sen, patlıcana, poşete bak esas...
Öyle mi?..
İçine düştüğümüz toplumsal kirlilik. Sahtekâr egemen bir toplum yapısı... Kimin umurunda?.. Ceren öğretmenim, sahtekârlığa karşı verdiği mücadelede canından oldu.
Kimin umurunda?..

İktidar açıkladı. Enflasyonda yıl sonu hedeflerini tam olarak tutturmuşlar. Hedefi tutturduğunuz ve açıklamada eksik bıraktığınız yeri de ben ekleyeyim o zaman;
Eğitim sistemi!.. Biz, haşır huşur poşet işi ile uğraşırken siz hedefe yürüdünüz. Nice, Hasan İsmail Hikmetler yetiştirilmesine hayırlısı(!) ile vesile oldunuz!.. Toplumun tüm sorunlarını çözdünüz, Hasan İsmail Hikmetlerinizin dağıttığı adalet sayesinde tek derdimiz 25 kuruşluk poşet oldu!..

Bu satırları kaleme alırken rahmetli Barış Manço'nun şarkısını mırıldanıp durdum;
Domates biber patlıcan
Domates biber patlıcan
Bir anda bütün dünyam karardı
Bu sesle sokaklar yankılandı
Domates biber patlıcan
Keşke hislerimi sana açıkça anlatabilseydim
Sana deli gibi aşık olduğumu söyleyebilseydim
Göz göze geldiğimiz o anda
Sanki dilim tutuldu bir anda
Konuşamadım karşında
Oysa bütün cesaretimi toplayıp sana gelmiştim
Senin için çarpan şu kalbi gör istemiştim
Tam elini tutmak üzereyken
Aşkımı itiraf edecekken
Sokaktan gelen o sesle yıkıldı dünyam
Domates biber patlıcan
Domates biber patlıcan
Bir anda bütün dünyam karardı
Bu sesle sokaklar yankılandı
Domates biber patlıcan
Şimdi benden çok uzaklardasın biliyorum
Belki bir gün dönersin diye dualar ediyorum
Seni bir defa görsem yeter
İnan ki bu bir ömre bedel
Yeter ki bitmesin bu rüyam
Nereye gitsem ne yana baksam hep seni görüyorum
Biliyorum artık çok geç ama yine de bekliyorum
Her şey boş geliyor bana
Sarılacağım sımsıkı sana
Yeter ki yıkılmasın bir daha dünyam
Domates biber patlıcan
Domates biber patlıcan
Bir anda bütün dünyam karardı
Bu sesle sokaklar yankılandı
Domates biber patlıcan


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

Odatv'ye sinsi taarruz!..- MEHMET FARAÇ

Yaşananlar gösteriyor ki, geçmişten hiç ders almamış bazıları... O karanlık günleri hortlatma çabası mı var birilerinde?..

Evlere çarpı işareti konulan, karanlıklarda pusu kurulan, kızların bacaklarına kezzap atılan ve karmaşa seslerinin kuytularda yankılandığı o karanlık günleri anımsatmaya mı çalışıyor kimileri?..

"Batman'da dün kimse öldürülmedi" başlıklı haberlerin yerel gazetelere manşet olduğu günlerde en çok hedefe konulanlar ne yazık ki gazetecilerdi...
Onlarca gazeteci öldürüldü Güneydoğu'nun o karanlık günlerinde... Hüseyin Deniz, Halit Güngen, Kemal Kılıç, Namık Tarancı ve diğerleri...

Aralarında Uğur Mumcu'nun da bulunduğu 22 gazetecinin öldürüldüğü 1992-1993 arasında Güneydoğu'yu cehenneme çeviren ve basın mensuplarını görev yapamaz hale getiren örgüt Hizbullah'tan başkası değildi...

Medyaya "Hizbulkontra" sözcüğünün yansıdığı her gün bir gazeteci öldürülüyordu bölgede...

Cinayetlerin yöntemi hiç değişmiyordu; Takarov tabancalarla ensesinden vurulan gazeteciler ve bir türlü bulunmayan tetikçiler...

Medya fail olarak sürekli Hizbullah'ı gösteriyordu ama gazeteci cinayetlerinin perde gerisini aralayacak bir devlet otoritesi yoktu ortada...

Ta ki Hizbullah'ın çöküşe sürüklendiği 17 Ocak 2000'deki Beykoz operasyonuna kadar...
Örgüt lideri Hüseyin Velioğlu'nun öldürüldüğü operasyonun ardından 5 binden fazla militan yakalandı ve Hizbullah önce çöküşe girdi ardından da siyasallaşmaya yöneldi...
Terörün gazetecileri hedef aldığı o günler unutulmuştu ama son günlerde yaşanan bir vahim olay 1992-93 dönemindeki ürkütücü havayı yeniden gündeme getirdi... Medyanın tehdit, sansür, reklam ambargosu ve yandaşlaşmayla bertaraf edildiği bir dönemde, Odatv'ye yönelik kıskaç, bağnaz kitleleri galeyana getirerek yeni bir susturma yönteminin devreye sokulduğunu akla getiriyor!..

Rastlantı mı yoksa planlı bir gözdağı mı bilinmez ama gazetecileri hedef alan yeni tehdit bir kez daha Hizbullah'ın yayın organı üzerinden yansıdı kamuoyuna...
Örgütün ajansı İLKHA'ya açıklamalarda bulunan Siirt müftüsü Ahmet Altıok'un tehdit içeren açıklamalarını Hizbullah yandaşları şu satırlarla duyurdu;
"Her fırsatta İslam'a olan kinini kusan ve Peygamber Efendimize hakaret etme cüretini gösteren Oda tv'ye tepki gösteren Siirt Müftüsü Ahmet Altıok, Kur'an ayetlerini birbiriyle çelişkili göstermeye çalışanların, Kur'an'dan bihaber olduğunu ve bir tahribat kampanyası başlattıklarını belirtti."

Hizbullah'ın ajansı, müftü Altıok'un şu sözlerini özellikle manşet yaparak tehdidi öne çıkartmaktan da kaçınmamıştı; "Charlie Hebdo'nun yaptıkları yanlarına kâr kalmamıştı!.."

Müftü kime hizmet ediyor?..
Hizbullah'ın gazetecileri katlettiği 1993'ten bu yana geçen 25 yılda Güneydoğu'yu kaosa sürükleyen bir karanlık tehdit dalgasını yeniden gündeme getirmek ciddi bir tehlikeye işaret ediyor...

Odatv'yi "din karşıtı" göstermek nasıl bir ahmaklıksa, tehdit içeren vahim açıklamaların devletin müftüsü tarafından dillendirilmesi ve adı Hizbullah'la anılan bir ajans üzerinden yayılması da o kadar dehşet verici...

Son günlerde siyasetçilerin, mafya babalarının ve gazeteci kılıklı tetikçilerin muhalifleri tehdit ettiği bir süreçte, Odatv'yi hedef tahtasına koymanın perde gerisinde bir başka gaflet daha var...

Adalet ve İçişleri bakanlıkları, örgütlerin yayın organları üzerinden medya kuruluşlarını ve gazetecileri tehdit eden devlet görevlilerinin bu pervasızlığına nasıl göz yumuyor ve duyarsızlık hangi amaca hizmet ediyor acaba?..

Hizbullah'ın kuytulardaki tetikçileri, toprağa gömdükleri silahları çıkartarak Odatv'ye ya da çalışanlarına yönlendirirse, böyle bir saldırının tek sorumlusu elbette Siirt Müftüsü olmayacaktır...

Evet; Gazeteci Cemal Kaşıkçı'nın Selefî ideolojisinin İstanbul karargahında IŞİD özentilerince katledilmesine tepki gösteren AKP iktidarının Hizbullah'ın yayın organı üzerinden Odatv'ye yönelik saldırıya sessiz kalması dehşet verici bir başka çelişkiyi oluşturuyor...

Devlet-örgüt hattında cinayetlerin işlendiği 1990'lardan 25 yıl sonra devlet-örgüt ilişkisinde tehditlerin hortlatılmasını hafife almak umarım ülkeye yeni kaoslar yaşatmaz!..

ABD'nin yeni taktiği!..
Dinci terör, bağnaz tehdit demişken dış dünyaya da sorularla göz gezdirelim...
Emperyalizmin küresel teröre bakış açısı değişiyor mu?.. ABD, Suriye hezimetinin ardından Orta Doğu ve Afrika politikasını yeniden mi şekillendiriyor?..
Bu sorulara yanıt vermeden önce "Taliban ile IŞİD Afganistan'da birbirleri ile savaşırken Amerika'nın araya girdiği"nden yakınan ABD Başkanı Trump'ın şu açıklamasına odaklanmak gerekiyor; "Taliban bizim düşmanımız, IŞİD düşmanımız. Geçen hafta generallere de söyledim. Taliban ile IŞİD'in çatıştığı bir alan var. Orada birbirleriyle çatışıyorlar. Onlara (generallere) 'Neden birbiriyle savaşmalarına izin vermiyorsunuz? dedim. 'Biz neden araya giriyoruz? Onlar bizim düşmanlarımız, bırakın savaşsınlar.' dedim... Bırakın savaşsınlar!.."

Trump'ın bu açıklaması Suriye hezimetinin ardından yorulan ABD hegemonyasının dinci terörle ilgili politikasını değiştireceğinin işareti olarak yorumlanabilir...

Ancak Trump'ın açıklamaları bundan ibaret değil...

Petrol zengini bir ülke liderinin ABD'nin Afganistan'dan çekilmesi durumunda Taliban'ın ve terör örgütlerinin bölgeyi ele geçireceğinden yakındığına dikkat çeken Trump, ismini vermediği lidere bunun maliyetinin neden ABD'ye ödetildiğini sorduğunu, o liderin de Afganistan'daki operasyonlara destek sözü verdiğini söylemiş...

Trump'ın açıklamalarından şu da anlaşılıyor;
ABD dinci örgütleri birbirine kırdırarak hem terörü bertaraf etmeyi planlıyor hem de bunu yaparken petrol şatafatında yaşayan krallardan rant elde etmeye devam edeceğini gösteriyor...

İşte bazen "bir taşla iki kuş" vurmaya da emperyalizm denilebiliyor...


Mehmet Faraç / YENİÇAĞ

3 Ocak 2019 Perşembe

Her dönemin muhalifi: Vedat Türkali - Soner Sert / duvaR.

Sistemin ona sunduklarını elinin tersiyle iten ve yaşamının son günlerinde bile siyasi meseleler üzerine düşüncelerini açıklamaktan geri durmayan, siyasi erkin karşısında dimdik duran bir çınardı, Vedat Türkali. “Tüm Yazıları Konuşmaları 1”in önemi, Türkiye’nin hemen hemen her döneminde bulunmuş ve politik bir mücadele yürütmüş bir sanatçının, pazarlama kaygısı gütmeden, döneminin gerek sanatını ve siyasetini, gerekse de eserlerinin ideolojik yönünü ustaca anlatması, bir umudun, bir direncin, bir isyanın sözcülüğünü yapmasıdır.



Şair, yazar, senarist, yönetmen ve hepsinden öte bir komünist: Vedat Türkali. Uzun yaşamında aslolanın bir hikâye anlatmak ve o hikâyeyi alıcısına inandırmaya çalışmak olduğunu ilk gençliğinde fark eden, sanatsal disiplinler yolu ile “insanın insana kulluk etmediği” dünya özlemini farklı form ve biçimlerde anlatarak, estetik kaygıları da ötelemeden, mikro bile olsa milliyetçiliğe ve şovenizme kapılmadan, gerçek bir entelektüel olmanın sorumluluğuyla aktaran bir kavga insanı. Tıkanan, set çekilen yolları hep aşmaya çalışan, olmadı, “yeni bir yol bulan”, yolun sonundaki o haramilerin saltanatının yıkılıp paramparça edildiği meydanlara ulaşmaya çalışan Türkali, tek kişilik bir direniş senfonisidir. Tarihimize adı altın harflerle kazınmıştır.

HER DÖNEMİN SANSÜRLENEN, ENGELLENEN, YARGILANANI… 
40’lı yıllarda yazdığı şiirleri ile tanınan, 50’li yıllarda uzun süre cezaevinde yattıktan sonra sinema ile ilişki kurmaya başlayan ve 60’lı yıllarda yeni yeni oluşmaya başlayan Türkiye sinemacılığını basmakalıp Yeşilçam melodramlarından sıyırıp, büyük şehirlerde oluşmaya başlayan işçi sınıfına emek- sermaye meselesini anlatmaya çalıştığı Karanlıkta Uyananlar’ın senaryosunu yazan Türkali, döneminin sorunlarına, insan haklarına ve sosyalizm mücadelesine hiçbir an kayıtsız kalmamıştır. 70’li yıllardan başlayarak ölümüne değin roman yazmış, hikâyesini anlatacak yeni bir mecra bulmanın heyecanıyla, son günlerine kadar kalemini elinden bırakmamıştır. Sanat icra etmenin, devrimci olmanın sorumluluğuyla 40’lı yıllarda başlayan komünistliği, 2000’lerin ilk 16 yılında da sürmüş, siyasal ve ekonomik iktidarı elinde tutan kadrolara karşı periyodikleşmiş kavgasıyla, dönemin CHP’sinden DP’ye, AP’den ANAP’a, Doğruyol’dan AKP’ye, her dönemin muhalifi, sansürlenen, engellenen ve yargılananı olmuştur.
2018’in son aylarında Türkali’nin yazılarından ve mülakatlarından oluşan Tüm Yazıları Konuşmaları kitabı Ayrıntı Yayınları’ndan çıktı. 70’li yıllardan başlayarak, sinema, edebiyat ve siyaset üzerine düşündüklerini yüreklilikle dile getiren Türkali’nin, kenarda köşede kalmış yazıları böylece okur ile buluşmuş oldu.
Günümüz sanat icracısının “kitabım/filmim/oyunum çıktı, röportaj vermeliyim” uyanıklığına tenezzül etmeden, siyasal ve sanatsal birikimini her koşulda ve her ortamda sorulan sorulara tevazuuyla cevap vererek paylaşan Türkali’nin kitabı, sinemacılığını ve sinemayı anlattığı ilk bölümü –Bu Gemi Nereye-, 70’li yıllarda sinema üzerine yazdığı yazılar ve verdiği röportajlardan oluşuyor. Sinemanın içeriği ve ekonomi politiğinden, sahanın ve ideolojinin neyi kapsadığına kadar, “Bugünkü kaçış sinemasının seyirci yığınlarında yarattığı düş, sinema emekçilerinin sömürülerini de perdeler.”, Türkiye Sineması’nın yapısal sorunlarını da masaya yatırır. Savunmalar başlığını alan ikinci bölümde Türkali, roman ve sinema arasındaki ilişkiyi, bu ilişkinin eserlerinde somutlanmasını kaleme alır ve anlatırken, devletin hışmına uğradığı, periyodik aralıklarla kovuşturmaya uğradığı dönemin tutanak ve ifadelerine de yer verir. Eğilip bükülmeden, faşizme karşı her an saldırıya geçen Türkali’nin mahkemelerde savunmadan öte yargılıyor. Yanıtlar adı verilen üçüncü bölüm, Türkali’nin eserlerinin, özellikle Tek Kişilik Ölüm, ve siyasal düşüncesinin üzerine yazılan yazılara veya mülakatlara verdiği cevaplardan oluşuyor. Türkali, tıpkı bir önceki bölümde olduğu gibi, yargılayanı yargılıyor, eleştirinin eleştirisini yapıyor. Dördüncü ve beşinci bölüm 80’ler ve 90’lar ile birlikte, 2000’li yılların ilk yıllarında, sanat dışında da kalan diğer meseleler ile ilgili yazdığı yazılar ve mülakatlarından oluşuyor. Dördüncü bölümde yer alan Yüz Yaşında Bir Bebek isimli sinemayı anlattığı yazısının son cümlesi, “Tanrı hiçbir ülkeyi ekmeksiz, özgürlüksüz, sinemasız bırakmasın!”, Türkali’nin sanat ve siyaset düşününün tam karşılığını oluşturuyor, diyebiliriz. Sinemanın olduğu yere edebiyat kelimesi gelse de, mana ve yol hep aynı yere çıkıyor, Türkali için.
Sistemin ona sunduklarını elinin tersiyle iten ve yaşamının son günlerinde bile siyasi meseleler üzerine düşüncelerini açıklamaktan geri durmayan, siyasi erkin karşısında dimdik duran bir çınardı, Türkali. “Tüm Yazıları Konuşmaları 1”in önemi, Türkiye’nin hemen hemen her döneminde bulunmuş ve politik bir mücadele yürütmüş bir sanatçının, pazarlama kaygısı gütmeden, döneminin gerek sanatını ve siyasetini, gerekse de eserlerinin ideolojik yönünü ustaca anlatması, bir umudun, bir direncin, bir isyanın sözcülüğünü yapmasıdır.
Soner Sert / duvaR.

Türkiye’nin 'zamlı' 2018 enerji karnesi! - Mühdan Sağlam / duvaR

2018'de Türkiye gündeminin odağında iki seçim ve ekonomik kriz vardı. Hayatın her alanını doğrudan etkileyen bu gelişmelerin dışında pek çok yürek burkan, can sıkan, olaylar, tutuklamalar, yargılamalar yaşandı. Türkiye’yi nefessiz bırakan gündemin dikkatle incelenmesi gereken başlıklarından biri de akıllara zamlarla kazınan enerjiydi. Geçen yılın en ilginç verilerinden biri ise Türkiye’den yüzde 60-65 daha az güneş alan Almanya'nın Türkiye’den 42 kat daha fazla güneş enerjisi üretebiliyor olmasıydı!

Dünya ve Türkiye yeni bir yıla geniş bir sorunlar listesi ile girdi. Türkiye yeni yıldan önce en çok zamları konuştu. Fiyat artışlarının can sıktığı kalemlerin başındaysa elektrikten doğal gaza enerji sektörü geldi. Bu yazıda geçen yılın enerji alanında öne çıkan gelişmelerine ve 2019’da bizi bekleyen muhtemel gelişmelere göz atacağız.

YİNE Mİ ZAM!
2018’in ilk ayından itibaren Türkiye’nin gündeminde enerji vardı. Kamuoyu, akaryakıt, doğal gaz ve elektrik fiyatlarını takip ederek, ne olup bittiği anlamaya çalıştı. Ve halk herhalde enerjide ne kadar dışa bağımlı bir ülke olduğumuzu, dolar ve petrol fiyatlarındaki değişimden nasıl etkilendiğimizi en iyi 2018’de öğrendi. Ocak ayında ‘yılbaşı paketi’ içinde yer alan elektrik ve doğal gaza dönük zamlar, 24 Haziran seçimlerinin ertesinde dolar kurundaki “dolar değil, dolar beyefendi” diyeceksiniz, meydan okumasıyla yokuş yukarı yola koyuldu. Dolardaki her yeşil ok, ağustos ayından itibaren elektrik ve doğal gaz zamlarıyla karşılık buldu. Her bir kalemin her defasında yüzde 9’dan fazla artışıyla en basiti doğal gazdaki toplam artış, yüzde 38’e kadar çıktı. Elektrik de ondan geri kalmadı!
“Ne olacak bu benzinin hali” diyerek gözünü akaryakıt istasyonlarındaki göstergelere dikenler, seçim sayesinde vergi kaleminden zamların düşürülmesiyle rahat bir nefes aldı. Böylece akaryakıt göstergeleri takibi yerini ‘vergi payından ne kadar daha zam yansıtılmayabilir’ hesaplarına bıraktı. Bir ara zam gündemi Türkiyeli tüketiciyi öyle yordu ki akaryakıt zamlarını aktaran Petrol Ürünleri İşverenler Sendikası’nın yönetim kurulu, motorin ile benzin fiyatlarına gelen zam ve indirim haberlerini resmi internet sitelerinden duyurmama kararı kaldı. Kararın nedeni zamma sinirlenen tüketicinin ‘sinkaflı sözlerle’ hıncını siteden alması ve yorumlarla siteyi bloke eder hale gelmesiydi.
BİR MUAMMA OLARAK AKKUYU NÜKLEER SANTRALİ
Türkiye’nin enerji fakiri ve dışa bağımlı olduğu gerçeği, beraberinde büyük tartışmalar getiren Mersin Akkuyu Nükleer Güç Santrali’nin açılış sürecine de yansıdı. Şatafatlı reklamlarla, “Türkiye nükleer güç oluyor” tanıtımı dönerken, santralin anlaşmasında hiç de halkın yararına olmayan bir fiyat politikası uygulandığı ortaya çıktı. Yetmezmiş gibi, büyük sermaye sıkıntısı çeken bu projenin kim bilir kaçıncı ‘açılışını’ Putin ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ankara’dan yapması, “Bu nasıl açılış ki santral Mersin’de siyasi erkan Ankara’da” yorumuna neden oldu.
Her ne kadar santral açıldıktan sonra Türkiye’nin elektrik ihtiyacının yüzde 10’unu karşılayacağı söylense de veriler incelendiğinde bu oranın ilk iki yılla sınırlı olduğu, özellikle 2030’da bu pahalı projenin genel elektrik üretimine katkısının yüzde 4-6 bandına düşeceği anlaşıldı. Putin’in neden Mersin’e gitmediğine ise kimse yanıt bulamadı.
YENİ ENERJİ POLİTİKASI: KÖMÜRE HÜCUM!
Türkiye’nin 2017’de yayınlanan ulusal enerji ve madencilik politikası 2018’de hızla uygulamaya sokuldu. İlk defa böylesi bir ulusal plan hazırlanması kendi başına önemliyken planda yer alan kömür vurgusu, “Soma’nın acısı hâlâ yüreklerdeyken yeni Somalar mı geliyor” sorgulamasına neden oldu.
Eski Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Berat Albayrak’ın 24 Haziran seçimleri sonrasında Hazine ve Maliye Bakanı olması enerji gündeminden elini çektiği anlamına gelmedi. Türkiye ekonomisinde sarsıntı yaşanırken, Yeni Ekonomi Programı’nı açıklayan Albayrak, ‘yerli ve milli enerji’ vurgusu yaptı. Gerek bakanın açıklamaları gerek sonrasındaki özelleştirme hamleleri ve ihaleler incelendiğinde “kömüre yüklenin” stratejisi açıkça görüldü. Doğal gazdan elektrik üreten santrallerin doğal gazına fiyatına yüzde 50 civarında yapılan zamdan sonra kömürün öncelikli olacağı iddiası bürokrasi ve iş dünyası kulislerinin en önemli gündemi haline geldi.
Halkın HES’ler ve RES’lere dönük tepkisi dikkate alındığında yer yer patlamalarla da gündeme gelen bu santrallerin çevresel etkileri, ithalata etkisinin ne kadar olduğuysa soru işareti olarak kaldı.
GÜNEŞ SADECE ALMANYA’YA MI ENERJİ SAĞLAR?
Yenilenebilir enerji ekipmanlarının küresel ölçekte ulaşılabilir fiyatlara inmesi küresel anlamda bu enerji kalemine talebi artırdı. Uluslararası Yenilenebilir Enerji Ajansı (IRENA) 2018 verilerine göre küresel olarak bu yıl güneş enerjisinden ‘Türkiye’nin talebi kadar’ elektrik üretildiği duyuruldu. Türkiye bulunduğu iklim kuşağı açısından güneş enerjisinden yani fotovolkaik kurulu güç kapasitesi açısından cazip bir ülke. Ancak bunun rakamlarla karşılık bulduğunu söylemek güç. Enerji Bakanlığı 2017 verilerinde elektrik üretimini sağlayan kaynaklar ve oranları şöyle: Doğal gaz yüzde 37, kömür yüzde 33, hidrolik enerji yüzde 20, rüzgar yüzde 6 ve diğerleri yüzde 2. Güneş enerjisinin bu ‘diğer’ kalemi içerisinde olduğu tahmin ediliyor.
Türkiye’nin enerji projeksiyonu dikkate alındığında Çin başta olmak üzere dünyanın geneli yenilenebilir kaynaklara yönelip, kömürün payını azaltmaya çalışırken kömürde ısrarcı olunmasının çevresel maliyeti ve etkileri tam olarak masaya yatırılmıyor.
Güneş enerji açısından duruma bakıldığında Türkiye’nin yıllık toplam güneşlenme süresi 2 bin 737 saat, günlük 7,5 saat. Türkiye bu devasa potansiyeline karşın güneşten yalnızca 1000 megavat civarı enerji elde ederken; Almanya yıllık 1600 saat güneşlenme süresi olduğu halde 42 bin megavat enerji üretebiliyor. Başka bir anlatımla Almanya Türkiye’den yüzde 60-65 daha az güneş alırken, Türkiye’den 42 kat daha fazla güneş enerjisi üretebiliyor. Güneş sadece Almanya için doğmuyor ancak Almanyalı yöneticiler güneşten daha etkili faydalanabiliyor!
2019’da ülkemizin kömür gibi çevresel, insani maliyeti yüksek, veriminde sorunlar olan kaynaklar yerine Çin, Almanya ve diğer ülkeler gibi yönünü daha fazla yenilebilenebilir kaynaklara dönmesi ve enerjide beklenen indirimlerin bir an önce gerçekleşmesi dileğiyle.
Mühdan Sağlam / duvaR

Çikolata kutusundan, odun yasasına: Suç ve ceza - VOLKAN ALGAN

Bir temizlik işçisinin, boş çikolata kutusunu iğne, iplik gibi malzemelerini içine koyma düşüncesiyle alıp götürdüğü için tazminatsız şekilde işten atılması haberini görmüşsünüzdür.

Olayı kısaca özetleyecek olursak, 16 yıldır çalıştığı kurumdan atılan kadın iş mahkemesinin yolunu tutuyor. İş mahkemesi de “davacının 16 yıllık işçi olduğu ve bu çalışma süresi zarfında hiçbir disiplin cezası almadığına, özel kullanıma ait olmayan, herkesin izinsiz olarak rahatlıkla girip çıktığı, elektrik süpürgesi, kablo, poşet gibi malzemelerin konulduğu yere bırakılan, dolu veya boş olduğu dahi şüpheli olan bir çikolata kutusunu dikiş kutusu yapmak maksadıyla alan davacının tazminatsız olarak işten çıkartılmasının hakkaniyet kurallarına uymadığına” hükmediyor. 

Buraya kadar adalet sağlanmış görünüyor. Ama fırsattan istifade uzun süredir çalışan işçinin kıdem tazminatına çökmek konusunda kararlı olduğu anlaşılan şirket karara itiraz edince 8 yıllık bir sürecin sonunda Yargıtay iş mahkemesinin işçi lehine olan kararını yasaya aykırı buluyor ve işçinin boş çikolata kutusunu aldığı için 16 yıllık tazminatının şirket tarafından el konularak işten çıkarılmasını onaylıyor. 

Böylece sicili temiz bir işçi, basit bir düşünceyle aldığı çikolata kutusu nedeniyle önce şirket sonra mahkeme tarafından hırsız olarak damgalanıyor. 

Marx Rheinische Zeitung gazetesi editörlüğünü yaptığı sırada Ren Eyalet Meclisi’nde 1841’de yürütülen “odun hırsızlığı” tartışmalarıyla ilgili bir dizi makale yazmıştı. Bu tartışmaların merkezinde ağaçtan dökülen odunların toplanmasının hırsızlık sayılıp sayılmayacağı vardı. Orman sahibi aristokrat ve burjuva meclis üyelerinin ağaçtan kuruyarak dökülen odunların toplanmasının hırsızlık sayılması gerektiğine dair hazırladıkları yasayı eleştirirken Marx, yasanın formüle edilmesindeki ihmalin bir yurttaşı bir hırsıza dönüştürdüğünü anlatıyordu. 

Marx bu yazısında yerden toplanan ağaçlarla odun hırsızlığının farkına değinirken şöyle diyordu: “Devrilmiş ağaçlarda mülkten eksiltilen bir şey yoktur. Devrilmiş ağaç mülk sayılamaz. Dolayısıyla buradaki eylem mülk sayılmayan bir nesnenin alınıp götürülmesidir. Odun hırsızı mülk üzerinde kendi otoritesini ilan eder. Devrilmiş odunları toplayan ise doğanın daha önceden ilan ettiği yargıya uyar. Buna göre mal sahibi sadece ağaçların sahibidir fakat ağaçlar artık dallarına sahip değillerdir.”Burada devrilmiş ağaç yerine çikolata kutusunu koyarsanız Marx’ın sözlerinin anlamı öz itibariyle pek az değişir. 

“Mülkiyet her zaman için hem belirlenebilir hem belirlenmiş, hem ölçülebilir hem ölçülmüş kesin sınırlar içinde var olur” diyordu makalesinde. Yani neyin mülk, neyin mülk olmadığına karar verirken çok dikkatli olmalısınız, aksi halde tüm mülkiyet biçimleri tartışmalı hale gelir. Marx’a göre insanlar bu yasanın sonuçları itibariyle “cezayı görüyor ancak kendilerinde bir suç göremiyor. Suç yokken cezanın varlığını gördüğü için ceza olduğunda da suçun olmadığını düşünüyor. Hırsızlık kategorisi, uygulanmaması gereken yerde uygulandığı için gerektiğinde kullanılamayacaktır.”

“Ortada bir suç bulunmadığında, bizi suçun var olduğuna hiçbir zaman inandıramayacaksınız. Sadece suçu yasalaştırmayı başarabilirsiniz” diyen Marx’ın sözlerini hatırlarsak “bir çok suçun yasalaştığı” bir dönemden geçiyoruz. Suçlar arasında ayrım gözetilmezse, neyin suç olup olmayacağının karar verilemeyeceği ve sistemin sorgulanacağı bir ana gelinir... Çünkü ilk defa bu yasaların kim tarafından yapılığı sorgulanır. İnsanlar tıpkı o zamanki gibi bugün de ve giderek daha fazla “sadece cezayı görüyor ama ne suç işlediklerini bulamıyorlar.” 
Oysa yasalar egemen sınıfın çıkarları için ama tahakküm altındaki sınıflar uysun diye çıkarılır. Ama sömürülen sınıflar bir suçları olmadığına inanırken, sadece aldıkları cezayı görmeye başlarlarsa orada büyük bir sorun var demektir. 

Çikolata kutusu olayı bu soruna küçük ama önemli bir örnek. Oysa çok daha fazlası var... Sendika üyesi olduğu için işten atılan işçi, sadece patronu değil, kış gününde kendisine soba yakma yasağı getirenlerin verdiği cezayı da görüyor ama ne suç işlediğini göremiyor. Çünkü bir suçu yok, yasal hakkını kullanıyor. Ya da anayasal hakları olan grevleri yasaklanan işçiler devletin verdiği cezayı görüyor ama ne suç işlediğini anlamıyor. En basit siyasi fikirleri nedeniyle “hakaret ettin” denilerek çeşitli cezalar alanlar da sadece cezayı görüyor ama suçu değil. Liste uzar gider.

Marx erken döneminde demokratik hassasiyetlerle yazdığı bu yazılarda yasaların “evrensel” niteliğine vurgu yapıyor ve aslında yasa yapıcıları uyarıyordu. Kısa süre sonra kendisi de bu hassasiyetten vazgeçerek aslında yasalarla, egemen mülkiyet biçimi arasındaki bağlantıya ulaşacak, burjuva devletinde yasaların egemen sınıfın çıkarları için işletildiğini gösterecekti. Bu yasalar orman sahiplerinin isteğine göre çıkıyordu çünkü yasayı onlar yapıyordu. Olay bu kadar basit aslında. Tıpkı bugünkü gibi. 

Adalet ancak sınıfsal bir içerikle tartışılabilir. Hangi demokrasinin adaletinden bahsediyoruz: İşçilerin mi, patronların mı? Evrensel adalet arayışında olanlar ancak tüm insanlığı temsil edebilecek sınıfsal bir egemenlik biçimiyle buna ulaşabilir ki, bu da ancak işçi sınıfıyla mümkün. 

Bu düzen kendi altını oymaya, kendi yasalarını dahi geçersizleştirmeye gittikçe daha büyük bir şiddetle devam ediyor. Sermaye düzeni ve onun günümüzdeki iktidarı suç ve suçsuzluk arasındaki farkı emekçiler nezdinden eskisine kıyasla çok daha fazla ortadan kaldırıyor. Ancak ustanın deyişiyle “bunun yararınıza olduğunu sanırsanız hata yaparsınız.”

Volkan Algan / SOL

Sahiden Reis’in bir bildiği var mı! - Barış Terkoğlu

Ne kadar bizi anlatıyor? Balzac, 1842’de “Yaşamda Bir Başlangıç”ında Osmanlı’nın son yüzyılından şöyle bahsediyor: “Bakın, mösyö, Türkler nasıldır: Çiftçisiniz, padişah sizi mareşalliğe atar; görevinizi onun dilediği biçimde yapmazsanız, yandınız, kelleniz kesilir: padişahın görevlileri görevden alma biçimi budur. Bir bahçıvan valiliğeyükseltilir, bir başbakan yeniden çavuş oluverir. Osmanlılar ilerleme ve kademe yasalarını hiç mi hiç bilmezler!” 

Bu sıra çok tekrarlıyorum. 

Zira çöküş dönemlerinde liyakat kayboluyor. Birikim terk ediliyor. İlerlemenin yerini iki göz kırpış arasındaki yükselme alıyor. Çabuk çıkan, çabuk düşer. Süreç tersine de işliyor. 

Evet, Orgeneral Metin Temel’in, adını doğru söyleyelim, “tasfiyesi”nden söz ediyorum. 
Odatv’de Müyesser Yıldız’ın yazdıklarının ötesine geçmek mümkün değil. 14-15 Aralık’ta “TSK Madalya ve Başarılı Birlik Ödül Töreni” iplerin koptuğu nokta gibi duruyor. “Afrin kahramanı” olarak tanıtılan Temel, “Afrin’e bayrak çeken” askerin de olduğu isimleri öneriyor. Nedense kabul edilmiyor. O da rest çekip rapor gönderiyor ve törene katılmıyor. Sonunda 2. Ordu Komutanlığı’ndan alınıp tabiri caizse “olmayan göreve”, Genelkurmay Denetleme ve Değerlendirme Başkanlığı’na atanıyor. Genelkurmay kaynakları da Yıldız’ın buradan başlayarak anlattığı kavga konularını doğruluyor. 

Çoğumuz yanlış mı yapıyor? 

100 kişiden 99’u  Muharrem İnce ile Erdoğan arasındaki “apolet tartışmasını"  hatırlatıyor. Oysa Temel’in gidişini İnce- Erdoğan kavgası üzerinden okumak hatalı olur. 
Bu kez yaklaştıkça değil, uzaklaştıkça görüyoruz. 

Hatırlar mısınız, Türkiye’de AKP de FETÖ de “sivilleşme”den söz ediyordu?  “Nasıl” deyince cümleye “Genelkurmay, Milli Savunma Bakanlığı’na bağlansın”diye başlıyordu. Sonunda oldu. Genelkurmay Başkanı’nı da alıp bakan yaptılar. 
Resmi anlatayım. 
Bir hükümet düşünün. Bakanların hepsini masaya oturtun. Sırayla sorun. Kimi emrindeki 150 bin doktordan, öteki 900 bin öğretmenden bahsedecek. Bir tanesi ise “emrimde 400 bin asker var” diyecek. Ne güzel sivilleştik değil mi? Liberaller ve İslamcıların usturayla yaptığı demokrasi tıraşı ancak bu kadar oluyor. Bu tablo bazı AKP’lilere bile “en güçlü kim” sorusunu sorduruyor. Öyle ya Cumhurbaşkanı’nın dün sahip çıktığı general, bugün Akar eliyle tasfiye ediliyor.
 
Gelelim diğer meseleye...

Akar ile Temel’in özgeçmiş farkı 
Hulusi Akar’ın özgeçmişi ile Metin Temel’inkini yan yana koyun. Akar’ın, 1998-2000 arasında çatışmaların azaldığı Tunceli dönemini saymazsak, yaşamı çoğunlukla Batı’da geçiyor. Ordu komutanlığı dahi yapmadan Genelkurmay Başkanı oluyor. Yazmıştım, kuşkusuz bu “başarı”yı kumpas davalarına borçluyuz. Temel’in özgeçmişinde ise Güneydoğu’nun sıcak bölgelerinden Afrin’e uzanan ve nihayetinde 2. Ordu Komutanlığına varan bir tablo var. 
Özetle; Temel, Akar’dan daha çok postal eskitmiş görünüyor. “FETÖ karşıtı”denilen Temel, 15 Temmuz’un ardından yaşanan tasfiyeler olmasa muhtemelen ordu komutanı yapılmayacaktı. 
Bir asker arkadaşı “arazideki askerler olayların içinde güçlenirler, bir süre sonra üstleriyle yetki krizi yaşarlar” diyor. Temel’in de son örnekte görüldüğü gibi Hulusi Akar ve Yaşar Güler ile çatışmasına yapılan geleneksel yorum bu. Ortak görüş ise Temel’in astlarıyla arasının iyi olduğu bilgisi. Sosyal medyada erler, gece koğuşta üstlerini örten komutan profili çiziyor. 

Kesin olan bir şey var. Orgeneral olduktan sonra daha yukarıya doğru gidişi tartışılan Temel’i, Akar’ın ve Güler’in durdurmaya karar vermiş olması. İki isim, TSK’nin geleceğinde Temel’in var olmasına izin vermiyor.

Her şeyi yanlış mı biliyoruz?
Asıl noktaya gelelim. 
Kahvede oturan vatandaşa şu soruyu sorun: 15 Temmuz’un kahraman komutanları kim? En çok duyacağınız yanıt: Metin Temel ve Zekai Aksakallı. 
İkinci soruyu da sorun: Suriye operasyonlarının kahramanları kim? Yine duyacağınız yanıt aynı. 
Zira yandaşıyla muhalifiyle tüm medya günlerce böyle yazdı. Şimdi mi? Şimdi, ikisi de kızak görevde. Zekai Aksakallı’nın da Özel Kuvvetler Komutanlığı’ndan alınıp Gelibolu 2. Kolordu Komutanlığı’na atandığını hatırlatalım. 

Her şeyi yanlış mı biliyorduk yoksa birileri tüm bildiklerimizi yeniden mi tanımlamak istedi? Mesele şu ki bugün birbirleriyle pek iyi geçinmediklerini bildiğimiz Aksakallı ve Temel’in ortak bir noktası var. Her ikisi de Akar başta olmak üzere komuta kademesinin 15 Temmuz sürecini kötü yönettiğini düşünüyor. Herkesin kafasındaki bazı soruları onlar da soruyor. Daha da ilginci “15 Temmuz kahramanı” bilinip de tasfiye edilenleri araştırdıkça özellikle karacılar ve jandarmada kabarık bir liste çıkıyor. Bazı isimler insanı çok şaşırtıyor! Ve operasyonu tartışmasız Akar gerçekleştiriyor. 

Merak ettiğimiz bir soru daha var. 2017 yılı Yüksek Askeri Şûrası ile Akıncı Üssü davası başlangıcı aynı günlerde oldu. Şûra, beklenenden erkene alınmıştı. Şûra’nın kararlarını Akıncı Üssü davasında konuşması beklenenler ne kadar belirledi acaba? 
Özetle, mesele apolet değil. Türkiye’nin tepesinde tuhaf şeyler oluyor. 

En tuhafı da yandaş medya. 

Dün, Muharrem İnce’ye karşı “kahraman Metin Temel’i tasfiye ettirmeyiz” manşetleri atan Hükümet medyası, Temel’in tasfiyesini adeta trafik kazası haberi kadar gördü. Haberlerin altında ise belli ki konuyu anlayamayan okurların en çok yaptığı yorum şuydu: “Reis’in herhalde bir bildiği vardır”. 

Balzac’la başladık Balzac’la bitirelim: 

“Türklerin iyi bir huyu vardır, kellenizi nasıl kolayca keserlerse, öyle kolayca da ipinizi koyverirler.”

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET