12 Ocak 2019 Cumartesi

Taner Timur: ‘Cumhuriyetimizi devrimciler kurdu’ - Enver Aysever

Tarihçi Timur: Tarihi gelişme içinde sol, tarihi ilerleten güçler demektir. Kemalizm soldur!
Ekranlarda sıkça tarih tartışmasına tanık oluyoruz, kitapçılarda hep en önde bu tür kitaplar. İnsan umutlanmak istiyor ama öyle değil yazık ki! Tarihin çarpıtılıp, iktidarın isteğine göre yeniden yazıldığı süreçte ölçü koymak zorunluydu. Taner Timur her yönüyle bilge, tam da bugünlerde gereksinim duyduğumuz türden bir düşünür.Birlikte üç saat geçirdik, farklı disiplinlerden, düşünürlerden söz açtı hoca. Güncel tartışmaların köküne doğru inerken, geleceğe, yeni sorunlara da erken yanıtlar vermeye çabaladı. Tam bir düşünür sorumluluğuyla, sözün gücünü, ağırlığını bilerek konuştu Taner Timur. Biliyorum tadı damağınızda kalacak hocayla söyleşimizin.
________________________________________________________________________
-Liberallerin savladığı gibi Cumhuriyet yanlış mı kuruldu?
Cumhuriyet yanlış kurulmadı tabii; çağının da ilerisinde devrimciler tarafından kuruldu. Meşrutiyet yıllarında bile ülkede cumhuriyetçi bir akım oluşmamıştı. Bu Osmanlı aydınlarının bir ayıbıdır. Cumhuriyetin ilanından sonra Hüseyin Cahit Yalçın’ın bir sözünü hatırlıyorum, mealen şöyle: “Bu ülkede gerçekleştirilmiş olan şeyler, daha on yıl öncesine kadar kimsenin aklının ucundan bile geçmezdi.”
Kurtuluş Savaşı’nın bittiği günlerde, Mustafa Kemal Paşa’nın karşılaştığı manzara, kendi ifadesiyle, şöyleydi: “Memleket baştan sonuna kadar virâneliktir. Her yerde baykuşlar ötüyor. Milletin yolu yok, serveti yok, hiçbir şeyi yok. Bütün millet acınacak bir yoksulluk içindedir.” İşte Kurtuluş savaşçılarının Osmanlı’dan devraldıkları miras buydu. Üstelik Cumhuriyetin kuruluşundan kısa süre sonra, 1929’da bir dünya buhranı çıkmış; ülke daha da büyük zorluklarla karşılaşmıştı. Bütün bunlar Cumhuriyetin ne zor koşullar içerisinde kurulduğunu gösteriyor.
_________________________________________________________________________
Sürecin rüzgârı
-İslamcı iktidara Cumhuriyet nasıl teslim oldu?
Yani bugünlere nasıl geldik? Uzun bir süreç sonunda! Bunun aşamalarını bazı kitaplarımda açıklamaya çalışmıştım. Her şeye rağmen, bugün, 1920’lerden çok daha farklı bir Türkiye tablosu ile karşı karşıyayız. Peki, bu son döneme nasıl girdik? AKP dönemine yakın tarihte yaşanan en büyük kriz ortamında girdik. 2001 kriziyle geleneksel parti sistemimiz çöktü; yeni kurulmuş, sistem dışı bir parti tek başına iktidar oldu. Krizin yükü IMF reçetesiyle halkın sırtına yüklenmiş, istikrar sağlanmıştı. Bu bakımdan yeni iktidarın işi nispeten kolaydı. Üstelik ileri kapitalist ülkelerde faizler düşüktü, kalkınmakta olan ülkelere sermaye akıyordu. 2008 krizi, akımı tersine çevirmedi; aksine -bir yıl dışında- hızlandırdı. Bundan en çok yararlanan ve en çok borçlanan ülkelerden biri de Türkiye oldu. Defalarca değiştirdiği İhale ve Yap-İşlet-Devret kanunlarıyla, partizan teşvik ve kredilerle, özelleştirmelerle sınıfsal temelini güçlendirdi. Geniş bir esnaf tabanı üzerinde serpilen KOBİ’lere, kendi yarattığı yeni bir “inşaatçı” orduya ve “havuz medyası”na dayanarak asıl programını uygulamaya koyuldu. AKP zamanında yükselen yeni burjuvazi ile İran’da Ahmedinejad döneminde palazlanan “Pasdaran-ı Inkılab” arasında benzerlikler vardır.
___________________________________________________________________________
AKP parantezi kapanacak
Aslında ilk aşamada AKP’nin en büyük yardımcısı parlamento dışında kalan ANAP kadroları olmuştu. İlk AKP Hükümetine bakınız, bakanların neredeyse yarısı eski ANAP’lı. Doğrusu, iktidar bu safhada çok ihtiyatlıydı. “Gömlek değiştirdik” diyor; Yaşar Kemal’e, Çetin Altan’a ödüller veriyor, liberal basını arkasına alıyordu. Gülenciler dahil, tüm İslamcı cephe zaten arkasındaydı. Laik cephe ile hesaplaşma ve direniş de bu koşullarda başladı. Artık AKP ve yandaşları gözünde, Kemalizm, “vesayet ve faşizm”; laiklik de “laikçilik ve dinsizlik” anlamına geliyordu. Türban kavgası, “eğitim reformu” ve anayasa değişikliği bu koşullarda “başarı”ya ulaştı.
Bu gidişe direniş de aynı günlerde başladı. Cumhuriyet mitingleri, hukuk savaşı, Gezi hareketi direnişin en önemli halkaları oldular. Bir demokraside hükümetin istifasına yol açacak olaylar, Türkiye’de orantısız bir şiddetle bastırıldı; Gezi dosyası sekiz ölü ile kapandı. Ne var ki AKP’nin bu politikası giderek kendisini de böldü. Önce liberaller ayrıldılar; bu arada “Kürt açılımı”nı yürüten “akil adamlar”ın yerini MHP’li ülkücüler aldı ve Gülenciler de en büyük düşman haline geldiler. Sonunda AKP kurucuları bile partilerinden koptular. Varılan noktada ortaya ilginç bir “Başkan ve adamları” tablosu çıktı ve 2023’te “yüz yıllık” kapatma hedefi ilan edilmeye başladı. Benim tahminim ise daha çok AKP parantezinin kapanacağı yönünde.
________________________________________________________________________ 
‘İlericiler Kemalistlerdi’
-Kemalizm diye bir ideoloji var mı?
“Kemalizm” sözcüğü ilk kez Kurtuluş Savaşı sırasında Batılı gazeteciler tarafından kullanılmış, Atatürk de buna “hareketi donduracağı” kaygısıyla, ihtiyatla yaklaşmıştı. Yine de sözcük bir siyasal hareketi simgeleyen kavram olarak yerleşti. Kurtuluş Savaşımız ulusal hedefli bir hareketti. Devrimci burjuvazinin olmadığı ve onun misyonunu orta sınıf kökenli aydınların yüklendiği koşullarda yapılmıştı.
Eski düzeni yıkıyor, yeni ve çağdaş bir düzen kurmaya çalışıyordu. Bu anlamda devrimci, birleştirici ve solcu bir hareketti. Bugün çok kimse sol deyince sadece sosyalizmi anlıyor; oysa tarihi gelişme içinde sol demek, tarihi ilerleten güçler demektir. Zaten kavram da Fransız Devrimi sırasında, devrimci burjuvaziyi nitelemek için ortaya çıkmıştı. Türkiye’de ise 1920’lerde tarihi ilerletmeye çalışan güçler Kemalistlerdi. Halife-Sultan’ın başını çektiği gerici cephe de, onları yok etmeye çalışıyor; haklarında idam fetvaları çıkarıyordu.
_________________________________________________________________________
-İttihat ve Terakki melek mi şeytan mı?
İttihat ve Terakki’yi daha geniş bir taban içerisinde, “Jön Türk” hareketi içinde değerlendirmeliyiz. Bu harekette Abdülhamit despotizmine karşı çıkmış her türlü eğilim mevcuttu: Liberaller, devletçiler, milliyetçiler, hatta İslamcılar. Müstebit Sultan’a baş kaldıranlar arasında Mehmet Akif, Mizancı Murat, Musa Kazım Efendi vb. gibi İslamcı şair ve âlimler de vardı.
Aslında Meşrutiyet’in ilk yılları yakın tarihimizin en canlı fikir tartışmalarına tanık oldu; ama ne var ki ülke demokratik gelenekten ve özgür tartışma ortamından yoksundu.

________________________________________________________________________
‘İttihatçıların cürümü’
Bu çekişmeler tarihimize “İttihatçı-İtilafçı kavgaları” adı altında geçmiştir. Sonunda da bu ilk “çok partili hayat” denememiz gazetecilerin sokaklarda kurşunlanması, “sopalı seçimler”, “Babıali baskını” ve ülkenin gizli anlaşmalarla savaşa sokulması ile bitti. İttihatçı hareket idealist ve devrimci kişiler öncülüğünde başlamıştı; fakat “Üçlü Komite”nin (Enver, Cemal ve Talat paşalar) tahakkümü altında, felaketle sona erdi. Tarihte siyasal hareketler nasıl başladıklarına göre değil, nasıl bittiklerine göre değerlendirilir. Atatürk de İttihatçıları buna göre değerlendirmiş ve “O İttihatçılar ki milletin zararına birkaç sene süren kötü idareleriyle ve memleketi içinden güçlükle sıyrılmaya çalıştığı bir uçuruma düşürmek cürümüyle bütün dünyada kıskanılmayacak bir şöhrete sahiptirler” demişti.
_________________________________________________________________________
- “İstanbul hiç işgal edilmedi” mi? “Mustafa Kemal İngiliz işbirlikçisi” miydi?
“İstanbul hiç işgal edilmedi” diyenler varsa, bunların önce Mondros Mütarekesi’ni dikkatle incelemeleri gerekiyor. O günleri anlatırken Mustafa Kemal Paşa, “Herkes ancak pek zorunlu ihtiyaçları için evlerinden çıkabiliyor, sokaklarda akla hayale gelmeyen hakaretlere uğramamak için caddelerin duvar diplerinden eğilerek ve korkarak yürüyebiliyordu” diyordu. Mustafa Kemal’in “İngiliz işbirlikçiliği”ne gelince, ortada “İngiliz Muhipleri Cemiyeti” üyesi Vahdettin ve kulları dururken bunu söylemek sadece gülünçtür.
__________________________________________________________________________

Üniversitelerin özgürlük sorunu
Ne yazık ki üniversiteler çok partili dönemde sık sık bilim özgürlüğüne çok ters baskılara ve haksızlıklara uğradılar. 1948 Dil Tarih baskını; 27 Mayıs ve 147’ler olayı; 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin yaptığı tasfiyeler ve YÖK’ün bir kontrol unsuru olarak kurulması.. Saymakla bitmez. AKP iktidarı ise, “üniversite” kavramıyla alay eder gibi, tüm üniversiteleri YÖK’e, YÖK’ü de AKP başkanına bağladı. Bakınız Cumhurbaşkanı Erdoğan 10 Mayıs 2016’da İmam Hatiplilere hitap ederken neler söylemişti: “Açık konuşuyorum; Osmanlının son dönemlerinde ülkenin en önemli ilim ve irfan kaynakları olan medreselerin yozlaşması büyük sıkıntıya yol açmıştır (...) İmam Hatipler, İlahiyat fakülteleri elbette çok önemli hizmetleri ifa ediyorlar, ama eğitim gücü ve derinliği bakımından bu kurumların medrese geleneğinin binlerce yıllık birikimine henüz yetişemediği de ortadadır”. Şimdi siz istediğiniz kadar “üniversite” açın, bu anlayışla bir yere varamazsınız.
Aslında Osmanlı medreseleri hakkında yazılmış bütün kitaplar, onların daha 16. yüzyılda yozlaştıklarını yazarlar. Bütün bunlardan sonra tekrar medrese övgüsüne dönmek inanılır gibi görünmüyor, ama maalesef gerçek.. Zaten bir bildiri imzaladılar diye yüzlerce öğretim üyesi de bu anlayışla üniversiteden atıldılar ve haklarında dava açıldı.
___________________________________________________________________________
Devir hep aynı
Oysa “aydın” sözcüğü lügatlere tam 121 yıl önce yine bir bildiri sayesinde girmişti. Ordudan ihraç edilen Yüzbaşı Dreyfus’un uğradığı haksızlığa isyan eden Emile Zola, Cumhurbaşkanına hitaben yazdığı “Suçluyorum!” başlıklı mektupta “Görevim konuşmak; suç ortağı olmak istemiyorum” diyor ve iktidara meydan okuyarak “savcılarını gönder” diyordu. İktidar savcılarını yollamadı; buna karşılık yüzlerce bilim ve sanat adamı bir bildiri ile Zola’yı desteklediler ve “entelektüel” kavramı da sözlüklere böyle geçti. Bu olaydan 121 yıl sonra Türkiye’de bilim adamlarının uğradığı muamele karşısında gerçekten insanın içi sızlıyor.
_________________________________________________________________
Tartışmalı Sultan Abdülhamit 
Abdülhamit, koyu istibdadıyla sonunda herkesi kendisine karşı birleştirmiş bir sultandır. O kadar ki Saray’ındaki mabeyn kâtipleri (Tahsin Paşa ve İsmail M. Mayakon) bile hakkında ağır suçlamalarla dolu kitaplar yazdılar. Osmanlı tarihinde ilk kez onun zamanında bir “Damat”, çocuklarını –yani “şehzade”leri- de alıp yurtdışına kaçtı. Yine onun zamanında basın tamamen susturuldu; “jurnalcilik” herkesin ikinci mesleği haline geldi; tarih dersleri programlardan çıkarıldı. O dönemde eğitimde büyük ilerlemeler kaydedildiği ise dönemle ilgili istatistiki bilgiler ışığında, büyük bir yalandır. Asıl ilerlemeyi daha önce kurulmuş Harbiye, Tıbbiye ve Mülkiye gibi yüksekokullar sağladılar.
Yine de herkesi susturmak için güçlü kaynaklar lazımdı; bunu da, Sultan, “Hazineyi Hassa”sı ile sağlıyordu. Vezir payesi verdiği Agop Paşa da bu bütçeyi kısa sürede balon gibi şişirdi. Abdülhamit’in devlet anlayışı “ulus-devlet” değil, “mülk-devlet” idi ve Sultan orduyu “Alman Islahat Heyeti”ne emanet etmişti. Sonunda kendisini iktidardan kovacak subayları da bu “Prusyalı çekirdek” yetiştirdi. Dış politika esas olarak Rusya-İngiltere dengesine dayanıyordu. Zamanında sadrazamlık mevkiini en çok İngilizci Sait ve Kamil paşalar işgal etmiştir. 33 sene iktidarda kalması, kendi maharetinden çok, 1878 Berlin Antlaşması’nı izleyen uluslararası konjonktür sayesinde oldu. 1908’de, Reval’de Rusya ile İngiltere’nin anlaştığına dair haberler yayılıp, birtakım subaylar dağa çıkınca o da dehşet içinde kaldı ve iktidarı terk etti.

Enver Aysever / CUMHURİYET

Doğan Kuban; ‘Kültür bakkaldan mal almaya benzemez’ - Enver Aysever

Mimarlık Tarihçisi, düşünür Doğan Kuban’la Türkiye ve Dünya üzerine...


İstanbul’a Doğan Kuban’la aynı pencereden bakmak benzersiz bir lezzetti. Yeni tamamladığım “Doğan Kuban Kitabı”ndan tahmin ettiğim gibi bir evde ağırladı bizi Kuban ailesi. Kitaplarla dostluğunu, sırdaşlığını yaşam biçimi haline getirmiş bilge bekliyordu bizi. Geleceğe dair yeni sorular üreten zihni, zaman zaman beni ve söyleşiye katılan herkesi sınava çekiyordu.
“Ben Atatürk demekten pek hoşlanmam, Gazi Mustafa Kemal demeyi tercih ediyorum” dedi Cumhuriyetin kurucusundan söz ederken. Çağın mucizesi, büyük deha olduğunu düşünüyordu Mustafa Kemal’in. İslam coğrafyasında başka örneği olmayan Cumhuriyetimizin bugün içinde bulunduğu açmaza kızgındı. Başkanlık sistemine dair sert eleştirilerde bulundu Kuban.
__________________________________________________________________________
Osmanlı’dan Cumhuriyetin üzerine kalan sorunlar nelerdi? Hangilerini çözmeyi başardı, hangilerinde başarısız oldu genç Cumhuriyet?
İmparatorluktan cumhuriyete geçtiğimiz zaman umutsuz bir boşluğu dolduramazdık. 700 yıllık bir devletten Cumhuriyet sistemine geçmek zor bir süreçti. Cumhuriyetin başarısı, Cumhuriyetin kendisidir. Savaştan çıkmış, hiçbir örgütü olmayan 10 milyon nüfuslu laik Cumhuriyet. Bugün bile İslam ülkelerinde laik bir cumhuriyet yok. Cumhuriyetin başarısı kurulma kararından başlar ve Atatürk’ün 15 yıllık hayatını da iyi düşünürseniz her şeyin bir başlangıcı vardır. Özellikle iki şeyin ağırlıklı olduğunu sanıyorum. İkisi de kültür sorunudur. (Türk ulusu kavramı, Türk dili kavramı)
__________________________________________________________________________
Eğer bugün azınlıklar göç etmiş olmasaydı ki bunların gönüllü olarak ülkemizden ayrılmadıklarını biliyoruz, nasıl bir uygarlık yaratılmış olurdu? Ermeni, Rum, Yahudi kardeşlerimizin gidişiyle neyi yitirdik?
Evvela sayısal olarak şunu düşünmek gerekir ki, bugün sözünü ettiğiniz Türk devleti 80 milyon nüfusludur. Bu, Cumhuriyetin başında 10 milyondu. Kesin sayısal bir değer vermek kolay değil. Kentler, köylü ile dolmadan 1970’ten önce, inşaat alanında Türk olmayanlar kanımca daha fazla idi. İmparatorluk bütün yaşamında üretim açısından Hıristiyan azınlığa dayanmıştır. Şimdi hem teknoloji hem toplumsal yaşam o kadar hızla değişiyor ki, bugün bu oran çok değişmiştir. Yüzyılı düşünerek 21. yüzyılda ne oranda olduğunu bilmiyoruz.
___________________________________________________________________________
Kentli olmak birikimdir
Siz zaman zaman muhafazakârlık tartışmalarıyla ilgili değerlendirme yapıyorsunuz. Şehirlerimizi, tarihimizi hem tanımadığımızı hem de muhafaza edemediğimizi söylüyorsunuz. Acaba kentli olmayı neden başaramadık? Korunması gereken neydi, neyi yitirdik?
Bir kültürün birikmesi bakkaldan mal almaya benzemez. Milyonluk toplumların arasına girdiğimiz zaman acaba ne söylemeliydik ne söylememeliydik gibi sorular geçersizdir. Dolayısıyla sorular, içinde bulunulan koşulların idare edilenler tarafından yönlendirmesiyle çözülmeye çalışılır. Oysa bizim 2. Dünya Savaşı’ndan geçerek, Menderes rejimine girmemiz zaten idare edenlerin kafasında modern olarak yeşermeye başlamıştı. Kentli olmak, her kente gelenin kentli olması anlamına gelmez. Kentli olmak, çağdaş uygarlığın ulaştığı kriterleri, bütünüyle olmasa bile biraz anlamış olmak demektir. Buna sokakta yürümek de dahildir, tarih bilmek de dahildir. Korunması gereken bu birikimdir. Maddi kalıntılardan da tek kalan konut alanıydı onu da kolayca ortadan kaldırdık. Çünkü toplumsal koşulların içinde neredeyse ortaçağdan beri devam eden sahip çıkma ve koruma konsepti parasal nedenle köylünün kültüründe yoktu.
__________________________________________________________________________
Bilimsel üretim konusunda sıkıntılar yaşadık her dönem. Bilimsel düşüncenin oluşmaması, doğru dürüst bağımsız üniversitelerimizin olmayışını neye bağlıyorsunuz?
Dünyada eğitim tarihine baktığınız zaman, matematiğin, bilimsel buluşların yavaş yavaş yoğunlaşarak ve öğretimin uygun örgütlenmesiyle, özellikle 17. yüzyıldan sonra gelişmesini görürsünüz. Biz ise 19. yüzyılın sonunda tek bir üniversiteyi çalıştıramıyorduk. Çünkü eğitim ve öğretim de başından sonuna kadar bir bütündür. Üniversite öğretimi tek başına bir öğretim değildir. Üniversite var olan bilgi yığının üstüne oturan kavrayıcı düşünceler üretir. Sonuçta örgüt yaptığı işle tarif edilebilir. Bugün bizim üniversitelerin hali buna örnektir.
___________________________________________________________________________
Düşünceye arkadaş olmak
Keskin ideolojik tariflerden hoşlanmadığınızı biliyorum. Örgütlü hareket etmeye yatkın bir yapınız da yok. Kendinizi siyasal olarak nasıl tarif edersiniz? Aydın olarak nerede konumlanırsınız?
Aydın olarak kendimi bağımsız hissediyorum. Fakat dünya düşünce tarihinde kendime yakın bulduğum pek çok insan var. Bunların da şakirdi olmak zorunda değilsiniz. Benim ne ideolojilere ne de insanlara bağlılığım söz konusudur. Fakat inandığım düşünceyle arkadaş olurum.
____________________________________________________________________________
Kentler insanların düşünce ve ruhsal dünyasının göstergesiyse eğer, insanımızın düzeyini nasıl yorumlarsınız? Gericilik, çirkinlik, bayağılık içinde kıvranan kentlerimizi kurtarma olanağı var mı? İyi bir yerel yöneticide hangi vasıflar olmalı? Yerinden yönetim hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bana kalırsa kentler tek bir insanın değil, toplumsal birikimin kültürü düzeyinde şekillenir. İnsanımızın düzeyi köylülükten çıkmaya uğraşan ve buna model olarak ne alacağını bilmeyen, azgelişmiş bir toplumdur. Burada azgelişmişlik Avrupa’da gördüğümüz felsefe, edebiyat, bilim ve sanat konularında bütünleşen tümel bilgi birikiminin olamamasıdır. Yerel yöneticilerle onların idare ettiği toplum arasında bir fark yoktur. Haberleşmenin bu kadar ilerlediği ve dünyanın her köşesinde insanların evrensel tüketimden etkilendiği bir ortamda bizim halk kadar dünyadan habersiz bir halkın kendine çekidüzen vermesi biraz zor. Aydınların özel bir çabası gerek.
____________________________________________________________________________
‘Kâhin değilim ama...’
Bunca kutuplaşmış, neredeyse ayrı ülkenin yurttaşı gibi birbirine uzak insanlardan oluşan bir toplumun ortak geleceği olabileceğine inanıyor musunuz?
Bunun etkili olması için politik tartışma yerine ciddi bir akıl alışverişi gerek. Valla ben kâhin değilim. Dünyada toplumların başından o kadar çok şey geçiyor ki. Bunun sonucunun iyi veya kötü olacağını belirtmek benim bilgim içinde pek şekillenmiyor. Bakacak olursanız bu olanaklıdır. Fakat bu olanağın gerçekleşmesi için Türk öğretiminin dünya standartlarında vazife görmesi gerek. Türkiye’de yerinden yönetim kargaşalıktır. Politik tartışmalarımızı sulanarak dinleyenler var.
___________________________________________________________________
Dinin geleceği
2023 Cumhuriyetin yüzüncü yılı. Sizce nasıl geçti bir asır? Önümüzdeki sürede bu gericilik iktidarda kalmaya devam eder mi? Eğer öyleyse Cumhuriyetten söz edilebilir mi?
Şu anda bütün dünyanın halkları biraz karışık. Çünkü kapitalizmin endüstriyel gelişimle birlikte olması etrafında kafayı karıştıran bir ortaklaşma var. Dünyada gericilik dediğimiz şey, ortaçağ koşulları içinde ortaya çıktılar ve bugüne kadar devam ettiler. Bence çağdaş yaşamla din arasında bir zorluk yok. Bu zorluğu menfaatlarına sarılmış din adamları ve politikacılar çıkarıyor. Din ya gelişen teknoloji ile anlaşacak ya yeni bir kozmos tanımını yapacaklar ya da haçlı savaşları olacak!
____________________________________________________________________
Kötünün şansı iyiden azdır
Kendi serüveninize bakarsanız, neler söylersiniz? Bu ülkede büyük iz bırakan biri olarak bunca birikimin ardından topluma söyleyecekleriniz nelerdir?
Biz çağdaş dünyanın sunduğu bütün düşüncelerin ümitlenmeye başladığı bir devirde yaşadık. Ben kendi yaşamıma baktığım zaman çok fazla rahatsız olmadan 1970’lere kadar geldiğimizi sanıyorum. Bu durumun yolunu yitirmesi Batılı kapitalist sistemin dünyayı kontrol altına almak arzusundan doğar. Fakat cahil bir topluma kapitalizm nasıl anlatılabilir, onu dile getirmeyi henüz beceremedim. Ve dünya tarihine bakarsanız kötünün şansı iyiden azdır. Türkiye’nin de er geç çağdaş düşüncenin düzeyine geleceğine inanıyorum.


Enver Aysever / CUMHURİYET

11 Ocak 2019 Cuma

Krugman Türkiye’nin Krizine Nasıl Bakıyor? - KORKUT BORATAV

Paul Krugman, 11 Ağustos 2018’de New York Times’taki köşesinde Türkiye’nin ekonomik krizi üzerinde bir yazı yayımlamıştı.

Krizin ilk belirtilerinden hareket ederek ilginç gözlemler yapıyor; iktisat politikası seçeneklerine de değiniyordu. 


Krugman’ın Nobel ödüllü neo-klasik  bir iktisatçı olduğunu hatırlatayım. ABD ve AB ülkelerinde iktisat politikaları söz konusu olduğunda, neo-liberal reçeteleri eleştiren “ılımlı sol” çizgide yer alır. 

Örneğin, Avro Bölgesi krizinde Yunanistan’a uygulanan baskılara karşı çıkmıştır. ABD siyaseti söz konusu olduğunda Obama yanlısı, Trump karşıtıdır. Öte yandan, uluslararası ekonomi söz konusu olduğunda serbest ticaretçi / “açılmacı”  ilkeleri sahiplenir.

Türkiye yazısı, “Partying Like It’s 1998” başlığını taşıyor. Yazıyı okumadan başlığı çevirmek mümkün değil. İçeriğe baktıktan sonra yazarın meramını Türkçe olarak “1998 şenliğini arayanlar…” diye ifade edebiliyorum. AKP’nin 2003-2007’yi kapsayan “bol kepçe dış kaynak yılları” için Lale Devri yakıştırmasını yapmıştım.  Görüleceği gibi, o da, 2018 krizi öncesindeki Türkiye’yi, yirmi yıl önceki Doğu Asya krizinin arifesi ile karşılaştırıyor ve benim “Lale Devri” tespitini  “şenlik” sözcüğü ile ifade ediyor. 

Yazının önemli bölümlerini aşağıda çeviriyorum.
Krugman’a göre Türkiye’nin 2018 krizi 
“Yirmi yıl önceki Asya finansal krizini kavramaya epey zaman vermiştik. Türkiye’nin benzer bir krize girip gimeyeceğini merak ediyorduk. Başladığı anlaşılıyor.”

“Senaryo şudur: Yabancı alacaklıların (her nedense) gözdesi olan bir ülke, yıllar boyunca yüksek düzeyli yabancı sermaye girişlerine muhatap olur. Ulusal parayla değil, yabancı parayla borçlanılması kritiktir.  ABD ise, yüksek fon girişlerine rağmen dolarla borçlandığı için bu tür kırılganlık taşımaz.” 
“Şenlik, bir noktada son bulur. Yabancı borçlanmanın ‘ani duruşu’ farklı nedenlerden olabilir:   İktisat politikalarını damadınıza emanet etmek; ABD faizlerinin yükselmesi veya  yatırımcıların size benzettiği başka bir ülkedeki kriz gibi…” 
“Dış borç, ekonominizi ölümcül bir girdaba mahkum eder: Güven kaybı paranızın değerini düşürür; dövizli borçların ödenmesi daha da güçleşir; reel ekonomi zarar görür; güven daha da zedelenir ve böylece gider…” 
“Sonuçta  dış borcun GSYH’ya oranı fırlar gider: Endonezya 1990’lı yılların finansal krizine millî gelirin yüzde 60 oranının altında dış borçla girdi. Ulusal para çöktü; 1998’de aynı oran yüzde 170’e çıkmıştı.”  
Krugman’a göre krize karşı seçenekler
“Böyle bir kriz nasıl son bulur?  Etkili bir politika yoksa, paranın değer yitirmesi, yerli parayla ölçülen borcu öylesine şişirir ki, iflas edebilen herkes batar. O noktada paranın değer kaybı ihracatta sıçramaya yol açar; ekonomi yüksek dış ticaret fazlaları sayesinde canlanmaya başlar.”
“Bu felaket senaryosundan kestirme çıkış var mı?  Var, ama biraz alengirlidir: Panikli sermaye kaçışlarını önleyin; sermaye hareketlerine geçici sınırlamalar getirin; bazı döviz borçlarını reddedin. Dış borç oranındaki tırmanma böylece önlenir. Bu arada, kriz sonrası için sağlıklı bir maliye düzeni de oluşturun. İşler yolunda giderse güven geri gelir; zaman içinde sermaye denetimlerini de kaldırabilirsiniz.” 
“Malezya bunu 1998’de yaptı. On yıl sonra İzlanda daha da iyisini yaptı: Özel bankaların dış borçlarını üstlenmeyi reddetti ve sermaye hareketlerini denetledi. Arjantin de 2002 sonrasında aykırı politikalarla iyi sonuç aldı ve dış borcunun 2/3’ünü fiilen sildi. Ama Kirchner fazla ileri gitti; geleneksel politikalara  dönmeyi beceremedi; yeniden krize kapıyı araladı.”
“Görülüyor ki bu tür krizle baş etmek güçtür. Hükümet hem esnek, hem sorumlu olmalıdır. Ayrıca, hem özel önlemleri gerektiren teknik ehliyete; hem de uygulamalarda büyük boyutlu yolsuzluğu önleyebilecek dürüstlüğe sahip olmalıdır. Ne yazık ki bu özellikler Erdoğan’ın Türkiye’sini çağrıştırmıyor. Trump’ın Amerika’sını da çağrıştırmıyor; ama biz, dolarla (kendi paramızla) borçlandığımız için şanslıyız.” 
Doğrular, eksikler…

Krugman’ın yazısını, özellikle krize karşı önerdiği politikalar açısından ilginç buluyorum. Yazısında doğrular ağır basmaktadır. 2018 Türkiye krizini önceki finansal krizlerle karşılaştıran kısa bir gazete  yazısı elbette kapsayıcı olamaz; eksiklerden ötürü eleştiri haksızlıktır. 

Son otuz yılda sermaye akımlarında “ani durma” olgusunun çevre ekonomilerinde finansal krizlere yol açtığı tespiti doğrudur. 1998 Asya ve 2018 Türkiye krizi arasında   belirlediği temel benzerlik de geçerlidir. 

Krugman, özel bir kırılganlık etkeni olarak yabancı para ile (dolarla) borçlanmaya değiniyor. Türkiye gibi ülkelerin yabancı bankalardan ulusal paraları (TL) ile borçlanmaları zaten söz konusu değildir. Sorun, dövizli kredileri aşar; daha geneldir.  Yerli (TL’li) “kâğıtlara” para bağlayan sıcak-serin yabancı fonların;  içeri-dışarı  her türlü sermaye akımının sınırsız serbestleşmesinden kaynaklanır. 
Nitekim, 1998 krizi 2002’ye kadar uzayarak (Türkiye dahil) tüm “Güney” coğrafyasını sarsarken iki büyük Asya ülkesini (Çin ve Hindistan’ı) etkilememişti. Zira her ikisinde de sermaye hareketleri denetlenmekte idi. 

2018’de ise genel bir kriz ortamı gündemde değilken, Türkiye finans sermayesi açısından çekiciliğini niçin yitirmiştir? Bu soru, serbest sermaye hareketleri rejimi içinde dahi farklı kırılganlık derecelerinin söz konusu olduğunu gösteriyor. 
1998-2002 yıllarında benzer bir kriz dalgasından geçmiş olan Asya ve Türkiye ekonomileri, sonraki yıllarda çok farklı güzergâhlar izledi. Bu soruya ışık tutan birkaç istatistiğe ileride dikkat çekmek istiyorum. 

Krugman, finansal bir krizin başıboş seyrinin olası sonuçlarına göz atıyor. Öngördüğü senaryo beş ay sonrası Türkiye’sinde gerçekleşmekte midir? Haftaya göz atmak yararlı olacaktır.

Krizlerin  yönetiminde neo-liberal reçetelere “aykırı” yöntemler başarılı olabilir mi? Krugman, Malezya, Arjantin ve 2008 İzlanda örnekleri ile “evet” yanıtını veriyor. 
Nobel’li iktisatçının neo-klasik perspektifi, Arjantin’e biraz haksızlık yapmasına yol açıyor. Kirchner rejiminin “aykırı” yöntemlerle krizle mücadelesini onaylıyor; kriz sonrasında “geleneksel politikalara” dönülmemesini ise eleştiriyor. Değinmediği bir olgu var: 2015 sonunda finans kapitalin gözdesi olarak iktidara gelen fanatik neo-liberal Macri ise “geleneksel politikalara” döndü ve iki yıl içinde Arjantin’i Türkiye’yle eş-zamanlı bir krize sürükledi. 
   
Yine de Krugman’ın Türkiye krizine değinirken “aykırı” seçenekleri ortaya atması, “gelenekselci” bazı iktisatçılarımıza örnek olabilir. 

Korkut  Boratav / SOL

Kültür ve sanatın saati durmaz - ÖZDEMİR İNCE

Beştepe’de düzenlenen Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri töreninde konuşan hem AKP Genel Başkanı, hem Cumhurbaşkanı Erdoğanyetkili olmadığı alanlarda bir estet, bir sanat tarihi uzmanı, bir poetikacı gibi konuşuyor. Tehlikeli bir çaba! Örneğin, son 100 yıl içinde “Müzik zevkimizde çok ciddi değişimler  yaşanmıştır” diyor. Elbette yaşanacak, olmaması sorunlu. İki kez başkan Erdoğan’ın sanat ve kültüre dair görüşlerini iki öbekle değerlendireceğim:

***

1-“Türkiye’nin son bir asrı siyasi ve sosyal alanlar yanında, kültür-sanat  bakımından da çok büyük kırılmaların yaşandığı bir dönemi ifade etmektedir.  Mesela bu süreçte dilimiz öylesine büyük değişime uğramıştır ki dedeler  torunlarıyla sağlıklı iletişim kuramaz hale gelmiştir. Aynı şekilde müzik zevkimizde çok ciddi değişimler yaşanmıştır. [...] Medeniyet esasta bir inşa faaliyetidir. Bu faaliyetin temeli de ilim ve hikmettir.”

***

Son yüz yılda sadece Türkçede değil dünyanın uygar dillerinde, yazı ve konuşmada, büyük değişiklikler oldu. Almanlar, İngilizler, Fransızlar yüz yıl önce kullandıkları bazı sözcükleri, sıfatları artık kullanmıyorlar. Yeni ve uydurma sözcükler (néologie) var. 

Uzman olduğum alandan örnek vereyim: Fransız yazarlar artık, yüz yıl önceki gibi bol bol ilgi zamiri (dont, lequel, laquelle, duquel...) kullanmıyorlar. R.T.Erdoğan “Dilimiz öylesine büyük değişime uğramıştır ki dedeler torunlarıyla sağlıklı iletişim kuramaz hale gelmiştir” diyor. Ezeli ve ebedi Cumhuriyet karşıtlarının sarıldığı boş iddia. 1930’larda doğan benim kuşağım babalarıyla da dedeleriyle de gayet güzel anlaştı. Çocuklarıyla, torunlarıyla da dil sorunları yok. Dil Devrimi 1950 ve 60’larda bizim kuşağın Cumhuriyetçi yazarları, şairleri ve gazetecileri sayesinde yerleşti ve yaygınlaştı. Kendi cenahlarının da bu dili kullandığı bir yana kendisinin ve Milli Savunma Bakanı’nın büyük saygı gösterdiği şair ve çevirmen, aynı zamanda İslamcı ve tarikat mensubu Nuri Pakdil dil devriminden ve sadeleşmesinden yana bir yazın adamıdır. “Antoloji” yerine “Güldeste” sözcüğünü kullanır. Cumhuriyet devrimlerinin en başarılısı dil devrimidir. Unutulmasın ki “Bilim ve Hikmet” ancak laik okullarda öğrenilir.

***

2-“Ülkemize baktığımızda gördüğümüz şudur. Türkiye’nin yeni Mehmet Âkiflere, Tanpınarlara, Necip Fazıllara, Nâzım Hikmetlere, Arif Nihat Asyalara, Kemal Tahirlere ihtiyacı var. Aynı şekilde müzikte yeni Dede Efendiler, Itriler, Hacı Arif Beyler, Aşık Veyseller, Muzaffer Sarısözenler yetiştirmeden özgünlüğümüzü koruyamayız. Mimar Sinan gibi kendi alanında asırlarca devam edecek ekoller oluşturacak mimarlar yetiştirmeliyiz.”
***

Erdoğan, yandaşlarının olmayacak duaya âmin demesini istiyor. Gerçek bir şair, yazar ve sanatçı kimsenin kopyası olmak istemez. Sezai Karakoç’a bir sorulsun bakalım: Necip Fazıl olmak ister mi? Sanat ve edebiyat alanında hiçbir şey aynen tekrarlan(a)maz. İnişli çıkışlıdır. Bazı dönemler durgundur, bazıları altın çağdır. Dünya şiiri 1870’lerde kökten değişti. 1900-1950 arasında edebiyatta, resimde, müzikte köklü devrimler oldu. Dağlardan çağlayarak akan sular şimdi ovalarda durgun akıyor. Ama volkanlar da homurdanmakta...
***

Yazıyı Erdoğan’ın kullanmaktan hoşlandığı bir yöntemle bitirmek istiyorum: “Kimse kusura bakmasın”: Kimse bize sanat ve edebiyat konusunda yol göstermesin; başta kâğıt olmak üzere basım, yayım, dağıtım sorunlarını gidermek bir yana kitapta KDV’yi kaldırmamayı ilke haline getirdikleri için kendilerini “yersiz” sayarız.

Özdemir İnce / CUMHURİYET

Sanatçı kuşa benzer...- Adnan Binyazar

Yehudi Menuhin, TV’de onunla yapılan son konuşmasının bir yerinde sözünü şöyle bağladı: “Sanatçı kuşa benzer, ‘Kanatlarım yoruldu, uçamam!’ diyemez.” 
Kanat, iri kuşların dağ doruklarına, göğün yüce katlarına tırmanma aracıdır. Gökyüzünde inip kalkan kanadın altına vuran temiz esinti, bu uçağan yaratığın özgürlüğe açılan yoludur. Dağ kuşları, belki de, kentlerin kir bulaşığı havasından kurtulup dorukların temiz havasına ulaşmak için açıyor o iri kanatlarını... 
Menuhin, o gün yaşlılığın yorgun bedenine sanatın kanatlarını takmış, hem konuşmuş hem çalmıştı.

Sanatçı 
Sanatçı, işine koyulduğunda, özgürlüğe kanat açan bir kuş coşkusunu yaşar. Onu uçuran yalnızca kanadı değil, benliğine sindirdiği yaratma becerisidir. Yaratma birikim ister, hüner ister, özgüven ister, cesaret ister. Heykeltıraş, ince keskilerle yontarak biçim veriyor koca kayalara. Picasso, dünyayı beyninin yaratıcılık alanına sığdırdıktan sonra alır fırçayı eline. “Resim, senin benden istediğin değil, benim sana verdiğimdir” dediğinde bir kul değildir artık o, yaratıcılığın ışık saçan bedenidir. Öyle bir yaratıcı güçten yoksun olsaydı, insanın birbirini vahşi bir hayvan gibi parçaladığı savaşın simgesi ölümsüz “Guernica”yı yaratabilir miydi? 
Guernica ne midir? 
İspanya’da bir kasabadır. Franco, faşist İtalya’nın yeni uçaklarını Guernica üzerinde uçması için izin vermiş, orayı bombalatmıştı. Kasabada büyük bir katliam yaşanmış, o güne değin görülmedik şiddetteki bombalamalar Guernica’yı yerle bir etmişti. 
Bir duvarı kaplayacak denli büyük bu resimdeki atın ağzından fırlayan o çaresiz dilin kıpırdanışı gözümün önünde her canlanışında insanı birbirine kırdıran savaş kasaplarını tarihin lanetli çukuruna gömüyorum!

Olayın özü 
Oyun sanatçıları, sahnede yarattıkları tiplerle, kötülükle iyiliği sahnede canlandırarak her çağda barışın savunuculuğunu yapmıştır. Kim ne dedi üzerinde durmayacağım. Olay yargıya gitmiş, yargı kararını vermiştir. Bize, yapılan itirazın sonucunu beklemek kalıyor. 

Türkiye, tarihinde dar günler yaşamış bir ülkedir. 27 Mayıs öncesinin başbakanı Adnan Menderes’in asılmış olması, o dönemin bakanlarının ölümleri tarihimizin kanayan yarasıdır. Bu gerçeğin ışığında, oyun sanatının o iki ünlü kişisi Metin Akpınar’la Müjdat Gezen’in Cumhurbaşkanına yönelik sözleri bende, Sophokles’in Kral Oidipus oyununun sonundaki; -kral, cumhurbaşkanı ya da sıradan bir insan için de geçerli olabilecek- şu sözünü çağrıştırdı: 
“Bir insanın sonunu görmeden ona mutluluğa ermiş demeyiniz.” 
Bir de, Shakespeare’in Hamlet oyununun ağızsız dilsiz Ophelia’sının şu seslenişini:
“Kim olduğumuzu biliyoruz, ama ne olabileceğimizi bilmiyoruz.” 
Geçen hafta, sanatçı Sumru Yavrucuk, Akpınar’la Gezen’e uygulanan soruşturmaya karşı çıkarak, Cumhurbaşkanı’ndan korkmadığını dile getirdi.

Korku sanatla yenilmiştir. Sanatçı, biri haksızlığa uğramasın, kanadı yorulmayan kuşlar gibi doruklara kanat açar.

Sonuç
Shakespeare’den korku üzerine bir sone! 
/İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için, sevmekten korkuyor.
/Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediği için.
/Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için.
/Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için.
/ Duygularını ifade etmekten korkuyor, reddedilmekten korktuğu için.
/Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğinin kıymetini bilmediği için./Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi bir şey vermediği için. 
/ Ve ölmekten korkuyor, aslında yaşamayı bilmediği için.

Adnan Binyazar / CUMHURİYET

Gelir artışı yok, borca teşvik var - ASLI AYDIN

2019’a bir yandan zamlarla bir yandan da çeşitli indirimlerle başladık. Şunu baştan belirtmek gerekir ki zamlar kalıcı, indirimler ise geçici. Zamların kalıcı olduğunu en başta bugüne dek her yılbaşlarında yaşadıklarımızdan biliyoruz. İndirimlerin geçici olduğu konusunda bir kanıta ihtiyaç yok, lakin ekonomideki tüm veriler bunun yapay olduğunu gösteriyor. Malum bütçe de tüm bu indirimlere bir yere kadar izin verecek. Hiçbir şeyin yoktan var olmayacağı ve kendiliğinden de yok olmayacağı prensibiyle söz konusu bu indirimlerin bugünün popüler sözü ‘normalleşerek’ bizlere zam olarak döneceğini unutmamak gerekiyor.

Tüketim, ülkemizde özellikle 2002’den bu yana sürekli teşvik edilen bir kalem. Nedeni basit; Türkiye’nin üretim potansiyeli ve tasarruf tutma kabiliyeti yok edildikçe, ekonominin sürdürülebilirliği tüketime muhtaç kalıyor.
Grafik, Türkiye’de 2010’dan bu yana mevsim ve takvim etkilerinden arındırılmış tüketim harcamalarını ve GSYH değişimini, yani büyümeyi gösteriyor. Buradan tüketim harcamalarının, büyümenin hızı ve daralması konusunda belirleyici olduğu kolaylıkla görülüyor. 2018’in üçüncü çeyreğinde tüketim harcamalarındaki büyüme yüzde 1,5 ile sınırlı kaldı, tüketimin çoğunu dayanıksız tüketim malları ve hizmetler oluşturdu. Yani tüketiciler bulaşık makinesi, buzdolabı gibi ertelenebilir ürünleri (dayanıklı mallar) ertelemiş, gıda ürünleri gibi ertelenemez ürünleri ancak tüketebilmişlerdir ki onda da dibe iniş gözlenmesi bakımından zorunlu gıdaları ancak tüketebilmişlerdir.
Tüketim artışı, aynı fiyat düzeyinde, ancak gelir artışı yahut borçlanma kanalıyla teşvik edilebilir. Türkiye’de borçlanma kanalı kullanılıyor. Yüzde 20 enflasyon göz önünde bulundurulursa, borçlanmanın yanında tüketim artışı için çeşitli indirimlere, teşviklere ihtiyaç duyuluyor.

‘BORÇLARI TEK ÇATI ALTINDA TOPLAMAK’ NEYİ İFADE EDİYOR?

2018’de 2017’ye göre tüketici kredilerinde yüzde 2,5, kredi kartlarında da yüzde 15’lik bir artış var. 2017’de ise 2016’ya göre kredilerde artış, kredi kartlarında ise görece daha ılımlı bir artış gözleniyor. Yani 2018’de tüketimler gerçekleşirken kredileri azaltmış, kredi kartına yüklenmişler. Nedeni çok açık görülüyor, büyüme verilerinde de izleneceği gibi zorunlu-temel harcamalarda gelir yetersiz kalmış ve kredi kartlarına yüklenilmiş, ertelenebilir harcamalardan kaçınılmış, kredilerde artış çok sınırlı kalmış. 
Dolayısıyla ekonominin can simidi konumundaki tüketimi canlandırabilmek için, gelir artışı da söz konusu değilken, bireylerin borçlanma imkanlarının genişletilmesi yoluna gidildi. Ziraat Bankası’nda toplanacak olan borçlar vadeye yayılıyor, daha çok borç yükünün görece ‘ödenebilir’ hale getirilmesi hedefliyor. Ödenebilir kelimesi ise bu enflasyon ve düşük gelir düzeyinde çok gerçekçi durmuyor. Çünkü borcun vadeye yayılması, ödeme kolaylığı değil, borcun özendirilmesi yoluyla borcu artıran bir uygulamadır. Yani bu uygulamanın diğer bir adı borç biriktirmedir. Kısaca bu uygulama vatandaşa gelir artışı olmadan, düşük gelirine rağmen tüketmesini söylüyor, krizin faturasını vatandaşa kesiyor.
Aslı Aydın / BİRGÜN

‘Elleri var özgürlüğün’ - SERKAN ÖNGEL

“Elleri var özgürlüğün / 
Gözleri, ayakları / 
Silmek için kanlı teri / 
Bakmak için yarınlara / 
Eşitliğe doğru giden.”
Böyle diyordu Oktay Rıfat. Evet, elleri var özgürlüğün, bilekleri var. Sözleri, duruşları, umutları. Oysa bileklerinden tutuyorlar özgürlüğün.
Çünkü yasaklar var. Çünkü hak aramak yasak. Yasak olmasa da neredeyse imkânsız.
Aklıma Vedat Türkali’nin İstanbul şiiri düşüyor yine. 
“Hürriyet yok / 
Ekmek yok / 
Hak yok / 
Kolların ardından bağlandı / 
Kesildi yolbaşların / 
Haramilerin gayrısına yaşamak yok…”
Zaten siyasetçi neden var ki? Ülkenin en yetkili ağzından cevabı biliyoruz. Siyasetçi mesela grev denilen olayları ortadan kaldırmak için var. İş dünyasının önünü açmak için var.
Kentler ne kadar da sessiz farkında mısınız? Meydanlar, sokaklar sessiz. Kalabalığın uğultusu, dertleri, sıkıntıları göğe doğru yükseltiyor. Kalabalığın uğultusu sessizliğin kara senfonisi.
2019 yılına İzmir Banliyö Sistemi İZBAN’da 343 işçi grevde girdi. Umutları ile girdi. İşten atılan, hakkını arayan binlerce işçi 2019 yılına direnerek girdi. Tüvtürk işçileri, Real Market direnişçileri, Makro Market işçileri, Aydın Büyükşehir Belediyesi işçileri, Flormar işçileri… Hepsi özgürlüğün elleri. İZBAN grevi, grev yasakları listesine eklendi geçen gün.
TÜİK İşgücü İstatistikleri eylül dönemi verilerine göre (17/12/2018 tarihinde açıklanan son veri), son 1-2 aydır ‘iş arıyorum’ diyen 720 bin işçi geçici bir işte çalıştığı ve iş bittiği için işsiz kaldı, 158 bin işçi işten çıkartıldı. Bu rakamların yeni yıla girerken çok daha yüksek olduğunu tahmin etmek mümkün.
Bir yanda işsizlik, bir yanda örgütsüzlük, bir yanda hayat pahalılığı. Bu kara düzenin içinde örgütlü olarak mücadele edebilenlerin sayısı son derece sınırlı. Toplu sözleşme kapsamındaki işçilerin, 20 milyon ücretli ve yevmiyeli içindeki oranı yüzde 5-6’yı geçmiyor. Her on işçiden biri bile sendikalı değil.
İşçilerin en önemli silahı üretimden gelen gücüdür. Grev hakkıdır. Davul ve zurna ile çıkar işçi greve. Grev son çaredir artık. Herkes saygı duyar ekmeğini, hakkını arayan işçiye. Halk destek çıkar. Yani böyledir. Böyle olması gerekir.
Türkiye’de 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi ile en büyük darbe vurulmuştu işçilerin sendikal haklarına, grev hakkına. Askeri darbe ürünü olan sendikal mevzuatın bir uzantısı olan şimdiki mevzuatta da işçilerin sendikalaşması zor, toplusözleşme hakkı kazanması nerdeyse imkânsız, grev hakkını kullanması ise zorun zoru.

Günümüz işçisi öylesine yalnız ki. Greve çıkanı, direneni görünce, ne olduğunu bile anlamıyor. İçten içe öfke besliyor. “Bak sendikalı olmuş, düzgün işi var. Bir de şu kadar zam istemişler. Daha ne istiyorsunuz” diyor. Kemal Sunal’ın 1970’lerde oynadığı Kibar Feyzo filmindeki gibi bir ortam yok sonuçta. Ne diyordu Kibar Feyzo? “İstanbul acayip bir şehir, çok şey ögrenmişem: grev, ekmek ve özgürlük.”
Şimdi ne dayanışmadan ne de özgürlükten söz eden var.
“Siyasetçi” başarılı olmuş işte. Grev yasağı siyasetçinin görevlerinden biri olmuş. Sonuçta yasalar patronlar için. Toplanan vergi patronlar için. İşsizin parası patronlar için.
38 yıl oldu 12 Eylül’den bu yana. Özgürlüğün elleri bağlı. Sermaye tek kale maç oynuyor. Biliyorlar ki, özgürlüğün elleri var, Oktay Rıfat’ın dediği gibi. Ve özgürlükten korkuyorlar.
“Yiğit sürücüleri tarihsel akışın / 
İşçiler, evren kovanının arıları / 
Bir kara somunun çevresinde döndükçe / 
Dünyamıza özgürlük getiren kardeşler / 
O somunla doğrulur uykusundan akıl / 
Ağarır o somunla bitmeyen gecemiz / 
O güneşle bağımsızlığa erer kişi…”
Serkan Öngel / BİRGÜN

Allah laikliği korusun! - NAZIM ALPMAN

Ülkemiz şimdi varmış olduğu bu muhteşem mevkie nasıl geldiğini hâlâ anlamakta zorlanan insan evlatları bulunmaktadır. Oysa her şey gayet açık olarak gelişti.
Gazeteci Mehveş Evin A’dan Z’ye alfabenin büyün harflerinin üzerinden tek tek geçerek “Buraya Nasıl Geldik” adını verdiği kitabında anlatıyor.Mehveş ders niyetine okunacak kitabında geçip gelinen yolun/yolların tozlarını atarak varılan yerin fotoğrafını çekiyor.
Enver Aysever Cumhuriyet’te 8 Ocak 2019 Salı günü Prof. Dr. Korkut Boratav ile yaptığı söyleşiyi yayınladı. Boratav Hoca; “Bir çok arkadaşımız 12 Mart ve 12 Eylül askeri faşizminin panzehiri olarak İslamcılığı gördü. Siyasi İslam’ın bünyesinde var olan anti-demokratik özü kavrayamadı. Askeri faşizm karşıtlığı İslamcı faşizme yol açtı” diyor. 
Korkut Hoca “insaflı” davranarak İslamcılığa karşı gösterilen iyimserliği akademi dünyası ile sınırlı tutmuş.
Türkiye’de gelmiş geçmiş bütün yönetimler “sol gelmesin de ne olursa olsun” temel ilkesini kendilerine eksen alarak yönettiler ülkeyi. Bunun için de bol bulamaç, dinciliğe prim verdiler.
Attila Aşut 1990’larda bugünlerin müjdesini veriyordu:
“Şom ağızlılık etmek istemem!
Ama görünen köy kılavuz istemez… Necmettin Erbakan’ın seçim meydanlarında tekrarladığı bir slogan galiba gerçekleşiyor:
-Müjdeler olsun Refah geliyuuur!
Merkez sağ ve soldaki çözülme Refah Partisini adım adım iktidara taşıyor. 2 Haziran 1996 Pazar günü yapılan ara yerel seçimlerde düzen partileri un ufak olurken oyunu arttıran tek parti RP oldu.”
“Bu noktaya sözde Atatürkçüleri aymazlığı sonucu gelindi. Özellikle 12 Eylül faşist darbesinden sonra laiklik adına öylesine akıl almaz yapıldı ki ülkede… Laiklik devlet eliyle yozlaştırıldı. Ortada laikliğin karikatürü kaldı.”
“Namazla niyazla pek ilgisi olmayan Tansu Çiller bile Kuran’ı dilinden düşürmez oldu.”
“Diyanet işleri devlet içinde devlet oldu. 10 Trilyonu aşan bütçesi 300 binin üzerinde personeli 78 bin camisi ile bütçeden aslan payını alıyor. Eskiden NATO içinde en fazla asker besleyen ülke olmakla ün yapmıştık, şimdi en büyük imam ordusuna sahip olmakla övünüyoruz.”
Bu satırlar 4 Haziran 1996 tarihli Siyah-Beyaz Gazetesinde yazıldı. O zaman daha ortada AKP falan yoktu. Tek adam rejimi de öyle…
Böyle, böyle geldi.
Kenan Evren 12 Eylül döneminde Kuran’dan ayetler okuyarak laiklik mücadelesi yaptı. Sonuçlar ortada.

Aynı aymazlık devam ediyor mu?
Hem de bütün hızıyla. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu İstanbul’u Fatih Sultan Mehmet gibi yönetmekten söz etti, partisinin 31 Mart 2019 Yerel Seçimlerinde İstanbul Belediye Başkan adayı Ekrem İmamoğlu’nu tanıttığı toplantıda… 
İstanbul’un günümüzde sahici bir fatihi var. Her seçimde kenti birkaç kez fethediyor! Onunla fetih konusunda bir yarışa girerseniz baştan kaybedersiniz.
Laik parti olduğunuzu unutmamanız gerekiyor efendiler. Eğer tarihin eski dönemlerine vurgu ihtiyacınız varsa, gidip Hızır Paşa’nın Unkapanı’ndaki türbesini ziyaret ederek kampanyanızı başlatın: Çünkü İstanbul’un ilk belediye başkanı Hızır Paşa’dır!..
Cumhuriyet’in temel değerleri böyle savunulmaz:
-Allah laikliği korusun! 
Nazım Alpman / BİRGÜN)

10 Ocak 2019 Perşembe

Ateizm, deizm artıyor, dindarlık düşüyor. Peki niçin? - LEVENT GÜLTEKİN

Konda araştırma şirketinin 10 yıllık toplumsal değişim başlıklı araştırması yayınlandı.
Kendini dindar olarak tanımlayanların oranı 10 yılda yüzde 55’ten yüzde 51’e gerilemiş.
Kendini ateist olarak tanımlayanların oranı yüzde 1’den yüzde 3’e, kendini inançsız olarak tanımlayanların oranı ise yüzde 1’den yüzde 2’ ye çıkmış.
Dindar insanların her alanda etkin olduğu bir dönemde doğal olarak dindarlığın artması beklenirdi.
Görünen o ki tam tersi olmuş.
Peki niçin?

“Dindarlar iktidarda kötü sınav verdiler, insanları dinden soğuttular” şeklinde yorumlar yapılıyor.
Mesele bu kadar basit değil, daha derin sorunlar var.
Müslüman denilen coğrafyanın her tarafında derin bir çürüme, tembellik, şiddet, ahlaki zayıflık, geri kalmışlık, haksızlık ve hukuksuzluk hakim.
Müslüman ülkelerin içinde bulunduğu bu duruma esasında neyin kaynaklık ettiği üzerine kafa yormamız gerekiyor.
Çünkü Müslüman ülkeleri bu hale getiren neyse kanaatimce insanları dinden, dindarlıktan uzaklaştıran şey de o.
Bu kriz, Müslümanların ya da Müslüman ülkelerin krizi değil. Bizatihi İslam’ın yaşadığı bir kriz.
Yaşamla bağ kuramayan, hayatın gerçeklerine göre yorumlanamayan, yüzlerce asırlık önceki yorumuyla günümüz yaşantısına şekil vermeye çalışan bir din anlayışı var.
Yani hayatla, hayatın gerçekleriyle, yaşamla, değişen kültürle, örf ve adetle uyum sağlamayan bir İslam var.
İnsanların hiçbir ihtiyacına cevap vermeyen, tam tersine hayatı daha da zorlaştıran bir din anlayışının kaynaklık ettiği derin bir kriz var.
Çünkü hayat değişiyor, insan değişiyor, dünya değişiyor, şartlar, kültürler, örfler, adetler değişiyor.
Aynı kalan bir din yorumunun insana verebileceği pek bir şey yok.
Sadece insana bir şey vermesi meselesi de değil, ayak bağı olma durumu da var.
Yani bu anlayıştaki bir dine inanan birinin normal bir yaşam sürmesi neredeyse imkansız hale geliyor.
İslam, güncel bir yoruma kavuşturulamadığı için gerçek yaşamla bağ kuramıyor. Neticesinde de insanların önünde iki yol kalıyor: ya dindar olup bütünüyle yaşamdan, hayattan kopacaksın ya da insan gibi bir yaşam sürmek istiyorsan dinden, dindarlıktan uzaklaşacaksın.
Mesela kızların çocuk yaşta evlendirilmesinin tartışılması, kadınların miras ve şahitlik meselelerinde yarım kabul edilmesi, “Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin” diyerek  farklı din mensuplarıyla günümüz dünyasında mümkün olmayan diyalogsuzluk önerileri…  
İslam’da daha birçok konu var ki günümüz insanının kabul edebileceği, anlayacağı, hatta uygulayabileceği türden değil.
Müslümanlar sağlıklı bir yorumla bu tür sorunlara çözüm bulamadığı için İslam derin bir krize girdi.
AK Parti iktidarının yaşadığı krize, tıkanıklığa, içine düştüğü bu açmaza neden olan şey de aynı.
Yani İslam’ın krizi AK Parti’nin de krizi oldu.
Bütün Müslüman ülkelerdeki iktidarların durum aynı.Hepsi benzer bir tıkanıklıkla karşı karşıya.
Mevcut yorumla yaşamı tanzim edemiyorlar, hayatla bağ kuramıyorlar. Yeni bir yorum da geliştiremiyorlar.
Çünkü bütün Müslümanların yeni, güncel ve tek bir İslam yorumu üzerinden anlaşması neredeyse imkansız.
Mesela ilahiyatçılar arasında bir tartışma yaşanıyor.
Bir kısmı “Kur’an tarihseldir” diyor, diğer bir kısmı ise “Kur’an evrenseldir” diyor.
“Tarihseldir” diyenler ‘birçok ayetin indiği döneme has olduğunu, o dönemin kültürünü, örfünü adetini yansıttığını, bu güne hitap etmediğini’ savunuyor.
“Evrenseldir” diyenler ise ‘Kur’an’ın bütün ayetlerinin bugüne de hitap ettiğini, dönemsel ya da kültürel bir etkinin olmadığını, her ayetin her Müslüman’ı bağladığını’ savunuyor.
“Tarihseldir” diyen ilahiyatçı Prof. Mustafa Öztürk geçtiğimiz haftalarda ‘bu yorumlarından dolayı tehditler aldığını ve artık bu ülkede çalışmaya imkanı kalmadığını’ açıkladı.
Öztürk bir konuşmasında haklı olarak şöyle bir çağrıda bulunuyor: “Kur’an evrenseldir diyenler günümüz yaşamına, bugünkü örfe adete, kültüre uymayan ayetleri izah etmek zorunda.”
Mustafa Öztürk’ün durumunda da görüldüğü gibi “Kur’an tarihseldir” deyip yaşanan krize, tıkanıklığa bir çözüm getirmeye çalışanları da tehditle, hakaretle susturup çalışamaz hale getiriyorlar.
Bu açmazdan çıkmanın tek yolu var o da: Özgürlükçü laiklik.
Kanaatime göre laiklik, günümüz yaşamına uymayan İslam anlayışının yarattığı tıkanıklığı aşmanın tek yolu.
Çünkü laiklik esasında şu anlama da geliyor: Neye, kime inanıyorsan inan, nasıl inanıyorsan, nasıl yaşıyorsan yaşa ama bu anlayışını topluma dayatma.
Kendi inanç yorumunu kendin yap, kendi yorumuna göre kendin yaşa ama tüm bunları devlet eliyle bir başkasına dayatma.
Laiklik böylelikle bireyin kendi inanç yorumunu kendisinin yapmasına olanak sağlıyor, bir başkasının yorum dayatmasının, devletin bu konularda taraf olmasının da önüne geçiyor.
Laiklik daha çok inanmayanları ya da dindar olmayan Müslümanları, yönetimde dini referans alan bir devletten korumaya dayalı bir değer olarak görünür.
Halbuki tam tersi.
Laiklik hem tek bir yoruma mahkum edilip çürümeye terk edilen dini, hem de tek bir yoruma uymaya zorlanan dindar insanları korumanın da aracı.
“İslam şudur, şöyle inanacak, böyle yaşayacaksın” diye dayatıldığında insanlar çareyi dinden uzaklaşmakta görüyor.
Laiklik bu dayatmayı imkansız hale getiriyor.
O nedenle laiklik dindarlar arasında da her geçen gün daha fazla benimseniyor.   
Yani demek istediğim Müslümanlar cesaret gösterip İslam’ı güncel bir yorumla günümüze taşıyamadıkları için İslam’ı yaşamdan kopardılar.
Yaşamdan kopmuş bir İslam anlayışı Müslümanları da yaşamdan koparıyor.
İnsanlar hayatla bağını korumak, toplumla sağlıklı diyalog kurabilmek için çareyi dinden uzaklaşmakta görüyor.
AK Parti laikliği tahrip ederek insanları İslam’ın yaşadığı krizle karşı karşıya bıraktı.
LEVENT GÜLTEKİN / DİKEN