8 Ocak 2019 Salı

Gerçekte kim kurtarılıyor? - OĞUZ OYAN

Yılın ilk haftasının öne çıkan iki konusu var: ABD’nin Suriye’den çekilmek için yeni şartlar dayatmasıyla birlikte iktidardaki yeni hayal kırıklığı ile Süper Ligin aşırı borçlu kulüplerinin TC Ziraat Bankası (ZB) kredileriyle kurtarılması/rahatlatılması operasyonu. Bugün bunlardan ikincisine odaklanalım.

Dürtüsünü Saray’dan aldığı açık olan (başka türlüsü ne mümkün?) Türkiye Futbol Federasyonu’nun (TFF), ZB üzerinden Süper Ligin mali iflasa yakın duran büyük kulüplerini “kurtarma misyonu”nu üstlenmesi, şimdiden kamuoyunda çok haklı tepkiler aldı.

Tepkilerin öncelikle ZB’nın asli misyonunu yani tarımsal üreticiyi destekleme görevini hatırlatarak yürütülmesi son derece sağlıklıdır. Bu tepkilerin, ZB’nın zaten uzunca süredir asli görevini yeterince yerine getirmediğini tartışma düzlemine taşıması da son derece olumlu olmuştur. ZB’nın çiftçiyi/köylüyü yeterince desteklemediğini hem bankanın toplam kredileri içinde zirai kredilerin payının azalmasından hem de Türkiye’de kullandırılan toplam zirai krediler içindeki ZB’nın payının azalmasından (yabancı sermayeli bankaların da payının artışından) izlemek mümkündür. Bu arada, çiftçilerin kredi taleplerinin zamanında karşılanmaması veya kredi geri dönüşlerindeki aksamalara bankanın diğer ticari bankalardan farklı bir esneklik göstermemesi de eleştirilerin merkezindedir. Daha önemlisi, bu eleştirilerin doğrudan doğruya Banka’nın birinci derece muhatabı olan çiftçilerden geliyor olmasıdır.

Benzer şekilde, ZB’nın iktidarın siyasi emelleri doğrultusunda olur olmaz işlerde, örneğin medya sahipliğinin iktidara yakın sermaye gruplarının eline geçirilmesinde veya Türkiye Varlık Fonu’na dolgu malzemesi yapılmakta kullanılmasının da bilinçli kamuoyunun şiddetli eleştirilerine konu olduğu ve bunun çiftçi kesiminde de yankıları olduğu bilinmektedir.

Türkiye Bankalar Birliği (TBB) ile TFF ve büyük kulüp temsilcilerinin geçen hafta sonu bir araya gelmelerinin gösterdiği gibi, iktidar kanadı bu konuya özel bir önem vermektedir. Acaba neden? UEFA’nın yerli kulüpler üzerinde artan denetim baskısına bir karşılık vermek için mi? Aynı doğrultuda bir gerekçe üreten TFF’nin “Türk futbolunun kurtuluşu” reçetesi mi? Doğrusu bunlara itibar etmek çok iyimser bir yorum olurdu. Olayı salt bir seçim yatırımı olarak değerlendirmek de sanırım kısır bir görüş olarak kalır, çünkü bu belki kulüp yöneticilerinin tercihlerini etkileyebilir ama taraftarlarınkini değil! 

Dolayısıyla, bu mali destek hamlesinin ardında büyük futbol kulüplerini iktidarın güdümüne sokmak gibi halisane olmayan niyetler aranması da çok şaşırtıcı değildir. Şimdilik nasıl gelişeceği, hangi koşulları içereceği tam bilinmeyen bu “kurtarma” operasyonunun, kulüpleri bir kamu bankası karşısında yeni mali yükümlülükler altına sokması ve herşeyi kontrol etme merakını ifrata vardıran bir iktidarın “yönetimleri ele geçirme” baskısının oyuncağına dönüştürmesi kuşkusuz daha büyük bir olasılık olarak karşımızda durmaktadır.

Eğer niyetler böyleyse, açılacak 10 veya 14,5 milyar liralık kredi için ZB’nın kaynağı nereden bulacağı, acaba TC Merkez Bankası’nın olağanüstü genel kurul çağrısı yaparak kârlarını erkenden Hazine’ye devretme niyetinin arkasındaki güdünün bu mu olduğu (ki bize göre bunun asıl nedeni seçim öncesinde sıkışmış olan Hazine’yi fonlamaktır) gibi nedenleri tartışmak tâli kalacaktır. Niyet kulüpleri ve yönetimlerini ele geçirmekse, bunun araçları teferruattan sayılmalıdır.

                                                             ***

Ama hiç tartışılmayan başka bir olasılığı gündeme getirmenin tam sırasıdır. Sakın gerçekte kurtarılmak istenen ZB’nın kendisi olmasın? Bu soruyu tuhaf bulanlar için, daha önce birçok kez gündeme getirdiğim yaşanmış (benim de bizzat yaşadığım) bir örneği tekrar anımsatmak isterim. 1993 yılında tarımda ilk kez prim uygulaması pamuk fiyatlarının dünya fiyatlarının altına gerilemesiyle gündeme getirilmiş ve Tariş üzerinden iktidara kabul ettirilebilmişti. Hazine pamuk primi için (her ne hikmetse!) ZB’dan 315 milyon dolarlık bir kredi kaynağı kullanmıştı. Birkaç yıl sonra Hazine ZB’na 725 milyon dolarlık bir geri ödeme yapmasına karşın bu ödeme faizlere karşılık tutulmuş ve 315 milyonluk başlangıç borcu dolar bazında yıllık yüzde 100’ün üzerindeki fiktif faizlerle 1999’de 18 milyar dolara fırlatılmıştı! Başka deyişle destekleme konusu olan çiftçi değil, iktidarın kör kuyusu olan ve mali yapıları sarsılmış bulunan ZB idi. Konuyu 1999’da bir rapora dönüştürerek açığa çıkaran o zamanki TCMB Başkan Yardımcısı Zafer Yükseler’di (“Tarımsal Destekleme Politikaları ve DGD Sisteminin Değerlendirilmesi”, 1999). Ancak skandalın ortaya çıkarılması, bu kuyruklu yalanın IMF ve DB Niyet Mektuplarının mevcut destekleme modelini kötüleme gerekçesi yapılmasına ve liberal siyasetçi- bürokrat- akademisyen üçlüsünün ağzında sıkız gibi çiğnenmesine engel olamamıştı: Sözde çiftçiye verilen destekler yerine ulaşmıyordu; nitekim sözde 18 milyar dolarlık desteğin sadece 315 milyon doları çiftçiye ulaşabilmişti! Yalandan kim ölmüş? Aslında söyleyenler değil ama tarıma dönük saldırının hedefindeki bütün tarımsal KİT’ler ve destekleme sisteminin mekanizmaları öldürülecek, bunların altında da milyonlarca köylü ve işçi kalacaktı.

Peki şimdi benzer bir operasyonun eşiğinde olmadığımızdan emin miyiz? İktidar tarafından sorumsuzca kullanılan en büyük kamu bankasının bilançoları yeterince şeffaf mı? Sayıştay’ın ZB ile ilgili olarak TBMM’ye sunduğu 2017 denetim raporu, Banka’nın yakın izlemedeki kredi tutarını 5,4 milyar TL, geri ödenmesi şüpheli donuk kredilerinin tutarını ise 4,8 milyar TL olarak (toplamda 10,2 milyar TL olarak) vermektedir. Tarımsal kredilerde geri dönüş oranının yüzde 85 gibi yüksek bir orana ulaştığını hesaba katarsanız, bu 10,2 milyarlık kredinin büyük bölümünün tarım dışı ticari kredilerden kaynaklandığını tahmin edebilirsiniz. İktidarın himayesinde verildiği için bankanın takibe almadığı veya donuk saymadığı şüpheli kredi tutarı acaba ne kadardır? Bunu ne yazık ki bilemiyoruz. İşte kuşkularımızı arttıran da tam da budur.

Sonuç olarak, tepkilerin toplumsallaşması ve siyasallaşması açısından en iyi tepki biçiminin ZB kaynaklarının TFF aracılığıyla görev amaçları dışında kullanılmak istendiğinin dile getirilmesi yerindedir. Ama bunun sadece TFF’nin sözde kurtarıcı rolüyle başlamadığını, eski hesapların da kurcalanması gerektiğinin gündeme getirilmesi daha da yerinde olacaktır.

Oğuz Oyan / SOL

Göktepe’nin katillerindendi yıllar sonra kızından özür: Çok ağır - ERK ACARER

20 Temmuz 2015’te Urfa Suruç’ta “yol verilen” IŞİD çetelerinin 33 kişiyi, 10 Ekim 2015’te Ankara’da 103 kişiyi katletmelerinden sonra da aynı görüntüler var…
“Çapa’da hastenedeyse neden Cerrahpaşa’daki Adli Tıp’a geldik?”
Arabadan indikten hemen sonra, genç bir kadının kendini yerlere atarak ağladığını görüyor. Sevgilisiymiş meğer. Defalarca soruyor; “Nerede, ne oldu?”
Yumrukladığı abisi cevaplıyor sonunda: “Anla işte ölmüş!”
Hayat kararıyor, çığlıkları yükseliyor. Sonra orada bekleşenlerden biri koluna giriyor: “Etrafına bak polisler gülüyor, onları sevindirme…”

‘KİM ULAN BU?’

Öfke böylece başka bir şeye dönüşüyor. Benzer davaların benzer seyri… Öldüren değil ölen suçlu! Gece yarısı polisler basıyor evi. Altına üstüne getiriyorlar her yerin. Yatağın altında, bir düğünden kalan kına bulunuyor…
Alaycı birisi: “Esrar da içiyormuş bunlar!” Duvardaki resme bakıyor… Gülümsüyor orada. Soruyor: “Kim ulan bu?” Sanki aynı şube tarafından öldürülen Metin Göktepe’yi tanımıyor.
Metin Göktepe, 8 Ocak 1996’da Cezaevi’nde yaşamını yitiren Orhan Özen ile Rıza Boybaş’ın Alibeyköy’de yapılacak cenaze törenini izlemeye gitti. Sarı basın kartı yoktu, polise itiraz etmişti. Kalabalıkla beraber Eyüp Kapalı Spor Salonu’na götürüldü. Kendinden geçinceye kadar dayak atıldı, cansız bedeni spor salonunun büfenin yanına bırakıldı.
TÜMÜ KATİLLERİ KORUDU
Savcı Erol Canözkan; “Çay bahçesinde sandalyeden düştü” dedi. 7 Mart 1996’ya kadar “tarafsız İçişleri Bakanı” olarak olarak görev yapan Teoman Ünsal gibi İstanbul Emniyet Müdürü Orhan Taşanlar da gözaltına alınanlar arasında Göktepe’nin olmadığını söyledi.
Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, “Cinayeti polis işlemiştir tabirini beğenmiyorum”dedi. İçişleri Bakanı Meral Akşener’in emri ile cinayet suçundan yargılanan ve daha önce açığa alınmış 11 polis memuru görevlerine iade edildi. Yani.. Metin öldü, tümü katilleri korudu.
Davanın en önemli tanıklarından biri olan ve Göktepe ile birlikte polislerden işkence gören Deniz Özcan; şunları söylüyordu: “Beni de spor salonunun altına aldılar. Metin’in durumunun ağırlaştığını, polislerin artan telaşından anladım. Her lavaboda kan vardı, birinde çok daha fazla!”
Deniz Özcan bugün cezaevinde; muhalif olduğu için!

YILLAR SONRA CEVABINI BULDU

Devletin ördüğü sete kamuoyunun baskısı ve cesareti sayesinde bir gedik açılabildi. 48 polis yargılandı, 5’i ceza aldı. Polisleri güldürmesin diye dişlerini sıkan Meryem Göktepe…
O ilden, o ile kaçırılan davanın başlamasından 10 gün önce; evi basıldı, bir arkadaşı ile birlikte gözaltına alındı. 
“Polisler, sabah ezanını dinletiyor, hepinizin sonu aynı olacak” diyordu. Koridordan yürütülüp tuvalete götürülürken, işkence yapılan erkek çığlıklarını duyuyordu. 4 yaşındaki Kızını ve anasını, Fadime Ana’yı düşünüp kendini kapattı. Aklından tuhaf bir şey geçiyordu. “Bu insanların çocukları yok mu, bu çocuklar büyüyünce utanmayacak mı?
Meryem Göktepe, sorusunun cevabını geçen yıl buldu… Karşı tarafın güvenliği nedeniyle İlk kez isim vermeden anlatıyor: “Geçen yıl sosyal medya hesabımdan bir mesaj aldım, yargılanan polislerden birinin kızıydı mesajı atan. O dönemde çocuk yaşlarda olsa da olan bitenin farkında olduğunu söylüyordu. Ekliyordu; “Bu acıyla yaşadım, yaşıyorum, ağır geliyor, çok üzgünüm!”

ACILARDAN BİR AİLE

Uğur Mumcu’dan Ümit Kaftancıoğlu’na, İlhan Erdost’tan Behçet Aysan’a, Metin Altıok’a, Hasan Ocak’a Hrant’a, Ali İsmail’den Berkin’e…
Metin Göktepe ortada bir yerde. Yarın; saat 11:00’de Atışalanı, Esenler Kemer Mezarlığı’nda anılacak. Ölümsüzdür…
Erk Acarer / BİRGÜN

Ankara'da AKP ile CHP arasındaki oy farkı 57 bine inmiş!..- Ahmet TAKAN

Sakarya'nın Erenler ve Adıyaman'ın Sincik ilçelerine kayıtlı çok sayıda seçmen İstanbul Adalar'da kayıtlı gözüküyormuş...
Ayrıca, Sultanbeyli, Sultangazi, Ümraniye, Bağcılar, Pendik başta olmak üzere İstanbul'un pek çok ilçelerinden Adalar'a seçmen kaydırılmış...
Özellikle harabe durumda olan, ikamet olanağı mümkün olmayan binalara, yazlıkçı vatandaşların mülklerine, AKP ilçe yöneticisi ve üyelerinin evlerine kayıt yaptırılmış. Bu evler genellikle 2 oda bir salon büyüklüğünde olmasına rağmen, 10-20 hatta 30 seçmen barındırıyormuş.
Ne var bunda!..
Şaşırdık mı?..
Kendi adıma söyleyeyim, hiiç şaşırmadım...
Bu zihniyet 3 bin 129 askerî öğrenciyi 2 koğuşa sığdırıp oy kullandırdı. Vakti zamanında ölüler mezarlarından kalkıp oy kullandı... Taşımalı oy sistemini bu zihniyet Türk siyasi hayatına hediye etti!..

Adalar Belediye Başkanı Atilla Aytaç, "Cumhuriyet tarihinin en büyük sahte seçmen olayıyla karşı karşıyayız" demiş... Kendisine katılmıyorum, daha bilmediğiniz, tespit edemediğiniz neler vardır neler, diyorum. Ancak metruk binalarda yakaladıkları hayali seçmenlerden ve bu uğurda gerçekleştirdikleri titiz çalışmalardan dolayı kendisini ve CHP İstanbul il teşkilatını canı gönülden kutluyorum. Herkese örnek olması gereken bir çalışma!.. Demek ki, sandığa sahip çıkmak, sadece oy verme günü yapılması gereken bir iş değilmiş. Bunun öncesinde de çok sıkı çalışılması gerektiğini başarılı bir şekilde ispatladılar. Bu arada duyarlı vatandaşların da gayretlerini, emeklerini boşa çıkarmadılar. Adam sendecilik yapmayarak, sahtecilik karşında  gayretle mücadele etme azminde olan kitlelere moral verdiler, onları yeni bir yılgınlık tuzağına hapis olmaktan çekip çıkardılar.

AKP'de bir süredir yaşanan panik ve kavgalar gösteriyor ki, rahmetli dedelerimiz ve ninelerimiz 31 Mart'ta herhangi bir veya bir kaç beldede oy kullanabilirler!.. Sarayda bazı ekiplerin kayıkçı kavgaları eşliğinde hazırlık yaptığı kahramanlık senaryoları da bunun göstergesi. AKP kendi seçmenine bile hâlâ heyecan verebilmiş değil. Bunu ben değil kendileri söylüyor... Özellikle Ankara ve İstanbul'dan gelen son anketler onlar için iyice can sıkıcı bir hal almaya başladı.


Geçtiğimiz çok karlı Pazar gününde İstanbul Adalar'da ortaya çıkarılan hayali seçmen skandalı ile ilgili haberleri takip ederken, tivıtırdan dikkat çekici bir mesaja takıldım. "Ankara Kuşu" adlı kullanıcı, mesajında, "yaptığımız kamuoyu araştırması ve izlenimlere göre Ankara'da AK parti, CHP'nin 57 bin oy önünde birinci parti gözüküyor" diyordu. Bu söyledikleri  doğru mu yanlış mı? Bilemem. Elimde anket veya başka bir ölçüm yok. Sadece şunları ifade edebilirim;
"Ankara Kuşu" adlı tivıtır kullanıcısının kim olduğuna dair önemli bir iddia konuşulur iktidar kulislerinde. "Ankara Kuşu"nu R. Erdoğan'a çok yakınlığı ile bilinen AKP'de bir genel başkan yardımcısının eşi hanımefendi organize ediyormuş. "Ankara Kuşu"nun tivıtır üzerinden gönderdiği mesajları fırsat buldukça takip ederim. Doğruluk oranları bir hayli başarılı. İçerden doğru ve kesin bilgi kaynakları olmayan birinin bu başarıyı yakalaması imkansız. Nasıl bir anket metodu uyguladılar da AKP'nin CHP önünde 57 bin oyla önde olduğunu tespit ettiler? Bilemiyorum ama görünen o ki, bu mesaj büyük bir paniği ve acilen tedbir alınması gerektiğini anlatıyor. Ve itiraf etmeye çekindiklerinden ve de korktukları için aslında şu mesajı veriyor; "Ankara'yı kaybediyoruz. Acil önlem alalım."

Şu günlerde, ne zaman bir AKP yetkilisi ile oturup sohbet etsem, yüzlerindeki kaybetme tedirginliğini açıktan okuyorum. Lafı dönüp dolaştırıp, aday belirlemelerdeki sıkıntılara Cumhur İttifakının gereksizliğine ve bazı odakların "reis"i anketler vasıtasıyla yanılttıklarına getiriyorlar. Sonunda laf dönüp dolaşıp "reisin mutlaka bir bildiği vardır"da noktalanıyor!..

İstanbul Adalar'da belgelenen son sahtekarlık da aslında şu uyarıyı veriyor; Sandık güvenliği için çalışmalara daha bugünden titiz bir şekilde başlanmalı. Yoksa 2 odalı bir evden 100 kişi oy kullanabilecek!..
Ne yapılmalı?..
Muhalefet partileri eğer gerçekten 31 Mart'ı kazanmak istiyorlarsa ilk yapmaları gereken iş, askıya çıkan seçmen listeleri ile nüfus kütüklerini titiz bir şekilde karşılaştırmak. Bunun için, genel merkezlerin büyük külfetler ve zahmetler üstlenmesi  gerekmiyor. İl ve ilçelere yayacaklar bu işi. Gönderecekler listeleri teşkilatlarına ve sıkı bir şekilde karşılaştırmaları yapacaklar. Nüfus kütükleri kayıtları ile seçmen listeleri oy verme günü de dahil olmak üzere sıkı bir şekilde izlenecek.

Sonra sandık başı ve sonrası güvenliği... Yoksa, "adam kazandı" der geçer, milleti bir daha kandırmış olursunuz!..

Bunca sahtekârlık ortaya dökülmüşken, kayıkçı kavgası ile muhalefet anlayışı sürdürülürse ben olsam YSK üyelerini musalla taşında emekli ederim!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

"Tampon bölge" nasıl pişirildi? - Arslan BULUT


ABD'nin Suriye'nin kuzeyinde kurmak istediği tampon bölge fikrinin nasıl oluştuğunu, Fikret Akfırat, 25 Temmuz 2018 tarihli Aydınlık'ta "ABD-Türkiye kontrolünde tampon bölge" başlığı altında yazmıştı:"ABD'nin 'Suriye'den çekilme' diye anılan planın 'asker çekme' ile ilgisinin olmadığını ve esasının, Suriye'yi parçalama operasyonunda nihai aşamayı ifade ettiğini söyleyebiliriz.
Washington Yakındoğu Politikaları Enstitüsü'nün 11 Temmuz 2018 tarihli raporunun başlığı, 'Suriye'de yeni bir ABD politikasına doğru: İran'a karşı koymak ve IŞİD'in yeniden canlanmasını engellemek için sıfır noktası.'
Raporda, Suriye'nin kuzeydoğusunda ABD ile Türkiye'nin ortak kontrol edeceği 'no fly' ve 'no drive zone!' kurmak öneriliyor.
Öneriye göre; Suriye'de uygulanacak bu 'tampon bölge'de sahadaki kara unsurlarını, Türk askeri ile sınırlı sayıdaki ABD'li 'danışman'ların denetimindeki PKK/YPG unsurları oluşturacak."
                                                              ***

Konuyla ilgili ikinci önemli değerlendirme 6 Eylül 2018 tarihli Star gazetesinde Ardan Zentürk tarafından "Sykes-Picot'tan, Lavrantiev-Jeffrey Anlaşması'na" başlığı altında yapılmış:"1916 tarihli Sykes-Picot Anlaşması, İngiliz diplomat Mark Sykes ile Fransız Francois George-Picot'un isimleriyle anılır. Şimdiki anlaşma yüksek ihtimalle Lavrantiev-Jeffrey Anlaşması olarak anılacak. Alexander Lavrantiev, Rusya, James Jeffrey ise ABD'nin Suriye özel temsilcileri.
2015'ten bu yana yaşadığımız süreç, Suriye'nin doğu-batı hattında ABD ile Rusya arasında kalıcı olarak bölündüğünü, Türkiye ve İsrail'in de sınırlarında 'güvenlikli cepler yaratma' şansını yakaladıklarını gösteriyor."

                                                             ***

Üçüncü değerlendirme de 7 Eylül 2018 tarihinde "ABD'nin Suriye projesi Öcalan'dan!" başlığı altında bu sütunda yapıldı:"ABD derin devletinin unsurlarından biri olan 'Uluslararası Kriz grubu', 5 Eylül 2018 tarihinde, 'Suriye'nin Kuzey Doğusunu Stabilize Etme Anlaşması' başlıklı bir rapor yayınladı.
Raporda özetle şöyle deniliyordu:
-YPG/PYD'nin siyasi hedefleri, Abdullah Öcalan'ın Türkiye'de hapsedilmesi sırasında geliştirdiği bir kavram olan demokratik konfederalizm kavramı etrafında şekilleniyor. Demokratik konfederalizm, Türkiye, Irak, İran ve Suriye'nin devlet sınırları içinde Kürtlerin ve diğer dinî ve etnik toplulukların haklarını güvence altına alabilecekleri araçları sağladıkları, savunma haklarını ve kapasitesini de içeren yüksek derecede yerel özyönetimin sağlandığı derin bir ademi merkeziyetçilik biçimi olarak anlaşılmaktadır.
YPG/PYD de bunu savunuyor. Şam liderliği, federalizm önerilerini tekrar tekrar reddetti ama özerk yönetimler olabileceğini kabul etti.
Şam ile bir YPG/PYD anlaşması, ABD ve Rusya'nın garantörlüğünde ademi merkeziyete odaklanmalıdır. "

13 Aralık 2018 tarihli yazımda da askerî strateji uzmanı Nejat Eslen'in "James Jeffrey'nin Ankara temasları sırasında uzlaşma sağlandığını söyleyebiliriz. Demek ki Orta Doğu'da yeni çizilecek sınırlar, James Jeffrey adı ile anılacak. Sonuçta sınır boyunca bir tampon bölge oluşturulacak ama bu şeridin altında PYD devleti kurulacak! Amerikalılar kendi nihai hedeflerine ulaşmak için Türkiye yönetimine seçim öncesinde böyle bir taviz veriyor." görüşüne yer verdim.
                                                              ***

Suriye'nin kuzeyinde veya Çukurova bölgesinde tampon bölge kurmak projesinin aslında çok eski olduğunu 2 Ocak 2019 tarihli yazımda açıkladım:
"Atatürk, Nutuk'ta, 'Amasya mülâkatı'nda, bugün için düşman işgali altında bulunan bölgelerden Çukurova (Kilikya)'yı, Arabistan ile Türkiye arasında bir tampon devlet yapmak üzere anavatandan ayırma isteğinde bulunulduğundan söz edildi.' notunu düşmüştür.
Çukurova ve çevresine; Adana, Hatay, Kilis, Gaziantep ve Şanlıurfa'ya Suriyeli göçmenlerin yoğun olarak yerleştirilmesinin asıl sebebi bu proje olabilir."
Trump'ın güvenlik danışmanı Bolton, işte bu projenin uygulanması için Ankara'ya geliyor! Konu bu kadar açık ve net...


Arslan BULUT / YENİÇAĞ

Ziraat, futbol ve saman! - Servet Avcı

Süper Lig'de ve alt liglerde oynayan futbol kulüplerine ait borçların Ziraat Bankası tarafından ödenmesi demek halk tarafından ödenmesi demektir... Halkın bunda rızası var mı? Kimin umurunda değil mi?

'Kötü yönetim' veya 'kitabına uydurarak kulübün içinin boşaltılması', bizde millî spor hâline gelmiş durumda!.. Futbolculara ve onların kulüplerine gerçek değerin üzerinde ödenen paralar, 'yönetici-menajer-futbolcu' üçlüsü arasında dönen kara ilişkiler, bugünkü batağın da sebeplerinden biri...

Bu kara ilişkiyi çözmesi gereken devletin, mâli sıkıntıyı kamu bankası üzerinden halka yıkması izah edilebilir bir durum değil...

Hazine garantili köprülerden arabasıyla geçmediği hâlde, devletin müteahhide yaptığı ödemede payı olan vatandaş, 'kapalı devre yolsuzluk kurumları'na dönüşmüş futbol kulüplerinin de borcunu ödeyecek!..

                                                                ***

Deniliyor ki "Borçlar banka tarafından yapılandırılacak... Kulüpler bu borçları taksit taksit ödeyecekler"...

Bu çok da mümkün değil... Borcundan kurtulan futbol kulüplerinin yöneticileri, bu yöntemle UEFA'nın kriterlerini aştıktan sonra yine borçlanırlar... Göreceksiniz, Ziraat Bankası'na olan borç taksitlerinin de ödemezler...

Çünkü bilirler ki, futbol ve siyaset bu kadar iç içeyken, Federasyon Başkanı siyasetin doğrudan emrindeyken, o Federasyon Başkanı yine Ziraat Bankası'nın verdiği krediyle medyanın geri kalanını hükûmet kontrolüne sokmak için gereğini yapmışken, futbol kulüplerine Ziraat Bankası asla icra gönderemez...

Dolayısıyla para halkın cebinden çıkmış olur, muhtemel krizler, yapılandırmaları takip eden yeni yapılandırmalarla ötelere sallanır gider... Transfer edecekleri futbolcuya değerinden fazla paralar ödeyip, kendi aralarında kayıt dışı ekonomi oluşturan organizasyonlar, kulüpleri yeniden batırmaya devam ederler, borç da -futbolu seven sevmeyen fark etmez- halkın sırtında kalır...

                                                                ***

Samanı ithal eden ülkede, adında 'ziraat' olan banka neyin derdine düşürülüyor? İlgili Bakan'a saman ithalatı sorulduğunda "Paramız var ki ithal ediyoruz" cevabı alınan bir ülkede hiçbir şey şaşırtıcı değil aslında...

Düne kadar tarımda kendi kendine yeter ülkeydik... Bugün zaman zaman pirinç, buğday, arpa, nohut, mısır, ayçiçeği, kuru fasulye, hatta çay ithal ediyoruz...
Çocuğunu büyük şehirde güvenlikçi yapınca memnun olan çiftçi, toprağı işletmeyi bırakıp büyük şehire göçüyor... Desteklenmesi gereken tarım ölürken, ilgili kamu bankası kulüplerin borçlarını temizleyerek, siyasetle iç içe simbiyotik hayat süren futbol ağalarına yeni alanlar açıyor!..

Ziraat Bankası kulüplerin borçlarını ödediğinde, kulüp yöneticileri, artık rahatlamış vaziyette ziraate eğilip, tesislerin içinde münasip bir yere, hıyar yetiştirmek için bostan kuracak değiller ya!.. Bildikleri tek iş var ve onu yapmaya devam edecekler!.. Saman ithal eden bir ülkede, kimi saman kafalılar da alkışlayacaklar!..
                                                              ***

Pirinç ithal ettiğimiz ABD'de spor kulüpleri için halkın sırtından böylesine bir yapılandırma gerçekleşebilir mi? Geçelim ABD'yi... Ayçiçeği aldığımız Moldova'da, arpa aldığımız Danimarka'da, kuru fasulye aldığımız Meksika veya Hindistan'da, hatta çay aldığımız Sri Lanka'da mümkün mü?

Kimlerin vergi borçlarının silindiğini görünce, bütün bunlara şaşırmak lükse giriyor aslında!.. Bir zamanlar buğday ülkesiyken şimdi yılda 5 milyon ton buğday ithal ediyoruz... Samana şaşırmayan kafa buna mı şaşıracak?

Olsun ama, kamu bankası futbol kulüplerinin derdiyle dertlensin, oraya para gömsün... Medya toplayıcılarına kredi sağlasın, medyanın 'tek ses' olması yolunda elinden geleni yapsın... 10 TL veremeyip, kafedeki şifreli kanalda maç seyredemeyen kimi vatandaş bütün bu olup biteni alkışlasın, ithal samanın derdi  de hâlâ düşünebilenlerin hissesine düşsün!..

Komedi gibi!..


Servet Avcı / YENİÇAĞ

7 Ocak 2019 Pazartesi

Sudan’da bahar - Ergin Yıldızoğlu

Sudan’da, aniden artırılan ekmek fiyatlarına karşı, 19 Aralık’ta At­bara kentinde kendiliğinden bir protesto gösterisi patlak verdi. Gösteriler hızla diğer kentlere de sıçradı. Ekono­mik taleplerle başlayan protesto gösteri­leri birleşerek, yaygınlaşarak,  Beşir’in İs­lamcı rejimine karşı bir toplumsal hare­kete dönüştü.

 İslamcı Beşir hükümetinin şiddetli tepkisi sonucu, en az 60 kişinin öldüğü, yüzlercesinin yaralandığı, çok sayıda ya­zar ve gazetecinin, öğrencinin tutuklan­dığı, işkence gördüğü bildiriliyor. Buna karşın protesto hareketinin, Arap Baharı olaylarını anımsatan bir süreklilik kazan­maya başladığı anlaşılıyor.

Ekonomi ve siyaset
Devlet Başkanı Beşir, 30 yıl önce bir askeri darbeyle ve Siyasal İslamın desteğiyle iktidara gelmişti. Yönetimi sı­rasında ülkesi ikiye bölündü. Beşir’in re­jiminin radikal İslamcı teröristlere verdiği destekten dolayı Sudan uluslararası yap­tırımlarla yüz yüze kaldı; Beşir hakkında uluslararası tutuklama kararı çıkarıldı. 

Beşir’in 30 yıllık yönetimi boyunca Su­dan ekonomisi istikrar kazanamadı; so­nuncusu 2013’te olmak üzere sık sık ek­mek ayaklanması türü isyanlar patlak verdi. Her seferinde Beşir rejimi bu is­yanları şiddetle, “dış güçler”, “üst akıl türü” komplo teorileriyle bastırdı. 

Ancak bu kez baskı ve terör isyanla­rı durduramıyor. The Sudan Tribune’de Adeeb Yusuf’un yorumunda belirttiği gi­bi, hükümetin “Darfurlu İsyancıların, İsrail’in parmağı” gibi komplo teorileri de bir işe yaramıyor.
 
İsyanların arkasında başlangıçta eko­nomik sıkıntılar yatıyordu. Beşir rejimi ABD ile terörizme karşı işbirliği yapma­ya başladıktan, Dünya Ticaret Örgütü’ne katılmak için başvurduktan sonra, ül­keye yönelik ekonomik ambargo kalk­tı. Beşir hükümeti de devlet işletmeleri­nin özelleştirilmesi, temel mallara verilen fiyat desteklerinin kaldırılması gibi neo-li­beral politikalar uygulamaya başladı. An­cak henüz IMF-Dünya Bankası yardı­mı alamadığından, uluslararası bankalar da Sudan’a kredi verecek kadar güvene­mediklerinden, henüz dış kaynak girişi sağlanamadı. Buna karşılık, ticaret ser­bestleşince, hızla artan ithalat, dövize ta­lep sonucu Sudan parası dolar karşısın­da yüzde 85 değer kaybetti, enflasyon yüzde 70’e vurdu. Ekonomide döviz kıt­lığı ve dövize hücum başladı. Halk ban­kaların, ATM’lerin önünde uzun kuyruklar oluşturmaya başladı. Günde en fazla 11 dolar çekebiliyorlardı. Sudan halkının ya­şam düzeyi hızla aşındı. 
Ekmek fiyatlarına, hayat pahalılığına karşı başlayan protesto hareketleri, kı­sa sürede gelişerek yaygınlaşarak, neo-liberal politikaları, Beşir rejimini hedef alan siyasi bir nitelik kazandı. Çeşitli mu­halefet grupları eylemlerini koordine et­meye başladılar.

Beşir’in kaderi
Mali kaynakları tükenen, dağıtacak para­sı kalmayan, meşruiyetini kaybeden Beşir rejiminin bu kez isyanları bastırmakta bü­yük zorluk çektiği, gittikçe daha fazla şid­dete başvurduğu, sosyal medyayı, inter­neti kontrol etmeye çalıştığı ancak, artık günlerinin sayılı olduğu söyleniyor.
 
Kendiliğinden protestolar bir toplumsal harekete dönüştü, meslek örgütleri ayakta.
Hartum’da halk, baskı ve polis şiddeti­ne karşın, sürekli sokaklarda. Beşir’i git­meye zorlamak için sık sık hükümet bi­naları yakılıyor. Toplumsal hareketin li­derliği, Beşir’in sarayını hedef alan yü­rüyüşler düzenliyor. Ekmek isyanı olarak başlayan hareket artık açıkça, demok­rasi, insan hakları, yönüne bir rejim değişikliği istiyor. 

Ancak siyasi partilerin, kendiliğinden gelişen hareketin gerisinde kaldığı gö­rülüyor. Muhalefetin en büyük parça­sı, Ulusal Ümmet Partisi hâlâ kararsız, protestoları desteklemekten kaçınıyor.

Buna karşılık, The Standard (Kenya) gazetesine konuşan Sudanlı bir gazete­ci, Beşir’in “iktidarda kalmak için her şeyi yapmaya, her yola başvurmaya hazır olduğunu” söylüyor.

Defence Blog (Askeri konularda uz­man bir Internet dergisi), Beşir rejimi­nin protesto gösterilerini dağıtmakta, Ukrayna’da kullanılan Rusya kökenli özel savaş şirketlerini de kullanmaya başla­dığını, bu şirketlerin personelini Hartum sokaklarında tespit eden fotoğraflarla birlikte aktarıyordu.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET


Şapkadan çıkan turuncu elma - Barış Terkoğlu

Şapkadan çıkan tavşan sizi de şaşırtır mı? 

Oysa sihir yoktur. Marifet çabukluk yapan eldedir. Peki, biz neden ele bakmıyoruz? 
Bir anda patlayan “Uygur sevdası”ndan söz ediyorum. Kimi ülkücüleri, kimi İslamcıları, hatta kimi solcuları aynı “turuncu elma”nın peşinden koşturabiliyor.
 
Öyle ya, HDP vekili Ömer Faruk Gergerlioğlu şöyle duyurdu: Uygur Türkleri’ne karşı yapılan Çin devleti zulmü için TBMM’de İYİ Parti’nin verdiği araştırma önergesi HDP, CHP, İYİ Parti’nin kabul, AK Parti’nin ret ve MHP’in çekimser oylarıyla görüşmeye açılamamıştır.” 

Urumçi ile Ankara arası 4 bin 500 kilometre. Sadece uzaklığı değil, Türk halkının “Uygur davası”na mesafesini de gösteriyor. Peki, Türkiye’nin seçimi konuştuğu günlerde nereden çıktı “Çin zulmü” nutukları, “Doğu Türkistan bağımsız olacak” meydan okumaları? Yanlış anlamayın. Çin’de “ileri demokrasi” olduğunu filan söylemiyorum. Kuşkusuz çekilen acılar da vardır. Lakin bizim Cumhuriyetimiz “dış Türkler” sorununu siyasetle çözdü. Atatürk’ün devrimleri, Pantürkizme de Panislamizme de mesafe koydu. 

Lozan’da çizdiği sınırlar içerisinde kana ya da inanca değil, yurttaşlığa dayalı bir ulus tarif etti. Başka ülkelerin topraklarıyla hesabının olmadığını gösterdi. Ancak “Uygur davası” zaman zaman tesadüf sayılamayacak şekilde hortlatıldı.

Yalan söyleyen kimin eli 
Mutlaka sizin önünüze de gelmiştir. 
İşkence altında inleyen bir kadın. Fotoğrafın üzerinde Çin karşıtı slogan. İçiniz parçalanıyor, küfrediyorsunuz. Ama biraz araştırınca görüyorsunuz. O da ne! Görüntüler, lideri ABD’de yaşayan Falun Gong Cemaati’nin oynadığı tiyatrodan alınmış. 
Bir başkasını, kızların pantolon giymesine, üniversiteye gitmesine karşı çıkan radikal dinci İhsan Şenocak sayesinde gördüm. Namaz kıldığı için “Mao’nun çocukları”nın çıplak bir adama işkence ettiğini paylaşıyordu. 

Görüntü milyonlarca kişiye ulaştı. O da ne! Çin diye paylaşılan işkence Endonezya’da. Meselenin namazla da ilgisi yok. Dayak yiyen, tacizci çete üyesi.7 adamın kürsüde kafalarına bira diktiği bir kare. Bu kez iddia şu: Çin’de Müslümanlara ramazanda zorla bira içiriliyor”. Peşine düşünce fotoğrafın 2008 yılından beri paylaşıldığını, bir festivalde çekildiğini, adamların aslında içerek yarıştığını öğreniyorsunuz. Görüntüyü kamuoyuna pazarlayan Doğu Türkistanlılar Derneği Genel Başkanı hepimizi kandırıyor. 

Uzatmayayım… 

Doğru ayakkabısını bağlarken, yalan dünyayı dolaşıyor. Hatta sokağa çıkıp eylem yapıyor.

Uygurlar ve cihatçı ağ 
Hepsi bana başka bir görüntüyü hatırlatıyor. Üstelik bu seferki gerçek. 
Hatırladınız mı? Geçen mart ayında Suriye’den paylaşılan videoda, ellerinde tüfeklerle bir grup çekik gözlü adam, Çince konuşarak Çin’i ve devlet başkanını tehdit ediyordu. 
Çin nere Şam nere” diyebilirsiniz. Acı gerçek, Suriye’deki cihatçı savaş, Avustralya’dan İngiltere’ye kadar birçok ülkeyi içine alan uluslararası bir ağ yarattı. Bu ağın en kritik parçası ise Orta Asya ve Uygur bölgesi. Az değil, 8 yıla yayılan Suriye savaşında, bölgeden gelen cihatçıların Suriye’de kurduğu köyleri, özel birlikleri bulunuyor. 

Uluslararası cihadın Uygur ayağının merkezinde ise Doğu Türkistan İslami Hareketi var. 1989 yılında kurulan örgüt, dünyada El Kaide, Suriye’de ise El Nusra ilişkisiyle biliniyor. Çin’de bir dizi terör eylemine imza atan yapılanma, Suriye’deki savaşa da cihatçı taşıdı. Çin’den kalkıp Türkiye’ye gelen, ardından Suriye’ye geçip savaşa katılan bu gruplar, vahşi eylemlere, intihar saldırılarına imza atmasıyla biliniyor. Örnek olsun, Reina’da katliam yapan teröristin uzun süre Özbek mi yoksa Uygur mu olduğunu tartışmamızın nedeni, aslında Türkiye’de Uygur derneklerinde ve bu ağın ortasında sıkça boy göstermesiydi. Sonuç olarak Uygur kökenli cihatçı yapının bir hedefi var: Bir gün geri dönüp Çin’le yeniden savaşmak.

Çin’e açılan yeni savaş 
Peki, neden şimdi? 
Trump’ın Erdoğan’la konuşurken fevri bir hareketle Suriye’den çıkmaya karar verdiğini sanmayın. Bu, daha büyük stratejinin beklenen bir ayağı. “Mutlu birşekilde kendilerini savunmamızı istiyorlar, böyle olmaz!” diye NATO’daki ABD yükünü sorgulayan Trump’ı, Çin’le verdiği ticaret savaşı daha çok ilgilendiriyor. Haliyle dünya sisteminde süren çatışmanın merkezi yer değiştiriyor, Asya-Pasifik bölgesine kayıyor. Suriye’den dinci terör süpürülürken, “Uygur meselesi” Çin’e karşı eski bir kart olarak yine çekmeceden çıkarılıyor. Böylece Suriye’de “işsiz” kalan cihatçılara, “yeni bir iş” de bulunmuş oluyor. Washington merkezli Dünya Uygur Kongresi’nin başını çektiği “dava”nın yeniden önümüze konmasının altında ne Türk ne Müslüman sevdası var. Savaş, politikanın başka araçlarla devamıysa, politika kendisine başka bir cephe buldu sadece. 

Kimi sokakta Uygur mitingi yapan, kimi Meclis’te önerge veren muhalefet, yanlış bir yolun yolcusu gibi. Uygur Türkleri ya da İslam üzerinden AKP’yi ya da MHP’yi sıkıştıracağını sanmak, son basamağı kırık ahşap merdivene benziyor. Sizi hem başka güçlerin kucağına düşürüyor hem de kaybedeceğiniz bir oyuna sokuyor.

Solcu, Türkçü ya da İslamcı olabilirsiniz. 

Ama ideolojinizin, kökeninizin ya da dininizin büyük satranç tahtasında küçük bir piyona dönüşmesine izin vermeyin! 

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET





















Nev-zuhur Osmanlı’nın Hindistan seferi - KAMURAN KIZLAK

Üstlendiği emperyalizmin BOP projesi taşeronluğu iflasla biten, Ortadoğu-Arap dünyasından dışlanan ve dolayısıyla bölgede liderlik fantezisi gerçeğin duvarına çarpan nev-zuhur Osmanlı şimdi Asya’da nüfuz alanları arıyor. İllaki bir şekilde liderlik taslayacaklar, hem de bu çapsızlıkla ve üstelik iflasa sürükledikleri bir ekonomiyle… Göz diktikleri nüfuz alanlarından biri de 300 milyon Müslüman nüfusuna sahip Hindistan. Yakında orada da bozguna uğrayacaklarına bahse girerim. Hindistan’ın en nüfuzlu Müslüman ailelerinden birinden gelen eski dost Mahboub, şunları söylüyor: “Hintli Müslümanlar bugüne kadar sadece bir tek Müslüman lidere, Mustafa Kemal Atatürk’e, taparcasına saygı duydular. Halen birçok Müslüman’ın (hatta Hindu’nun da) evinde bir Atatürk resmi asılıdır.
Tarihte İngilizlere en ağır yenilgiyi yaşatan Atatürk, İngiliz emperyalizminden çok çeken Hintlilerin de kahramanıdır. Bizim için Türkiye demek Atatürk demektir. AKP, bu Atatürk sevgimizi kullanarak Hint Müslümanları arasında nüfuz kazanmaya çalışıyor. Birkaç (İngiliz dostu) yobaz mollayı ve ucuz yazarı satın alarak bunu yapamazlar. Çünkü bize din üzerinden hamilik taslamaya çalışanların aslında İngiltere adına konuştuğunu biliriz. İslamcılığın ve İslamcıların gerçek sahibi İngiliz emperyalizmidir. Batıyla işbirliği yapıp Müslüman Arap coğrafyasını yangın yerine çeviren, ülke savunması için emperyalizmle savaşan M. Kemal’in ordusunu ABD’nin Ortadoğu lejyonuna çevirmeye çalışanlara saygı duymamız için bir neden yok. Ülkeyi yağmalayıp ağır bir ekonomik krize soktuklarını da tabii ki biliyoruz. Müslüman dünyaya liderlik-hamilik taslayacaklarına aynaya bakmalılar”. Bence, bu lafları eden Mahboub da millettin bir ferdi sayılmamalı…

UZAY AJANSI, İSLAMİ UZAY

Bir Hong Kong TV kanalında haber yapımcısı olan David’in “Sizinkiler uzay ajansı kurdu” müjdesini okuyunca o kadar sevindim ki, hülooğğğ çekesim geldi. Ajansın bilim dünyasına “Yok artık!” dedirtecek nice araştırmaya imza atacağına eminim. Örn. zamanda (Bell laboratuarları gibi) yeteri kadar geri gidebilirlerse, Hz. Nuh’un cep telefonu sinyalini bile yakalayabilir ve oğluyla arasında geçen konuşmayı deşifre edebilirler. Böylece, “ahlaksız Batı”nın bilimi İslam âleminden arakladığını dünya-âleme ispat edebilirler. Daha da ilginci, bir türlü kuyruğunu tutamadıkları Şeytan’ın izine uzayda rastlayabilirler. Ne de olsa karargâhı uzayda bir yerlerde… (Bence, Şeytan çok yakınlarında. Kendi ruhlarına bakabilseler görecekler).
Diğer beklentim, “Konyalı bilim adamları”nın yarattığı “hem savaş helikopteri hem de tank olabilen ve görünmezlik özelliğine de sahip “İslamcı halüsinasyonların” seri üretimini başlatması. Bu onaylı bir proje olduğu için seri üretimi zaten çoktan başlamalıydı. Şöyle ki; bir AKP toplantısında bir Milli ve Yerli “yeni elit” söz alıp bu tank-helikopter zırvasına övgü düzmüş. “Bu zırvayı uyduran, inanan ve yayanları akıl hastanesine yatırın” demesi gereken malum zat ise övgü düzene teşekkür etmiş. O kadar yani…
“Niye alay ediyorsun, İslamcılar bilim yapamaz mı?” demeyin. Yapamazlar. Üstelik dünyada saygınlığı olan ülkenin yüz akı bilim kurumlarını kasten çökertirler. Ancak ilahiyat-diyanet içerikli masal-martaval külliyatı üretebilirler, daha fazlasını değil. İçlerinden bilim (ve sanat ve felsefe) yapabilecek çapta bir kişi bile çıkmaz. “Hazır çeşme akıyorken testiyi dolduralım” düşkünlüğüyle davranacak kadar onursuz, normalde ıskarta sayılması gereken yanaşmalar da bunlara dâhil.

KAMURAN KIZLAK / BİRGÜN

Malta’ya gidenler, Suriye’den gelenler - FATİH YAŞLI

Sosyalizmin abecesidir, “işçilerin vatanı yoktur” deriz hep. Bu sözün ne anlama geldiği ise Nazım’ın “fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,/vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,/ vatan, mızraklı ilmihalse, vatan, polis copuysa,/ ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan…” dizelerinde saklıdır. Evet, vatan bunlarsa, vatanseverlik sömürü düzeninin adına devam ettirilen bir demagojiyse, işçilerin vatanı yoktur.
Öte yandan bu söz ne yazık ki “olan”ı değil, “olması gereken”i anlatır. Çünkü egemen sınıflar kendi çıkarlarını tüm toplumun çıkarlarıymış gibi sunmada çoğu zaman başarılı olurlar. Ellerindeki ideolojik aygıtları, gazeteleri, televizyonu, dini, milliyetçiliği kullanarak halkı peşlerine takarlar, “vatan millet Sakarya” edebiyatı çoğu zaman işe yarar, milyonlar açlık sınırının altında yaşarken birileri de onlar sayesinde saltanat sürer. 
Ne zaman bir kriz yaşansa ve bu krizin yükü halkın sırtına yıkılacak olsa, hemen “hepimiz aynı gemideyiz” demeye başlayan sermaye ise aslında gemiyi ilk terk etmeye hazır olandır, filikalar çoktan ayarlanmıştır ve gidilecektir. Hisseler el değiştirir, paralar transfer edilir, vatandaşlık başvuruları yapılır. Tehlike anında kaçmak için her şey hazırdır.
Türkiye sermaye sınıfının güzide temsilcilerinin yüz binlerce Euro verip Malta vatandaşlığı almaları bu nedenle şaşırtıcı değildir, Türkiye ekonomisi giderek derinleşen büyük bir krizin içerisindedir ve Türkiye sermaye sınıfı kendi elleriyle yaratıp büyüttüğü iktidara güvenmemekte, “mülkiyet özgürlüğü”nün tehdit altında olduğunu düşünmekte ve mallarına mülklerine çöküleceğine dair bir endişe taşımaktadır.
Kriz derinleştikçe ve yoksulluk arttıkça kitleler kendilerine bir günah keçisi ararlar ve maalesef öfkelerini kendilerinden çalanlara değil de kendileri gibi olanlara yöneltirler. Malta’ya gidenlere değil de Suriye’den gelenlere öfke tam olarak bununla ilgilidir.
Öfkenin Suriyeli göçmenleri üç kuruşa, sigortasız, güvencesiz çalıştıranlara değil de, “ucuza çalışıyorlar, ekmeğimizi elimizden alıyorlar” diye göçmenlere yönelmesinin gerisinde bu vardır.
Günah keçisi bulmak her zaman daha kolaydır, çünkü aksi daha yüksek bir bilinç gerektirir ve bu daha az risklidir, çünkü öfkeyi patrona, iktidara, düzene yöneltmenin maliyetleri vardır, işten çıkarılırsın, gözaltına alınırsın, hatta belki tutuklanırsın.
Oysa “günah”ı “günah keçileri” işlemez ve “günahı” onların boynuna bindirmek kurtuluş değildir, toplumların böyle kurtulduğu görülmemiştir.
Türkiye’nin şu an içinde bulunduğu durumun sorumlusu Suriye’den Türkiye’ye göç etmeye mecbur kalan insanlar değildir. Ekonomiyi betona Suriyeliler mahkûm etmedi, dünyanın en pahalı benzinini kullanıyor olmamızın Suriyelilerle bir alakası yok, üstünden geçmediğimiz köprülere on yıllar boyunca para ödeyecek olmamızın gerisinde Suriyeliler bulunmuyor.
Eğer öfkeleneceksiniz bu insanları çaresizliklerini bilerek izbe tekstil atölyelerinde asgari ücretin bile altında ve sigortasız bir şekilde çalıştıran, tazminatsız kovan, iliğine kadar sömüren ve aslında aynısını size de yapanlara öfkelenin. “Suriyelilerin ekonomiye katkısı” dedikleri şeyin sömürünün derinleştirilmesi, vahşi bir emek rejiminin inşası olduğunu görün. 
Kaderimiz bir gece ansızın Malta’ya kaçacak olanlarla değil, merdiven altı atölyelerde üç kuruşa çalıştırılan, ezilen, horlanan o insanlarla ortak çünkü. Kendimize ait bir vatan bu ülkeden çaldıklarını alıp götürmeye hazırlananlarla değil, nereli olduğuna bakılmaksızın sömürülenlerle birlikte kurulacak.
Fatih Yaşlı / BİRGÜN

6 Ocak 2019 Pazar

‘Bugünkü zorluklarımızın tarihimizdeki kaynakları’ - ÖZDEMİR İNCE

4 Ocak 2019 tarihli yazımda, Kemal Tahir’i “çelişmen = mütenâkız” olarak tanımlamıştım. Çünkü Osmanlı hayranı Devlet Ana ile Notlar/Osmanlılık/Bizans’da (*) yer alan Osmanlı karşıtı yazıları yazan aynı yazar olmaz. Çelişki (tenakuz) işte burada. Notlar’dan okuyalım:


***

[“Anadolu Türklüğü Tarihi, şimdiye kadar, içerde olsun, dışarda olsun, ekonomi, sosyoloji, tarih bilimleri bakımından gereğince incelenememiştir. Oysa bugünkü zorluklarımızın nedenleri gibi çıkış yolları da temel gerçeklerimizin bilimsel metotlarla incelenmesi sonucunda aydınlanacaktır. 

Osmanlı İmparatorluğu, çok yanlış olarak bir ‘Anadolu Türk İmparatorluğu’ sayılmakta böylece de, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, yanlış olarak Anadolu Türklüğü Tarihi’yle karıştırılmaktadır. Oysa, Anadolunun Türkleşmesi, Osmanlıların tarih yüzüne çıkmaları olan Onbirinci Asır’dır. İmparatorluğun Anadolu Türklüğü’ne maledilmesi çabalaması da ancak 18’inci yüzyılda, diğer milletler ayrılma isteği gösterdikleri zaman, Anadolu Türklüğü’nü aldatmak, oyalamak, kendi zararına kullanmak için başvurulmuş bir kalpazanlıktır. 

Anadolu’da kurulmuş yeni Türk Cumhuriyeti olarak bugün en önce, Osmanlılıktan devraldığımız şu zorluklarla boğuşacağız:
1-Osmanlılık, neyi, nerde, nasıl bulmuşsa onu, orada, öylece bırakmayı, çıkarını buna göre kurmayı becermiştir. 
2-Değişmemeye çabalar, değişmek zorunda kalırsa temel değişmelerden şiddetle kaçar, sonra biryerde, istemese bile kabukta birşeyler yaparak işi idare etmekten başka şey elinden gelmez. Böylece insanı değil, onun kullandığı eşyaları, yarım yırtık, azar azar değiştirir, böylece, bütün değişmeleri kısa zamanda, kabuktayken çürütür. 
3-Bildiği biricik iktisat sistemi, hırsızlıktır. Bu sebeple hukuk devletini istese de kuramaz. Büyük hırsızlıkları zamanla meşru şekle çeviremez. Ondaki hırsızlık bunun için süreklidir. 
4-Hırsızlığa başlarken cesur, atılgan, doğru sözlü gibidir. Hırsızlıktan sonra ödlek, yalancı, pısırık olur. Anadolu Türkünün Osmanlı kelimesini hem yiğityırtıcı- silâhşör, hem kaltaban, yalancı, uyuşuk anlamına kullanması bundandır.”] (s.139-141)

***

[“Anadolu Türk Toplumu’nun ekonomik temelindeki mülkiyet anlayışı özelliği onu her bakımdan sosyalizme zorlar. Bu zorlayışta karşısına çıkacak gerici kuvvetler hiçbir sınıf özelliği taşımazlar. Bu sebeple bugünkü ekonomik-sosyal boğuşmayı, batı anlamıyle bir sınıflar boğuşması gibi düşünmek yanlıştır. Türkiye’deki boğuşma, hırsızlıkları meydanda olan hırsız güruhu ile, gündüz gözüyle açıktan soyulanlar boğuşmasıdır. Bu boğuşmayı, pazarlıklar, plânlar sonuçlandıramaz. Bu bir kanun kuvvetlerinin işe karışması meselesidir. Bunu başka türlü düşünmek, çaldıkları ceplerinde, aşırdıkları ellerinde, suçüstü tutulan hırsızlıkları batılı anlamda meşru saymak olur.”] (s.139-141)

***

“Anadolu Türk Toplumu’nun ekonomik temelindeki mülkiyet anlayışı özelliği onu her bakımdan sosyalizme zorlar”ın Kemal Tahir’e göre anlamı şu: “Doğuda devletçilik, devletin varolma şartıdır. Batıdaki gibi sınıf çatışmaları sonucu meydana gelen ve hâkim sınıfların istemeden katlandıkları dengeden ibaret değildir. Çünkü Doğu’da devletçi devlet olmasa toplum olmaz.” 
Çok tuhaf! 
Bunu da açmamız gerekirse: Batı’da toprak özel mülkiyete ait, oysa Osmanlı’da toprağın tamamı Padişah’a (devlete) ait. Üretim aracı olan toprakta özel mülkiyet yok. Demek ki sosyalizm bir adım ötede. Oysa Feodalite kaynaklı özel toprak mülkiyetinin egemen olduğu Avrupa’da sosyalizm hâlâ ütopya ve Türk solunun tamamı, TİP’in 1965’te aldığı oy oranına (% 3) hâlâ ulaşamadı. Çelişki bu!

Özdemir İnce / CUMHURİYET

(*) Kemal Tahir, Notlar/Osmanlılık/ Bizans, Bağlam Yayıncılık, 1992.

Tasfiye halinde Binali’nin maceraları - ORHAN GÖKDEMİR

22 Temmuz 2004’te Sakarya-Pamukova’da büyük bir tren kazası oldu. 41 kişinin ölümü, 100’den fazla kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan kaza “hızlandırılmış tren kazası” olarak kayda geçti. Türkiye AKP iktidarıyla yeni tanışıyordu. Uzmanlık, liyakat kapı dışarı ediliyor, yerine büyük bir hızla iktidarın adamları buyur ediliyordu. Uzmanlar kazadan önce yetkilileri defalarca uyarmışlardı. Hatta içlerinden biri kazadan 15 gün önce açıklama yapmış, “hızlı tren derhal seferden kaldırılmalı” demişti. Dinlemediler. Bu uzman denilen kişiler zaten AKP düşmanlarıydı, partinin başarılarını engellemek istiyorlardı…

41 kişi durduk yere hızlandırılmış trende öldüğünde TCDD Genel Müdürlüğü koltuğunda Süleyman Karaman oturuyordu. Karaman, TCDD’nin bağlı olduğu Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın çok yakın arkadaşıydı. Binali Yıldırım, İstanbul Büyükşehir Belediyesi İDO Genel Müdürü iken, yakınlıklarının arkadaşlıktan öte olduğu söylenen Süleyman Karaman’ı İETT Genel Müdür Yardımcısı olarak işe aldırdı. Karaman o tarihten itibaren hızla ilerledi, İstanbul Belediyesinin yan kuruluşları olan İSBAK-İSTON-İSMER-BELTUR gibi şirketlerde yönetim kurulu üyeliği yaptı. Ünlü Albayrak Davasında sanık oldu, beraat etti.


Binali Yıldırım Ulaştırma Bakanı olunca, Süleyman Karaman’ı TCDD Genel Müdürü ve Yönetim Kurulu Başkanı yapıverdi. Kazadan yaklaşık iki ay sonra baskılara dayanamayıp görevden aldı. Ama kendisi bütün tepkilere rağmen istifa etmemeyi seçti. Zaten Karaman da bir yıl sonra yargı kararıyla görevine döndü. 

Peki, 41 kişinin ölümünün hesabı ne oldu diye merak ediyorsanız söyleyeyim. Kazadan sonra iki makinist tutuklandı. Bilirkişi raporuna göre, 1. Makinist sekizde bir, 2. Makinist sekizde üç, trenin geçtiği raylar ise sekizde dört oranlarında suçlu bulundu. Raylar bile suçluydu ama Binali ve arkadaşının suçu yoktu. Açılan dava yıllarca sürdü, sonuçlandı, Yargıtay’dan geri döndü derken “zaman aşımı” yüzünden düştü. Ölenler öldükleriyle kaldı. AKP iktidarı için olay kapanmıştı…
Ulaştırma alanında liyakat onun zamanında tasfiye edildi. Bu biyografisine ikinci büyük başarısı olarak kaydedildi.
                                                             ***

Tayyip Erdoğan ile yakınlığı, Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu 1994-1999 dönemine uzanıyor. İDO Genel Müdürlüğü koltuğuna o sayede oturdu. Ufak tefek sıkıntılar yaşadı yalnız. Yakınlarına usulsüz büfe kiraladığı, birkaç usulsüz ihale dağıttığı müfettiş raporlarında yer aldı. Bu iddiaların ardından Erdoğan’dan sonra Belediye Başkanı olan Ali Müfit Gürtuna tarafından görevden alındı. İlk tasfiyesidir.

17-25 Aralık soruşturmalarında bacanağı Cemalettin Haberdar hakkında “İhaleye fesat karıştırmak, irtikâp, nitelikli dolandırıcılık, rüşvet almak ve vermek, gizli olan ihale bilgilerini başkalarıyla paylaşmak” suçlarından gözaltı kararı çıkarıldı. Bacanak kararı önceden haber alıp kaçtı. Bir süre sonra teslim oldu, serbest bırakıldı. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu 4 Şubat 2014’te, o operasyonlar sırasında Binali Yıldırım hakkında da fezleke hazırlandığını açıkladı. Fezlekede, ATV ve Sabah gazetesinin satışı sırasında iş adamlarından para toplanması için Binali Yıldırım’ın koordinatör yapıldığı ve 630 milyon Dolar para toplandığını iddia ediliyordu. Kılıçdaroğlu’na göre, Sabah ve ATV’nin satışı için para aktaran firmalar, karşılığında 87 milyar 832 milyon liralık ihale verilerek ödüllendirilmişlerdi Yıldırım iddiaları yalanladı, bir süre sonra da soruşturmaların esas amacının AKP hükumetini devirmek olduğu anlaşıldı. Bu her şeyin unutulması için yeter sebepti, üçüncü tasfiyeden şans eseri kurtuldu.

                                                            ***

Uzmanlığının “ulaştırma ve haberleşme” kısmı tasfiye halinde olmasına rağmen gemicilik kısmı oldukça parlak. Zaten meslekten gemici. Sadece oğlu Erkan Yıldırım değil ailenin diğer bireyleri de gemi işiyle uğraşıyor. Yıldırım Ailesi’nin doğrudan ya da dolaylı olarak kontrol ettiği 17 şirketi, 28 gemisi ve 2 süper yatı olduğu iddia ediliyordu. Hatta Yıldırım ailesinin gemileri konusu TBMM gündemine de taşındı. O dönemde sade Bakan olan Yıldırım, çocuklarının gemi sahibi olduğunu kabul etti ama sayısı hakkında bilgi vermeyi reddetti.

Ahmet Davutoğlu’nun bileti Saray tarafından vakitsiz kesilince yerine yeni emanetçi bulmak gerekti. Sarayın Başbakan ve AKP genel başkan adayı oydu. Ondan daha sadık biri bulunamamıştı. 
Yol tekrar açıldı.
Fakat başbakanlık koltuğuna oturur oturmaz koltuğun tasfiye edileceği anlaşıldı. “Cumhurbaşkanlığı hükumet sistemi”ne geçilecek, haliyle Binali Beyin koltuğu tasfiye edilecekti. Boyun eğdi, sesini çıkarmadı, sabırla tasfiye edileceği günü bekledi. O tasfiyesini beklerken bir tren kazası daha yaşandı. 2018 yılı Temmuz’unda Uzunköprü’de yaşanan kazada da 24 kişi yaşamını yitirdi, 318 kişi yaralandı. Çıktı açıklama yaptı, “Yaralılarımıza acil şifalar, hayatını kaybeden vatandaşlarımızın yakınlarına ise baş sağlığı diliyorum" dedi.

Toparlayalım, dağınık kalmasın: Binali Yıldırım’ın İDO başkanlığından Ulaştırma Bakanlığına, oradan Başbakanlığa ve Meclis Başkanlığına terfi ettiği sürede meydana gelen demiryolu kazalarında Sakarya’nın Pamukova İlçesinde 41, Kütahya’da 9, Bilecik Bozüyük’te 5 kişi hayatını kaybetti. Temmuz 2018’de Uzunköprü’de yaşanan kazada 24 kişi yaşamını yitirdi. Aralık 2018’de Ankara Yenimahalle’deki kazada üçü makinist 9 kişi öldü. Sonuncu kaza dışında bütün olaylarda Binali Yıldırım ya Ulaştırma Bakanı ya başbakandı. Renk vermedi, tınmadı, kıpırdamadı, baktı, “üzüntümüz büyük” dedi, görevine devam etti.

Bu “serin duruşunun” ödülünü Meclis Başkanlığından İBB koltuğuna postalanarak almak üzere. Yakın Türkiye tarihindeki en tuhaf siyasi portrelerden biridir. Tekrar bakın biyografisine, kaza yapmak ve oradan oraya sürüklenmek için dünyaya itilmiş gibidir. Koltuktan koltuğa zıplarken yükseliyor mu yoksa düşüyor mu anlaşılması imkânsızdır. Adım attığı her yer çürütmekte, yok olmaktadır. Başkanlığına aday yapıldığı İBB titreyerek akıbetine beklemektedir. Binali Yıldırım’ın gelişi işarettir; Eğer büyük bir felaket yıkmazsa, Saray’a bağlanıp ortadan kaldırılması büyük olasılıktır. Tasfiye halinde bir insanın ve bir ülkenin maceralarıdır.
                                                            ***

Sakallı Celal’in sözü olduğu söylenir, “Türkiye durmaksızın doğuya giden bir gemidir, bazıları bu geminin güvertesinde batıya doğru koşarak Batı’ya gittiklerini sanırlar” diye tarif etmiştir ülkenin durumunu. “Meşrutiyet ilan ettik, olmadı. Cumhuriyet ilan ettik, olmadı. Yahu biraz da ciddiyet ilan etsek!” dediği de rivayettir. Düzeldi durum, gemi de güvertesindekiler de doğuya doğru sürükleniyor artık. Laikliği kaldırdılar olmadı, eğitimi dinselleştirdiler yine olmadı. O panikte ne meşrutiyet kaldı, ne cumhuriyet. Gemi battı batacak. Tek adam rejimi kuruldu mecburen, ciddiyet ilan edildi. Sonucu Binali Yıldırım’dır.

Başbakan atadılar, başbakanlığı kapattılar. Son başbakandır. Meclis Başkanlığına atadılar Meclis işlevsizleşti. Son Meclis Başkanıdır. Şimdi Belediye Başkanlığına atama çalışıyorlar. Belli ki kendisi de son belediye başkanı olacağından şüpheleniyor, Meclis Başkanlığından istifa etmeyerek ayak sürüyor. Orada da tasfiyeye uğrarsa atanabileceği tek makam Saray’a genel idare müdürlüğüdür.

                                                            ***

Diyelim bir mucize oldu ve seçilemedi, düşük profilli benzeri göreve hazır. Üstelik kenar ilçede küçük bir dukalığın sahibi olmaktan ibaret yedeğinin bütün tarihi. O da tasfiye halinde bir koltuğa talip olduğunun bilincinde, Saray kapısında dolanıp duruyor. Artık adı Ekremeddin İmamoğlu’dur.

Peki, çaresiz miyiz? 

Dönüp denkleme yeniden bakın şimdi, Kamo’nun sözü uyarınca iki sınıf göreceksiniz, burjuvazi ve proletarya. Demek ki sandık başına gidip oy atmayacaksınız yalnızca, hangi sınıftan yana olduğunuzu da beyan edeceksiniz. Ve bilin ki artık bu ülkenin kaderini değiştirebilecek tek şey o beyandan ibarettir.

Sayım yapıyoruz, söyleyin: Hangi sınıftan yanasınız?

Orhan Gökdemir / SOL