9 Ocak 2019 Çarşamba

Ben Atatürkçü değilim!.. - Nurer UĞURLU

Benim burada anlatmak ve anmak istediğim olay Nadir Nadi’nin bir kitabıyla ilgilidir. 
Nadir Nadi Bey, Melih Cevdet Anday’ın söyleşilerine çok önem verir, onun anlattıklarını, ayrıntılı olarak ilettiği öyküleri, dile getirdiği olayları büyük bir ilgi ve şaşkınlık içinde dinlerdi.

Kahve içimi söyleşileri 
Çoğunlukla Nadir Bey, Melih Cevdet Anday’ın anlattıklarını ve öykülerini İlhan Selçuksuz, Oktay Akbalsız, Necati Cumalısız, Sami Karaörensiz pek dinlemezdi. Onlarla büyük odasında öğle sonu, kahve içimi söyleşileri çok hoşuna giderdi.
 
Bir sabah Nadir Bey -arkadaşların “Hasan Nadi” adını verdikleri yardımcısıyla işyerimden beni “mevcutlu” olarak çağırdı. Apar topar gazeteye gittim. Nadir Bey çağırınca gitmemek olmaz, bu çağrı ertesi güne de bırakılamazdı. Yoktu böyle bir uygulama ve gelenek. Hemen o saat elinizdeki bütün işleri bırakacaksınız Nadir Bey’e gideceksiniz ve onun isteklerini, anlatacaklarını, soracaklarını dinleyeceksiniz! 

Nadir Bey, üst katta büyük odasında oturmaktadır. Önünde dosyalar, kesilmiş gazete parçaları, çok dağınık alınmış notlar, yazılar vardır. 

Beni masanın önündeki sandalyeye oturttu. Kimi zaman böyle durumlarda aşağıdaki katta çalışan Doğan Hızlan’ı da odasına çağırır, danışırdı. 

Önündeki kalın dosyayı bana uzattı. Dosyanın içindekiler büyük çoğunlukla Nadi Nadi Bey’in 12 Eylül 1980 askeri yönetimi sırasında kaleme aldığı ve gazetede yayımlanan makalelerdi. 

“Bu yazılarımı toplamaya, bir kitap yapmaya karar verdim. Fakat kitaba nasıl bir isim koyacağımı bilemedim, bulamadım. Bu konuda bana yardımcı olman için seni buraya çağırttım. Dedim ki, ne de olsa Nurer kitap piyasasının içinde, elinden çok kitap geçtiği gibi, bunların satış durumlarını da iyi bilir.” 

Nadir Nadi Bey, daha önceki yıllarda yazılarını şu kitaplarda toplamıştı: 
Sokakta Gürültü Var (1943), 
Atatürk İlkeleri Işığında Uyarmalar (1961), 
Perde Aralığından (1965), 
27 Mayıs’tan 12 Mart’a (1971), 
Sil Baştan (1975), 
Olur Şey Değil (1979) vb. 

Yakın dostu Ord. Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, onun “27 Mayıs’tan 12 Mart”a’ adlı kitabı için şunları yazmıştı: “Bu yazılarda bugünkü politikacı ve aydınların da izlemesi gereken büyük ibret levhaları vardır. Fakat biz, günümüzdeki düşünce ve politika kargaşalığına bakarak, bu ibret levhalarından -hiç değilse şimdilik- pek çok kişinin içtenlikle yararlanmaya çalışacağını sanmıyoruz.

‘Nedir o? Nedir o?’ 
27 Mayıs’tan ibret alınsaydı 12 Mart’a gelip dayanmazdık. Ancak tarihin, siyasal yönetimde hiçbir yanılgıyı ya da ihaneti bağışlamadığını ve bu konuda, uzun yıllar sonra bile, çok insafsız, hatta zalim olduğu gerçeğini unutmamak gerekir. Gerek dünya tarihinde, gerek kendi tarihimizde, çağlarında kudretli, hatta namuslu sayılan birçok devlet ve politika adamının bugün lanetle anılmasının nedeni, tarihin hiç bağışlama tanımayan objektif yargısıdır (Bk. Ord. Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidedoğlu, Cumhuriyet gazetesi, 1971). 

Nadir Nadi Bey’in dosyadaki yazılarını teker teker gözden geçirdim. Makalelerine koyduğu ilgi çekici isimleri ayrı bir kağıda tek tek yazdım. Son yazılarından birinin başlığı “Ben Atatürkçü Değilim”di. 
Birden oturduğum koltuktan ayağa kalktım. “Kitabınıza ad buldum!..” dedim. 
Nadir Bey de oturduğu koltuktan ayağa kalktı. Büyük bir merak içinde: 
“Nedir, nedir?..” 
Ben gülerek, “Nadir Bey, kitabınızın adı son yazılarınızdan birinin başlığı olmalı!..” 
“Nedir o?.. Nedir?.. Hangisi?..” 
“Ben Atatürkçü Değilim!..” 
Nadir Bey, birden durdu, çok şaşırmıştı, “Hiç böyle kitap adı olur mu? Sonra bana ne derler?..” “Ama efendim, sizin son makalelerinizden birinin başlığı da böyle. Bu başlıkla gazetede bir yazınız çıkmış. Bu yazınızın başlığı niçin çıkacak kitabınızın adı olmasın? Bir engel mi var?” 
Nadir Bey, biraz şaşkın, “Niçin engel olacakmış? Hiçbir engel yok!..” 
Nadir Bey, durdu, sonra sözlerini şöyle sürdürdü, “Hem bu günlerde başta Kenan Evren olmak üzere herkes Atatürkçü olmadı mı, bu herkesin Atatürkçü olduğu bir ortamda ben Atatürkçü olabilir miyim? Olamam!.. Hiç olamam!..”

‘Harika bir isim’ 
Nadir Bey, benim koyduğum kitabının adını önce İlhan Selçuk’a, sonra Melih Cevdet ile Oktay Akbal’a ve Sami Karaören’e anlatmış. 
“Hiç böyle kitap adı olur mu? Sonra herkes bana ne der!..” diye yakınmış. 
Melih Cevdet, “Harika bir isim Nadir Bey!.. Harika!..” İlhan Selçuk da Melih Cevdet’in görüşüne katılmış. Oktay Akbal da, çok ilgi çekici bir kitap adı olduğunu vurgulamış. Sonra Sami Karaören’e dönmüş, “Sen kitap işlerini iyi bilirsin Sami Bey!.. Ne diyorsun Nurer’in önerdiği bu isme?” 
Sami Karaören’in sonradan bana anlattığına göre, o gün, o toplantıda Nadir Bey’in çıkacak kitabının adı, benim önerdiğim isim olmuş: “Ben Atatürkçü Değilim” 

Kitap 1981 yılının sonbaharında, askeri dikta yönetimi bütün ağırlığını ve acımasızlığını sürdürürken çıktı, büyük ilgi gördü, yayın dünyasında olay oldu. 
Her gün, her saat, konuşmasında “Atatürk” adını dilinden düşermeyen dikta lideri Kenan Evren bile, “Her taşın altından Atatürk çıkıyor!..” diyerek Nadir Nadi Bey’in bu kitabına (sözüm ona) gönderme yapmak gereğini duydu. 

“Ben Atatürkçü Değilim” yılın en çok satan kitapları arasında yer aldı.

Nurer UĞURLU / CUMHURİYET

Binali Bey’in ayakkabı numarası - L. DOĞAN TILIÇ

Televizyon canlı yayını en heyecanlı yerinde kesti! En heyecanlı yer; gazetecilerinin soru soracakları bölüm…
“Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı ve AKP İstanbul Belediye Başkan Adayı…” Cümlenin gerisini getirmeden tırnak içindeki bu başlangıcın bir oksimoron olduğunu söylemek lazım.
Malum, oksimoron; birbiriyle çelişen ya da tamamen zıt iki kavramın bir arada kullanılmasıyla oluşan ifadelere deniliyor. TBMM başkanı olmak ve bir parti faaliyetine katılmak birbirinin tamamen zıddı iki durum.
Anayasa Madde 94 çok açık: “TBMM Başkanı, …, üyesi bulundukları siyasî partinin veya parti grubunun Meclis içinde veya dışındaki faaliyetlerine; … katılamazlar…”
“Her neyse” diye geçiştirilebilecek bir durum değil ama biz yazıya devam edelim.
Televizyon Binali Bey’in İstanbul’da AKP adayı olarak medya temsilcileriyle yaptığı kahvaltıyı canlı veriyor. Binali Bey, belli ki asıl olarak sorulacak soruları önemsiyor, kendisi İstanbul hakkında ansiklopedik bilgiler vermekle yetiniyor:
İki kıtayı birleştiren şehir, şu kadar öğrenci var, milli gelirin bu kadarını üretiyor, 140 ülkeden büyük ekonomisi var diyor; geçen yıl 12 milyon 500 bin turist geldiğini ve sanatın-edebiyatın merkezi olduğunu anlatıyor.
Canlı yayını birlikte izlediğimiz arkadaşım, Binali Bey’in her zamanki neşeli nüktedan halini anımsatıp; “Sanki silah zoruyla aday yapmışlar” diyor. Binali Bey de, aday olmayı ben istedim demiyor da, “Partimiz İstanbul yarışında bulunmamı istedi” diyor. Örgüt disiplini yani!
Seçime 84 gün kala, “Tam zamanlı mesaiye başladık” diyor. Tam zaman burada geçeceğine göre, istifa etmediği Meclis başkanlığına hiç mesai ayıramayacak! 
Konuşmanın sonunda; “Bana her türlü soruyu sorabilirsiniz”, diyor en demokrat haliyle! “Ayakkabı numaramı sorun. Kaç yaşında olduğumu sorun. Kaç torunum olduğunu sorun. Hobilerimi, korkularımı sorun…”
Gazetecilik soru sorma mesleğidir ya! Geçen Cuma, namaz çıkışı, muhabirlerin Binali Bey’e sordukları soruları duyduğum andan beri içim içimi yiyor. Gazeteci olmayanlara da soruyorum: “Binali Bey’e bir soru sorma hakkınız olsa, ne sorarsınız?” Cevap hiç değişmiyor: “İstifayı sorarız!”
Cuma namazı çıkışı muhabirler; projelerini ne zaman açıklayacağını, adadaki atların ve faytonların durumunu soruyorlar ama, istifa düşünüp düşünmediğini sormuyorlar!
Canlı yayında dinleme zevkinden yoksun kaldık ama medya temsilcileri kahvaltıda istifa konusunu sormuşlar. Binali Bey’in cevabı, özrü kabahatinden büyük durumuna bir örnek: “Hukukun olduğu yerde etik konuşulmaz!”
Anlaşılan, Anayasa’nın son derece açık maddesine karşın istifa etmemeyi hukuki bulabiliyor, “etik sorun da yok” dese de, durumunun etik olmadığını sanki hissediyor!
Adaylığın hukuki olduğu açıklamasını benim aklım almıyor ama etik olduğuna dair söylediklerini etik dışılığın zımnen kabulü olarak anlıyorum.
Etik olmayan bir şey meşru da değildir, ama olsun; anayasa, etik/ahlak, meşruiyet, bunlara boş verelim isteniyor!
Binali Bey, İstanbul’a aday olurken en çok Ulaştırma Bakanlığı birikimine güveniyor. 11 yılla Türkiye’nin en uzun süre Ulaştırma Bakanlığı yapan kişisi olduğunu söylüyor. Güzelim İstanbul’un bazı sorunları da olduğunu kabul ediyor ve bunların en başında “ulaştırma ve trafik sorunu”nu sayıyor.
“25 yıldır yönettiğiniz kentte, 11 yıl da Ulaştırma Bakanlığı yaptığınız halde çözemediğiniz sorunu Belediye Başkanı olunca mı çözeceksiniz?” diye soran oldu mu bilmiyorum. O zaten bunları değil, ayakkabı numarasını soralım istiyor.
Gazeteciler sormasa da, millet bu sefer ayakkabı numarasından fazlasını soracak. Bana öyle geliyor!
L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

Marx; Facebook ve Cambridge Analytica hakkında ne söylerdi?- CHRISTIAN FUCHS

Cambridge Analytica skandalı sadece sahte haber, sahte ilgi, sahte hesaplar, sahte kişilik testleri ve sosyal medyada sahte reklam konulu bir hikâye değildir. Sağ dijital ideolojinin, dijital kapitalizmin ve dijital neoliberalizmin kesiştiği bir hikâyedir.

Twitter, kendisinin “ insanların şu an hakkında konuştuğu şeylerle” alakalı olduğunu söylüyor. Facebook, misyonunu; “insanlara toplumu inşa etme ve dünyayı bir araya getirme gücü vermek ve arkadaşlarıyla, aileleriyle iletişimde kalmalarını sağlamak, dünyada neler olup bittiğini keşfettirmek ve kendileri için önemli olan şeyleri paylaşabilmelerini ve ifade edebilmelerini sağlamak” olarak tanımıyor. 
Dolayısıyla, sosyal medya şirketlerinin kendilerini tarif etmelerine göre “sosyal” medya, ifade, paylaşım, iletişim ve toplumla ilgilidir. Bu anlayış burjuva sosyal teorisinin sosyal nosyonuyla aynı doğrultuda: Fransız sosyolog Émile Durkheim için ‘’sosyal’’, birey üzerinde “harici bir kısıtlama” uygulayan sosyal olgular anlamına gelir. Sonuç olarak, her ifade sosyal olarak görülür, çünkü başkalarının düşüncelerine ve davranışlarına girer. Bu yüzden Durkheimcı bir anlayışta, Facebook ve Twitter’daki her post ya da mesaj, hiç kimse cevap vermese bile, sosyaldir çünkü başkalarının düşüncelerini ve davranışlarına girme potansiyeline sahiptir. Alman sosyolog Max Weber için, eylem(action) “başkalarının davranışlarını hesaba katar ve dolayısıyla kendi yönüne odaklanırsa” sosyaldir. Yani, Weber için, Facebook ve Twitter, kullanıcıları başkalarının tweet’lerine, Facebook yayınlarına vb. yanıt verdikleri ve yorum yaptıkları sürece sosyal olur. Durkheim ve Weber’in sosyal anlayışları bu medya kuruluşlarının kendi teknolojilerinin sosyalin özü olduğuna dair dünya görüşlerine tam anlamıyla uyar: Facebook CEO’su Mark Zuckerberg, 2011’deki bir röportajda Facebook’un “gerçek” bir sosyallik olduğunu “çünkü daha fazla insana bağlı kalma olanağını” desteklediğini söyledi. Sheryl Sandberg’i aynı röportajda Facebook’un “insanların kullandığı sosyal teknoloji” olduğunu ve Facebook’un “her şeyin herkes için daha sosyal olması”nı istediğini iddia etti.

ANTİ-SOSYAL SOSYAL MEDYA

Başka bir vesileyle ticari sosyal medyanın kurumsal stratejilerinin ilişkilenme/ bağlantı kurma / paylaşım ideolojisini geliştirdiğini iddia etmiştim. Bir şeyin ideoloji olması, daha karanlık bir gerçekliği işaret eder: Bir ideolojiyi geliştiren biri, gerçekliğe uymayan ve güç yapılarını gizlemek için gerçeklikten uzaklaşan bir iddiayı ortaya koyar. ‘Sosyal’ medya şirketleri, anti-sosyalliği geliştirmek için sosyal olduklarını iddia ediyorlar.
Cambridge Analytica skandalı, “sosyal medya” nın anti-sosyal karakterini kanıtlamıştır: 2013 yılında, Cambridge Üniversitesi’nden nörobilimci Aleksandr Kogan, Facebook’ta bir kişilik sınavı yürütmek için Facebook’un geliştirici platformunu kullanmaya başladı.90 milyonun üzerindeki kullanıcının kişisel bilgilerini toplayarak başkan yardımcısı sağcı ideolog Steve Bannon- şuan da Donald Trump’ın Beyaz Saray baş stratejisti- olan Cambridge Analytica’ya sattı. Cambridge Analytica, seçim kampanyalarında bu verileri siyasi reklamları kişiselleştirmek için kullandı. Bu uygulama, demokrasiyi manipüle etme girişimi olarak kabul edildi. Sonuç olarak, yorumcular Facebook’un anti-sosyal karakterinden bahsetmeye başladılar. Örneğin, Financial Times aniden “anti-sosyal ağ” dan söz etti.
Ana akım kamusal alanın anti-sosyal medyanın aniden ortaya çıkması sorunu, aynı yorumcuların, uzmanların ve medyanın yıllardır kurumsal sosyal medyayı her şeyi dönüştürecek ve her şeyi daha iyi hale getirecek en büyük şey olarak kutlamasıdır. Anti-sosyalitenin, dijital kapitalizme içkin ve içsel olduğu düşüncesini göz ardı etmişlerdir.
2018 sadece Cambridge Analytica / Facebook-skandalının olduğu yıl değil, aynı zamanda Karl Marx’ın iki yüzüncü yıldönümünü kutladığımız bir yıl oldu. Kurumsal sosyal medya ve dijital kapitalizmin sosyal ve anti-sosyal karakterini açığa çıkarmak için en güçlü araç Karl Marx’dır.
1844 tarihli Ekonomik ve Felsefi El Yazmaları, Marx’ın erken felsefi bir eseridir. Burada, yabancılaşma nosyonuyla kapitalizmin eleştirisini anti-sosyal sistem olarak en güçlü biçimde formüle eder.
Marx için, insanlar sosyal varlıklardır çünkü toplumsal hayatı ve toplumu birlikte üretirler. Yani Marx için, toplumsal üretim, insanların sosyal karakterini oluşturur:
“Sadece, bana verilen aktivitemin materyali bir sosyal ürün değil (düşünürün aktif olduğu bir dil olduğu gibi): aynı zamanda varlığım da bir sosyal etkinliktir ve bu yüzden kendimi oluşturduğum şeydir, kendimi toplumla ve bir sosyal varlık olarak benlik bilincimle oluştururum Birey, toplumsal bir varlıktır. Yaşamın tezahürleri –yani başkalarıyla birlikte yürütülen yaşamın toplumsal tezahürlerinin doğrudan biçiminde görünmese bile- bu nedenle toplumsal yaşamın bir ifadesi ve onaylanmasıdır. İnsanın münferit ve tür-yaşamı farklı değildir, ama bununla birlikte, bireyin var olma tarzı, türün yaşamının daha özel ya da daha genel bir şeklidir ya da türün yaşamı daha özel ya da daha genel bir bireysel yaşamdır ve bu durum kaçınılmazdır.”
Marx, Hegel’i, tahakkümün ve sınıf yapılarının, çağdaş toplumdaki insanların varlığı ve toplumsal özü arasında bir uçuruma yol açtığını savunmak amacıyla materyalist biçimde yorumlar. Kapitalizm, insanların özünün ve varoluşunun özdeşleşememesini ortaya çıkarır. Kapitalizm, insanları sosyal doğalarından uzaklaştırır. Yabancılaşma kapitalizmin asosyal ve anti sosyal karakterini oluşturur. Marx, iş bölümü, sınıf yapıları ve meta değişiminin, toplumun “toplumsal olmayan, özel çıkarlar” egemenliğine girmesine yol açtığını savunuyor. Sonuç olarak, dört çeşit yabancılaşma vardır: 1) İnsanlar doğadan yabancılaşmışlardır; 2) İnsanlar bedenlerinden ve akıllarından, öznelliğinden uzaklaşırlar; 3) İnsan, “emeğinin ürünü, yaşam faaliyetinden” ve aynı zamanda diğer insanlardan ve toplumdan yabancılaşır. Yabancılaşmış yapılarda ve toplumlarda insanlar; şeyleri, yapıları, kaynakları, ürettikleri sosyal ilişkileri ve sosyal ilişkilerle ürettiklerini kontrol etmezler.
Marx’ın yabancılaşma kavramı, sadece, insanı, ekonomide birlikte ürettikleri ve sermaye tarafından özel mülk edinilmiş şeylerin sahipliğinden ekonomik olarak uzaklaştıran, üretim araçlarının özel mülkiyetinin ve ücretli emeğin bir eleştirisi değildir. Aynı zamanda, insanları hayatlarını yöneten koşulları belirlemekten ve kontrol etmekten uzaklaştıran, politik sistemlerin ve kurumların bir eleştirisidir. Yabancılaşma eleştirisi, ekonomik ve politik tahakkümün bir eleştirisi ve politik demokrasi ve ekonomik demokrasi talebidir.
Cambridge Analytica skandalı sadece sahte haber, sahte ilgi, sahte hesaplar, sahte kişilik testleri ve sosyal medyada sahte reklam konulu bir hikâye değildir. Sağ dijital ideolojinin, dijital kapitalizmin ve dijital neoliberalizmin kesiştiği bir hikâyedir. Aşırı sağcı ideologlar ve hareketler, dijital medyayı propaganda yapmak ve politik düşmanları yenmek için gerekli her şekilde kullanmak dâhil olmak üzere, hedeflerine ulaşmak için ne gerekiyorsa yapacaklar. Sahte haberlerin siyasal kültürü, yeni milliyetçiliğin ve sağcı otoriterliğin egemen olduğu, son derece kutuplaşmış bir politik dünyada dost-düşman düzeninin bir ifadesidir.
Facebook, dijital kapitalizmin özüdür: Hedeflenen reklamları satabilmek için kişisel verileri bir meta olarak ele alır. 2017 yılında, Facebook’un karı 15,9 milyar dolar oldu. Hedeflenen reklamcılık, reklamı yapılan şeyin içeriği için kör olan algoritmalar tarafından yönlendiriliyor. Facebook için, reklamın çikolatalı kurabiyelerden mi yoksa faşizmden mi bahsettiği önemli değil – yalnızca kâr amacı için hedeflenmiş reklamlar satmayı önemsiyor. Bu nedenle Facebook’un çok problemli veri uygulamalarına tolerans göstermesi sürpriz değil. Mantığı, daha fazla online aktivite, veri ve meta verilerinin üretildikçe, daha fazla potansiyel karın ortaya çıkmasıdır.
Ama sonuç olarak, kârlılık ve kapitalizmin ekonomik özgürlüğü, siyasal özgürlük (demokrasi) ve toplumsal özgürlükle (adalet, eşitlik) çelişmektedir. Kapitalizm, yarattıkları metalara sahip olmayan işçiler tarafından genelleştirilmiş meta üretimine dayanır. Emtialar, kapitalistler için kâr getiren sermayedir. Kullanıcıların ölçüsüz dijital emeği, Facebook’un metalaştırdığı ve kara dönüşecek büyük veriyi üretir. Reklam tabanlı sosyal medya platformlarının kullanıcıları, 21. yüzyılın dijital proletaryası olan dijital işçilerdir. Kapitalist işletmelerin kârı için iyi olanın toplum için iyi olması gerektiği anlayışındaki hatalı ideolojiden dolayı, neoliberal politikalar ve politikacılar gizlilik koruması ve dijital şirketleri düzenlenmesini savsaklıyorlar. İş öz-denetimi çalışmıyor. Demokrasiye, kolayca tehdit yöneltebileceği belli oldu.
Cambridge Analytica skandalı, dijital yabancılaşma buzdağının sadece görünen yüzüdür: dijital şirketler, kullanıcıları veri ve platformlardan uzaklaştırır. Gizliliğin kontrolü kullanıcılarda değildir. Neoliberalizm, vatandaşları insana yakışır bir yaşam sürmek için gerekli olan ortak mallara erişimden uzaklaştırır. Aşırı sağ demagoglar, toplumu demokrasiden uzaklaştırır.
ABD’deki Facebook üzerine kongre oturumlarında Mark Zuckerberg, bilmeyen CEO olarak hareket etti. İki duruşmada yüzlerce soruya en sık verdiği cevaplar, “Bilmiyorum” ve “şu anda bilemiyorum ancak sizinle birlikte takip edebiliriz” idi.
Zuckerberg büyük bir Donald Rumsfeld taklitçisi gibi davrandı. ABD Savunma Bakanı, ABD’nin Irak savaşını şu sözlerle meşrulaştırdı: “Bilinen bilinmeyenler var. Yani, bilmediğimizi bildiğimiz şeyler var. Ancak bilinmeyen bilinmeyenler de var. Bilmediğimizi bilmediğimiz şeyler var. ”Zuckerberg, Facebook’un veri denetimi ve dijital kapitalizmle ilgili sorulara ağırlıklı olarak bilinen bilinmeyenlerin ve bilinmeyen bilinmeyenlerin mantığıyla yanıt verdi.
Slavoj Žižek, Rumsfeld’in “ana tehlikelerin bilinmeyen bilgiler, -onaylanmayan inançlar, kamuya ait değerlerimizin arka planını oluştursalar bile bilmiyor gibi davrandığımız, varsayımlar ve müstehcen pratikler” olduğunu kasten gözden kaçırdığını savunuyor. Halka açık bir oturumda, Zuckerberg, dijital kapitalizmi destekleyen gizli bilgi ve değerler hakkındaki bilgisini reddetti ve bu nedenle onun ve Facebook’un günlük uygulamalarının arka plan bilgisini oluşturdu. Senato oturumunda Zuckerberg, Facebook’u tekel gibi “hissetmediğini” söyledi. Zuckerberg kesinlikle “hissediyor” ve banka hesaplarındaki artan para miktarını algılıyor, bu yüzden de bilgili. Ama tekel yapıları hissetmediğini söylüyor. Tekelci sermaye birikimi pratiğin toplum üzerindeki daha geniş yansımalarını düşünmeyi yeğlemiyor, bu da sermayenin kendi olumsuz özelliklerine ve toplum üzerindeki etkilerine kör olduğunu gösteriyor. Bununla birlikte, çıkartılacak sonuç, sermayenin kendi olumsuz etkilerini hafifletmek için gönüllü hiçbir şey yapmamasıdır. Bu nedenle, hukuk, devlet ve sivil toplum yoluyla sermaye üzerindeki temel davranış kurallarını zorlamak siyasi bir görevdir.

SOSYAL MEDYAYI GERÇEKTEN SOSYAL YAPMAK

Liberaller artık daha fazla gizlilik düzenlemesi ve veri koruması için çağrıda bulunuyor. Ancak dijital kapitalizmin yapısal sorunlarına basit bir çözüm bulunmuyor. Ne yapılabilir? Hedeflenen politik online reklamcılığı yasaklama, reklamın demokrasiye yönelik tehlikelerini azaltır. Sadece yasağı dikkate almamaya karşı yüksek para cezaları getirilir ve uygulanırsa etkili olabilir. Böyle bir önlem, tek ulusal yargı yetkisinde bir başlangıç noktası olarak sunulabilir.
Diğer bir önlem ise, yüksek nitelikli ve iyi ücretli bir ücretli insan çalışması ile algoritmik aktivitenin yerine geçmektir. Dijital ortakları ve dijital kamu hizmetlerini geliştiren yeni çevrimiçi platformlara ihtiyacımız var. Kamu hizmeti yayıncıları teşvik edilmeli ve kendi sosyal medya platformlarını, oluşturmak ve işletmek için yasal olarak etkinleştirilmelidir, örneğin YouTube, BBC, ARD, France Télévisions, RAI, PBS, vb. dahil olmak üzere bir PSB ağı tarafından işletilen bir kamu hizmetidir. Online reklamcılığın ve diğer dijital kârların vergilendirilmesi, alternatif sosyal medyayı finanse etmek ve dijital şirketlerin kaçındığı sorunu çözmek için bir finans tabanı oluşturacaktır. Bu şekilde, elde edilen parayı kar amacı gütmeyen medya projelerine bağışlayan vatandaşlara yıllık bir kamu alanı kontrolü sağlayan bir katılımcı medya ücreti sağlanabilir. Facebook, Twitter, Google, hissedarların sahip olmadığı ve kontrol etmediği kâr amacı gütmeyen platform kooperatiflerine dönüştürülebilir. Toplum ve demokrasiye sosyal olmayan sosyal medya tarafından yönetilen tehditlerin üstesinden gelmek, dijital ortakları dijital kapitalizme alternatif olarak ilerletmemizi gerektirir.
mronline.org’dan çeviren: Furkan Üstünbaş / BİRGÜN

Mazhar Osman'ın bile aklına gelmeyen yasa!. - Ahmet TAKAN

Doktor Devlet Bahçeli, partisinin Meclis grup toplantısında her zamanki gibi yaptı. İktidar sözcüsü olarak konuştu!.. Bunda şaşılacak bir şey yok. Kendisine tevdi edilen görevi tam manasıyla yerine getiriyor.
Doktor Bahçeli'yi bugün köşemize yeniden niye konuk ettik?..
Sağ ve sol ellerini omuzdan yaklaşık 25 derecelik açıyla havaya her salladığında otomatik olarak alkışlanan konuşmasında dehşete kapıldığım anlar oldu. "Gizli ve gizemli eller devrede", "Herkes ayağını denk alsın" ara başlıkları ile savurduğu tehditler buram buram faşizm kokuyordu. Rutin şakşakçıların çılgınlar gibi alkışladıkları konuşmanın o bölümleri, diktatör eleştirileri yapılan R. Erdoğan'a bile rahmet okuttu!..

31 Mart seçimlerine yönelik millete karanlık tablo çizmek, Cumhur İttifakının dışında kalanları terörist ilan etmek, milleti tehditle şantajla sindirmeye çalışmak, fikir ve ifade özgürlüğüne karşı sürekli sopa sallamak... Cebir ve şiddet kokan o sözler, kime ve nereye hizmet etmek adına sarf ediliyordu?..

İçimden, "Herhalde af teklifi ile salıvermeye çalıştığı tecavüzcülerin, hırsızların, tombalacıların, torbacıların yerine kendilerinden olamayanları koymak için" dedim. Aslında, Bahçeli, 31 Mart seçimlerinden galip çıkmaları halinde gidilecek istikameti tarif ediyordu. Faşist dikta yönetimini!..


Hiddetten yüzündeki morluk patlamasının ekranlara yansıdığı anlarda Doktor Devlet Bahçeli bir de "ruh sağlığı yasası" önermez mi!.. Bizim kuşaklar bilir -yenilerin pek bileceğini sanmıyorum- bir zamanlar Mazhar Osman vardı. Ord. Prof. Dr. Mazhar Osman Usman, Türkiye'de modern psikiyatrinin ve Bakırköy Akıl Hastanesi'nin kurucusudur.

Bahçeli'yi dinlerken aklıma geliverdi. Birisi langur lungur işler mi yapıyor, ya da abuk sabuk laflar mı ediyor; "adam tam Mazhar Osmanlık!" derdik. İleri geri konuşanla, saçma sapan laflar edenlerle; "şimdi seni Mazhar Osman'a yollarım!" diye kafa yapardık. Bizim kuşakta hâlâ Mazhar Osman esprileri devam eder. Aklıma bir kaçı hemen geliverdi;

Bir gün Mazhar Osman'a sormuşlar:
"Delilerden korkar mısın?"
O da şöyle demiş:
 "Ben delilerden değil, akıllı geçinenlerden korkarım, hele psikopatlardan çok çekinirim. Onlar vefasızdır, onların dostluklarına hiç güvenilmez. Kendilerini dev aynasında görüp, başkalarını küçümserler, bu sayede büyüyeceklerini sanırlar. Tek amaçları kısa zamanda şöhretin yolunu bulabilmektir. Bunu başarabilmek için, şeytanî zekalarıyla, her şeye başvurabilirler."

                                                              ***

Güya hastalardan biri, ona "Sen delisin!" demiş...
Mazhar Osman gülmüş:
 "Senin, bana, deli demen, önemli değil, ama, ben sana bir kere deli dersem buradan bir daha çıkamazsın."

                                                               ***

Mazhar Osman denilince unutulmaz bir isim daha vardır. Ord. Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay, Mazhar Osman'ın asistanıydı... Gökay, siyasete olan merakı ile de ünlüdür... Fahrettin Kerim Gökay, Valilik, Belediye Başkanlığı, Milletvekilliği ve Bakanlık yaptı.
Bir gün Mazhar Osman'a eski asistanının bu başarısının sırrını sormuşlar, gülmüş:
"Önce doktor oldu, sonra asistan, sonra doçent, profesör, ordinaryüs profesör, yetmedi, vali, belediye başkanı, senatör, bakan oldu... Fakat benim bildiğim Fahrettin Kerim, bunlarla yetinmez, sırasıyla, Başbakanlığa, Cumhurbaşkanlığına gözünü diker... Bunlardan sonra da, sümme haşa, Allah olmanın peşinde koşar! O zaman da, onu, bana getirirler!"

                                                             ***

Devlet Bahçeli'nin, konuşmasını tamamlamasının hemen ardından, telefonum çaldı. Arayan siyasette çok deneyimli ve Türkiye sevdalısı bir dostumdu. Bahçeli'nin konuşmasını dinleyip dinlemediğimin cevabını aldıktan sonra hemen sordu;
"Ahmet Bey, siz bilirsiniz Devlet Bey'in konuşmasını kim hazırlıyor. Özellikle bugünkü konuşmasını."
Yavru saray Balgat dükkânlığı ile aramdaki uzak mesafeye dikkat çekip cevaplamaya çalıştım; "Bilmiyorum ama bugünkü konuşma bana saray-Yenimahalle anonim metni gibi geldi. Onlar bile söylemeye cesaret edemediklerini Bahçeli'ye söyletmişler."
Siyasetçi dostum, "dehşet verici" diye tabir ettiği böyle bir konuşmanın Meclis kürsüsünden nasıl yapılabileceğini de sordu. "Kutsal metin bu. Hikmetinden sual olmaz!" diye cevap verdim.
Doktor Devlet Bahçeli'nin önerdiği ruh hastalığı yasasının içeriğinde neler var? Bilmiyorum. Saray kaynaklarından bilgiye ulaşabilirsem buradan yazacağım. Ama bildiğim bir gerçek var; Günümüzde "Mazhar Osmanlıklar" büyük bir hızla çoğalırken, "Mazhar Osman" gibi insanlar yok oluyor!..

Eğer münasip görürlerse, önerim;
Doktor Bahçeli yasa teklifinin içine her yıl belirlenecek bir haftanın "Mazhar Osman Haftası" olarak kutlanmasını da eklesin. Ruh doktoru Devlet Bahçeli olarak tarihe geçsin!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

8 Ocak 2019 Salı

Üç Amerikalı Türkiye'ye neden geliyor? - Müyesser Yıldız

Terör örgütü PYD/YPG'yi ortadan kaldırmak için “Bir gece ansızın Fırat'ın doğusuna” gitmeyi beklerken, Trump'ın, “Suriye'den çekiliyoruz” açıklaması ile operasyon şimdilik beklemeye alındı.
Adım adım neler olduğunu, ABD'nin Suriye'de başımıza daha hangi çorapları örmeye hazırlandığını anlamak için hatırlamamız gerekenler var.
Yıl 2012; ABD Dışişleri Bakanlığı'nda “Arap Baharını” organize eden isimlerden Anne-Marie Slaughter, Suriye’ye ilişkin “olası çözümleri” sıralarken, Türkiye’den beklentiler konusunda şunları söyledi:
“Türkiye sınırında bir tampon bölge mi?.. Türkiye, Suriye’ye birlik göndermeyi istemiyor...”
Mart 2016; Daha Obama iktidardaydı. Erdoğan'ın ABD ziyareti öncesi Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, PYD için ABD'ye küsmeyeceklerini belirtti ve şu ilginç açıklamayı yaptı:
“ABD’nin üçüncü ülkelere muharip asker göndermeme kararını anlıyoruz, ancak IŞİD’e karşı 65 ülkenin olduğu bir koalisyonda, sadece Türkiye’den kara askeri göndermesi beklenemez.”
Nisan 2016; Obama, şöyle konuştu:
“Suriye topraklarında güvenli bölgeye itiraz etmemin sebebi ideolojik değil. Mesele, insanlara yardım etmek ve onları korumak istememem değil. Mesele, bunun nasıl yapılacağı. Güvenli bölge, Suriye’nin büyük bir parçasını ele geçirecek bir ordu olmadan kurulamaz. ABD, İngiltere ya da Batılı ülkelerin Suriye'ye kara birlikleri gönderip, Esad rejimini devirmesi hata olur.”
Trump'a geçelim. Daha Başkan adayıyken, “Kürt silahlı güçlerinin büyük hayranı” olduğunu ifade edip, “Kürtler ile Türk Hükümeti arasında birlik arzuladığını, müzakereler yoluyla Türkiye ve Kürtleri biraraya getirilebileceğini” vurguladı. Trump'ın diğer önemli açıklaması ise, “Erdoğan'ı IŞİD'le mücadeleye daha fazla çaba sarfetme konusunda ikna edebilirim” demesiydi.  
15 TEMMUZ ÖNCESİ VE SONRASI
Hemen burada Suriye kronolojisine ara verip, 15 Temmuz öncesine ilişkin bir kulis bilgisini paylaşalım.
İddia o ki; Dış politikadaki gelişmeleri dikkatle takip eden bir AKP milletvekili, dönemin Genelkurmay yetkilileri ile görüşüp, “Suriye'ye girilmemeli” dediğinde,“Kesinlikle Suriye bataklığına girme niyetimiz yok” cevabını alır. O yetkilinin halen en tepelerde görevde, milletvekilinin ise Meclis dışında olduğunu kaydedip, devam edelim.
Darbe teşebbüsünden 3 ay sonra Obama'nın IŞİD'le Mücadele Özel Temsilcisi Brett McGurk, 15 Temmuz'un “Türkiye'nin bölge politikalarına yaklaşımını değiştirdiğini ve Kürtlerin önünde birlik için tarihi bir fırsat olduğunu” söyleyip, şunları anlattı:
“Temmuz’un ilk haftası Türkiye’deydim ve olağanüstü toplantılarım oldu. Dört gün sonra darbe oldu. Bu ülkenin tarihinde travmatik bir olay. Ve bu artık benim Temmuz’un ilk haftasında bulunduğum ülkeden farklı bir ülke. Türkiye’nin, DEAŞ’a karşı bir şey yapmadığını çok duyuyorum. Size söyleyeceğim, şu anda yaptıkları, Türkiye bu teröristlere karşı savaşıyor, kayıp veriyor ve biz de sahada onların yanındayız. Uzun süredir onları bu konuda teşvik ediyorduk. Sonunda oradalar ve birlikte yapıyoruz.”
Türkiye ile PKK arasındaki ihtilafın “barışçıl bir siyasi süreçle” çözülebileceği görüşünde olan McGurk, 15 Temmuz'dan sonra da birçok kez Türkiye'ye geldi, Dışişleri ve Genelkurmay'da görüşmeler yaptı. Trump döneminde de yaklaşık 2 yıl IŞİD'le mücadele özel temsilciliği görevini sürdürdü.
Malum, Trump'ın Suriye'den çekilme kararının ardından McGurk istifa etti. Trump, bu şahısla ilgili, “Olay bile değil... Kim olduğunu bilmiyorum, tanımıyorum... Şovmen...” ifadelerini kullandı.
Bakar mısınız, Ankara'da kimi ağırlayıp, nasıl bir adamın ipiyle kuyuya inmişiz!..
AFRİN HAREKÂTINDE ABD'NİN TEKLİFİ
Geçen yıl Ocak'ta başlayan Afrin-Zeytin Dalı Harekâtı sürecine geçelim.
Harekattan birkaç gün önce dönemin ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson'la görüşen Mevlüt Çavuşoğlu, şunu söyledi: 
“YPG/PKK'ya yönelik alacağımız tedbirler sadece Afrin'le sınırlı olamaz. Burada Menbiç ve Fırat'ın doğusu da var.”
ABD, orada askerleri olmadığı için Afrin'le ilgilenmiyordu. Onların derdi Menbiç'ti. Nitekim Pentagon Sözcüsü Eric Pohen Türkiye'yi kastederek, “Biz Menbiç’te devriyeye devam ediyoruz. ABD saldırıya uğradığı takdirde kendisini ve sahadaki güçlerini savunma hakkını saklı tutuyor” tehdidinde bulunurken,“IŞİD'e odaklanma” çağrısı yaptı. 
Aynı günlerde Çavuşoğlu, ABD Dışişleri Bakanı Tillerson'un Ankara'ya, “Suriye'nin kuzeyinde 30 kilometrelik güvenli bir hat önerdiğini” açıkladı. Tillerson ise,“Birçok olasılık üzerinde tartıştık, ancak herhangi bir teklif sunmadık” sözleriyle Çavuşoğlu'nu yalanladı. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Heather Nauert da Afrin Harekatının Menbiç'i kapsayacak şekilde genişletilmemesi konusunda Trump'ın, Erdoğan'la “Çok açık” konuştuğunu bildirdi. 
Sonrası malûm. Afrin operasyonu Menbiç ve Fırat'ın doğusuna uzanamadan tamamlandı. 24 Haziran seçiminden önce Türkiye-ABD arasında Menbiç anlaşması yapıldı. Teröristler 60 gün içinde Menbiç'i terk edecekti. Erdoğan'ın ifadesiyle “Kaç 60 gün geçti”, giden olmadı. Ardından Türk-ABD askerlerinin Menbiç civarında devriye yapması gündeme geldi. Çavuşoğlu, “Birkaç güne Menbiç'in içine gireceğiz” dediği halde, değil içeri girmek, devriye işi de birkaç turdan sonra bitti.
Türkiye bizzat Erdoğan'ın ağzından yeniden Menbiç ve Fırat'ın doğusuna operasyon yapılacağını duyurmaya başlamıştı ki, işte bu defa da Trump'ın “Suriye'den çekiliyoruz” oyunu devreye girdi!..
ANKARA-PYD BİRLİKTELİĞİ
Trump'ın, “Kürtler ile Türk Hükümeti arasında birlik” arzusuna gelince; 
Bilindiği gibi Trump, Suriye Özel Temsilciliğine eski Ankara Büyükelçisi James Jeffrey'i atadı. McGurk'un istifasından sonra IŞİD'le Mücadele Özel Temsilciliği görevini de ona verdi.
Jeffrey, henüz bu görevleri üstlenmemişken, Afrin Harekatının başladığı Ocak ayında dedi ki;
“PYD ve Ankara birlikte çalışabilir. Kaynaklarımız bize, tüm tarafların istemeyerek de olsa bu seçeneğe açık olduğunu söylüyor. Uzun vadede şu an bölgede birbiriyle çatışan bu iki aktör arasında resmi olmayan bir müttefiklik dahi inşa edilebilir ve böylece İran ile Esad’a karşı ABD’nin Suriye’deki çıkarları korunabilir. Bu eşgüdüm sağlanamazsa, ABD’nin Suriye’nin kuzeydoğusundaki askeri varlığı ve Washington’un mevcut Suriye politikası sürdürülemez hale gelir. Böyle bir gelişme Türkiye’nin de çıkarına olmaz. Zira ABD’nin Suriye politikası başarısızlığa uğrarsa, Türkiye tüm kuzeydoğu Suriye’yi ciddi bir direnişe karşı kontrol etmeye girişmek durumunda kalabilir.”
Obama dönemi dahil buraya kadar anlattıklarımızı ana başlıklarıyla özetlersek; ABD'nin hedefinde şunlar var: 
“Türkiye'nin IŞİD'le mücadeleye etmesi... Suriye'nin kuzeyinde bir tampon bölge kurulması... Ankara ile PYD'nin birlikte çalışmasının sağlanması...” 
O HEDEFLERDE SON DURUM
Bu hedeflerdeki son duruma bakarsak;
Trump, Suriye'den çekileceklerini duyururken, “Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan, Suriye'de kalan DEAŞ unsurlarının kökünü kazıyacağı konusunda beni detaylı şekilde bilgilendirdi. Erdoğan söylediğini yapabilecek biri” dedi.
Çekilme kararından sonra Trump'la görüşen Cumhuriyetçi Senatör Lindsey Graham da şu açıklamaları yaptı:
“Trump, Türkiye ile YPG arasında bir çatışma yaşanmamasını sağlama konusunda kararlı... Böyle bir çatışmayı engellemek için de Türkiye'ye bir 'tampon bölge' güvencesi sağlanabilir.”
Senatör Graham'ın 24 Haziran seçimlerinden hemen sonra Rahip Brunson'un bırakılması için Ankara'ya gelip, Erdoğan'la görüşen, “Türkiye'nin, ABD'nin stratejik ortağı olmaya ihtiyacı var” diyen ve buradan da Menbiç'e giden isim olduğunu hatırlatıp, devam edelim. 
3 gün önce ABD Dışişleri Bakanı Pompeo, “Türklerin, Kürtleri katletmemesini sağlamak istiyoruz” diye konuştu.
Dün de bugün Genelkurmay Başkanı Dunford ve James Jeffrey'yle birlikte Ankara'ya gelecek olan Trump'ın Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton, şunları söyledi:
“Suriye'nin kuzeyindeki Kürtleri korumaya yönelik anlaşma sağlanmadan, ABD askerlerinin çekilmesi gerçekleşmeyecek. Askerlerimizi tehlikeye atmamak ve aynı zamanda Başkan Trump’ın, bizimle birlikte mücadele eden Suriyeli muhalif kuvvetlerin hayatlarının tehlikeye atılmayacağı talebini de karşılamak için Türkiye’nin ABD ile koordine olmadan ve en azından ABD ile fikir birliğine varmadan herhangi bir askeri müdahalede bulunacağını düşünmüyoruz.”
NİYE GELİYORLAR BELLİ DEĞİL Mİ
ABD cephesindeki durum böyle. Bizim cepheye gelince;
18 Kasım'da Kanada'da düzenlenen Halifax Uluslararası Güvenlik Toplantısına katılan Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar, ABD Genelkurmay Başkanı Dunford'la görüştü ve “Uyarılarımızı tekrarladık. ABD'li müttefiklerimizin bir an önce YPG ile olan ilişkilerini kesmelerini beklediğimizi dile getirdik” dedi.
Bu görüşmeden 4 gün sonra ABD Savunma Bakanı James Mattis, Suriye'nin kuzeyine gözlem noktaları kuracaklarını, bu konuda Türkiye ile yakın işbirliği içinde olduklarını duyurdu. İşte Mattis'in bu açıklamasından sonra Akar, Dunford'la görüşmesinde gözlem noktalarının da gündeme geldiğini belirtip, şunu anlattı:
“ABD askerleri tarafından Suriye sınırına kurulacak gözlem noktalarının ülkemizdeki algıyı son derece olumsuz etkileyeceğini, burada, 'ABD askerleri bir şekilde terörist YPG'lileri koruyor, onları perdeliyor' şeklinde bir algıya sebep olabileceğini görüşmelerimiz sırasında dile getirdik.”
Gözlem noktalarının, PKK'yı koruma amaçlı “tampon bölgenin” altyapısı olduğu besbelliydi!..
Akar, Dunford'la görüşmesinde, ABD'nin, YPG'yle ilişkisini kesmesini istemişti ya, 22 gün sonra Dunford, YPG'yi kastederek, “Suriye'nin doğusunda istikrarın sağlanması için 35-40 bin yerel gücün eğitiminin tamamlanması gerektiğini”vurguladı. 
Devam edelim. Yılbaşı gecesi Suriye sınırına giden Bakan Akar, şunu söyledi:
“DEAŞ mücadelesinde TSK bir görev, sorumluluk almış, vazife üstlenmiştir. Bunu da önümüzdeki günlerde etkili bir şekilde yerine getireceğiz.”
ABD'nin ilk hedefi, IŞİD'le mücadeleyi üstlendiğimize göre, üç ABD'li; Bolton, Dunford ve Jeffrey Ankara'ya niye geliyor olabilir?
İktidara yakın Yeni Şafak Gazetesi bugünkü manşetinde, bu üç ismin resmini koyup, “Siz kimsiniz?” diye sormuş.
Görüş ve misyonlarını aktardık; Kim oldukları belli!..
O halde asıl ve doğru soru; “Bunlarla ne görüşeceğiz?” değil midir?
Müyesser Yıldız / ODATV

Ne merhamet, ne sadaka - ORHAN GÖKDEMİR

Rahip Brunson krizinin ABD’nin Türkiye’ye yönelik yaptırım kararıyla krize dönüştüğü zamanlardı. AKP’li Cumhurbaşkanı “iyi saatlerde olsunlar”ı yatıştırmak üzere ABD’ye gitmeye karar verdi. Yola çıkmadan önce Türkiye’de faaliyet gösteren Amerikan ve Alman firmalarının temsilcileriyle bir araya geldi, “Kendinizi ülkenizde hissedin. Sıkıntılı olduğunuzda ben buradayım” diye güvence verdi. Ülkede boğucu bir hava vardı var olmasına ama serbest piyasa ekonomisinden taviz verilmeyecekti. Erdoğan’ın bu çabası karşılıksız kalmadı, Microsoft, Boeing, Bosch, Deutsche Bank, BMW gibi dünya devleri hem Amerika’da hem de Almanya’da Cumhurbaşkanının davetiyle yapılan toplantılara iştirak ettiler.

Geçen yılın Ekim ayıydı. AKP’li Cumhurbaşkanı, ABD’den ayrılmadan önce dev tekellerin temsilcileriyle yeniden bir araya geldi. Onlara çıkarlarına dokunulmayacağı güvencesi verdi, “Ülkemizde 1700’ün üzerinde Amerikalı şirket var. Türkiye’de size yabancı olarak bakmıyoruz. Küresel sermaye olarak görüyoruz. Sizi bizden sayıyoruz” dedi. 
Ne desin daha?

O sırada gaza getirilmiş yandaşları, Trump’ın Türkiye’yi hedef alan tweet’lerine karşı iPhone’larını yakıp dolar turşusu kurmaya çabalıyordu. Bunların çoğu da cami avlusu gösterisiydi.  

Uluslararası tekellere verdiği güvenceden beş ay önce “yerli ve milli” sermayeye de güvence vermişti. Üç aylığına ilan edilen ve yıllarca süren OHAL hala yürürlükteydi. Patronları etkilemeyecek OHAL icat ettiklerini anlattı uzun uzun, “Eski OHAL’lerde grev olurdu, şimdi anında müdahale ediyoruz” dedi. “Sanayicilere sesleniyorum” diye ekledi, “Bir tane fabrikada grev söz konusu mu? Böyle bir şeyde anında müdahalemizi yapıyoruz. Ve OHAL anında bir çözüm kaynağı oluyor. Huzurun olduğu bir ortam var, böyle bir ortamda bunlar OHAL’in olmamasını tavsiye ediyorlar. Tezgâh bozulacak o yüzden, size biz bu tezgâhı bozdurmayız.” 

OHAL’leri bile sermaye sosludur. Tek adam rejimi var ama patronların kredisi sonsuz. Olağanüstü Hal var ama piyasaya müdahale yok. Önlemler sadece işçiler grev yapmasın, mazlumlar sokağa çıkmasın diye. Yürümek, direnmek, nefes almak, itiraz etmek, eleştirmek yasak ama piyasa sonuna kadar serbest. Özeti budur. İçinden geçtiğimiz ağır baskı döneminin ürünü bir tek veri aktarayım tablo tamam olsun. Aynı zamanda iktidar partisinin genel başkanı olan cumhurbaşkanı nı eleştirdi diye sadece 2017'de 20 bin 539 soruşturma, 6 bin 33 ceza davası açılmış. Sayısını bilmediğimiz sayıda insan içeride bu suçtan verilen hapis cezalarını tamamlamak için gün sayıyor.

Ama çok şükür piyasaya müdahale yok. Tıkır tıkır işliyor dolaşım alanı. Diyor ki patron görünce, “sıkıntınız olursa ben buradayım”… Biz aynı şeyi diyoruz, patronlar sıkıntıya girmesin diye oradadırlar. 

                                                             ***

Peki, Türkiye’de yaşayan herhangi bir İslamcı “bana ne kardeşim, bunlar beni ilgilendirmez” diyebilir mi? Bakın, Mısır’da, Libya’da ne olduysa burada da o oluyor. Suriye’de ne olmadıysa burada da o olmuyor. Evet yer yer direniş var ama “Müslüman Kardeşler” iktidarda, alaşağı ettiler eski rejimleri, kendi bildiklerini kurdular. 
Nedir sonuç? 
Fukaralar için harlı bir cehennem, sermaye için tarifsiz bir cennet. İslamcı hülyanın dünyevi denklemlere çarpıp tuzla buz olmasıdır bu. “Huzur İslam’da” diye geldiler, meğer patronları kastediyorlarmış.
Bu arada dinle ahlakın bağı olmadığı anlaşıldı sayelerinde. O kadar ölçüsüzler ki çalıp çırpmada, ahlaksızlığın dini bir olgu olduğunu da ispatlayacaklar yakında. İnsanlık tarihine gerçek tek katkılarıdır.

                                                              ***

İki “mana” taşıyor bütün bu vakalar. Birincisi kapitalizm ile ilgili; demokrasi ile piyasa arasında kurulan ilişki koca bir yalandan ibarettir. Açıkça görülüyor, piyasalar diktatörlük istiyor. İkincisi “İslamcı” program ile ilgili. İslamcılığın siyasal programının kapitalizme karşı olduğu tezi temelsiz bir efsanedir. Tüccar dinidir, kâr etmek meşrudur, her ne şekilde olursa olsun kazanmak makbuldür. Bu cemaatte kölelerin payına düşen ise varlıklıların merhameti ve sadakasından ibarettir. Piyasa ile İslam arasındaki müthiş uyumu görebiliyoruz.

Biliyorum, İslamcılar arasında Tayyip Erdoğan’ın İslamcılığını beğenmeyenler var. Neyi beğeniyorlar? 
İslam’ın altın çağını. “Altın çağ” dedikleri peygamber ve dört halife döneminden ibaret. Bakın yazılanlara, söylenenlere, bir çağın işaretleri olmakla birlikte, altına benzeyen hiçbir şey göremeyeceksiniz. Varsa bir altın çağ, ardından gelen Emevi-Abbasi dönemine aittir. Bu dönemde din devlete dönüşmüş, istilalar ve fetihlerle sermaye birikmiş, sınıfsal ayrımlar keskinleşmeye başlamıştır. Şeriatın kalabalıklara indiği ama muktedirlerin bütün dini yükümlülüklerden azat olduğu bir dönemdir. Altındır ama altın her zaman olduğu gibi varsıllarındır. 

Nedir şeriat? 
Allah tarafından Peygamber vasıtasıyla vaz ve tebliğ olunan hükümlere havi ilahi kanunlar. Dini hükümler söz konusuysa, şeriat dinin bütün anlamına geliyor. Bu durumda günlük hayatı da içeriyor mecburen. Hangi hayatı? Sıradan insanların, kalabalıkların, yoksulların hayatını. Onun ötesine geçildi mi tarikata, hakikate, marifete maruf olunanlar var. Şeriat kuru kalabalıklar içindir. Varsıllar için şeriat yoktur.

Bu konuda kafa yormuş bilgin Maxime Rodinson “İslam ve Kapitalizm”inde kazanç veya çıkar peşinde koşmaya kötü gözle bakan dinler olmakla birlikte İslam’ın bunlardan biri sayılamayacağını hatırlatarak şunları not ediyor: “Kuran sadece dünya nimetlerini unutmamak gerektiğini değil, aynı zamanda maddesel yaşam ile ibadetin bir arada yürütülebileceğini, hac sırasında bile ticari etkinlikte bulunabileceğini söyler. Hatta ticari kazançları ‘tanrının lütfu’ olarak nitelendirir.” Ne olabilir ki başka? 
Köleci toplum ile feodalizm arasında bir yerde, kim bundan öte bir eşitlik düşü kurabilir? Köleye merhamet et, ölçülü çal, çok zenginleştiysen servetinin küçük bir bölümünü yoksullara dağıt, dostlar alışverişte görsün… 

“Ebu Zer” diyorlar bir de. Bu “ilkel komünist” şahsiyeti sürgüne gönderen “altın çağ”ın kahramanlarından Halife Osman’dır. Hâlbuki ona ilk biat edenlerdendi Ebu Zer. Ebu Zer sefalet içinde öldü evet ama Osman’ın sonu da ondan parlak değildi. Osman “müminler” tarafından hunharca katledildi, o sırada evde bulunan eşinin parmakları kesildi. Cenazesi iki karısı tarafından kaldırıldı. Müslüman mezarlığına gömülmesine izin verilmediği için bitişiğindeki çöplüğe defnedildi. Eski CHP’li müftü İhsan Özkes’ten aktardım. Hepsi Müslümandır fakat kavga din kavgası değil, paylaşım kavgasıdır. 
                                                             ***

“Antikapitalist Müslümanlar”, haftaya “İslam ve Sol” çalıştayı düzenliyor. Nuray Mert, CHP’liler, HDP’liler, ÖDP’liler, AKP ve İYİP kurucuları katkı yapıp konuya açıklık getireceklermiş. Cevabı çok açık hâlbuki: Bu iki şeyin hiçbir ilişkisi yok. Kimse kusura bakmasın, din şu an yürürlükte olan şey. Siyasal İslamcı da piyasanın şekillendirdiği nevzuhur tiptir; Gerici, yobaz, yağmacı, zalim, sömürgen, ahlaksızdır. 

Max Weber, Protestanlıkta kapitalizme uygun bir din bulduğuna inanıyordu. Zavallı papaz, İslamiyet hakkında pek bilgili değildi. Protestanlık bu konuda eline su bile dökemez.

Kuran’dan Kapital’e geçerseniz göreceksiniz; Ne zenginin merhametine ihtiyacı var çağın emekçisinin, ne sadakasına. Kurtuluşu ellerinde tuttuğunu fark ettiğinde sermayesine el koyarak son verecek onun acılarına da.
Cami avlusu eşeleyerek gidilecek yer kalmadı. Bu karanlığı ancak devrim dağıtır!

Orhan Gökdemir / SOL

AKP krizde futbol oynuyor - ÖZGÜR ŞEN

AKP iktidarı kriz günlerinde futbol kulüplerine de el uzatmaya karar verdi ve bir borç yapılandırma planı ortaya çıktı. Plandaki tüm detaylar henüz belli değil, ancak her ayrıntının bilinmemesi planın genel niteliğini kavramaya engel değil.
Ne olacak bu yapılandırmayla? 
Basitçe, kulüpler ay sonuna kadar gelir gider tablolarını borçlu oldukları bankayla paylaşacak ve ilgili banka ve kulüp bu borçların ödenmesi için yeni bir plan üzerinde uzlaşacak.

Tüm bu borçların Ziraat Bankası tarafından üstlenip yapılandırılacağı haberlerinin Bankalar Birliği tarafından yalanlanması bu plan vesilesiyle doğrulanan başka gerçeklerin önemini azaltmıyor. Birlik yaptığı açıklamada kulüplerin gelirlerinin giderlerini karşılayacağını iddia ederken, o halde aynı kulüpleri borçlarını vaktinde niye ödemedikleri sorusuna yanıt vermiyor mesela... Yine madem her banka müşterisiyle, yani borçlu kulüple kendisi ilişki kuracaksa, böylesi bir toplu görüşmeye neden ihtiyaç duyulduğu da bir muamma.

Türkiye Bankalar Birliği basbayağı hikaye anlatıyor, lafı dolandırıyor...
Ziraat Bankası tek başına bütün kurtarmayı yönetmiyor olabilir. Ama operasyonun kamu bankaları aracılığıyla zorlandığı, bütün kulüpler adına federasyonla toplu görüşüldüğü, dolayısıyla tüm planın AKP tarafından yapıldığı açık.
Laf oyunlarının örtemediği bir diğer gerçek de futbol kulüplerinin borçlarını ödeyemiyor oluşları. Bu kulüpler aslında batmışlar ve tam da bu yüzden kurtarılmaya muhtaçlar.

Bu toplumsal düzende futbol da bir sektör, hem de büyük bir sektör ve bu sektörün parçası olan kulüplerin hepsi zor durumdalar. Büyüğü küçüğü yok... Hatta büyüklerin borcu yapıları itibariyle daha da büyük.

Peki AKP bu kulüpleri hangi sebeple kurtarıyor?
Evet seçim yaklaşıyor ve AKP yaklaşan seçimde kriz nedeniyle göreceği hasarı azaltmak için önlem alıyor. Türkiye'nin tartışılmaz şekilde en popüler spor dalı futbolda yürütülecek bir operasyonun AKP'ye yardımcı olacağı ortada.
Ama daha ötesi de var. Kriz bu düzenin devam edebilmesi için bir araç olarak kullanılıyor ve krizden fırsat çıkarma sırası şimdi futbolda.

AKP, inşaatçıları, sanayicileri, iletişim şirketlerini neden kurtarıyorsa, Ülker'in, Doğuş Grubu'nun ve benzerlerinin borçlarını neden yeniden yapılandırıyorsa, Sabancı'nın, Koç'un ve diğerlerinin vergi borçlarını neden affediyorsa, Türkiye'deki patronlara teşvikle, uygun krediyle neden destek sağlıyorsa, futbola da aslında aynı nedenle el uzatıyor.

Bu devran dönsün, düzenin işleyişi aksamasın diye kamunun kaynakları bu sektörlere aktarılıyor. Bizim emeğimizin karşılığı olarak ödenmesi gereken ücretlerden el koyulanlar patronlar için kullanılıyor.

Şimdi sıra futbolda... Diğer sektörlerden temelde hiçbir farkı olmayan profesyonel futbolda.

Hem futbolun diğerlerinden neden bir farkı olsun?
Futbolda da büyük paralar dönüyor. Futbolda da gelir, yayın, reklam veya tribün başlıkları altında, dolaylı ya da dolaysız aslında emekçilerden sağlanıyor. Yayın veya reklam gelirini bir kulübün toplu olarak bir başka şirketten alıyor olması bu gerçeği değiştirmiyor. Yayıncı o hizmeti bize sattığı için kulübe payını veriyor, reklam veren şirket de aslında bu parayı kulübe yine emekçilerden elde ettiği gelirden ödüyor.

Futbolu da patronlar veya onların temsilcileri yönetiyor. Dahası futbol, bu düzende mafyatik kazancın da aklandığı temel alanlardan birisi.

Bunlar işin ekonomik boyutu. Bir de futbolun kitlelerle kurduğu bağ nedeniyle üstlendiği ideolojik işlev ve bu işlevin düzen açısından önemi var elbette. Dolayısıyla bu devasa eğlence endüstrisinin patronlar ve onların temsilcileri tarafından yönetiliyor olmasının yalnızca iktisadi değil ideolojik bir nedeni de var.
Profesyonel futbol Türkiye'de düzen için pek çok açıdan hayati bir sektör ve böylesine önemli bir sektörün batmasına izin verilemez.

AKP, futbolu kurtarırken bu sebeple yalnızca kendisi için değil, bu düzenin bütünü için de çalışıyor ve üstlendiği görevin gereğini yapıyor.

AKP güzel futbol oynuyor. Patronlar da şahane oynuyor. Bu işten akla hayale sığmaz paralar kazanan futbolcular, teknik adamlar, yorumcular ve daha niceleri de iyi oynuyor. Bizim paramızla sektörü kurtaracak olan bankalar da mükemmel oynuyor.

Oynamayansa izliyor. Tüm bu devran izleyenin sırtından dönüyor. İzledikçe de dönmeye devam ediyor.

Özgür Şen / SOL