10 Ocak 2019 Perşembe

Yeni Türkiye’nin kaymağı ve Çukurambar! - Murat Sevinç

Yazar, muhafazakâr orta sınıf beğenisini, “Zarif ve dinen makbul” ifadesiyle tanımlıyor. Çukurambar’da edindiği çevreyle gerçekleştirdiği derinlemesine söyleşiler ve kişisel tanıklıkları, orta-üst sınıf dindar AKP’lilerin yaşama, hayata, ülkeye, topluma, insan ilişkilerine vs. bakışlarını betimliyor. “AKP’liler” diyorum, çünkü konuştuğu herkes AKP seçmeni.


Ankara’dan İstanbul’a taşınmak zorunda kaldıktan sonra yaşadığım semt, iki eski ve güzel ilçenin/muhitin ortasında bir yerlerde. Bir ayağım kaymak yiyenlerin, diğer ayağım dört mevsim mağdur yerli ve milli değer sahiplerinin muhitinde. Her fırsatta yürüyüş yapıyorum. Önce bir miktar kaymak yiyor, otobüse binme ihtimalini düşünerek İstanbulkart’ı cebime koyuyor ve tipik bir elit hüviyetiyle yola revan oluyorum. Yürüyüş sırasında, çoğunluğunun adı İslami çağrışım yapan bazı ‘konakların’ yanından geçiyorum. Kapılarında özel güvenlik var. Anladığım kadarıyla ‘mağdurları’ biz ‘elitlerden’ korumak için istihdam ediliyorlar. Konforlu evler görülmesin diye hayli yüksek duvarla çevrelenmiş siteler de mevcut. Kapılarından milyonluk araçlarıyla çıkan ya da giren, dindar olduklarını tahmin ettiğim kadın ve erkekleri görüyorum. Yaşamım boyunca satın alma ihtimal ve hevesim olmayan fahiş fiyattaki araçların yanından geçerek, elitliğin kör olası kibriyle dar kaldırımlarda yürümeye devam ediyorum.
Ankara’da yaşadığım yaklaşık otuz yıl boyunca şehrin bir kısmını hiç bilmedim, görmedim. Yazının başlığındaki Çukurambar ise yaşamadığım ancak bildiğim bir yer. İnanılması güç değişime tanık olanlardanım. Öğrenciyken bizlere en uzak yer Hacettepe Üniversitesi kampüsüydü. Bilkent kuruldu. ODTÜ de pek yakın sayılmazdı. Şimdi şehrin ortasında kalmış görünen bu yerleşkelere karlı havalarda kurt indiği (muhtemelen hâlâ!) söylenirdi. Çukurambar, ODTÜ kapısına yakın, Yüzüncü Yıl işçi bloklarının eteğinde yer alan bir gecekondu semtiydi. En yakın arkadaşlarımdan biri Yüzüncü Yıl’da otururdu. Evlerine giderken Güvenpark’tan dolmuşa binip neredeyse şehir değiştirir gibi yolculuk yaptığımızı hatırlıyorum. Dolmuş Çukurambar’dan geçerdi. Karanlık ve tekinsiz bir yol olduğunu düşünürdüm.
Yaklaşık yirmi yıl önce her şey değişmeye başladı. 1980-90’larda çehre değiştiren ve önemli siyasetçileri, parti genel merkezlerini ağırlamaya başlayan semt, AKP’nin iktidarıyla birlikte değişen imar planlarının da etkisiyle bambaşka bir mekâna dönüştü. İşçi bloklarını saymazsak, yirmi beş yıl önceki Çukurambar ile bugünkü arasında herhangi bir benzerlik yok artık. Gökdelenler, o gökdelenler arasında kalmış (biraz, Ataşehir’de Ağaoğlu’nun inşa ettiği cami manzarasını andıran) cami, milyon dolarlık rezidanslar, adı bilinen lokantalar, hayli pahalı kahveler, mekânlar önünde pahalı arabalar, bu dönemin alameti farikalarından nargileciler vs.
Yaklaşık yirmi yıl önce her şey değişmeye başladı. 1980-90’larda çehre değiştiren ve önemli siyasetçileri, parti genel merkezlerini ağırlamaya başlayan semt, AKP’nin iktidarıyla birlikte değişen imar planlarının da etkisiyle bambaşka bir mekâna dönüştü. İşçi bloklarını saymazsak, yirmi beş yıl önceki Çukurambar ile bugünkü arasında herhangi bir benzerlik yok artık. Gökdelenler, o gökdelenler arasında kalmış (biraz, Ataşehir’de Ağaoğlu’nun inşa ettiği cami manzarasını andıran) cami, milyon dolarlık rezidanslar, adı bilinen lokantalar, hayli pahalı kahveler, mekânlar önünde pahalı arabalar, bu dönemin alameti farikalarından nargileciler vs.
Sağ siyasetçilerin ilgi odağı olmaya başlamıştı gerçi, ancak AKP’nin iktidara gelip Oran’daki milletvekili lojmanlarının boşaltılmasıyla, milletvekilleri açısından cazibe merkezine dönüştü. Tabii milletvekilleri bir muhite yerleşmeye başladığında altyapı hizmetleri de hızlanıyor tahmin edilebileceği gibi! Bilmeyenler için söyleyeyim; Oran semtindeki boşaltılan vekil lojmanları, AVM ve rezidans gökdelenleriyle dolduruldu ve o bölge giderek yaşanmaz hale geldi. Yıkılan lojmanlardan yalnızca ‘Atatürk heykeli’ kaldı. Türkiye’de ibadethanelere ve Atatürk heykellerine dokunmak büyük şamataya neden olduğundan olsa gerek, öylece bıraktılar. Girişinde Atatürk heykeli olan başka rezidans mahallesi ve AVM var mıdır ki memlekette?! Söz konusu mahallenin hayli tuzlu olduğunu, rezidansların kapışıldığını söylemeye gerek yoktur herhalde. Malum, çoğu varlıklı yurttaş artık rezidans olmayan yerde yaşamakta zorlanıyor. Kapıda özel güvenlikler, pek kimsenin ilgilenmediği yüzme havuzu, fitnıs merkezi, evlerde hobi odaları vesaire… Halkımızın kazara hobisi de olursa bir gün, değme keyiflerine!
Halihazırdaki Çukurambar, farklı kesimleri barındırıyor olsa da, özellikle ‘Yeni Türkiye varlıklılarının tercih ettiği semt’ sıfatıyla tanınıyor nicedir.
Rezidansta yaşayıp pahalı araç kullanan, kılık kıyafete bolca para döküp rafine zevkler peşinde koşan muhafazakâr kesim. Jip kullanan türbanlı kadınlar…
‘Jip kullanan türbanlı kadın’ imgesi, gelecekte, dönemin en dikkat çekici sembollerinden biri olarak hatırlanacak muhtemelen. Konunun, dindar kesim ile laik/seküler kesimin dikkatini çekme gerekçeleri farklı. Lüks yaşam söz konusu olduğunda dindarlar, “Zenginlik haktır, Allah’a şükür biz de refaha kavuştuk,” diyenler ile “Kimlik mücadelesini şatafat için yapmadık,” diyenler şeklinde ayrılıyor. Laik kesimde ise “Yıllarca ‘adil düzeni’ savundunuz, kapitalizmi böylesine rahat kabullenmeniz inancınıza/mücadelenize halel getirmiyor mu?” sorusunu yöneltenler olduğu gibi, ‘jip kullanan türbanlı kadını’ sınıfsal refleksle eleştirenler de mevcut. Bu sonuncu kategoridekiler, azınlıkta olduklarını düşünsem de bana en münasebetsiz geleni. Yani, ‘layık bulmadığı’ için eleştirenler. Türkçesi, “Eve temizliğe gelen hanımın jipte ne işi var?!” On yıllar önce, bir gazetenin, Florya plajında denize giren yurttaşa ilişkin başlığını hatırlayalım: Mealen, “Halk plajlara akın etti, vatandaş denize giremiyor.” Gel zaman git zaman, o ‘halktan’ birileri jipe de bindi işte ve şimdilerde şatafatın tadını çıkarıyor! Kuşkusuz lüks araç sahibi olabilecek kadar varlığa sahip tesettürlü kadınlar, artık kendi dünyalarının geçmişte kalan ‘dayanışmacı’ geleneğinin ‘üstünü örttüğü’ derin sınıfsal farklılıkların görünür olmasını da sağladı. Akşam pazarında arta kalan sebzeleri toplayan dindar ile aralarındaki uçurumun…
Kişisel olarak, türbanlı ya da türbansız, dindar ya da laik görünümlü; yeni Türkiye kılıklı birilerini çok lüks araçlar içinde görünce öncelikle ve gayriihtiyari, ‘ihaleleri’ düşünüyorum doğrusu. Ötesi beni ilgilendirmiyor! Bir dindarın, inandığını iddia ettiği inanç sisteminin temel ilkelerine uygun yaşayıp yaşamadığından bana ne!
Önereceğim kitaba değinemeden yazı bitecek bu gidişle! Gerçi yukarıdaki gevezeliklerimle epeyce söz ettim sayılır. İletişim’den yeni çıkmasına karşın, beş yıl önceki (2013) bir çalışmanın ürünü. Akademisyen Aksu Akçaoğlu’nun kitabı, “Zarif ve Dinen Makbûl. ” Alt başlık, “Muhafazakâr Üst-Orta Sınıf Habitusu.”
Çalışma, yukarıda değindiğim Çukurumbar’da yaşayan, hali vakti yerinde dindar/muhafazakâr kesimin ‘dünyalarına’ ilişkin. Akçaoğlu, kendisine esin kaynağı olan eser ve yazarlara değinip eserinin birinci bölümünde uzun uzadıya anlattığı muhafazakârlık ve İslamcılık kavramlarının toprağımızdaki macerasını da kısaca açıkladıktan sonra, İslamcılığın Türkiye’deki muhafazakârlığın formlarından biri olduğunu ve AKP’nin kurulmasıyla İslamcı muhalefetin düzenle bütünleştiğini belirtiyor.
Yazarın, çalışmasının çatısını kurmasını sağladığı kavram ve olguların tarihsel kökenlerine dair bilgilendirmesini burada bir kez daha anmaya gerek yok. Ancak, siyasal İslam’ın Türkiye macerasını anlatırken, Milli Görüş hareketinin 1990’larda karşılaştığı devlet refleksinin neden olduğu toplumsal sonucu, muhafazakâr kesimin günümüzdeki durumunun anlaşılabilmesi açısından hatırlatmakta yarar var: Yazara göre devletin 90’lardaki tavrı; “…muhafazakârlar arasında dindarlık temelli kültürel birliği vurgulayan, sınıfsal ve diğer toplumsal farklılıkların üzerini örten güçlü dayanışma ağlarının gelişmesi oldu… Bu dayanışmacı sosyal hayat, aile ve komşuluğu temel aldı. Sosyal ilişkiler, ailede, imam hatip okullarında ve dini cemaatlerde edinilmiş İslami söylemle biçimlendirildi ve düzenli gerçekleştirilen sohbet toplantılarıyla canlı tutuldu.”
Burası önemli, çünkü günümüzde ortadan kaybolmakta olup muhafazakâr kesim içindeki sınıfsal farklılıkları görünür hale getiren, bu dayanışmaydı. Gösterişin ayıp kabul edildiği ‘erken dönem’ dayanışmacılığının sona erişi, büyük ölçüde 28 Şubat süreci sonrası yaşananlar ve AKP’nin sahne almasıyla gerçekleşiyor. AKP’nin yükselişi, Milli Görüş’ün ‘laik devlete,’ ‘kapitalist düzene’ ve ‘modern toplumsal hayata’ karşı geliştirdiği üçlü muhalefeti yumuşatıp/terk edip yeni bir alan açma stratejisi benimsemesiyle eş zamanlı.
Aksu Akçaoğlu, çalışma yöntemini belirleme sürecini, ‘alana girme’ hedefini ve derinlemesine mülakat yerine neden ‘etnografiyi’ tercih ettiğini, hayli uzun açıklama gereği duymuş ve muhafazakârlığa aşinalığın nereden kaynaklandığını kendi hikâyesini anlatarak başlamış. Ardından, Çukarambar’da geçirilecek ayların nasıl başladığını. Mesnevi Sohbetleri sayesinde arkadaşlık kurabildiği çevreyi, kâğıt üzerindeki muhafazakârlık ile ‘deneyimlenen’ arasındaki farkları. 1950’lerden bugüne Çukarambar’ın tarihsel ve mekânsal dönüşümünü. AKP sonrası muhiti ve sembolik iktidarın nasıl adım adım kurulduğunu. Semt sakinlerinin hayata ve mahalleye bakışlarını…
Yazar, muhafazakâr orta sınıf beğenisini, “Zarif ve dinen makbul” ifadesiyle tanımlıyor. Çukurambar’da edindiği çevreyle gerçekleştirdiği derinlemesine söyleşiler ve kişisel tanıklıkları, orta-üst sınıf dindar AKP’lilerin yaşama, hayata, ülkeye, topluma, insan ilişkilerine vs. bakışlarını betimliyor. “AKP’liler” diyorum, çünkü konuştuğu herkes AKP seçmeni. İkinci partileri, MHP. Hiç oy vermeyeceklerini söyledikleri iki parti ise CHP ve HDP.
Kapitalizmle eklemlenmenin sonucu olan yeni hayat tarzının inşası: Evlerin dekorasyonuna gösterilen özen, düzenli sohbet toplantıları, yeni giyim (güzellik) tarzı, artan gelirle imtihan… Yazar, Mesnevi Sohbetleri’nin başat tartışma konularından birinin, ‘parayla imtihan’ olduğunu gözlemlemiş. Hemen tüm söyleşilerde aynı kaygının varlığı hissediliyor. Geleneğinde uzun yıllar lüks yaşam eleştirisi barındıran bir ideolojinin mensuplarının gözlerini piyasanın cazibesinden alamaması hâli.
Çukurambar tecrübesi, biz okurlara çalışmanın odağındaki yurttaş kesiminin pek çok konuda ne düşünüp hissettiğine dair ipuçları sunuyor. Aile kavramı, annenin rolü, aşk ve flört hakkında ne düşünüldüğü, evlilik ve akrabalık bağları, eğitim anlayışı, milli/dini değerlere bağlı eğitime verilen özel önem, çeşitli cemaatlere mensubiyet konusundaki istek, günlük alışkanlıklar, tercih edilen gazete ve dergiler, okunan yazarlar, sosyalleşme biçimleri, yaşamın odağına dini hassasiyetleri yerleştirmek…
Nasıl olsa okursunuz, uzatmayacağım. Çalışmanın ilerleyen sayfalarında Türkiye’nin geleceği ve birlikte yaşam umudu bakımından moral bulmak da, umutsuzluğa kapılmak da mümkün! Söyleşi yapılan Yeni Türkiye muhafazakârları içinde, hayli kapsamlı/çeşitli okumalar yapanlar olsa da, genel eğilimleri/okuma alışkanlıkları, Türkiye’de Diriliş Ertuğrul ve Payitaht Abdülhamit gibi dizilerin nasıl popüler olabildiğinin kanıtı mahiyetinde! Bir de Türk-İslam sentezi çabasının, toprağımızda nasıl tuttuğunu da bir kez daha gösteriyor mülakatlar. Tabii, Erdoğan’ın tek ve güvenilir lider olarak kabul edildiğini hatırlatmaya gerek yoktur herhalde.
1970’lerin Milli Görüş’ünden bugüne hiç değişmemiş bir şeyler olduğunu da hatırlatmalı: Komplocu tarih merakı gibi, Siyonizm takıntısı gibi, böbürlenme ihtiyacı ve Osmanlı devrine hasretlik gibi… Unutmadan, yeni Türkiye ahalisi, devlet denildiğinde halihazırdaki sınırlardan ibaret olanı değil, Osmanlı’nın altın çağındaki toprak parçasını tahayyül ve kabul ediyor. (Malum, Türkiye sağcısı/muhafazakârı kendi yayılmacı düşlerini pek sever, başkalarınınkinden büyük rahatsızlık duyar!)
AKP ile birlikte sosyal yaşamın iyileştiğini düşünen biri, şu sözlerle anlatmış düşüncelerini: (çalışmanın 2013’teki görüşmelere dayandığını hatırlamakta yarar var!)
“Geçmişte güney kıyılarında kolay kolay muhafazakâr insanları göremezdiniz. Önyargılar öylesine güçlüydü ki, tatil için eylül ayı gelsin kıyılar boşalsın diye beklerdik. Hiç unutmam, 1980’lerde bir aile tatili sırasında lüks bir arabadan inen çarşaflı bir kadın ve sakallı bir adam gördüm. Zannettim ki Arap ülkelerinden gelen zengin turistler. Türkçe konuştuklarını duyunca kendimden utandım. Fark ettim ki, ben de tıpkı laikler gibi muhafazakârların tatil yapamayacağını, iyi arabalara binemeyeceğini düşünüyorum. O günlerle kıyaslayınca büyük yol katettik. Allah’a şükür, bugün artık son model araba süren türbanlı kadın sürücüler görmeye alıştık.”
Çok şeyi özetliyor sanırım…
Murat Sevinç / duvaR.

'Bugünün en büyük düşünürü' - VOLKAN ALGAN


Sovyetler Birliği’nin ilk halk eğitim komiseri Lunaçarski 1909 tarihli “Düşünen eylem adamları” başlıklı makalesinde Atinalı Glykon’un yaptığı Farnese Herkülü’ndeki (Yunan mitolojisinde Herakles) bir tuhaflıktan bahseder. Tuhaflık, heykelin kafasının küçüklüğüyle, heybetli gövdesinin oluşturduğu tezattır. 

Herakles, Lunaçarski’ye göre “büyük eylemcilerin en büyüğü, ağır emeğin tanrılaşması” gibi bir şeydi. Bu yarı-tanrı, insanın doğaya karşı yenilmez saldırma ve dayanma gücünü simgeler. 

Tanrılar düzenine başkaldırıp ilk insanı yaratan ve medeniyetin yolunu açan ateşi tanrılardan çalarak ona hediye eden, bu yüzden de zincire vurulan Prometheus’u esaretten kurtaran da odur.

Lunaçarski hayatı gelgitlerle dolu, tutkulu ama bunların aklını esir almasına izin verdiği ölçüde çelişkili, bir yarı tanrı olarak fazla çilekeş ve mücadeleci Herakles’in heykelinde bir başka hüzün görmektedir. “Acaba” diye sorar “Mutlu mudur?” Tüm kahramanlığına rağmen “bu ağır emekçilerin en büyüğü, yüce eylemin, yorulmak bilmez çabanın büyük simgesi hoşnut mudur?” Hayatından demek istiyor.

Heykelde tam da böyle bir anı görürüz çünkü, girdiği kavgadan zaferle çıkmış Herakles’in bir anlık duraksaması, yorgun ama düşünceli hali...

Zafer sonrası bir anında dahi tam olarak tatmin olamadığı görülen Herakles’i düşünen Lunaçarski onun nezdinde milyonlarca emekçiye soruyordu aslında soruyu. Bitmek tükenmek bilmeyen günlük “çok önemli” işlerden, kavgalardan, bunları başarmaktan ya da başaramamaktan ama en önemlisi de böyle geçen bir hayattan memnun musunuz? 

Halbuki bir anlık durup düşünseniz, tabloya şöyle bir baksanız acaba başka neler görünecek gözünüze? Acaba başka türlü bir hayat mümkün müdür? Şimdi heykele tekrar bakınca o heybetli gövdede kafanın böylesine küçük görünmesi biraz daha trajik bir hal alıyor. 

Doğayla mücadele içinde ve egemen sınıfların esareti altında emekçilerin  düşünecek halleri yoktu, dolayısıyla kafaları küçük kalmak durumundaydı. Egemenler için tam tersi, “Köle sahipleri ekmek kaygusu çekmedikleri için felsefe yapıyorlardı, çünkü ekmeklerini köleler veriyordu onlara” diyor ya Melih Cevdet Defne Ormanı şiirinde. Ama devamında söyledikleri kapitalizme uygun değil, değişiklik de burada. Şiir şöyle devam ediyor “Köleler ekmek kaygusu çekmedikleri için felsefe yapmıyorlardı, çünkü ekmeklerini köle sahipleri veriyordu onlara.”

Bugünse tabloda bir değişiklik olduğunu söylemek durumundayız.
Kapitalizmin akla, bilime ve her türlü insani değere aykırılığıyla, yönetsel zorbalığı paralel büyüdü. Uzun süredir dünyayı gövdesi iri ama kafası küçükler yönetiyor. Herhangi bir ülkenin yönetici elitine bakarsanız rahatlıkla görülecektir. 

Kapitalizmde, ücretli kölelikte de diyebiliriz, köleler gibi önüne hazır ekmek konulmayan emekçiler ekmek kaygısı çekiyorlar ve bu yüzden felsefe de yapmak zorundalar. Zaten yaptılar da, Marksizm de bu zorunluluktan doğdu. “Bugünün en büyük düşünürü basit bir işçinin kendisinden başka bir şey değildir” diye bitiriyor Lunaçarski’nin makalesi. 

O yüzden patron sınıfı önce emekçilerin bedenine değil de aklına saldırıyor. Çünkü onlar bu dev sırtın kaslarının korkunç bükülüşlerinden değil de, “şu iki kaşın arasında alın kasının oluşturduğu küçücük bir çıkıntıdan korkarlar”. Bir düşünme ve sorgulama anından. 

Sadece son iki güne bakalım. 
Yerel seçimlerde Manisa’da eski bir AKP’li vekili, Ordu’da ülke tarihine adını kalitesizliğiyle yazdırmış bir AKP’li bakan eskisini  destekleme kararı alan CHP ve İzmir’deki “sosyal demokratların” ipliğini pazara çıkaran İZBAN işçilerinin grevini yasaklayan AKP’li Cumhurbaşkanı... Ve solsuz bir seçim pusulasında parlayacak memleketin tek umudu, işçi sınıfının mührü.

Emekçilerin düşünceli bir şekilde kaşlarının çatılmaya başladığını hissedebiliyoruz. Umutsuz olmak kafası küçülenlerin işi olsun, kaşları çatılanlar nasılsa buluşur.

VOLKAN ALGAN / SOL

Çin, Ay’ın ‘karanlık’ yüzünde - Ergin Yıldızoğlu

ABD Ay’ın Dünya’ya bakan yüzüne inmişti. Geçen hafta, Çin’in uzaya gönderdiği bir robot araç Ay’ın Dünya’dan görünmeyen “karanlık” yüzüne indi. Çin uzay yarışında ABD ve Rusya’ya yetişti ve öne geçti. 


Şimdi karşımızda bir bilimsel teknik bir başarı değil, aynı zamanda Çin’in ekonomik, siyasi ve kültürel bir çekim gücü olarak yükselme süreci içinde simgesel öneme sahip bir olay var.

Nereden nereye? 
Çin uzaya ilk astronotunu 2003 yılında göndermişti; 2013’te bir Çin uzay aracı Ay’ın Dünya’ya bakan yüzüne yumuşak iniş yapmayı başardı. Çin dev adımlarla ilerleyerek ABD ve Rusya’nın yarım asırda kat ettiği yolu, 16 yılda aştı, Ay’ın Dünya’dan görünmeyen, ABD’nin çok riskli olduğunu düşünerek gündemine almadığı, yüzüne ilk denemede inmeyi başardı. 

Çin’in gönderdiği robot aracın, inişin son aşamasını kendi başına bir “otonom araç” olarak başarmış olması da ayrıca önemliydi. Robot 15 kilometre uzaktan, yavaşlatıcı roketlerini çalıştırarak inişe geçmiş, yüzeye 100 metre kala havada durmuş, ineceği alanı taramış, analiz etmiş ve en uygun yeri seçerek başarıyla inmiş. 

ABD, 2011’de uzay mekiği uçuşlarını durdurmuştu, uzaya çıkabilmek için Rus yapımı roketleri kullanıyordu. ABD’nin ve Rusya’nın uzay ajansları birlikte çalışıyorlardı. Çin hazırlıklarını tek başına yaptı, robot aracını kendi imalatı bir roketle uzaya çıkardı. 
Böylece Çin, 2012’den bu yana, süper bilgisayara, Kuantum iletişimi gibi alanlardaki öncülüğüne, uzay çalışmaları alanındaki başarısını eklemiş oluyordu.

Gelen gideni aratacak mı? 
ABD ve Avrupa medyasındaki yorumlar, Çin’in bu başarının teknik olduğu kadar  simgesel yanına da vurgu yapıyordu. Genel kanı, Çin’in bu ilk denemede başarılı olamayacağı yönündeymiş. Bu son derecede zor projenin sorunsuz biçimde tamamlanmış olması, Çin’in teknolojik gelişmesine bir hayranlık uyandırıyor ama, Çin’in küresel düzeyde bir çekim gücü, giderek hegemonya merkezi olma yarışındaki hızı kaygı yaratıyor. 

Gerçekten de Çin yalnızca teknik alanlarda değil kültürel üretim alanında da hızla güç biriktiriyor. Örneğin, Çin’in yükselme sürecinin kültürel boyutunu irdeleyen bir New York Times araştırması, söze “herhangi bir filmde en son ne zaman Çinli bir kötü adam karakteri gördünüz?” sorusuyla başlıyor ve Çin’in, Hollywood kaynaklı kültürel üretim üzerinde gittikçe artan etkisine dikkat çekiyordu.
 
ABD’de, genelde Batı’da, kültür endüstrisinin ekonomik sıkıntıları, mali kaynak ve piyasa erişimi gereksinimleri giderek artıyor. Çin, 2 trilyon dolarlık rezervleri, 1.5 milyar nüfusu, yüzde 6-7 oranında büyüme hızıyla hem mali kaynak, hem de büyük bir piyasa sunma kapasitesine sahip. Çin devleti, Hollywood filmlerini, Çin’i olumlu bir biçimde göstermeleri karşılığında finanse ediyor, Çin pazarına girmelerine izin veriyor. Çin devleti/sermayesi 1997-2013 arasında en büyük bütçeli 100 Hollywood filminden 12’sini finanse etmiş. Son beş yılda bu sayı 40’a yükselmiş.
 
Çin’in koyduğu kurallara uymayanlar, Tibet, Dalay Lama gibi hassas konulara dokunan filmler ve örneğin, Justin BieberBjörkJon Bon JoviMiley CyrusLady GagaElton JohnKaty PerryBrad Pitt gibi kimi artistler, finansal destek bir yana Çin pazarına dahi sokulmuyorlar.

Kırmızı Şafak” filminin yeni yapımında, metin Çin medyasına sızınca, MGM stüdyoları çekimi tamamlanmış filmin tüm sahnelerindeki Çinli işgalcileri, dijital tekniklerle, 1 milyon dolar harcayarak “Kuzey Koreli” karakterlerle değiştirmiş. “Doctor Strange” filmindeki mistik bilge karakter, orijinal metinde Tibetli olmasına karşın, filmde Keltli bir bilge olarak değiştirilmiş.

Ay’ın bu yüzüne ABD gitmiş, geçen yüzyılın ikinci yarısında, kapitalist dünyada onun yaşam tarzının çeşitli versiyonları, kültür endüstrisinin ürünleri egemen olmuştu. Ay’ın “karanlık” yüzüne Çin indi, eğer, bu yüzyılda, kapitalist dünyada onun  Konfüçyüs  düşüncesine dayanan, otoriter eğilimleri güçlü yaşam tarzının çeşitli versiyonları, eleştiriye tahammülsüz bir kültür endüstrisinin ürünleri egemen olursa şaşırmayacağız: 

Tükenmiş bir üretim tarzında gelen, gideni aratacaktır.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Hem Fethullahçı hem faşist - Barış Terkoğlu

Çocukluk, bir daha hiç göremeyeceğimiz uzak bir ülke gibi. Oysa vitrine kaldırılmış bir oyuncağın hatırası kadar yakın.
Çok olmuş okuyalı. O gün anlamamışım. Büyüdükçe görüyorum.
Italo Calvino’nun “İkiye Bölünen Vikont” kitabından bahsediyorum. Katıldığı savaşta Türklerin güllesiyle tam ortadan ikiye ayrılan soylu Medardo’nun hikâyesini anlatıyor. İki parça birbiriyle çatışarak yaşamaya devam ediyor. 
Olmayan bacağımın çok yürümek nedeniyle ağrıdığı gibi bir duyguya kapılıyorum” şikâyetindeki his başka nerede duyulabilir? Ya “kafasının yarısıylakendisini ölüme mahkûm ediyor, öbür yarısıyla düğümün altına girip son soluğunu veriyor” tarifindeki düşmanlık? 

Erdoğan ile Gülen’in “etle tırnak”tan “azılı düşmanlık”a uzanan kavgası bana bütünü sorgulatıyor.

Kurbağa suya ısınmış 
Seçim arifesinde soralım: AKP ne zaman kazanır? Yüzde 40, 50, 60 diye başlıyorsanız, yanıldınız. 1919’da Bandırma Vapuru’nun, 1789’da Bastille’in kaç oyu vardı? Benim yanıtım şu: Karşıtlarını kendisine benzettiği zaman kazanır. Eğer her seçimde elinde kılıç tutanın öteki yarısında umut arıyorsanız, çoktan yenildiniz.

Elbette İdris Naim Şahin’e geliyorum.  Abdullah Gül ile başlayan “öteki”ni arama macerasının vardığı yere. Aday olur ya da olmaz. Lakin “halktan kopmamış değerli bir siyaset adamı”, “ortada bir görüşme  süreci var” gibi açıklamalar kurbağanın kaynar suya çoktan alıştığını gösteriyor. 

Hadi Erdoğan’ın 45 yıl belediyeden hükümete, onu çanta gibi taşıdığını unuttunuz. 
-Akbil davasında sanık, 
-TÜRGEV’de kurucu olduğunu bilmek bir şey değiştirmez mi? 
-Ölen TEDAŞ işçilerini ziyarette, vatandaşa “takla at” buyurduktan sonra davul zurnayla göbek attırmasını görmezden geldiniz. 
-Öğretmen Metin Lokumcu gibi gaz bulutunda ölenler için “biber gazı sağlığa zararlı değil” alaylarını nasıl sindirdiniz? 
-Doğu Perinçek’in eski baldızı olmayı Büşra Ersanlı için kriminal suç saymasını önemsemediniz. 
-2012’de 29 Ekim’de Cumhuriyet için sokağa çıkanları “illegal örgüt” saymasını nasıl yuttunuz? 
-Kendisini protesto edenlerin alkışlarını tezahürat sanıp selamlamasını “ileri zekâsı”na yordunuz. 
-İnsanların kumpaslarla hapse doldurulduğu günlerde “dışarıda özgürlük yoksa, tutuklanınca niye şikâyet ediyorsunuz” demesini hangi akla bağladınız? 
-Uludere’de öldürülenleri “sağ yakalansalar kaçakçılıktan yargılanacaklardı” diye anlatmasına, 
-Kızılay’da son nefesini verenleri “üç adet can kaybı var” diye anmasına, “beyin sürçmesi” dediniz. 
-Alevilerin evlerinin işaretlenmesine “çocuklar bilgisayar oyunundan etkilenerek yapmışlar” demesini nasıl kabullendiniz? 
-Karşımızda “terör” sorulunca, “belki resim yaparak tuvale yansıtıyor, şiir yazarak şiirine yansıtıyor” diyen bir adam var. 


Bakınız, FETÖ yapılanması kumpaslarında Emniyet içinde bir merkezi kullandı. “C-5 bürosu” denen ve “ulusalcıları” takip etmek için kurulan yapı, Silivri sürecinde 5 yıl boyunca yasadışı faaliyet yürüttü. Büroyu 28 Kasım 2012’de resmiyete kavuşturan kimdi? Tabii ki İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin. 
Fazla “paralel” bir bağı var! 
Emniyet Genel Müdürlüğü, FETÖ’nün takibi için 25 Haziran 2014’te bir yazı hazırladı. Şahin, 21 Haziran’da, yani henüz yazı tamamlanmadan 4 gün önce Emniyet’in çalışmasını kamuoyuna açıkladı. İçerdeki polis kuşlar, bir eski bakanı bu kadar konuşturabiliyordu.

O tam bir paralel 
Erdoğan’ın eteğine tutunmasa hayat basamaklarını çıkabilir miydi? 
FETÖ ile AKP kavgaya tutuşmasa iktidarsız kalır mıydı? Safını Gülen’den yana seçmese hayatı boyunca küfrettiği partilerden aday olmaya çalışır mıydı? 
AKP’den istifa tarihi de sembolik: 25 Aralık 2013. FETÖ ile AKP’nin boşandığı gün! 
Siyasi ayak da yargılansın” diyenler; görevdeyken örgüte bayram ettiren Şahin’i yakasına taktıktan sonra bu kadar rahat konuşabilir mi? 
Tarafını şöyle seçmiş bir siyasetçiden söz ediyoruz: 
Paralel yapı dedikleri darbe yapmışsa, doğru, darbecidirler. Cehalete darbe vurmaya çalışmıştır paralel yapı. Zulme karşı çıkmıştır paralel yapı, doğrudur.(…)Tanıyorum birçok mensubunu, polisini tanıyorum.

Daha dün savcılıktaydı 
Bugün onun belediye başkanlığını tartışanlar dün ona karşı savcılıktaydı. Neden mi? Hakkında “imar kanununu ihlal”den suç duyurusunda bulunmak için.
Buna karşılık Ergenekon ve Balyoz esirlerinin mahpusta olduğu dönem İçişleri Bakanı olan Şahin de savcılıktaydı. Neden mi? Partisini, muhalefete karşı kurulan kumpas davalarına müdahil yapan dilekçeyi vermek için. 

AKP’den istifa ettikten sonra, kurduğu partiyle miting bile yapamamış bir “kayıp”tan söz ediyoruz. Konuşmaya başlayınca adına utandığınız bir “söz bilmez”den. Erdoğan’ın “eski arkadaşı” olmasa, “biriktirdiklerini unutsun” denilmese, muhtemelen sanık olacak “es geçilmiş”ten. 

Aday olmasından daha kötüsü var: İktidarın çöpe attığından elmas çıkacağını düşünebilmek. “Kabullenmiş yenilmişlik” bu değil de ne! Cumhuriyet düzeninin çökertilmesine ortak olmak, bu değil de ne! Düştüğü çukurdan çıkmak için çelme takan ayağa tutunmak, bu değil de ne! 

Romanın sonunda “ikiye bölünen Vikont ne oluyor” diye merak ediyor musunuz? 
Girdikleri düellonun sonunda birbirlerinin boşluklarına uzun süre vurduktan sonra düşüp tek parça kalkıyorlar: Medardo, yeniden tam bir insan oldu, ne kötüydü, ne iyi, kötüyle iyinin karışımıydı, yani görünüşe göre, ikiye bölünmeden önceki halinden farksızdı.

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Patrikhanenin Ukrayna hamlesi - Deniz Berktay – Kiev

Ukrayna’nın şimdiki yönetimi, Ukrayna’yı ekonomik, siyasi ve kültürel alanlarda Rusya’dan tamamen koparıp Batı’ya dahil etmek istiyor. Rusya yönetimiyse, bu gelişmeyi “ABD patentli bir hamle” olarak görüyor ve o nedenle sert tepki gösteriyor.

Basında görmüşsünüzdür: Geride bıraktığımız haftasonu Ukrayna Cumhurbaşkanı Petro Poroşenko İstanbul’a geldi, Fener Rum Patriği, büyük bir törenle, Ukrayna’da Rus Ortodoks Kilisesi’nden bağımsız olarak kurulan yeni Ukrayna Ortodoks Kilisesi’nin beratını imzaladı.

Ukrayna Cumhurbaşkanı Petro Poroşenko da, bu olayı, “Ukrayna’nın Rusya’yla son bağını koparması” olarak nitelendiriyor ve bu meselenin sadece dini bir mesele olmadığını, uluslararası siyaseti ilgilendiren bir mesele olduğunu söylüyor. 

Moskova Patrikhanesi’yse, Fener’e büyük tepki gösterdi ve ilişkileri koparma kararı aldı. Rusya Cumhurbaşkanı Vladimir Putin ise, Fener’in böyle bir kararı, “para için ve ABD’nin teşvikiyle” aldığını söyledi.

Ortodokslarda Fener Patriği 
Peki, bu konu Rusya ve Ukrayna açısından neden büyük önem taşıyor ve konu Türkiye’yi neden ilgilendiriyor?
 
Kısaca yanıtlamaya çalışalım:
Katoliklerde Papa’nın tek lider olarak kabul edilmesine karşılık, Ortodokslarda Fener Patriği, bu yetkiye sahip değil; farklı patrikhaneler var. Fener Patrikhanesi, dünyadaki diğer Ortodoks kiliseleri tarafından, “eşitler arası birinci” olarak kabul ediliyor. Başka bir deyişle, diğerleri, Fener’in onursal liderliğine diğer Ortodoks kiliseleri karşı çıkmamakla birlikte, Fener’in “fiili lider” olma isteğine sıcak bakmıyorlar. Bu konuda Fener Patrikhanesi, eskiden beri en fazla sorunu Moskova Patrikhanesi ile yaşıyordu. Zira, Moskova Patrikhanesi, “biz, Hıristiyanlığı Bizans’tan aldığımız için, onun devamı olan Fener Patrikhanesi’ni onursal olarak lider kabul ediyoruz. Fakat, Ortodoks dünyasının en büyük cemaatine sahip olan biziz ve Rusya, yüzlerce yıl, Ortodoksluk için en büyük mücadeleleri vermiştir. O nedenle, Fener bizim fiili liderimiz olamaz” diyordu. 
İkincisi, çoğunluğu Ortodoks olan Doğu Avrupa halkları üzerinde 1940’ların ortalarından (yani Soğuk Savaş’ın başlamasından) bu yana Batı ile Rusya arasında güç mücadelesi var ve o tarihten bu yana Moskova (gerek Sovyetler Birliği, gerekse Rusya Federasyonu) yönetimi Moskova Patrikhanesi’ni, Batı ise, Fener Rum Patrikhanesi’ni desteklemiştir.

Ukrayna yönetimi 
Bu mücadele, geçen yıldan bu yana, Ukrayna krizi nedeniyle zirveye ulaştı. Ukrayna, 1600’lerden beridir Moskova’nın ruhani alanındaydı. 1991’de Ukrayna bağımsız olunca, bazı milliyetçi rahipler, kendi kilise teşkilatlarını kurdu. Böylelikle ortaya, bir tarafta Moskova Patrikhanesi’ne bağlı kilise, diğer taraftaysa milliyetçi rahiplerin kurduğu kiliseler çıktı. Fakat, Ortodoks dünyasında, bir kilisenin, diğer Ortodoks kiliselerince tanınması, büyük önem taşıyor. Ukrayna’da milliyetçi liderler iktidara geldiklerinde, Fener’e gidip tanınma kararını almaya çalışıyordu. Fakat Fener, Ukrayna’daki siyasi dengelerden ve Moskova’yla ilşikilerini koparmak istemediğinden, buna mesafeli davranıyordu. Fakat, 2014’te Ukrayna’da Batı yanlısı milliyetçilerin ihtilali ve sonrasında Rusya’nın Kırım’ı ele geçirmesi, dengeleri değiştirdi. Ukrayna’nın şimdiki yönetimi, Ukrayna’yı ekonomik, siyasi ve kültürel alanlarda Rusya’dan tamamen koparıp Batı’ya dahil etmek istiyor. Ayrıca, mart ayında yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde böyle bir zafer kazanmak, Poroşenko açısından önem taşıyordu.
 
Ancak, fazla vurgulanmayan bir nokta var: Ukrayna’daki milliyetçi rahipler, tam bağımsız bir Ukrayna Kilisesi istiyordu. Oysa ki Fener, kendisine bağımlı bir Ukrayna kilisesi kurdu. Kilisenin tüzüğüne göre, bu kilise, pek çok konuda Fener’e başvurmak zorunda.

ABD patentli hamle 
Sonuçta, Fener Patrikhanesi, dünyada Ortodoks cemaatin en fazla olduğu ülkelerden Ukrayna’yı kendi nüfuz alanına almaya başladı. ABD yetkililerinin tebrik mesajları, Fener’in Ukrayna’daki dini egemenliğinin ABD’nin istediği bir süreç olduğunu gösteren örneklerden sadece biri. Rusya yönetimiyse, bu gelişmeyi “ABD patentli bir hamle” olarak görüyor ve o nedenle sert tepki gösteriyor. 

Ukrayna konusundaki gelişmeler, Türkiye topraklarında bulunan Fener Patrikhanesi’nin Türkiye’nin denetimi dışına çıkarak, çevre ülkelerin siyasetine etki eden ayrı bir aktör haline gelmeye başladığına işaret ediyor.

Deniz Berktay – Kiev / CUMHURİYET

Valiliklere Suriyeli talimatı! - Batuhan ÇOLAK

Türkiye'deki sığınmacılarla ilgili gün geçmiyor ki yeni bir gelişme yaşanmasın.
Öncelikle bu işin adını koymamız gerekiyor. Süreç düzgün yönetilmiyor. Hedefleme, plan, organizasyon yapılmıyor.

Devletin resmî rakamlarına göre geçen yıl 3 milyon olarak telaffuz edilen Suriyeli sığınmacı sayısı, bu yıl aynı kurumlar tarafından 4 milyon olarak tanımlanıyor.
Öyle bir tablo düşünün ki aldığınız insanların sayısını bile bilemiyorsunuz, artışları, popülasyonları, dengeleri gözetemiyorsunuz. Belki de gözetmek istemiyorsunuz!

Daha doğru bir şekilde ifade etmek gerekirse, toplumsal anlamda giderek gettolaşan sığınmacılarla ilgili, geri dönüşe yönelik proje ve planlamalar üretilmek istenmiyor.

Çünkü konuyla ilgili bir türlü sistem oluşturulamıyor. Çözüme odaklı bir çalışma yapmak yerine Türkiye'ye yönelik olağanüstü göç akışı hâlâ teşvik ediliyor.
Nasıl mı?
Bizzat devlet tarafından.
İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi'nden tüm valiliklere 7 Ocak 2019 tarihinde bir genelge gitti.

İşte 81 ilin valiliğine gönderilen o talimat:
"Ülkemizde geçici koruma kapsamında bulunan Suriye uyruklu yabancıların ülkelerine  gönüllü olarak geri dönüş yapmaları halinde geçici korumaları ilgi (a) Yönetmelik ve ilgi  (b) Bakanlık Genelgesi gereği sona ermekte ve haklarında V87  tahdit kaydı girilmektedir. Aynı mevzuat gereğince bu yabancıların yeniden ülkemize giriş yapmaları halinde İl Göç İdaresi Müdürlükleri tarafından detaylı mülakatları alınmakta. Yapılan mülakat ve alınan geçici koruma kaydı hakkında güvenlik birimleri tarafından yapılan sorgulamalar neticesinde yeniden geçici koruma kapsamına alınması uygun bulunan yabancılara tekrardan geçici koruma kimlik belgesi düzenlenmektedir. Ancak son dönemlerde bu durumda bulunan Suriyeli yabancıların talepleri tüm valilikler tarafından reddedilmekte ve bu durum da Suriyelilerin mağduriyetlerine neden olmaktadır.
Bu çerçevede bu şekilde kaydı sonlandırılmış olan Suriyelilerden özellikle hastalık ve tedavi, yaşlılık, evlilik, çocuğun okula kaydının yapılabilmesi, sosyal yardımlardan faydalanabilme (Kızılaykart ve BMMYK kış yardımları) yasal çalışma ve iller arası seyahat edebilme gibi mecburi nedenler göz önünde bulundurularak gönüllü geri dönüş nedeniyle söz konusu Suriyeli yabancılara daha önce konulmuş olan V87 tahdit kayıtları, müracaat ili tarafından ilgi mevzuata uygun bir şekilde 01/01/2019 tarihinin esas alınarak kaldırılmasını ve söz konusu şahısların geçici koruma kayıtlarının tekrardan aktifleştirilmesini, ayrıca 01/01/2019 tarihinden sonra gönüllü olarak geri dönüş yapacak olan Suriyelilere konuyla ilgili gerekli tüm bilgilendirme yapılarak ilgi (a) Yönetmelik ve ilgi (b) Bakanlık Genelgesi kapsamında işlem yapılmasını rica ederim."


Genelgede özetle; "Türkiye'yi gönüllü olarak terk eden Suriyeliler eğer yeniden Türkiye'ye dönmek isterlerse yasal gereklilikleri uygulamayın ve engellemeyin" deniyor.

Bu talimat başlı başına bir skandaldır.
Diyelim ki sığınmacı gönüllü olarak Suriye'ye gitti ve suç işledi, insan öldürdü. Türkiye'ye geri dönmek istediğinde kendisinden hiçbir belge vb. istenmeyecek!
Bu genelgenin bir diğer anlamı da devlet nezdinde sığınmacıların güvenli bölgelere geçişlerinin sağlanması için herhangi bir niyet ve politika yoktur. Dahası eğer gittikleri yeri beğenmezlerse hiçbir bürokratik talep olmadan istedikleri gibi dönebilirler!

Valiliklere de açıkça deniyor ki "Sakın engel olmayın."


Batuhan ÇOLAK / YENİÇAĞ

9 Ocak 2019 Çarşamba

Mozart, bira, faşizm... - KEMAL OKUYAN

“İnsanı Mozart dinlemeye zorlamak faşizmdir... Bira iç baskısı faşizmdir...  Başörtülü hanımlarımıza yapılan faşizmdir…”

Bu hafta faşizmin tanımına böyle katkılarda bulundu Erdoğan... Mozart ve birada az-çok Almanyalılık var, faşizm denince de ilk akla gelen Almanya zaten...
Hem Almanya ile yakın geçmişte yaşanan bir dizi gerilimde Erdoğan ve diğer AKP yöneticileri muhataplarını faşistlikle suçlamıştı.
Kuşkusuz Erdoğan’ın faşistlik suçlaması yaptığı örneklerin tamamına bakıldığında, faşizmin yeni bir tanımına ulaşıyoruz: Erdoğan’a ya da bugünkü siyasi iktidara karşı olan herkes faşisttir.

O halde soru şu: Neden faşizm? Neden son dönemde suçlamalarda başka sıfatlar bir kenara kondu ve ağzını açana “faşist” damgası vuruluveriyor?

Bir kere “faşist” suçlaması zerre “milli” değil. Kavramın kendisi de, o kavramın literatürde negatif bir anlam kazanması da Avrupalı süreçlerin ürünü. Modern zamanlarda faşizmi bayrak yapan, bu adı kendine layık gören Mussolini’ydi İtalya’da ve 1922’de iktidara geldi. Dolayısıyla faşizm “olumsuz” bir anlamla düşmedi siyaset sahnesine. Duçe, faşistliği ile övüne-şişine İtalya’ya çörekleniverdi. Bu kavramı savunulamayacak hale getiren Avrupa’da işçi hareketi ve komünistlerdir. Mussolini sağcıdır, faşisttir; ona karşı koyanlar ise devrimcilerdir, anti-faşistlerdir. 

Alkollü içeceklerle arası kötü olan ve asla ağzına bira-şarap süremediği ileri sürülen de Mussolini’dir. İtalyan diktatör “faşist dediğin içki içmez” demekte ama bir yandan da İtalyan ekonomisi açısından çok değerli olan şarap üreticisi patronları kollamaktadır. Hep aynı hikaye yani; içmeyin haramdır, vergilendirilmiş haram pek mübahtır!

Faşizme karşı İtalya’da mücadele edenlerin ise genel olarak alkol aldıklarını söyleyebiliriz. Bağımlılık kötüdür, alkolizm çok fenadır, öte yandan işçi sınıfı kültürünün bir parçası birlikte içki içmektir; hemen her yerde...

Hitler’in öyküsü azıcık farklı. İlk darbe girişimini bir birahanede gerçekleştirmiş, başarısız olmuştu. Naziler de alkolün yerleştirmek istedikleri kültür açısından yakışıksız olduğunu düşünüyorlardı ama yasaklayamadılar ve kendileri de vazgeçmediler. Öyle ki 1945’te Kızıl Ordu'nun Berlin’in kapısına dayandığını görüp intihar eden Hitler’le aynı yer altı karargahında olanların neredeyse tamamı zom durumdaydı. Sovyet askerleri zafer için kadeh kaldırırken, faşistler yenilginin acısını hissetmemek için içiyordu.

Her ne ise, bira için dayatmasıyla faşist olunmuyor.

Asıl mesele şudur: Faşizm bir suçlama olarak komünistler, devrimciler tarafından dillendirilmiştir. Ve bu öyle yapılmıştır ki, belli bir tarihten sonra kimse faşist olmayı göze alamamıştır.  Pek az kişi çıkıp “ben faşistim” diyebilmektedir.
Bu insanlığın büyük kazanımlarından biridir.

Ama dünyada faşizm diye bir gerçeklik var. Bu gerçekliğin bira zorlamasıyla, klasik müzik dayatmasıyla bir alakası yok elbette. 

AKP’liler bilmiyorlar elbette faşizmin anlamını. Ama kabul etmek gerekiyor ki AKP karşıtları da olur olmaz yere kullanarak bu kavramı içini boşalttılar. 
Her baskıcı rejim faşizm değildir, her despot faşist değildir. Faşizan eğilimler diyebilirsiniz ama faşizm dediğiniz zaman işin rengi değişmektedir.


Çünkü faşizm, öncelikli olarak sermaye sınıfının, yani patronların açık ve kural tanımayan diktatörlüğüdür. 
Kime karşı? 
İşçi sınıfına ve devrimci harekete karşı!
Her kapitalist ülke, istediği kadar demokratik gözüksün bir diktatörlüktür. Faşizmle, parlamenter demokrasilerde aynı sınıfın diktatörlüğü söz konusudur. Aradaki ayrım, faşizmin emekçi halkın örgütlenme olanaklarını büyük ölçüde yasadışı ilan etmesinde ve patronların çıkarları için düzen içi siyaset kanallarını da daraltıp tekleştirmesindedir.

Faşizm, birisi istedi diye değil, sermaye sınıfının ihtiyaçları bunu dayattığında gerçek bir olgu haline gelir. Faşizmin misyonu devrim tehlikesini bertaraf etmek ve işçi sınıfına diz çöktürmektir.

Azıcık bira ve çokça Mozart’la faşizm değil, güzellik gelir. Bu anlamda korkmalarına gerek yok AKP’lilerin.

Ancak faşizmden gerçekten çekinip onunla mücadele etmeye niyetli olanların meselenin sınıfsal boyutunu iyi okumalarında yarar var. Birayı ve Mozart’ı yasaklayan bir faşist iktidar mümkündür ama ortalığı biraya ve hatta klasik müziğe (istismarla da olsa) boğan bir faşist iktidar da mümkündür. 

Lakin mümkün olmayan grevlere izin veren bir faşist iktidardır.

Kemal Okuyan / SOL

İstifa eden akademisyen anlattı: Bıçak, silah, akademisyen dövmek… Hepsi serbest! -Ali Ufuk Arikan

Çankaya Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde araştırma görevlisi olan Ceren Damar Şenel’in ölümünün ardından üniversiteye bıçak ve silahın nasıl sokulabildiği tartışma konusu olmuştu. Sorunun yanıtı üniversitenin durumunun görünenden çok daha vahim olduğunu ortaya koydu. Öğrenci saldırısı sonrası burnu kırılan, sürekli öğrenci tehdidine maruz kalan ve dayanamayarak istifa eden bir akademisyen, Ceren Damar’ın katledilmesine giden süreci soL’a anlattı.


Henüz 27 yaşında olan Çankaya Üniversitesi Hukuk Fakültesi araştırma görevlisi Ceren Damar Şenel, bir öğrencinin önce silahlı, ardından da bıçaklı saldırısı sonucu yaşamını yitirdi. Olayın ardından üniversiteye silah ve bıçağın nasıl sokulduğu tartışılırken, üniversite yönetiminin yaptığı “uzlaşma” açıklaması ise büyük tepki çekti.

Üniversitede yaşanan cinayetin ardından soL’a konuşan üniversitenin eski araştırma görevlilerinden Emre Yılmaz, Ceren Damar Şenel’in ölümüne giden sürecin göz göre geldiğini anlattı.

soL’a çarpıcı açıklamalarda bulunan Yılmaz, üniversitede akademisyen tehdit etmenin neredeyse normal bir davranış haline geldiğini, darp etmenin bile sıradanlaşmaya başladığını söyledi. Kendisi de daha önce defalarca öğrenciler tarafından tartaklanan, bir defa da uğradığı saldırı sonucunda burnu kırılan Yılmaz, tüm bu yaşadıklarına, üniversite yönetimine verdiği dilekçe ve raporlara karşın hiçbir somut adım atılmadığını vurguladı. Yılmaz, okula silah ve bıçak sokmanın da sıradalaştığına dikkat çekti.

Yılmaz, “Ölümlü bir olay bekliyordum diyemem ama bir yerde olacaksa böyle bir olay ve Çankaya Üniversitesi’nde olduysa, nasıl olur da demem, diyemem. Silah getiriyorlar, bıçak getiriyorlar, palaları getiririz diye tehdit ediliyorlar. Yani yaralanmalı olaylar geliyorum diyordu ve yaşanıyordu da” diyor.

İşte Yılmaz’ın soL’a yaptığı açıklamalar:

Önce sizin hikayenizden başlayalım isterseniz… Çankaya Üniversitesi’nde ne kadar süre görev yaptınız?
Ben aynı zamanda Çankaya Üniversitesi öğrencisiydim. 2009 yılında öğrenci olarak başladığım üniversitede mezuniyetten sonra da araştırma görevlisi olarak görev yaptım.

Hangi bölümdeydiniz?
Malzeme Bilimi ve Mühendisliği Bölümünde.

Yaşadıklarınıza gelmeden önce üniversitede nasıl bir atmosfer vardı, sizin gözlemleriniz neler?
Kendi durduğum yerden anlatayım... Genç Yeşilay Topluluğu’nun danışmanlığını yapıyordum. Kapalı alanda sigara yasağı var biliyorsunuz. Bu nedenle bu konuda çeşitli çabalarda, çalışmalarda bulundum. Derslere girmeyen, üniversiteye neredeyse sigara içmeye gelen, sosyalliği bu olan öğrenciler vardı. Biraz mafyatik tarzda olduklarını söyleyebilirim. Ancak bunun ne kadar ağır olduğunu anlayamadığım. Biraz zaman aldı tam olarak algılamam.
Sanki hapishane koğuş ağası gibi bir yaklaşımları vardı. Biz istediğimiz yerde sigara içeriz diyen öğrencilerden bahsediyorum. Buna karşın ben de kapalı alanda sigara yasağını hatırlatınca ilk tehditleri almaya başladım.

'Kapalı alanda sigara yasak' dediğiniz için?
Evet, bu nedenle ilk tehditleri aldım. Kapalı alanda sigara içmeyin uyarısı yapmak kötü bir şeydi onlara göre. Kopya meselesinde de aynı durum var. Kopya çekmek değil ama çeken hakkında işlem yapmak suç gibi bir atmosfer vardı üniversitede. 10 kişilik gruplar halinde, organize olarak kopya çekiliyordu.

Engellenemiyor muydu?
Hayır, gayet meşruydu. Diyelim tutanak tuttunuz, seni çağırıyorlar, hadi arayı bulun diyorlar. Bir diğer durum da seni suçlu ilan etmeleri.
Bir sınavda sadece formüllerin sorulduğu bir sınavda 15 kişi organize şekilde kopya çekmişti. Yakalandılar. Hocam da oradaydı, beraber tutanak tutuldu. Bu 15 kişi sınav sonunda etrafımızı sardı. İşin sonunda neredeyse tutanak tuttuğumuz için dayak yiyecek, biz suçlanacaktık.



Üniversite yönetimi seyirci kalıyor yani?
Evet, hiçbir adım atılmıyor neredeyse. Artık alışılmış, sıradan bir şey gibi. Açık şekilde bu yanlıştır denilmiyor. Hiç mi işlem yapılmıyor diye sorarsanız, çok nadir diyebilirim.

KAR MASKELİ SALDIRI

Tehdit konusuna dönersek, bu çok aleni bir şeye dönüştü diyebiliyoruz sanırım.
Evet. Bir arkadaşımız kopya çekenleri yakaladığı ve işlem yaptığı için okul dışında kar maskeli bir grup tarafından darp edildi. Ben de benzer bir saldırıyı sigara yasağı hatırlatması sonrası yaşadım.

O konuya gelirsek, neler yaşadınız?
Tehdit her zaman oluyor. Tehdit diyorsam gerçek anlamıyla tehdit. Kaba konuşma, sert sözleri tehdit olarak saymıyorum… "Dikkat et yarın öbür gün başına bir şey gelir", "Şuralarda seni görüyoruz", "Seni şu durakta görüyoruz gibi". Birkaç kez tartaklandım, ittirme vesaire. En sonuncusunda artık tartaklamayı da geçti, en ufak bir karşılık vermeye çalışsam saldırıya uğrayacağım yani. Bu olayın ardından bir dilekçe yazdım.

Üniversite yönetimine mi?
Evet, Rektörlüğe yazdım. Tartaklandığımı, tehdit edildiğimi söyledim. Kişinin kendini savunma hakkı var, bana bir şey olursa ne yapacaksınız, bunun sorumlusu kim olacak diye sordum. Bu dilekçeme “Bize isim ver” oldu. 
Bu tehditten, tartaklamadan tam bir ay sonra ise saldırıya uğradım.

'KÖŞEYE SIKIŞTIRIP SALDIRDILAR, BURNUM KIRILDI'

Aynı kişiler mi?
Hayır, bu kez farklı kişilerdi. Yine kapalı alanda sigara içmenin yasak olduğunu söyledim. Biri kız biri erkek öğrenciydi. Benim talebimin ardından tam aşağı inerlerken birden saldırıya uğradım. Bu saldırı sürerken malum uzun zamandır tehdit ediliyorum, başıma bir şey gelir diye yanıma aldığım biber gazını kullanmaya çalıştım ama onu bile kullanamadım. Gazı saldıranlara sıkamamışım bile… 

Köşeye sıkıştırıp saldırdılar. Kapaklandım ben de daha fazla zarar görmeyeyim diye. Artık ne zaman bırakacak beni diye düşünüyorum. Kapaklandığım elimi saldırı durdu diye düşürdüğümde açtığımda suratıma bir de tekme yedim. Beni revire götürdüler, direk burnumun kırıldığını söylediler. Diğer iki öğrencinin ise hiçbir şeyi olmadığı tespit edildi burada.

Sonra jandarmaya giderek şikayette bulundum. Sonunda soruşturma açıldı, davada onlar mağdur ben sanık oldum. Burnu kırılan, saldırıya uğrayan benim ama sanık da benim. Olay sırasında saldırganlardan biri “Sen benim babamın kim olduğunu biliyor musun?” dedi. Ben de tabii bu tehdide yordum bunu. O dönem yaşananları ve raporları BİMER’e yolladım. Bu arada öğrendim ki öğrencilerin fakültesinde suçlunun ben olduğum söyleniyor, Dekanlık tarafından üstelik. 
Bu arada benim şikayetimin ardından benim mağdur olduğum bir soruşturma daha açıldı. Benim mağdur olduğum soruşturma değil ama diğeri hızlıca mahkemeye gönderildi. Üstelik bu mahkemeye gider gitmez benim üniversitede açılan soruşturmama “kanıt” olarak gönderildi.

'ARTIK BABASI KİMSE?'

Peki üniversite yönetimi ne yaptı?
Üç ay maaş kesme cezası aldım. Yani bırakın cezayı soruşturulmak bile canımı oldukça sıktı. Bir öğrenci burnumu kırdı, öğrenciler en ufak bir zarar görmemiş, ben elimi bile kaldırmamışım, dakikalarca saldırıya uğramışım ama bana ceza veriyorlar. Artık babası kimse…

Burada toplumsal bir sorun var. Mesele bir öğrencinin hocasına uyguladığı şiddetin de ötesinde. Yoksa bana kalsa öğrenci ceza almasa da olur.

'KINAMAZSANIZ GERİSİ GELİR' DEDİM, 'KÖTÜ REKLAMIMIZI YAPMAYIZ' DEDİLER

Yani üniversite yönetimi olaya tepki bile göstermedi?
Olayın ardından Dekanlığa gittim, taraf tutun demiyorum ama bir akademisyenin burnu kırıldı, saldırıya uğradı, bunu kınamanız gerekir dedim. Kendi kötü reklamımızı niye yapalım yanıtı aldım. Çünkü kınasalar bu olayı kabul edeceklerdi. 
Bunu kınamazsanız gerisi gelir dedim, kınamadılar bile. Üniversitede birçok olay oluyor, şikayeti geri çektiriyorlar, şikayet geri çekilince ortada olay da olmuyor ne de olsa…

BİR DE RAPOR YAZMIŞTIM, UYARMIŞTIM

Dilekçede yazdıklarınız doğrulandı yani?
Evet, dahası da var. Rapor yazmıştım 2016 yılında. Genç Yeşilay Topluluğu için hazırladığım “Üniversitede anti sosyal davranışlar, sigara bağımlığı ve üniversitemiz için çözüm önerileri” başlıklı raporda önlem alınmazsa yaralanmalı olaylar yaşanacağını yazmıştım.

Bir yanıt aldınız mı bu rapora?
Hayır. Üniversitede öğrenciler birbirlerinin kolunu kırıyor, silah çekiyor, bıçak çekiyor ve hiçbiriyle ilgili işlem yapılmıyor. Niye yapılmıyor? Çünkü üniversite yönetimi arkasında durmayacak, onu biliyorlar. Bir şekilde arayı bulup şikayeti çektiriyorlar.

Ben yaşadığım saldırının ardından saldırıya uğradığını öğrendiğim diğer isimlerle de konuştum ama hiçbiri şikayetçi olmadı. Yani mediyetin m’si yok. Şansına yaşıyor insanlar.

'BENİ DÖVECEKLER DİYE KORKTUĞUM ÇOK OLDU'

Ceren Damar’ın uğradığı saldırıya benzer bir saldırı bekliyordunuz yani?
Ölümlü bir olay bekliyordum diyemem ama bir yerde olacaksa böyle bir olay ve Çankaya Üniversitesi’nde olduysa, nasıl olur da demem, diyemem. Silah getiriyorlar, bıçak getiriyorlar, palaları getiririz diye tehdit ediliyorlar. Yani yaralanmalı olaylar geliyorum diyordu ve yaşanıyordu da.

Açık söyleyeyim, birinin kopya çektiğinden şüphelendiğimde bakamaz oldum. Bana takar, iftira atar diye çekiniyordum, bir arkadaşımızın başına da geldi, senin hakkında şunları söylerim diye…

Çok iyi hocalar, öğrenciler de var tabii ki ama bunları söylemek, dile getirmek gerekiyor.

Beni dövecekler diye korktuğum çok oldu. Öğrenci kalabalıkları gördüğümde uzaklaşır oldum olay yerinden. Sigara içen insanlar görüyorum kapalı alanlarda, hiçbir şey demeyeceğim demeye başladım.

İnsanlar benim davranışlarım sorgulanıyor diye düşünmüyor, çünkü bu davranışların kötü olduğuna ilişkin hiçbir uyarı yapılmıyor neredeyse. Bu bir toplumsal sorun, bu sorunun ortadan kaldırılması gerekiyor, bu sorun çözülmeden çıkış olduğunu da düşünmüyorum.

Ali Ufuk Arikan / SOL

‘Suriyeliler’ - DENİZ YILDIRIM

BM raporuna göre dünyada en fazla sığınmacıyı barındıran ülkeyiz. 4 milyona yakın insandan söz ediyoruz. Bizi 1.4 milyonluk sığınmacıyla Pakistan ve Uganda izliyor. Dünya, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri en kitlesel göç hareketlerini yaşıyor ve göçün faturası gelişmekte olan ya da azgelişmiş ülkelere kesiliyor. 

Durum böylesine ağır, ama bizde sağlıklı bir göç politikası bahsi açılamıyor. “Gitsinler, kalsınlar” tercihlerine sıkıştırılmış bir “Suriyeliler” tartışmasıysa, sorumlu merkezleri gözden kaçırıyor. Oysa Suriyeliler sonuç, neden değil. 


Önce içeriye bakalım. Göç İdaresi Genel Müdürlüğü verilerine göre Türkiye’de geçici koruma statüsündeki Suriyeli sayısı 2015’te 1.5 milyonun biraz üstündeydi; bu sayı 2017’de 3 milyon 426 bin oldu ve 2018 sonundaysa 3 milyon 622 bini geçti. Ne anlatıyor? Tamamlanmış bir sürecin olmadığını. Yani sayı sınırı yok; nereye uzanacağı belirsiz, gelişler artarak sürüyor. Açık kapı. İktidar, Suriye savaşının sona ermesi için ne yapıyor peki? 

Mevzuata gelelim. Türkiye’deki Suriyeli nüfus “Geçici Koruma Yönetmeliğine” tabi. Aynı mevzuat Avrupa Birliği’nde de var ve orada süre sınırı konulmuş. Bu sürecin sonunda da yeni statü belirleniyor. Ya bizde? Yönetmelik süre sınırı da belirtmiyor, sayı sınırı da. Ama adı “geçici”. Uç bir örnek vereyim: Böyle esnek, önü sonu belirsiz bir yönetmeliğe dayanarak bütün Suriye halkı Türkiye’ye yerleşebilir. Asıl bu hesapsızlığı, plansızlığı eleştirmek ve gerekçesini sorgulamak hakkımız.
 
Yetki kimde mi? 
Kanun çerçevesinde yayımlanan yönetmeliğe göre sonlandırma ya da sınırlama yetkisi daha önce Bakanlar Kurulu’ndaydı. Bakanlar Kurulu 16 Nisan değişiklikleriyle kaldırıldı ve bir KHK ile bu yetki Cumhurbaşkanı’na devredildi. Yani Cumhurbaşkanı süre, sayı sınırı belirleme, durdurma ya da durdurmama gibi alanlarda “karar” yetkisine sahip. Tek kişi, bütün nüfus-göç politikasını belirleyebiliyor ülkenin. Mis gibi demokrasi, öyle değil mi? 

Diğer bir gösterge... İktidar koalisyonu sürekli “sınır güvenliğimizi sağladık” propagandası yapıyor. Gerçekten mi? Elini kolunu sallayan sınırı geçiyor bugün. Türkiye’nin doğu sınırlarından kaçak geçişlerde rekor artış var mesela. Yine Göç İdaresi’nin verisi: 2010 yılında Türkiye’ye kaçak girenlerin sayısı sadece 32 bin 667’ydi. Bu sayı 2017’de 175 bini, 2018 sonundaysa 265 bini geçmiş. Bir yılda artış 90 binin üstünde. Yine “Suriyeliler” diyeceksiniz, ama değil. Sadece 2018’de, o da saptanabildiği kadarıyla, 150 binAfganistan ve Pakistan vatandaşı kaçak yollarla Türkiye’ye girmiş. İlk sırada 100 bin Afgan var. Demek ki konu “Suriyeliler” değil; konu bu iktidarın yanlış göç politikası, daha doğrusu politikasızlığı. Ama “sınırlarımızı koruyoruz”. 

Ya dışarıdaki sorumlular? Bugün en çok göç veren ülkeler arasında Suriye,  Afganistan ve Irak başa güreşiyor. Ortak yönleri dikkatinizi çekti mi? 2002’de Afganistan’ı, ardından 2003’te Irak’ı işgal edenler, son olarak cihatçı çeteler eliyle Suriye’ye iç savaş ihraç edenler kimlerdi? Bugün bu ülkelerin insanları savaştan, çatışmadan, kötü yaşam şartlarından kaçmak için yarışıyor. Ya bunu yaratanlar? Kimisi ABD gibi sınıra duvar örme derdinde, kimisi Türkiye’ye para verip sığınmacıların kendilerine yönelmesini durdurma telaşında. 

İşe de yarıyor. Pek “özgürlükçü” AB’nin Türkiye ile yaptığı anlaşmalar sonucunda Avrupa’ya geçişlerde ciddi azalma var. Avrupa Sınır ve Sahil Güvenlik Ajansı’na göre, 2015 ve 2016’da Avrupa ülkelerine toplam kaçak giriş sayısı 2.3 milyonmuş. Bu sayı 2017’de 204 bine düşmüş mesela. Uluslararası koruma talep edenlerin sayısıysa 2016’da 1.3 milyon iken; 2017’de yüzde 44 oranında gerilemeyle 728 bine inmiş. Akdeniz üzerinden kaçak geçiş sayıları da 2018’de 134 bine gerilemiş. 2016’nın yarısından da az. Türkiye kaynaklı geçişlerde özellikle azalma var; nedeni AB ile yapılan anlaşma.
 
Bizde artıyor, Avrupa’da düşüyor. Müthiş başarı! Göçe yol açan savaşları, eşitsizlikleri konuşmadan; sorumlusu ülkeleri de göreve çağırmadan ülkemizi sığınmacı üssü yapmanın, Batı ile ilişkilerde bu eşitsiz iş bölümünü sorgulamadan kabul etmenin sonucu bu. 

İktidar, AB ile anlaşma gereği ülkemizin batı sınırlarından gidişleri durduruyor. AB sınırını koruyor. Ama güney ve özellikle son iki yılda doğu sınırımızdan gelişleri engelleyemiyor. Bir dönem Batı’ya geçiş için transit ülke olan Türkiye, Batı’ya göç zorlaştıkça ana yerleşim üssüne dönüşüyor. 
Planlama, entegrasyon stratejisi mi? 
Güldürmeyin. 
Bu sorunlara karşı, “Müslümanlık,kardeşlik ile çözeriz” dışında bir cümleleri yok. Asıl bunları konuşmalıyız.

Deniz Yıldırım / CUMHURİYET