6 Ocak 2019 Pazar

‘Türban kalmadı askeri vesayet verelim’ - Miyase İlknur

Yerel seçimler öncesinde partiler bir yandan en doğru adayı saptamak için araştırmalar yaparken bir yandan da seçim bildirgesinin içeriği üzerine hummalı bir çalışma yürütüyor. CHP seçim bildirgesini sosyal belediyecilik odaklı politikalara dayandıracağı açıklanırken AKP’nin yine mağdur rolüne soyunacağı ve yine kutuplaştırıcı bir dil kullanacağı belli oldu.
 
On yedi yıldan beri iktidarda olan bir partinin mağduriyetten söz etmeye hakkı olmadığı gibi, gerçek de değildir. Önceki seçimlerde mağdur edebiyatı, “türbanlı bacılarımızı okullara almadılar, “Kabataş’taki bacımızın üstüne işediler”, “Başörtülü analarımızı orduevlerine ve kışlalara almadılar” , “camide içki içtiler”, “tek parti döneminde camilerimizi ahır yaptılar” argümanları üzerinden yapıldı. Türban sorunu ortadan kalktı, Kabataş’taki bacımız ile camide alkol kullanıldığı yalanı da tutmadı. Camilerimizin ahır yaptığı yalanını da yutan yok. Ne yapalım ne edelim derken yine, yeniden askeri vesayet ve darbe edebiyatına abandılar. 

E, hani Ergenekon ve Balyoz soruşturmalarıyla askeri vesayet çökmüştü. Darbe heveslilerinin ocağına incir ağacı dikilmişti? 
Bu kumpası hazırlayanların kendileri darbe yapmaya kalkıştı ve bu kalkışmanın vebalini de yine Atatürkçülere, solculara yüklenmeye çalışılıyor. Oh la la, ne âlâ! Yitirmezsek bulduk. 

Rizelinin biri, Giresunlularla ilgili şöyle dert yanıyormuş arkadaşına: 
- Haçan, ha bu finduğa biz deyiruk finduk. Giresunlular finduğa deyur ki funduk, yine biz oliyruk kaba.


Bizim ki de o hesap. Hem her darbenin mağduru olacaksın hem de darbecilikle suçlanacaksın. Herhalde ağam bizimle eğleniy... 


Orduyu tarumar eden siz, “27 Nisan’da bize muhtıra verildi” diye ağlaşıp sonra o muhtırayı imzalayan ve televizyonlara okuyan Genelkurmay Başkanı’nı madalya ve lüks oto ile ödüllendiren siz, ordunun komuta kademesiyle oynayan ve 16 Temmuz’u yapanların yolunu açan siz, ama mağdur da siz. 


Efendim 1960 ihtilali ve 28 Şubat ne olacak? 


28 Şubat’ta iktidarı bırakmayıp direnseydiniz. Elinizi tutan mı vardı? Ayrıca 28 Şubat’ta bir iki kişi hariç, hakkında dava açılanların hepsi tutuksuz yargılandı. Bugün bir tweet atan öğrenciler bile tutuklu. Aylardır hatta yıllardır neyle suçlandığını bilmeyen insanlar var mahpushanelerde. 


1960’ta evet bir darbe yapıldı. Menderes ve arkadaşları masum değildi ve mutlak yargılanmalıydılar. Ama Yassıada yargılamaları hukuk adına bir rezalettir, kepazeliktir. İdam kararları ise cinayettir. Ancak DP iktidarı dönemindeki yargılamaların da, tahkikatların da, ana muhalefet partisinin TBMM’ye girmelerini engellemeye kalkışmanın da, mitinglerini yasaklamanın da, yargıyı iktidar eliyle şekillendirmenin de, gazeteleri basılmadan toplattırmanın da, iktidara bağlı havuz medyası kurdurtarak muhalefete saldırtmanın da hukuk adına, demokrasi adına, siyaset adına rezalet olduğunu, kepazelik olduğunu ve 28 Nisan’da Beyazıt Meydanı’nda öğrencilerin üzerine polis tarafından ateş edilerek öğrenci katletmenin de cinayet olduğunu da bir kerecik söyleyin de, biz de darbeler konusundaki samimiyetinize inanalım.
 
Darbeye karşıtlık konusunda turnusol kâğıdı o darbelerden kimin yararlandığıdır. Türkiye’deki darbelerin sola değil sağa yaradığı su götürmez bir gerçektir. 1960 ihtilalinden sonra bile üniversitelerden yapılan tasfiyelerde DP yanlısı hocalarla birlikte pek çok solcu hoca da tasfiye edilmiştir. Peki, bu hocaların derhal kürsülerine dönmeleri için Milli Güvenlik Kurulu’na karşı kim bayrak açmıştır? Başında Nurettin Sözen’in bulunduğu ve o zaman solcuların elinde olan MTTB. Sözen, bütün talebe cemiyetlerini toplayarak MGK’ye karşı sert bir bildiri hazırlayarak basın toplantısında dile getirmiş, MGK Genel Sekreteri’nin telefonla tehdidine karşı tınmamış, “Bütün öğrencileri ayağa kaldırırız, tüm hocalarımızı derhal görevlerine iade ediniz” demiştir.

12 Mart’ta bütün solcular, yazarlar, aydınlar, akademisyenler Balyoz Harekâtı kapsamında evlerinden alınmış ve sıkıyönetim mahkemelerinde tutuklanmıştır. Cumhuriyet gazetesi kapatılmıştır. İlhan Selçukİlhami SoysalDoğan AvcıoğluMemduh ErenTalat Turhan gibi birçok kişi Ziverbey’de Kontrgerillanın merkezinde işkencelerden geçmiştir. 

12 Mart’ta hangi sağcı ya da İslamcı tutuklanmış ya da işkenceden geçmiştir. 12 Eylül solun üzerinden buldozer gibi geçmiştir. MHP ve MSP hakkında dava açılmış ve tutuklamalar olmuşsa da bunlar zevahiri kurtarmak için açılmış davalardır. Zaten kısa sürede de salıverilmişlerdir. DİSK davası tutukluları ile MSP ya da MHP tutuklularına aynı tarife mi uygulandı? Cumhuriyet gazetesi yazarlarından Ali Sirmen,Hüseyin BaşAtaol Behramoğlu uzun süre tutuklu kalmış, 80 üzerindeki yaşına aldırmadan gazetenin sahibi Nadir Nadi, İlhan Selçuk ve Oktay Akbal sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanmıştır. CHP lideri Ecevit tutuklanmış aylarca hapiste kalmıştır. Cumhuriyet gazetesi birkaç kez kapatılmış bir keresinde süresiz kapatma cezası almıştır. 

Aydınlar Davası dilekçesinde bir tek sağcı yazarın ya da akademisyenin adı var mıdır? Gazetemizin bütün yazarları Aydınlar Davası dilekçesine imza attığı için yargılanmıştır. İçişleri Bakanı Soylu, attığı bir tweet’te gazetemizi darbe sevicilikle suçlamış ve “Cumhuriyet gazetesini bütün darbeleri mayalamakla suçlayıp”, “dişlerine kan değdi bir kere” demiş. Soylu buyursun bir kahvemizi içsin ve gazetemizin duvarlarında suikasta kurban gitmiş 6 yazarımızın resmine bir baksın. 

O zaman biz de “Kimin dişine kan değmiş” diye soralım isteriz.

Miyase İlknur / CUMHURİYET

Çizgisini hiç değiştirmeyen kanal - L. DOĞAN TILIÇ

Artık başlıktaki gibi anamayacağız sanırım. Memleketin siyasi iklimi “ona bile” çizgisini değiştirtti!
Memleketin siyasi iklimi diyoruz ya, o iklimi yaratan iktidar “Ben ne yaptım” sorusunun cevabını garip gurebanın çığlığında bulamıyorsa, en zenginlerin haline baksın…
Daha birkaç ay önce, yabancılar para getirsin diye vatandaşlığımızı ucuzlatmıştık: “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına hak kazanmak için öngörülen sabit sermaye tutarı 2 milyon dolardan 500 bin dolara indirildi. Türkiye’de gayrimenkul sahibi yabancıların vatandaşlığa geçişi için gereken asgari taşınmaz bedeli de 1 milyon dolardan 250 bin dolara çekildi.”
Biz az paralı da olsa yabancıları çekmek için uğraşırken, çok paralı yerlilerimiz yabancı vatandaşlıklar peşine düşmeye başladı!
Geçen gün Sabah, ara sıra böyle can sıkıcı şeyler yazıyorlar; Sabancıların, maaile, Malta vatandaşlığına geçtiğini yazdı. Oraya yatırım yaparak!
Bir onlar mı? 2017’nin gelir vergisi rekortmenleri dahil; kahveciden tekstilciye, ne kadar hali vakti yerinde vatandaşımız varsa başka vatandaşlıklar peşine düşmüş.
Ekonomi tıkırında hikâyesi anlatanlar, işsizlik ve parasızlıktan intihar eden vatandaşları görmüyorsa, ekonomileri en tıkırında olan bu zenginleri görmeli!
Memleketin siyasi ikliminden sorumlu olanlar, biz paralı yabancılara vatandaşlık vermeye çalışırken bizim paralı vatandaşlar neden başka vatandaşlık peşinde diye sormalı!
Bu soruların peşine düşmek gazetecilerin de işi, ama gelin görün ki böylesi iz süren gazeteciler de, onların iz sürebildiği mecralar da birer ikişer susturuluyor.
Memleketin siyasi iklimi, illa da yeni ve önemli bir seçime giderken, az biraz eleştirel olanlara suskunluğu dayatıyor. 
Baksanıza, iktidarı içeriden ve dostça eleştiren Karar gazetesi bile kendilerine uygulanan reklam ambargosu ile susturulmaya çalışılmaktan şikâyetçi. Geçen gün, gazetenin bir zamanlar Erdoğan’ın en yakınında olan yazarları, bir umut, Saray’ı ziyaret ederek dertlerine derman aradılar!
Onlar Saray’da derman aradılar ama memlekette ne olursa olsun, isterse dünya yansın yıkılsın, çizgisini hiç değiştirmeyen kanalın belli ki böyle bir şansı yok.
15 Ocak 1992 yılında yayına başlayan ve Türkiye’nin ilk özel televizyonlarından biri olan Flash TV’den söz ediyorum. O gün bugün yaptığı yayıncılıkla, Ekşi Sözlükçülerin “ülke çalkalanıyor ama flash tv’de yine halay var”, “adamlar zerre taviz vermiyorlar yemin ederim”, “prensiplerinden ödün vermeyen kanal” diye tanımladıkları kanal da çizgisini değiştirdi!

Önce TÜRKSAT’a yatırılması gereken parayı yatırmadığı için bir yayın kesintisi yaşadı, para yatırılıp yayına döndüğünde ise çizgisi önemli bir çizik almıştı. O çiziği Flash TV’nin dünkü açıklaması açık etti: “Son günlerde yaşanan gelişmeler nedeniyle Flash TV yönetimi Gerçek Gündem ve Gece Hattı programlarını yayından kaldırmıştır. Kamuoyuna duyurulur.”
Anlaşılan, ekonomik gibi görünen sıkıntının “siyasi iklim”le de ilgilisi varmış ve bütün gün türkü söyleyip halay çeken kanalın günde iki kez, sabah ve gece, haber vermesi iktidarı rahatsız etmiş!
24 Haziran cumhurbaşkanlığı seçimi kampanyası boyunca muhalefetin de sesine yer veren birkaç kanaldan biri olarak dikkat çekmişti Flash TV. Galiba, 31 Mart seçimi öncesi de benzer işler yapıp, halayla türküyle memleketin havasından çıkıp kendi havasını bulmaya çalışan vatandaşların kafasını karıştırması istenmemiş!
En zenginlerin bile neden Malta vatandaşlığı aldığını merak edenler, çizgisini hiç değiştirmeyen kanalı bile çizgi değişikliğine zorlayan siyasal iklime baksın.
 L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

Vergilerimizle yalan bir tarih yazıyorlar - ERK ACARER

CHP İzmir Milletvekili ve KİT Komisyonu üyesi Atila Sertel, Sayıştay’ın 2017, TRT raporunu özetliyor: “Halktan kesilen vergiler, iktidarın borazanlığını yapan dış yapım şirketlerine aktarılıyor.”

HALKTAN YAPIMCIYA

Sertel’in paylaştığı veriler ise gerçeği somutlaştırıyor. Buna göre; 2017’de TRT gelirinin yaklaşık yüzde 90’ını, “elektrik katkı payı” ve “bandrol ücreti” olmak üzere halktan kesilenden elde etmiş. Kasasına vergiden giren paranın toplamı; 2 milyar 128 milyon 183 bin TL.

TRT PERSONELİ NE İŞE YAPAR?

Kurum vergilerden sağladığı paranın yüzde 34’ünü yani, 723 milyon 528 bin TL’yi bünyesinde çalışan, 7 bin 133 kişiye harcamış. TRT dış yapımlara ise paranın yüzde 56.6’sını yatırmış: 2 milyar 128 milyon 183 bin TL.

İÇERDE PARA ÖDÜYOR, DIŞARIDA PARA SAÇIYOR

7 bin üzerindeki personel çalıştıran bir devlet kurumda; halktan sağlanan gelirlerin yarısından fazlasının taşerona aktarılması kurumla ilgili iki noktayı gözler önüne seriyor.
Tüm devlet kurumları gibi TRT de bünyesinde liyakate değil yandaşlık kriterine göre personel istihdam ediyor. 7 bin kişi maaş alıyor ama iş dışarıya yaptırılıyor; “birilerine” daha para kazandırılıyor.
İktidar, medyanın yüzde 90’ından fazlasını kontrol ediyor. Sadece haberler ve haber kaynaklarıyla Türkiye’yi biçimlendirmiyor, aynı zamanda kendisine uygun gerçek dışı tarih ve hamaset öykülerini yayarak kendi kültürel hegemonyasını yaratmaya çalışıyor.

BÜYÜKLERE KILIÇ, ÇOCUKLARA OK

Bunda dizilerin önemli bir misyonu var. TRT’nin 1974 yılında naif “Kaynanalar” dizisi ile başlayan serüveni bugün Mehmetçik Kutlu Zafer’e (Kut’ül Amare) varmış durumda. TRT’nin “kutlu” yolculuğu, izleyicinin yeni bölümlerini beklediği, biri yabancı 7 yerli dizi ile sürüyor. “Mehmetçik” dışında; “kimi izleyicinin” TV karşısına kılıçla geçtiği Diriliş Ertuğrul ile Payitaht Abdülhamid gösterimde. “Tozkoparan” ise okçu bir tarihi kahramanı anlatan çocuk dizisi. Yani 7 diziden 4’ü hamaset ve Türk tarihini anlatıyor. Öte yandan TRT; haftalık yayın kuşağını ancak yakın dönemde izlenmiş dizileri bir daha oynatarak doldurabiliyor. Bunlar arasında “7 Güzel Adam” gibi muhafazakar- milli- yerli hikayeler revaçta.
Yapımcının işi göstermek! Payitaht Abdülhamit’i gösteren, inşaatçı gemişe sahip iki ortak; Yusuf Esankal ve Serdar Öğretici’nin kurduğu Es Film’in tanıtım sayfası; Abdülhamit’le, ağır silahlı JÖH-PÖH timleriyle dolu. Yine ana sayfadaki butonların ilkinde “Hak” yazıyor. Sayfa dönünce, alt alta yazılan, “Hak’ın” ne olduğu anlaşılıyor: Bir nevi misyon… “Hak… Yani kazanç. Hak… Yani doğruluk. Hak… Yani emekten doğan manevi yetki. Hak… Yani pay.”
Önemli bir projelere imza atan ancak TRT’ye girmenin neredeyse imkansız olduğunu dile getiren bir yapımcı; “Sadece sektör ve diziler değil, hayat da ticarileşti” diyor.
Diriliş Ertuğrul’un hem yapımcısı hem Senaristi olan Tekden Film Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Bozdağ sadece bir bölümü 4 milyon olarak hesaplanan “Diriliş’i değil fotoğraflarını da gösteriyor. Aralarında AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile olanı da Hac’da ihramlı olanı da var. Anlaşılıyor ki aynı zamanda siyaset ve din de ticarileşmiş. Bununla da kalmayıp kurumsallaşmış.
İktidar devlet kurumu TRT ile “halktan alıp hakka” saçmakla kalmıyor, kontrolünü sağladığı kanallarla da toplumsal ayar veriyor. TRT ile birlikte ATV, Star, Show, Fox Tv ve Kanal D’de 40 yayınlanan 40 dizden; “Börü”, “Söz” gibi ismlerle yayınlanan 6’sı Özel Harekat Timi temalı, 5’i “ecdadı” anlatıyor. 6 dizi ise; silahların asla eksik olmadığı komplo-mafya-polisiye türünde.
Yalan tarih, özel harekat timleri, silahlar, kutsanan şiddet ve mafya… Gemi batarken keman dinleyen halka ve önceki gün okula bıçak ve silahla girip öğretmenine kıyan ‘o çocuğa’ bakınca göreceğiniz ortada. CHP’li Sertel’in hesabında yanlış var! Çünkü sadece cebimizden çalmadılar hayatlarımızı da kurda çakala savurdular.
Erk Acarer / BİRGÜN

5 Ocak 2019 Cumartesi

İki haberin anlattıkları: Malta kaçkınları ve Konda raporu - ORHAN GÖKDEMİR

Sermayenin ülkesi kârıdır, düşeceğini anlayınca korkar, kaçar. Ürkütülmüş insanların göçüp, başka ülkelerde ikbal araması ise doğaldır. Ama Türkiye’de kalıp direnenler de var. Bunun en önünde de yine sıradan halk bulunuyor.

Amerikan New York Times (NYT) gazetesi, son yıllarda hızla artan "Türkiye'den yurt dışına göç" konusu ile ilgili bir haber yaptı. "Erdoğan'ın vizyonuna hararetle karşı çıkan Türkler, yeteneklerini ve varlıklarını da alarak, kitleler halinde ülkeyi terk ediyor" denilen haberde, göçün nedeninin "kayırmacılık ve artan otoriterleşme" olduğu söylendi. Haberde atıf yapılan Yıldız Holding ise elindeki hisseleri Türk mahkemelerinin yetki alanının dışına çıkardığı iddiasını, "Yapılan art niyetli siyasi bir yorum" diyerek yalanladı.

Habere göre göçenlerin çoğunluğu, "Ülkenin kuruluşundan bu yana, kültür ve iş hayatına yön veren” üst sınıf aileler. Yunanistan, Portekiz ve İspanya gibi ülkeler revaçta. Göçenler bu ülkelere genellikle mülk alma yoluyla yerleşiyor. Aralarından 12 bini Dolar milyoneri. Yani insan göçüne sermaye göçü eşlik ediyor. Fakat sermayenin göç için tercih ettikleri arasında Birleşik Arap Emirlikleri de var. 
NYT’nin haberinde söylenmek istenen sona saklanmış. Şöyle ifade ediliyor haberden murad: "Eğer tarihte, ülkelerin yaşadığı önemli yıkımlara bakılırsa, bu yıkımların öncesinde varlıklı insanların o ülkeden göç ettiği görülür."

MALTA PARADİSE
Listedeki “Birleşik Arap Emirlikleri” şu açıdan önemli, “ülkenin kuruluşundan bu yana, kültür ve iş hayatına yön veren” üst sınıf ailelerin bu ülkede Türkiye’den daha aydınlık bir ortam bulmaları düşünülemez. Demek ki insan göçü ile sermaye göçü arasında doğrudan bir bağlantı yok. Listede yer alan ilginç ülkelerden biri de Malta. Malta’ya sermaye göçünün yeni olduğu söylenemez. Çünkü ICIJ, offshore hesapları ve şirketleri olan zenginleri ve siyasetçileri açıkladığı Paradise Papers’ta Türkiye’de keyfi yerinde olan siyasetçilerin bu ülkede “yatırımlar yaptığı” iddia edilmiş, Binali Yıldırım ve oğullarının Malta'daki Off-Shore hesaplarında kayıtları olduğu ortaya çıkmıştı. Zamanın Başbakan Binali Yıldırım bu yöndeki iddialı yalanlamıştı gerçi ama Twitter'daki resmi Başbakanlık hesabının takip ettiği dört kullanıcıdan birinin Malta Cumhurbaşkanı Marie-Louise Coleiro olması manidar bulunmuştu. 

O günden bu yana Malta Adası revaçta. Türkiye’den çok sayıda ünlü zengin de, yatırım yapmanın ötesine geçerek Malta vatandaşlığına geçtiği belirlendi. Bu seçkin zenginlerimiz, emlak satın alarak Malta’da her yıl belli sayıda yabancı yatırımcıya vatandaşlık verilmesini sağlayan “Citizenship by Investment” (Yatırımla Vatandaşlık) programından yararlandı. Vatandaşlığa girenlerin listesi, Malta’nın Resmi Gazetesi’nde ilan edildi. 

Listede yer alan isimler şöyle:

-2017’de gelir vergisi rekortmenleri arasına 10’uncu sıradan giren Gönenç Gürkaynak ve avukat eşi Serra Ayşe Başoğlu Gürkaynak.

-Kurukahveci Mehmet Efendi adıyla bilinen kahve şirketinin marka sahipleri Hulusi Kurukahveci, Nezlihan Akyürek Kurukahveci, Hulusi Doruk Kurukahveci.

-İlaç şirketi Abdi İbrahim’in patronu Nezih Barut, kardeşi Nesrin Esirtgen ve oğlu İbrahim Barut, Orta Anadolu Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Fatih Karamancı. 

-Reha Tekstil’in sahibi Mehmet Reha Demirdağ, Arvento Genel Müdürü Özer Hıncal.

-Sabancı Holding’in Yönetim Kurulu Başkan Vekili Erol Sabancı’nın kızları Çiğdem Sabancı Bilen ve Suzan Sabancı Dinçer. Suzan Sabancı Dinçer’in çocukları Ceyda Sabancı Dinçer ve Haluk Akay Sabancı Dinçer. Çiğdem Sabancı Bilen’in eşi Faruk Bilen ve iki çocuğu (Gözdem ve Gizem Bilen), Şevket Sabancı’nın torunları Can Köseoğlu, Kazım Köseoğlu, Zeynep Köseoğlu, Irmak Köseoğlu.

YATIRIM YOLUYLA MALTA VATANDAŞLIĞIN BEDELİ
Yatırım yoluyla Malta vatandaşlığı oldukça maliyetli bir süreci kapsıyor. Yatırım için öncelikle Malta Ekonomik ve Sosyal Kalkınma fonu için 650 bin Euro katkıda bulunmalısınız. Yani bu parayı devlete hibe edeceksiniz. Bunun üzerine en az 350 bin Euro değerinde gayrimenkul almanız, hükümete ait tahvillere 150 bin Euro değerinde yatırım yapmanız şart. Aile ile başvurularda kişi başına ekstra ücretler ödemeniz gerekiyor.

Türkiye’den nitelikli nüfus göçünün nedeni ülkenin geleceğinin iktidar tarafından hızla karartılması olabilir ama Malta kaçkınının sebebinin bu olmadığı aşikâr. Sermaye her zaman göçer ve daha vergisiz, daha kârlı alanlar arar. Vergi cennetlerindeki Offshore hesaplara sermaye yığılması AKP döneminde ortaya çıkmış bir gelişme değil, kapitalizmin olağan hali. Vergi cennetlerinin vatandaşı olmak ise pastanın üzerindeki krema.

ENSEYİ KARARTACAK BİRŞEY YOK
Sermayenin ülkesi kârıdır, düşeceğini anlayınca korkar, kaçar. Ürkütülmüş insanların göçüp, başka ülkelerde ikbal araması ise doğaldır. Ama Türkiye’de kalıp direnenler de var. Bunun en önünde de yine sıradan halk bulunuyor. 
Araştırma şirketi Konda, 10 yıllık toplumsal değişim raporu yayımladı. Rapora göre ev sahibi olanların oranı yüzde 74'ten yüzde 66'ya gerilerken kiracıların oranı yüzde 21'den yüzde 29'a çıktı. AKP’nin inşaat çılgınlığına rağmen oldu bu. Yani ihtiyaç fazlası on binlerce konut yapılması evsizlerin artmasına engel olmadı. 
Aile Bakanlığı kurup, ha bire aile lakırdısı etmelerine rağmen evlilerin oranı yüzde 71'den 65'e düştü. 

Dağı taşı imam hatip yapmalarına, insanların üzerine Diyanet boca etmelerine rağmen "dindar" olduğunu söyleyenler de 10 yılda yüzde 55'ten yüzde 51'e geriledi. Kendisini "Ateist" olarak tanımlayanların oranı 3 kat artarak yüzde 1'den yüzde 3'e yükseldi, "İnançsız"ların oranı yüzde 1'den yüzde 2'ye çıktı. Oruç tutanların oranı yüzde 77'den yüzde 65'e geriledi.

En hoş tarafı da şu, basını havuzda toplamanın iktidara hiçbir yararı olmadı. 2008'de gazete okuduğunu söyleyenlerin oranı yüzde 61'ken, bu oran 10 yılın ardından yüzde 26'ya geriledi. Sosyal medya kullanım oranıysa yüzde 38'den 72'ye çıktı.

Yani bu ülkenin bir yanı direniyor, aydınlık ve yerli yerinde. Sermayenin kaçmasında ise kendi açılarından fayda var. Zira eninde sonunda bu ülkeyi soymalarının ve karanlığa mahkûm etmelerinin hesabını vermek zorunda kalacaklar. 

Orhan Gökdemir / SOL

Dingo’nun ahırı - ERK ACARER

1869’da, Dersaadet Tramvay Şirketi’nin kurulmasından 2 yıl sonra İstanbul’da atların çektiği tramvaylar görülür. Azapkapı-Galata, Aksaray-Yedikule, Aksaray-Topkapı ve Eminönü-Aksaray arasındaki 4 hatta, atlar şehrin yükünü sırtlar. Dik Şişhane yokuşunu ancak tramvaya Azapkapı’da bağlanan 2’inci atla çıkmak mümkün olur. Atların Taksim Maksemi ile Fransız Konsolosluğu arasındaki ahırda bir süre dinlendirildikleri bilinir. Dinlenen şişenle yer değiştirir. Gün boyu giren çıkan atın belli olmadığı ahırı bir Rum vatandaş Dingo işletir. Kendisi biraz içkici, ahır ise giren hayvanın, çıkan insanın belli olmadığı bir keşmekeş olunca… Al sana Dingo’nun ahırı… Deyim böylece dilimize yerleşir…
**
AKP, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne, Meclis Başkanı Binali Yıldırım’ı aday göstererek; Anayasa’nın 94’üncü maddesini askıya aldı; “TBMM Başkanları; üyesi bulundukları siyasi partinin Meclis içinde ve dışında hiçbir faaliyetine katılamazlar.” Bir kez daha hukuk kökten ihlal edilerek suç işlendi.
“Bu suç” ortamında, İstanbul’un CHP Adayı Ekrem İmamoğlu AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile görüşmek istiyor. Bunun için CHP Lideri Kılıçdaroğlu’ndan icazet aldığını dile getiriyor… Muhalefet Erdoğan’ı tanımıyor gibi yapıyor, sonra duruyor “huzura” çıkıyor… Buna “politika” deniyor.
**
Mecliste sadece “politikacı” yok. Tüccarı var, ihale kovalayanı var, aşiretine silahla oy toplatanı var, futbolcusu var, Yeliz’i var. Yarışçıdan devşirme, sıvayıp, tüy diken “senatörü” var.
AKP’li Kenan Sofuoğlu; ipek çoraplı ayaklarını Meclis odasındaki masasına uzattı. Asgari ücret “sürünme sınırından” aşağıdayken masada; fiyatı 3 bin 350 TL’lik saat çantası duruyordu. Zenginin çantası da Lamborghini Aventador’u da fakirin çenesini yorar bu ayrı mevzuu. Fakat… Emir erleri…
Sofuoğlu; özür diledi… Gazeteci aracılığıyla özrünü katmerledi.
“Gazeteci”… İşine gelince hedef gösterip Azrail oluyor, işine gelince ince ayar çekiyor.
Yaşam biçiminin özrü mü olur?
Liyakatı önemsememişsin; birinci derece akrabanı Meclis’te maaşa bağlamışsın, faşizmi kutsayıp, köy ağası gibi oturmuş, insanı hizaya çekmişsin!
Sıvama operasyonu aynı zamanda…
Neler varmış… Danışmanlar vekile sadece “pay” vermiyormuş. T24’ten Gonca Akyol, Meclis’te danışmanın neler yaptığını, danışmanlarla görüşüp yazdı: “Meclisteki işler de yapılıyor, çocuk bakıp, su faturası yatıran da var…”
Üstüne koyalım; kimi vekillerin 3 danışman hakkı varken işleri görülsün diye 5 kişi tutuyor; devletin parasını sigortasız emekçi çalıştırarak, kafasına göre bölüyor.
**
Türkiye kabahatten büyük özürler distopyası…
Meclis’e bak; sistemi anla… -Elbette sözün meclisten dışarı olduğunu, ‘kendini bilen’ vekil bilir. İsim zikretmeye bile gerek yok.-
Ne denir; Dingo’nun ahırı işte; bütün yükü halk çeker; çok da kafanızı yormayın.
Erk Acarer / BİRGÜN

TÜİK, enflasyonu böyle düşürüyormuş!.. - Ahmet TAKAN

Çünkü, ben Türkiye'de yaşıyorum...
Çünkü, ben çarşıya pazara gidip alış veriş yapıyorum...
TÜİK'in enflasyon rakamlarını nasıl düşük göstermeyi becerebildiğini anlayamadığımı ifade etmiştim önceki günkü yazımda. Dün, TÜİK'den üst düzey bir bürokrat aradı, isminin yazılmaması şartıyla kısaca izah etmeye çalıştı;
"Fiyatlar derlenip bittikten sonra merkeze gönderilir, 2. tur fiyatları derlendikten sonra ne oldu ise 26 Aralık'ta yeterli düşüş olmasa gerek ki son günde bir talimat; fiyatı düşen veya çok tüketilen parfüm vb... maddelerin fiyatları tekrar derlendirildi, bu fiyatlar dikkate alındı

2 ay önce de sabit madde çeşidi olan ve zincirleme endekste yer almayan BİM ve A 101 marketleri ENFLASYON SEPETİNE dahil edildi, birden yüzde 2'ye yaklaşan düşüş... Ve bu şekilde metodolojiye ters bir durumla fiyat takibi yapılarak enflasyon hesaplandı. Madem bu kadar düşük 2005=100 temel yıllı enflasyon oranlarını 1994=100 bazlı yıla dönüştürerek açıklasınlar ki gerçek enflasyon oranı meydana çıksın ya da sayın yetkililer daha önce derlenmiş olan fiyatları 26 Aralık'ta neden tekrar fiyat derlettiler onu açıklasınlar."

Kafam hesap kitap işlerine pek basmaz. TÜİK yetkilisinden durumu sade vatandaşa anlatır gibi bana izah etmesini istedim. Yetkilinin söylediklerini virgülüne, noktasına dokunmadan aynen naklediyorum;
"2005 yılında belirlenmiş olan bir enflasyon sepeti var. Bu maddeler 100 kabul edilir, enflasyon ondan sonra hesap edilir. Daha önce 1994 yılı 100 kabul edilip hesaplar ona göre yapılıyordu. Şimdi 2005 yılında zincirleme endeks diye bir güncel enflasyonu güncel geliştirebilen gerçekten doğru hesap edebilen bir sisteme geçilmişti. Bir süre takip edildi, bu 100 madde ilaveler çıkarmalar bir sürü şeyler oldu. Ama bugüne gelindiği zaman son 2 ayda olağan dışı bir şey oldu. Nedir?
Bu enflasyon sepeti her sene Kasım ayında güncellenir. Ve Aralık ayında net güncellenir. Sepete girecek maddeler, yani aileler kullanmışsa onlar girer kullanmadığı malzemeler de çıkar. Bu Aralık ayında hesap edilir biter. Bu yılın zincirleme endeksi Aralık ayında bitmesi lazım. Ocak ayındaki enflasyon bu Aralık ayına göre ne yapacak? Güncellenen endeks sepetine göre değerlendirme olacak.
Anladınız mı?..
Şimdi burada olağanüstü bir şey oldu. 'Enflasyonla mücadele edeceğiz' açıklamalarından sonra olağanüstü bir şekilde BİM ve A 101'lerden tüm bölgelere -26 bölgemiz var bizim- 26 bölge ve 81 ilimizde bazı ilçelerde buluna BİM ve A 101'lerden fiyat toplayacaksınız dediler. Enflasyon sepetinde olan fiyatlar var ya onları toparlayacaksınız dediler. Ekim ayında emirle bunu söylediler. Oysa şöyle olması gerekiyordu, eğer ihtiyaç var ise ilgili bölgenin fiyat sorumlusu bunu ne yapacaktı? Bunu doğrudan doğruya kendi bölgesinden yazacaktı. Bu fiyatları başka işlerin ikamesi olarak Ankara'ya sunacak, Ankara'da kabul  edecekti. Yani, 'A' marketinin fiyatlarında bazı sapmalar varsa, örneğin, çayı, pirinci eksik getirir... Bırakır o işyerini bir başka işyerine geçmesi gerekiyor, bunu bölge fiyat sorumlusu alması gerekiyordu. Ama Ankara talimatla BİM ve A 101'lerden alınmasını bildirdi.

Neden bunu böyle yaptılar?
Diğer marketlerde 10 çeşit pirinç varsa -en az 4 çeşit pirinç var- bunlar da 2 çeşit pirinç var. Kalitesine göre bunlardan fiyat alınır. Burada fiyatları standartlaştırmış oluyor. Bu da tüketicinin gerçek alım gücüne yansımıyor. Fiyat da böylece düşürülüyor. Metodolojiye ters.
Neden?.
Bunların geçen yıl Aralık ayında alınması gerekiyordu. Ona göre fiyatlar takip edilecekti ki 1 yılık artışlar ay ay takip edilmesi gerekiyordu. 2 ayda aldılar.
Pat ne yaptılar?. Bir anda bazı elektroniklerin, otomobil fiyatları hiç yokken aldırdılar. Sanki her bölgede 1 aile otomobil alıyormuş gibi.. Ne oldu?.. ÖTV indirimi ile birlikte... Birden bire sepetin artış ve enflasyon oranlarını düşürdü. Neye  göre?..
Göreceli olarak sübjektif olarak düşürdü. Kağıt ve sepet üzerinde gerçekten düşürüldü!..

Bunların daha vahimi nedir?
Temel fiyatlar 2 tur toplanır. Ayın 10 ile 15'i arasında birinci tur, 20 ila 25'i arasında 2. tur toplanır. Veri girişi yapılır, bu merkeze anında düşer. Ayın 26'sında enflasyon fiyatlarına parfüm ve hediyelik eşyalarla ilgili bir talimat gönderdiler. 2. tur fiyatlarını kabul etmediler. Son alınan fiyatları tamamen yeniden aldırdılar. 'Öyle geçerli olacak' dediler. Vahimi buydu. 26 Aralık'ta fiyatları tekrar derlettiler parfüm ve diğerlerinin de  alınması talimatıyla. Eskiden alınan parfüm fiyatlarını kabul etmediler. Yılbaşı dolayısıyla indirime  girdi ya bunların çoğu... Bütün metodoloji ve kuralları bozdular. 26'sından sonra alınan rakamlar geçerli oldu ve enflasyon düşük çıktı.

 Zaten, bütün bölge müdürleri ve daire başkanlarını da mülakata çağırdılar.
Niye?
Gözdağı veriliyor. Kol kırıldı yen içinde kaldı!.."
Demek hedeflerin tamamı böyle tutturuluyormuş!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

4 Ocak 2019 Cuma

2018 sonunda Fransa’da güzel bir olay - KORKUT BORATAV

Fransa’da 2018, güzel bir olayla son buldu: Cumhurbaşkanı, “sokak” karşısında yenik düştü.

“Sokak” iktidara karşı
Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’a karşı ülke sokaklarını, meydanlarını dolduran “sarı yelekli” Fransızlar, devlet ve para gücünün yenilebileceğini gösterdiler. Başka ülkelere, benzer  mücadelelere örnek oldular. 

Sokağın Fransa’da iktidara meydan okuması ilk kez olmadı.  1789 sonrasının devrim dalgalarını kastetmiyorum. Uzağa değil, iki yıl öncesine, Hollande’ın cumhurbaşkanlığı dönemine göz atalım. 

Bugünkü cumhurbaşkanı Macron, o tarihte  ekonomiden sorumlu bakandır ve istihdam güvencelerini aşındıran bir yasa taslağını Şubat 2016’da parlamentoya sunmuştur.  Mart-Haziran arasında Fransız kentleri yaygın protesto dalgalarına tanık olur. İlkyaz gecelerine taştığı için “Nuit Debout” (“gece ayaktayız”) diye anılan gösteriler etkili olur; yasa taslağı askıya alınır. Ne var ki, “sokağın zaferi” geçici olur. Parlamentodan Senato’ya kaçırılan taslak “Fransız usulü bir KHK” ile Anayasa Mahkemesi’ne sunulur ve 8 Ağustos’ta kesinleşir. 
    
Gelelim sarı yeleklilerin sokak gösterilerine…  Kasım 2018’de akaryakıt vergilerindeki artışın tetiklediği protestolar giderek genişledi. Macron’a karşı sınıfsal bir tepkiye dönüştü. Üç hafta sonra Cumhurbaşkanı yenilgiyi kabul etti. 
10 Aralık’ta Elysee Sarayı’ndan yayımlanan bir TV programında Macron, sokaklardan yükselen “hiddet” dalgasına hak verdi; yoksul ve yoksun Fransızların günlük hayatta çektiği sıkıntıları algılamada kusurlu olduğunu itiraf etti.  Akaryakıt zammını iptal etti. Asgari  ücretleri artırdı;  fazla mesaiyi ve ücretlilere ödenen yıl sonu primlerini vergiden muaf kıldı. Düşük emekli maaşlarına vergi indirimi getirdi. Servet vergisinin yeniden uygulanmasını ise kabul etmedi. 

Böylece, 2016’nın “gece ayaktayız” gösterilerinde sadece geçici bir galibiyet elde eden “sokak”, iki buçuk  yıl sonra somut taleplerinin çoğunu iktidara kabul ettirebildi.

Ancak, önemli bir soru  hâlâ yanıtsızdır: Sarı yelekli kalabalıkların Elysee Sarayı’na yönelttiği sınıfsal tepki, Macron’un kısa vadeli ödünleri karşısında dağılıp gidecek midir?

“Sarı yelek hareketi”nin bazı özelliklerine ışık tutarak tartışalım. 

“Sarı yelekliler” kimlerdi? 
Sarı yelekli protestoları başlatan kalabalıklar, Fransa taşrasının emekçileridir. Pek çoğu  “köylü” kimliğini koruyan çiftçiler; sosyal hizmetlerin giderek aşındığı, işsizliğin çok daha yaygın olduğu  küçük kent, kasaba, kır işçileri; aile emeği ile, kendi hesabına çalışarak ayakta durmaya çalışan, borç yükü altında bunalan “esnaf”… 

Akaryakıt fiyatlarındaki artış hepsini doğrudan etkiledi… Otomobil, araç sahipliği Fransız işçilerinin, emekçilerinin ortak bir özelliğidir; bu yüzden hepsi araçlarında “sarı yelek” taşır. Pompa fiyatları da bugünün Batı toplumlarında (Marksist terminolojiyle) “işgücünün değeri”nin bir öğesidir. Paris’in, büyük kentlerin işçileri de benzin zammını protesto eden taşra emekçilerine bu yüzden  hızla katıldı. 
Başka neden yok mu? Yanıtı, Le monde (4 Aralık 2018), inşaat işçisi Gaby’nin ağzından özetliyor: “Yoksul olduğumuz için ve çocuklarımızı da yoksul kılmak istedikleri için buradayız…” 

Benzer bir yanıtı, işçi sınıfı kökenli genç bir Fransız romancısı, sarı yelekli insanlara bakarken vermiş:“Onlara baktığımda çalışma ile, yorgunlukla, açlıkla harap olmuş bedenleri gördüm; coğrafî  ve toplumsal dışlanmışlık nedeniyle yıpranmış bedenleri gördüm.   Ailemin bedenleri gibiydiler; çocukluğumda yaşadığım köyün sakinleri gibiydiler; yoksulluk ve sefalet sonunda sağlıklarını yitirmiş insanlar gibiydiler. Çocukluğum boyunca bu insanların, ‘biz kimsenin umurunda değiliz’ dediklerini hatırladım. Burjuvazi bu insanlara derhal nefret ve şiddetle saldırınca, kişisel olarak ben de hedeflenmiş oldum. Sarı yelekli bir insana hakaret eden herkes, bence babama da hakaret etmiştir”. (Edouard Louis, JACOBIN,  8 Aralık 2018). 

Geçerli sınıfsal teşhis budur. Örgütlerin, partilerin katılımları, tutumları önemsiz değildir; ama temel nedenin yanında ikincildir.

Başlangıçta hiçbir parti bu hareketi tam olarak sahiplenmedi. Sendikalar önce uzak durdu; CGT daha sonra destekledi.  Sendikalı işçiler ise eylemlere ilk günden başlayarak katıldı. Sosyalist hareketlerden en hızlı sahiplenme Melenchon’dan ve partisinden (IF’den) geldi. Neo-faşistler (başta Marine Le Pen’in partisi RN) kervana katıldı; sarı yelekli kalabalıkları ırkçı sloganlara, eylemlere sürüklemeye kalkıştı; tutmadı. 

Öncü bir örgütten yoksun olan sarı yelekliler, bir hareket olarak devam etmeyecek; yine de Fransa’da sokağın iktidara karşı baş kaldırma tarihçesine kısmen başarılı bir sayfa ekleyecek. Daha da önemlisi, AB’nin neo-liberal / küreselleşmeci programının yeni  lideri olarak pazarlanan “Macron simgesine”,  belki de, ölümcül bir darbe vurarak… 

Emmanuel Macron balonu
Fransa, son yıllarda ülkelerinin gücünü aşan işlevler üstlenen siyasetçiler yetiştirmektedir. Bu siyasetçilerin ihtirasları da kişisel yetenek ve kapasitelerini daima aşmıştır. 

2007-2012 döneminin cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ve Dominique Strauss-Kahn iki örnektir. Sarkozy’nin balonu beş yılda söndü. IMF Başkanlığı’ndan Fransız Sosyalist Partisi liderliğine, oradan da cumhurbaşkanlığına yönelmeyi hedefleyen Strauss-Kahn ise “uçkur düşkünlüğüne” yenik düştü; siyasetten çekildi.

Emmanuel Macron üçüncü örnektir. Yirmi yedi yaşında (2004’te) Fransa’nın seçkin yüksek okulu ENA’dan  mezun oldu. Sonraki on üç yılda benzerine az rastlanan bir yükseliş gerçekleştirdi. 
Aşamalarını sıralamakla yetineyim:
Maliye müfettişliği → bürokraside hızlı yükseliş → Jacques Attali’nin Reform Komisyonu üyeliği → Rothschild Bankası’nda yöneticilik → Seçkinlere açık Les Gracques ve Rotonde Klübü üyelikleri → Bilderberg’e davet → Cumhurbaşkanı Hollande’a ekonomi danışmanı → Ekonomi Bakanı → Bağımsız olarak cumhurbaşkanlığı adayı → Fransa Cumhurbaşkanı →  En Marche  (“İleri”) adıyla oluşturduğu yeni partinin parlamento seçimlerini de açık farkla kazanması… 

Cumhurbaşkanlığı’nın ilk aylarında Macron, AB’yi ödünsüz neo-liberalizm doğrultusunda dönüştürme tasarımı ile öne çıktı. Öyle ki  ABD dış politikasının prestijli, seçkin dergisi Foreign Policy Ocak 2018’de Macron’u okurlarına, “İngilizce konuşan, Almanya’yı seven, Avrupa’nın beklediği Fransız politikacı”  olarak tanıttı.

Sol-sağ ayrımı sadece Fransa’da değil, tüm dünyada geçersizdir; programlar önemsizdir; aslolan vizyondur” diyen; “vizyon” anlayışını da “serbest piyasa” dünyasına emanet eden Macron, hızla yıldızlaşmaktaydı.

Bu “yıldız”, elbette, Fransa’nın ötesi için de siyasî hedefler geliştirecekti. Avrupa Parlamentosu’nda vizyonunu temsil edecek “reformist ve ilerici” bir siyasî gruplaşmayı tasarladı. İtalya’da kendisini örnek alan Demokrat Parti lideri Renzi ve İspanya’da “çiçeği burnunda” liberal Ciudidanos Partisi ile işbirliği arayışları başlattı. 

Ne var ki, bu arayışları, Fransa’daki sarı yelekliler hareketi karşısında ağır bir darbe aldı. Kritik aşama Mayıs’taki AB Parlamento seçimleridir ve partisi En Marche’ın ağır kayıplara uğrayacağı öngörülmektedir. O zaman Macron efsanesi son bulacak; sınırsız iddialarla başlayan  Fransa cumhurbaşkanlığı da (Sarkozy ve Hollande gibi) “tek atımlık bir başka barut” olarak tarihe geçecektir.

Burjuvazinin tipik refleksi: Neo-faşizmle ittifak
Sarı yelekliler hareketi, Macron’un siyasî prestiji dışında başka bir tehdit de içeriyordu:  Sermayenin tahakkümüne karşı sol ve sınıfsal bir muhalefet potansiyeli… Sınıfsal tepkiler (“servet vergisi talebi” gibi) sol içerik kazanmaya başlayınca,  günümüz burjuva siyasetinin savunma stratejisi gündeme gelecekti: Gerektiğinde neo-faşizmle ittifak...  

Sarı yelekli gösteriler yükselirken IŞİD militanı bir  cihatçının Strasbourg’ta dört kişiyi öldürmesi, iktidar çevrelerince milliyetçi duyarlılıkları kışkırtan söylemlerle değerlendirildi. 

10 Aralık’ta Macron’un Elysee Sarayı’ndan yayımlanan konuşmasının sonu da benzer doğrultuda yorumlanabilir: “Ulus’u şizofreni izlerinden arındırmamızı istiyorum; Ulus öz kimliğini bu sayede anlayabilecektir. Göç konusunu da ele almak istiyorum. Bu soruna bakmamız gerekiyor.”  (Voltaire Network, 10 Aralık 2018).  
  
Konuşma metninde Ulus (“Nation”) sözcüğü cümle içinde yer alıyor, ama özel ad gibi büyük harfle başlatılıyor.  

Macron’un bu ifadesi, sarı yeleklileri parçalayıp milliyetçi sağa yönlendirme çabasıdır. “Deşifre” etmeye çalışalım: Ulusalcı duyarlılıkları sapkınlık olarak değerlendirmemeliyiz. Ulus’un sağlıklı öz kimliği, göçmenler konusunda tedirgindir ve haklıdır; bu sorunu çözmeliyiz…

Soldan gelen sınıfsal tehditlere karşı çağdaş burjuva siyasetinin tipik refleksi budur: Neo-faşizmle ittifak…

Örneklere zaman zaman değindim. Bence, neo-faşizmin özel bir türünü yaşayan Türkiye’de de geçerlidir. Daima tartışacağız. 

Korkut Boratav / SOL

Tarihten bir yaprak - MESUT ODMAN

Şu sıralar Ankara kar altında. Ankara dediğimiz de bir ülke kadar oldu nerdeyse, nüfusça ve kapladığı alan olarak. Dolayısıyla, bizim yaşadığımız yöresinde kar kalkmamışken, başka yörelerde beyazlık bile kalmamış olabilir. Bu ayrıntının önemi yok. Başlarken, bugün ile 50 yıl öncesinin karşılaştırmalı bir hatırlanışına giriş yapmak istiyorum sadece.


Yarım yüzyıl önce bu günlerde, 1969 yılının 6 Ocak gününde de, Ankara’da hava biraz daha yumuşaktı sanki; kar ise hiç yoktu. Kendi yaşantılarımdan biliyorum. Çoktandır kentin merkezine gelmiş durumdaki bizim okulun oralar dağ başı sayılırdı, dolayısıyla dağ başları nasıl olursa öyle, ayaz olurdu, esti mi dondururdu, ama o birkaç günde o kadar soğuk olmadığını hatırlıyorum. 

Vietnam “kasabı” ya da, neydi, “celladı” namıyla maruf bir herif, o tür işlerin bulucusu diyemesek bile en son ve en acımasız temsilcisi olan bir devletin elçisi olarak ülkemize gönderilmişti. Vietnam dediysek, öyle böyle değil, yeryüzünde hiç kimsenin haklılığını tartışmadığı direnişi, ölümüne mücadelesi, sokakları çınlatan sloganlardaki şair önderi ile dünyanın her yanında insanları ayağa kaldıran, coğrafyadaki uzaklığının inadına herkese yakınlaşmış ülke…

Orada kurtuluşu için savaşan halkın ezilmesini sağlayacak her türlü şiddetin geliştirilip uygulanmasıyla görevlendirilmiş bir insanlık düşmanı, o görevini başarıyla yerine getirmiş olmalı, bu kez bizim başkentimize gönderilmişti. Bunu izleyen günlerde, rektörünün çağrısıyla ODTÜ’ye öğle yemeğine ve elbette görüşmeye gelmişti. Kendilerinin görkemli makam arabasının, az önce belirttiğim günde, dört tekeri göğe çevrilerek yakıldığı tarihe geçmiştir, bilinir. 

O tarihi izleyen günlerde öğrencilerin ürünü olan ve 2 sayı yayımlanabilen “Direniş” adlı bültende “Tutuklama kararı çıkan arkadaşlarımızdan” başlıklı bir bildiri yer almıştı. Orada kendi deyişleriyle şöyle bir “analiz” yapılıyordu: “Arabanın yanması bir olaydır. Herhangi bir olay gibi bunun da analizini yapar, çelişkilerini, etkenlerini ortaya çıkarabiliriz. Nasıl ki iki molekül hidrojen ile bir molekül oksijenin belli şartlarda birleşmesinden su oluşuyorsa, nasıl ki kâğıt kendisine gerekli ısı verildiğinde yanıyorsa, Komer’in arabası da belirli şartların bir araya gelmesi ile tahrip olmuştur. Ve nasıl ki kimya ve fizik bilimleri (…) gerekli araçları bize veriyorsa, toplum bilimleri de araba yanması olayını tahlil etme olanağını bize vermektedir.”

Öğrenciler, Robert W. Komer’in bir CIA görevlisi olduğunun, Vietnam’da halka karşı “pasifikasyon” başlığı altındaki baskı ve sindirme uygulamalarının sorumlusu olarak kendisine “hon” (işkenceci) adı verildiğinin ve Türkiye’ye gelişiyle İstanbul ve Ankara’da nasıl olaylar çıktığının herkesçe bilindiğini hatırlattıktan sonra şöyle devam ediyorlardı:

“Komer ODTÜ’ye girerse öğrenci arabasını yakar. (…) Nasıl ki 1 atmosfer basınç, 232 santigratta kâğıt tutuşursa, taş bırakırsan düşerse, öylesine kesin ve kaçınılmazdır. (…) böyle bir ziyaret bireylerin düşüncelerinde keskin bir kızgınlık yaratacaktır. Bu kızgınlık kitle bilincine, kitle eylemine dönüşünce araba da ateş alır. Böylesine kaçınılmazdır.”

Yarım yüzyıl sonra bunları yeniden okumak, ülkesiyle, halkıyla, üniversite öğrencisiyle nereden nereye geldiğimizi hatırlatmanın yanı sıra, bana birçok bakımdan ilginç geldi doğrusu. Malum, tam olarak anlayıp anlatamadığımız ya da buna vakit ve imkân bulamadığımız durumlarda bu “ilginç” sözcüğü imdada yetişiyor.

Tarihten bir yaprak çevirmenin bu ellinci yıl ile bir ilgisi var elbette. Ama bu olayla bağlantılı birkaç soruya kapı açan bir güncelliği de yok değil.

Sorulardan ilki şu: Daha sonra o zata ne oldu, ülkemizdeki elçilik görevini nasıl sürdürdü? Kısa yanıt ise “sürdüremedi” biçiminde. Kasım 1968’de atanıp aynı ayın son günlerinde önce İstanbul, ertesi gün Ankara havalimanlarına inip, daha doğrusu, protesto gösterileri nedeniyle pek de inemeyip, 3 Aralık günü Türkiye Cumhurbaşkanı’na basından gizlenen bir törenle güven mektubunu sunan o zat, yaklaşık 4 ay kadar sonra, Nisan 1969’un ilk günlerinde devleti tarafından geri çekilerek yerine meslekten bir diplomat büyükelçi olarak atandı.

O günlerde yaygın bir alışkanlık vardı; okullarda, kışlalarda, şurada burada öğretilen marşların sözleri, hatta topu topu üç beş sözcüğü değiştirilerek gösterilerde söylenirdi, kimilerimiz “yaratıcılığımız bu kadar mı sınırlı” itirazıyla homurdanır ve, mümkünse, marş mı türkü mü her neyse, söylenmekte olana katılmazdık. Galiba “Muhafız Alayı Marşı” idi onlardan biri, değiştirilerek “kar, bora, fırtına sükun bulacak/ bize Amerika bize Amerika selam duracak” diye söylenirdi. 
Oradaki beklenti gerçekleşmiş mi oluyordu acaba? 
Amerika’ya selam mı durdurmuştuk? 
Elbette böyle abartılı bir hamaset yersizdi; ama, emperyalist dünyanın hükümdarının her zaman her şeyi yapamayacağına ilişkin bir örnek daha ortaya çıkmıştı. Şöyle de anlatılabilir: Vietnam halkının bu işkencecisinin Türkiye’deki büyükelçilik görevi, ülkemizde ortaya konan emperyalizm karşıtlığının da etkisiyle, herhalde hiç hesapta olmayan, pek kısa ve maceralı bir geziden ibaret kalmıştı. Bu kadarını söylemekte gerçeğe aykırılık olmasa gerek.

İkinci bir soru ise tarihten çevirdiğimiz bu yaprakta bir gizli polis parmağı bulunduğuna ilişkin olarak sonradan ortaya atılmış iddialar. Aslında bu konuda çok kısa bir saptamayı yazıp geçmek yeter: İktidarı almakla sonuçlananları da dahil bütün devrimci eylemlerde, kendisini savunan kurulu düzenin yasal ve yasa dışı mekanizmalarının bütün hünerleriyle devrede olması, o eylemlerin ve devrimcilerin zaaflarından doğmuş bir rastlantı değil, zorunluluktur. Dolayısıyla, hiçbir devrimci eylem, şu ya da bu biçim ve ölçüde maruz bırakıldığı bozguncu müdahalelere göre değerlendirilip yargılanamaz.

Kapı açıldığını belirttiğim üçüncü bir soruyu, biraz şaka yollu söylenirse, “O zamanlardakine demokrasi denirse, bugünlerdekine ne dense uygundur?” biçiminde dile getirmek mümkün.  Öyle ya, koskoca ABD büyükelçisinin arabası yakılırken, rektör çağırmadığı için polis üniversiteye girememişti; şimdiyse çıktığı yok.

Yazının çok uzamaması için, üzerinde düşünülebileceğini varsayarak, sadece iki cümle yazıp bitirelim.

Hak ve özgürlükler, ancak kullanıldıkça gerçekleşir, hem de genişleyip dokunulmazlık kazanır. Birincisi bu olsun. 

Demokrasiyi basitçe “halkın yönetimi” olarak aldığımızda, onun tarihi buradaki halk sözünden anlaşılanın genişleyip daralmasının ve emekçilerin güçsüzleşip siyasal iktidarın uzağına düşmesiyle birlikte bu daralmanın maksimuma yaklaşmasının tarihidir. Bu da ikincisi.               

Mesut Odman / SOL

TBMM Başkanı’nın adaylığı, hukuk ve ahlak - İLHAN CİHANER

Bir ilçe adliyesinde arşiv memuru olarak çalışıyorsunuz ve yaşadığınız ilçeye belediye başkanı olmaya niyetlendiniz. Yaklaşık bir ay önce, 1 Aralık 2018 tarihinde istifa etmeniz gerekirdi. Seçimleri etkileyecek, rakiplerinize karşı avantaj sağlayacak bir kamu gücü elinizde değil, buna rağmen 
1 Aralık’ta istifa etmediyseniz geçmiş olsun, aday olmazsınız! 
Çok basit, ahlaki ve mantıki bir gerekçeye dayanır bu engel: Adayların görevleri gereği kamu adına ve lehine kullanmak üzere verilen olanakları, kendi lehlerine/rakiplerinin aleyhlerine kullanma ihtimali. Ayrıca tarafsız icra edilmesi gereken bazı görevlerin siyasi kimlikle bağdaşmaması da bir etken. Yetişmiş insan kaynağının kıt olduğu dönemlerde bile bu ahlaki ilke gözetilmiş. 
Kökeni çok eskiye gider bu ilkenin. 1876 tarihli Kanuni Esasi’de bile iki görevin (mebusluk ve memuriyet) birleşemeyeceği öngörülmüş. 3 Nisan 1923 tarihli 320 sayılı kanundan bu yana kamu görevlilerinin seçime katılma koşulları şu ya da bu şekilde düzenlenmiş. Ama mutlaka hepsinde kamu görevlilerinin seçimlerden belli bir süre önce görevden ayrılma şartı getirilmiş. Hatta yukarıdaki gerekçe ile halen hâkim, savcı, subay ve astsubay gibi görevlilerin seçilememeleri halinde kamuya dönüşlerine dahi izin verilmez. 
Yerel seçimlerle ilgili olarak ise 2972 sayılı yasa özel bir istifa çekilme düzenlemesi getirmemiş. Ancak özel hüküm bulunmayan durumlarda diğer seçim kanunlarının uygulanacağı vurgulanmış. Tam da bu hükümlere dayanan Yüksek Seçim Kurulu, 23 Ekim 2018 tarihinde toplanmış ve diğer kanunlara bakmış. Yerel seçimlerde aday olmak için en geç 1 Aralık 2018 tarihinde istifa etmesi gereken kişileri saymış: “Hâkimler ve savcılar, Yüksek yargı organları mensupları, Yükseköğretim kurumlarındaki öğretim elemanları, Yükseköğretim Kurulu, Radyo ve Televizyon Üst Kurulu üyeleri, Kamu kurumu ve kuruluşlarının memur statüsündeki görevlileri ile yaptıkları hizmet bakımından işçi niteliği taşımayan diğer kamu görevlileri, Subay ile astsubaylar, Siyasi partilerin il, ilçe yönetim kurulu başkan ve üyeleri ile Kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ile sendikalar, kamu bankaları ile üst birliklerin ve bunların üst kuruluşlarının ve katıldıkları teşebbüs veya ortaklıkların yönetim ve denetim kurullarında görev alanlar”. 

Şimdi gelelim TBMM Başkanı’nın durumuna. Anayasanın 94/6. Maddesi açıkça “Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı, Başkanvekilleri, üyesi bulundukları siyasi partinin veya parti grubunun Meclis içinde veya dışındaki faaliyetlerine, görevlerinin gereği olan haller dışında, Meclis tartışmalarına katılamazlar” demektedir. Bu nitelikleri gereği de protokolde ve kamu olanaklarını kullanmada ayrıcalıklı yetkileri vardır. Bu madde ayrıca TBMM başkanları ve vekilleri için özel hüküm (lex specialis) niteliğindedir. Aday tanıtım toplantısına katılması bile Anayasanın açık ihlalidir. 
Kesin aday listeleri teslim edilinceye kadar sorun ağırlıklı olarak siyasi etik ve meşruiyet sorunudur. İstifa etse bile bunu tamir edemez. Muhalefet partileri “Anayasaya aykırı ama…” diye başlayarak bahane üretemezler, üretmemeliler. Bu kaba ihlale göz yumulamaz. Bu tartışma epeydir unuttuğumuz anayasa, hukuk, adalet ve ahlakı yeniden hatırlatabilir. 
Bu ihlalin yaptırımı olmadığı doğru değildir. Kesin aday listeleri verildiği anda YSK, açık hüküm bulunmayan diğer görevlilerde olduğu gibi bir değerlendirme yaparak adaylığın “geçersizliğini” tespit edecektir. Tabii hukuk içerisinde kalacaksa ve “Yasalar örümcek ağları gibidir, küçük sinekleri yakalar, eşek arıları ise deler geçer” özdeyişini haklı çıkarmayacaksa! 
Ama hukuktan bahsetmekten daha çok ahlaki duruma tekrar dikkat çekmek isterim: seçime etki etme şansı olmayan bir memur ayrılarak maaşını dahi bırakmak zorunda. TBMM başkanı ise, rakibi olan bir vekil hakkındaki dokunulmazlık dosyasını gündeme alıp, kendi aleyhine sonuç doğurabilecek soru önergesini geri çevirdikten sonra, partisi lehine bir yasayı öne alıp rakibinin vergisi ile finanse edilen makam arabasına binip trafiğe takılmadan mitinge yetişebilir! 
Bunu sindiren ve adil bulan bir kimse ile değil aynı gemide, aynı anlam ve hukuk dünyasında bile olamayız!
İlhan Cihaner / BİRGÜN

Güçlü tarım, mutlu çiftçi...- AHMET A. ÖZGÜNEŞ

Türkiye tarımı uluslararası rekabete açıldı. Bu rekabet eşit olmayan şartlarda oluşuyor. Küçük-yetersiz alanlarda üretim yapan çiftçi, az sayıda hayvan besleyen üretici, büyük alanlarda ve teknolojik imkânlarla üretim yapanlarla rekabete zorlandığında, doğal olarak, yenik düşüyor. Yapılması gereken, kısa dönemde, gümrük önlemleri ile bu haksız rekabeti önlemek, daha uzun dönemde ise çiftçimizi rekabet edecek güce kavuşturmaktır. 


Cumhuriyet kurulduğunda bu toprakların perişan hali hepimizin malumudur. Nüfusun yüzde 85’i köylerde yaşarken kendisini ve geri kalan yüzde15’i ancak besleyebiliyordu. Malını tüketiciye ulaştıracak yol yoktu, kullandığı teknolojiler bin yıl önce kullanılanlarla tıpatıp aynı idi. Cumhuriyet ile birlikte tarıma makine, teknik destek, kimyasal gübre girdi; böylece hem işlenen toprak miktarı hem de verim arttı ve Türk tarımı artan nüfusu beslemeye devam etti. 

Günümüzde çiftçi nüfusu çok azaldı, tarım ile geçinemeyen ve şehirlerdeki işgücü talebini gören insanlar şehirlere göç ettiler. Çiftçi nüfusu, doğru istatistikler olmamakla birlikte, genel nüfusun yüzde 5’inin altındadır. Kırsal alanlarda yaşayan kişilerin hepsini çiftçi kabul etmek doğru değildir. Çiftçi, gelirinin tamamını veya önemli kısmını topraktan elde eden, zamanını ve gücünü toprağa harcayan kişilerdir. Kırsal alanlarda yaşayanların önemli bir kısmı geçimini emekli aylığı, inşaat veya turizm işçiliği vs. ile sağlamaktadır ve bu kişilerin verimli çiftçilik yapması beklenemez.

Tarımın iki önemli problemi 
Göz önüne alınması gerekli bir olgu, kırsal alanda yaşayan insanların da tüketim ekonomisi içine girmiş olmalarıdır. Artan tüketim talepleri ile birlikte çiftçi gelirinin de artması gerekiyor ki mevcut üretim modeli ve toprak dağılımı ile bunu oluşturmak olanağı yoktur. Bu üretim modelini değiştirmez isek zamanla kırsal alanlarda sadece şehre göç etme imkânı olmayan yaşlı insanlar kalır ve tarımsal üretim düşmeye devam eder. 

Türkiye tarımının iki önemli problemi gerçek çiftçilerin küçük ve dağınık topraklarla geçinmek zorunda olmaları ve teknik destekten yoksun olmalarıdır. Tarım topraklarının önemli bir kısmı çiftçiliği terk etmiş, şehirlere göçmüş insanların elindedir. Bir kısım topraklar da kırsal alanlarda yaşayan ama gelirinin önemli bir kısmını başka işlerden elde edenlerin elindedir ki bu insanların verimli tarım yapması olanaksızdır. Yapılması gereken, tarımı terk etmiş insanların topraklarını satın almak ve bu toprakları gerçek çiftçilere teslim etmektir. Bir çiftçiye gerekli olan asgari tarım alanı, bölgenin yağışına, iklimine, toprak yapısına, sulama imkânlarına göre değişir. Örnek olarak kıraç alanlarda tahıl üreten bir çiftçinin en az 100 hektar alana ihtiyacı var iken, Antalya civarında seracılık yapan bir çiftçinin toprak ihtiyacı bir hektardan fazla değildir.

Ayağını toprağa basan görevli 
Diğer ürün ve bölgelerde gerekli tarım alanı 100 ile 1 hektar arasında değişecektir. Hayvansal üretim yapan çiftçilerin de büyük sayılarda hayvana sahip olması, yemin büyük kısmını kendi topraklarında üretmesi ve/veya meralardan ve yaylalardan sağlaması gereklidir. Gerçek çiftçilerin nüfusun yüzde 5’i, yani takriben 4 milyon kişi ve 800 bin aile olduğu düşünülürse Türkiye toprakları bütün çiftçilere optimum miktarlarda tarım alanı vermeye yeterlidir.

Sunduğumuz model artan miktarda teknik destek ve kredi ihtiyacı ile birlikte yürüyebilir. Bu destekler sağlandığında her çiftçi bir işadamı olacak, verim ve üretim artacaktır. Teknik destek tarım bürokrasisinin reforme edilmesi gereğini getiriyor. Günümüzde bu bürokrasinin tarıma desteği sınırlıdır. İçinde binlerce arı olan bir kovan düşünün; içerde arılar vızıldıyor, kıyamet kopuyor ama üretilen bal çok az.
 
Tarım bürokrasisinin durumu budur, memurlar yazışmalarla ve lisans verme işleri ile uğraşmakta, ayağını toprağa basan görevli sayısı kısıtlı kalmaktadır. Tarım Bakanlığının birincil görevi çiftçiye teknik destek vermek olmalıdır. 

Sayın Bakan’a tavsiyem şudur: Bakanlığınızda somut ölçme sistemi kurun ve elemanlarınızın çiftçiye verdiği desteği ölçün. Daha sonra somut hedefler koyarak bu desteği gereken seviyeye getirin. Bu iki hedefe ulaşılırsa mutlu çiftçiler görürüz ve artan üretime ulaşırız.

AHMET A. ÖZGÜNEŞ (E. TMO Genel Müdürü)
CUMHURİYET