12 Ocak 2019 Cumartesi

Seçimini yapmamış olanlara son çağrı - ORHAN GÖKDEMİR

AKP Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile görüşen CHP İstanbul adayı Ekremeddin İmamoğlu, "Cumhurbaşkanına ‘oyunuza talibim' dedim. Oyunu istedim. Gülümsedi" dedi. Akıllı adam, kurulan yeni oyunu biliyor. İstanbulluyu AKP’den kurtarsın diye aday yapıldığına falan aldırmadan koştu gitti, onayını aldı, oyunu istedi. Ankara kurtarıcımız Mansur Yavaş da, seçildiği takdirde Erdoğan'la görüş alışverişinde bulunacağını söyledi. Bu durumda ne yapsın gülümsemesin de. Artık onun oyunu almadan mahalleye muhtar bile olunamayacağını biliyor, gülümsüyor haliyle.

Seçim meçim hikâye, bir devlet partisine dönüşmüş AKP için kaybetme ihtimalinin olmadığı türden bir yeni oyun bu. CHP adayları o nedenle saray önünde kuyruğa girip büyük reise biat ediyor. El pençe divan duruyorlar, ağızları ve dilleri yok. Saray çıkışında Ekremeddin’e sordular, “AKP adayı Binali Yıldırım’ın meclis başkanlığından istifa etmemesi hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye. “İstifa konusu Meclis Başkanımızın takdiri, onu bilemem” dedi. Hâlbuki takdire bırakılmamıştır, anayasal kuraldır. Hem bilse şaşırırdık, zira muhalefetin rant bölümünde iş tutuyor, anayasa dersinden muaftır. Kılıçdaroğlu ile pazarlık yapıp, yerine imardan sorumlu danışmanını bıraktı. Hukuk bilmese de, imar işleri tıkır tıkır işliyor.
Yani İstanbul ve Ankara’da seçim yapılmış, bitmiştir.

                                                            ***

Binali Yıldırım’a da sordular “anayasada yeri var, neden istifa etmediniz?” diye. “O madde siyasi faaliyetlerle ilgili, seçim siyasi faaliyet değildir” dedi büyük bir pişkinlikle. Çok doğru, seçim uzun zamandır bir atama faaliyetine dönüşmüş durumda. Tayyip Erdoğan istediğini istediği yere atıyor, beğenmediğini azarlayıp istifaya zorluyor. Olmadı kayyım atıyor.

Nasıl oluyor bütün bunlar? Cumhuriyeti yıktılar çünkü, anayasayı rafa kaldırdılar. Yasa var hükmü yok, meclis var işlevi yok, seçim var sonucu yok. Yargıyı, yasamayı ilga ettiler, ortalıkta kaldı safi yürütme! Tuhaf, ne idüğü belirsiz bir düzen hüküm sürüyor şimdi.

Binali Yıldırım da “istifaya gerek yok” derken, aslında "Anayasayı tamamen rafa kaldırdık" demek istiyor. Yaptıkları hukuk diliyle “tağyir, tebdil ve ilga”dır… Yeni Türkçesi bozma, değiştirme, ortadan kaldırma anlamına geliyor. Büyük suçtu yakın zamana kadar. Pek çok kişi, bu madde nedeniyle idamla yargılandı, uzun yıllar hapis yattı. Denizleri bu nedenle astılar. 12 Eylül cuntası geldi sonra, gerçekten silah zoruyla tağyir, tebdil, ilga etti anayasayı. Ama hemen harekete geçip yine bizim çocukları yakaladılar. Anayasayı tağyir, tebdil, ilga etme suçunu gerekçe göstererek birçoğunu astılar. Turgut Özal çıkageldi ardından. Daha dumanı tüten anayasayı ihlal etti, yok saydı. İtiraz edilince “bir kerecikten bir şey olmaz” diye yanıtladı. Bir şey olmadı hakikaten. Çünkü başbakandı âdem, anayasayı tağyir, tebdil, ilga da böylece yol oldu. "Güç bende, anayasa da neymiş" anlayışı son 50 yılın kuralıdır.

AKP’lilerin yarım bıraktığını Kılıçdaroğlu tamamlıyor gönül rahatlığıyla. Binali Yıldırım’ın anayasayı ilga etmesine aldırmayıp, “Anayasaya aykırı ama seçimi bunun üzerinden götürecek değiliz” diyor. Dokunulmazlıkların kaldırılmasında da benzer bir tutum takınmış, konuya ilişkin anayasa değişikliği teklifine “Anayasaya aykırı ama evet diyeceğiz” diye destek vermişti.

Unutulup gitmesin diye not ediyorum; Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemini getiren anayasa değişikliğine “İslam dinine aykırı” diye itiraz etmişti âdem. Bir TV programında, "Bu inanç açısından da doğru değil, demokratik açıdan da doğru değil. İslamiyet'te istişare vardır. Burada öyle bir şey yok" dedi. Evet, dedi bunu.
Dokunulmazlıklara “evet” dediği gün meclis ortadan kalkmıştı, Binali’nin hukuksuzluğuna evet diyerek anayasanın ruhuna fatiha okuyor. Cumhuriyet Partisinin başındadır, laik cumhuriyete karşı işlenen bütün suçların ortağıdır.
Bekleneni yaptı, büyük şehirlerde AKP artıklarını ve eski faşistleri seçmenin önüne itti aday diye. Haliyle “CHP’ye vermezsek AKP kazanır” lakırdısının da bir ciddiyeti kalmadı. CHP’liler kızgın, “gitmeyeceğiz sandığa” diyor. Önceki gün çıkıp “küskünler seçimi boykot edecekmiş. Gitsin doğrudan AK Parti'ye oy versin” diyerek tehdit etti küstürdüklerini. Ülkedeki seçim de böylece bitti.
Durumun özeti şu, Kılıçdaroğlu ve yancılarına oy vermezseniz AKP kazanıyor. CHP’ye verseniz yine AKP kazanıyor. Küstünüz boykot ettiniz diyelim, AKP banko…
                                                            ***

Gelelim üçüncü ittifaka. Halkların Demokratik Partisi (HDP), “Cumhur” ve “Millet” ittifakına paralel bir ittifaka gitti. “Kürt ulusal birliği” hedefiyle yürüttüğü görüşmeler sonucunda Azadi Hareketi, Demokratik Bölgeler Partisi (DBP), Devrimci Demokratik Kürt Derneği (DDKD), İnsan ve Özgürlük Partisi, Kürdistan Komünist Partisi, Kürt Demokratlar Platformu (PDK) ve Kürdistan Demokrat Partisi-Türkiye (PDK-T) ile yerel seçimler için ittifak sağladı. Yani bölgenin bütün eğilimleri HDP ittifakı içinde. Kendilerine komünist diyenler de var, İslami “Azadi” hareketi de.
İttifak üyelerinden “Azadi” bir parti aslında. Şeyh Said kalkışmasından feyz alınarak kurulmuş. Adını da kalkışmayı örgütleyen “Azadi” örgütünden alıyor. Bütün etkinliklerine Kuran okuyarak başlıyorlar. Kurucularından Av. Sıdkı Zilan, Hizbullah’ın avukatlarından biri. Hizbullah’a ve kapatılan Mustazaf-Der’e yakın olmakla birlikte daha liberal bir İslam anlayışları var. Ancak “Kürdi ve İslami noktada” aynı tabana hitap ediyorlar. Haliyle AKP veya BDP'nin oylarına talip olarak atılmışlar siyasi hayata. Yani AKP’den ayrı olmaları da, HDP ile birliktelikleri de konjonktürel.

Kaldı ki AKP Kürt illerinde de oyunu kazanmanın yolunu buldu. Atıyor kayyımı, bildiği gibi yönetiyor. Bu uygulamalarında sıkıntıyla karşılaşmaması sadece ağır baskıyla açıklanamaz. Ortadan kalkması konjonktürel olan pek çok ortak bir yan var aralarında. AKP’nin bölgedeki ikinci parti olması bunun en somut göstergesidir.
                                                            ***

Bütün bu ittifakların dışında, uzakta duran başka bir oluşum var. TKP bir ittifakın parçası değil. Oturup anlaşma yaptığı başka eğilimler, başka örgütler, partiler yok. Ama bazı bölgelerde kendiliğinden ittifaklar kurulması kaçınılmaz. Ovacık Belediye Başkanı Fatih Mehmet Maçoğlu’nun Tunceli adaylığı işte böyle bir gelişme. Fakat daha adaylığını açıklar açıklamaz bir küfür korosu harekete geçti. “Dersim'in yeni kayyumusun” diyene “Kemalist'sin” diyen destek veriyor. “Adaylığın CHP'ye yarar” diyene “Sen girersen AKP alır” diyen eşlik ediyor. “Nohut-fasulye komünistliğiyle” suçlayan da var, “Atatürkçü” bulup komünistlik yakıştırmayan da. Yürütmecisi, anayasa ihlalcisi, rant dağıtıcısı, cumhuriyet düşmanı, faşisti, yobazı birleşmiş, ittifak yapmış sorun görmüyor ama iki komünist yan yana gelince işkilleniyor, küfre çalıyor dili.

Kuralsızlığın kural olduğu, biata dayalı, gerici, karanlık bir düzen kurdular, onay bekliyorlar sizden seçimden seçime. Tablo hiç olmadığı kadar net buna karşı; Parti var umut var!

Kime verirseniz kim kazanır biz bilemeyiz. Dediğimiz şu: TKP’ye vermezseniz düzen kazanır. Öyleyse yapın seçiminizi!

Orhan Gökdemir / SOL

Siyasi olmayan seçim - DENİZ YILDIRIM

Anayasanın 94. maddesine göre istifa etmeden bir parti adına aday olması, propaganda yapması yasak olan Meclis Başkanı Binali Yıldırım, istifasız adaylığını savunmak için “seçim siyasi faaliyet değildir” demiş. Seçim bir siyasi faaliyettir; buna şüphe yok. Siyasi faaliyetin hedefi farklı programlara, reçetelere göre yerelde de, genelde de iktidar olmaktır. Hedefinde iktidar olan, bunun için de bağlı olduğu partinin görüşlerini yaymayı amaçlayan her faaliyet siyasidir. Seçimlerse temsili demokrasilerde bu siyasetler arasında seçmenin tercih yapmasına, iradesinin egemen olmasına yarayan araçların başında geliyor. 

Hal böyleyken Binali Bey acaba bu açıklamasıyla  “seçimlerin güvenilirliği kalmadı”  mı demek istemekte,  “farklı görüşlerin kendisini ifade etme, siyaset yapma alanını daralttık” itirafında mı bulunmakta, “herkes artık bizim gibi konuşuyor, bize sesleniyor. Tek söylem var; öyleyse o artık siyaset üstüdür” iması mı yapmaktadır, tartışılabilir. 

Ama yok, çok dallandırıp budaklandırmayayım; Binali Bey açık anayasa maddesini ortadan kaldıramayınca, anayasayı ihlal etmelerine tuhaf kılıflar yaratmaya çalışıyor sadece. Demek ki bu durum iktidar kanadında düşünüldüğü kadar da rahat karşılanmıyor.

Neyse ki zorlayanı yok; ne de olsa muhalefet partileri bu durumu çoktan kabullenmiş durumda. “Meclis Başkanı’nın takdiridir” ile başlayıp “zaten kazanamayacak, geri dönecek. İstifa etmesine gerek yok”a kadar uzanan “muhalif” açıklamalar giderek yayılıyor. 

Fakat çok sorunlu bu tutum. Çünkü iktidarın işine gelmeyen konularda  “anayasal düzen”i  tanımama tavrını hâlâ “gündem değiştirme” olarak görüyor muhalefet. “Ekonomi konuşmayalım diye yapıyorlar” şeklinde özetleyebileceğimiz bir bakış hâkim. Bu da “rejim değişikliği”ni normalleştiriyor. 
Buna bağlı ikinci bir sorun var. Anayasa maddesinin uygulanmadığı, seçim güvenliğiyle ilgili açık soru işaretlerinin bulunduğu ortadayken ve muhalefet bu konuda önceki seçimlerde oldukça kötü sınav vermişken, seçmen yine “tıpış tıpış” anlayışına göre “cepte” görülüyor. Böyle olunca da, kendi sahasındaki, tabanındaki endişe ve küskünlükleri giderip burayı sağlamlaştırmadan karşı kaleye toplu hücuma çıkıyor muhalefet. Kendi tabanını çalışmaya, örgütlenmeye, kapı kapı gezmeye, sandık başında görev almaya ikna edecek bir motivasyon geliştirmeden, adaylarının sembolik/sempatik mesajları üstünden karşı mahalleye seslenmeye, sadece oraya odaklanmaya yöneliyor. 

Oysa bu, öncelikler açısından hata; zira bu seçime katılım oranını ve seçimin sonucunu, iktidara kızgınlıkla muhalefete kızgınlıktan hangisinin seçmende daha baskın olacağı belirleyecek. Muhalefetin anayasa tutumsuzluğuna bir de bu gözle bakılmalı. 

Öte yandan, şöyle de bir algı var ki bu da tam anlamıyla siyasetsizleşme göstergesi: “ekonomi konuşulsun, anayasa tartışmasının seçmende karşılığı yok.” Ekonominin bugün geldiği yer, yeni anayasal düzenden bağımsız mı yani? 
Anayasayı-hukuku askıya almalarının ekmeği nasıl küçülttüğünü, tek kişilik yeni rejime geçildiğinden beri işsizliğin, pahalılığın nasıl arttığını anlatabilmek; en temel “hukuksal”  meseleleri ya da “seçmende karşılığı yok” denilen konuları bile, gündelik yaşamın süzgecinden geçirerek seçmene yeniden sunabilmektir siyaset. Meclis Başkanı’na istifa etmeden aday olma cesareti veren anayasasız yeni düzenle ekmeğin küçülmesi, işsizliğin ve pahalılığın artması arasında bağ kurabilmektir mesela. Muhalif siyasi faaliyet, iktidarın siyasi kabullerini sarsmaktır özünde. Bu anlamda da Türkiye siyasetsizleşti. 

Muhalefet partileri bu gerçekle yüzleşmekten kaçıyor. “Hani bütün yetki tekkişiye verilince her şey düzelecekti” diyerek anayasa tartışmasını, tek adam rejiminin sıkıntılarını halkın temel sorunlarıyla ilişkilendirmek yerine, anayasaya aykırı bir durumu “kişisel tercih” gibi sunma hatasına, anayasanın askıya alınmasını muhalefet saflarından normalleştirme tuzağına düşüyorlar. Farkındalar mı? İktidar direnci test ediyor. Hukuku savunmazsanız, bazı şehirlerde hilelere rağmen yerel seçimi kazansanız bile, seçilen kişilerin yerine kayyım atamalarını önleyebilecek misiniz? Ne diyeceksiniz o zaman, “bu yaptığınız anayasaya aykırı” mı? 

Anlayacağınız, seçimi “siyasi faaliyet” olarak görmeyen sadece Binali Bey değil.

Deniz Yıldırım / CUMHURİYET

Düş, edebiyat, ütopya - ÖNER YAĞCI

Goethe düş gücünün doğadan insana bir armağan olduğunu, Einstein düş gücünün bilgiden daha önemli olduğunu söyler.

 
Düş kurulmazsa yaşam da kurulamaz. İnsanı yücelten, farklı kılan bilim ve sanatı, düş gücü geliştirir. Büyük işler, büyük düşler kuran insanlarca başarılır. Bilimde ve teknolojide gelişmeyi sağlayan, insanlığın kendi kendisiyle kıvanç duymasını sağlayan bilimkurgu dediğimiz anlatılar, oyunlar, filmler, bazı insanların düşleridir. 

Düş güçlerinin büyüklüğü, Da Vinci’yi, Sinan’ı, Verne’i büyük insan kıldı. Namık Kemal’i ve Tevfik Fikret’i anlayarak, onların düşlerine yeni düşler katmasaydı, gerçekleşebilmesi çok zor olan “vatanı kurtarma” düşleriyle genç yüreğini doldurmasaydı Mustafa Kemal, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı gerçekleştirilemezdi.  

Nâzım Hikmet’in müthiş düş gücü olmasaydı o ciltler dolusu şiirlerini,  Memleketimden  İnsan Manzaraları’nı yazamaz, şiirimizi taçlandıramaz, dilimize olan güvenimizi doruğa taşıyamazdı. Tonguç, büyük düşlere sahip olmasaydı, Atatürk’le, İnönü’yle,  Arıkan’la, Yücel’le bütünleşip gerçekçiliği ve ilişkileriyle oluşturduğu insan zincirini yaratamaz, 80 yıldır tartışılan “Köy Enstitüleri sistemi”yle efsaneleşemezdi. Gözyaşını gülmeceye çeviremezdi Aziz Nesin.

Hiçbir şey, düş gücü kadar özgür değildir. Özgürlük, ölümsüzlükle birlikte insanın en büyük tutkusu olan düş gücü, edebiyata 18. yüzyılın ikinci yarısında romantizmle girdi. Romantikler, sanatçıya Tanrısal bir “yaratma gücü” yakıştırdılar. Onlara göre bir yapıtın değeri, var olana benzemesinde değil, okuyanda uyandırdığı coşku ve yarattığı aydınlanmadaydı. Hugo, güzel bir sanat yapıtının yalnızca güzel olduğunu, güzelin yanında çirkini de içerdiğinde yücelik katına yükseldiğini söyledi. Shelley, şiirin  “dünyanın üstünde görünen örtüyü alıp orada uyuyan çıplak güzelliği” ortaya çıkardığını söyledi. Ve insanın düş gücünün sınırsızlığı, özgürlük çığlığı olan “ütopya”yı yarattı. 

İnsanın var oluşundan beri gerçekleştirmeyi istediği düşlerin gerçekleştiği kusursuz dünyalar tasarlamak edebiyatın vazgeçilmez tutkusu oldu. Yaşanan dünyadan daha iyi bir dünya özleminin önündeki engeller, ütopya yazarlarının bir gün gerçekleşeceğine inandıkları düşsel ülkelerle aşıldı. İlkçağda zulmü lanetleyen HesiodosLikurgos, Phaleas, barış arayan AristophanesLukianosPlaton (Devlet) insanların özlemlerini anlattı. Yeniçağda Rönesans akla, gözleme, deneye dayanınca insanın özlemi İncil’in “cenneti” olmaktan çıktı.

“Ütopya” sözcüğünü ilk kez Thomas More 1516’da kullandı. “Bilinmeyen,olmayan yer” anlamındaki onun ütopyası, düşsel ve ülküsel bir toplum tasarısıydı. Ütopya, görkemli bir anlam kazanarak türün adı oldu. İnsanın binlerce yıllık altın çağ özleminin, eşitlik arayışının coşkusu, umudu, yol göstericisi olurken bu arayışın karşılaşacağı engellere ve tehlikelere dikkat çekti. 

Companella, dünyayı kirleten fabrikaların olmadığı, herkesin sanatçı olduğu Güneş Ülkesi’ni yarattı. Bacon Yeni Atlantis’te cennetten daha güzel bir adayı anlattı. Cesur Yeni Dünya (Huxley), Hayvanlar Çiftliği, 1984 (Orwell), En Güzel Dünya (Jean Baby), tüketim kültürünün, sömürünün, kavganın olmadığı, her olanağın insanların mutluluğu ve özgürlüğü için seferber edildiği günümüzdeki bir düşsel ülkenin anlatıldığı Yarın (Havemann) önemli ütopya örnekleri oldu. 

Gerçeğin ötesinin arayışı ve dönemlerinin başyapıtları olan ütopyalarda insan doğayla kardeşti...

Öner Yağcı / CUMHURİYET

Cumhuriyetimizin ilk sanayi sayımı - Serdar Şahinkaya (İktisatçı)

Cumhuriyetin kadroları, hem yeni bir sanayi hareketini, hem de yeni bir toprak rejimi tasarımını kurgularken iki ciddi yoklukla yüz yüze gelmişlerdir. Biri, ileri atılacak ve tarihi rol üstlenecek bir burjuvazinin yokluğu.

Shakespeare’in bir sözü vardır; “Bütün dünler, yarınları aydınlatan fenerlerdir”. Gerçekten de öyledir. O nedenle, bugünün gözlüğünden bakarak geçmişi değerlendirirken dönemin kendine özgü koşullarının hatırlanması büyük önem taşır. 
Köhne imparatorlukların cenaze töreni de sayılabilecek  I. Dünya Savaşı. 1912 – 1922 yılları, iki yüzyılın kırılma dönemidir. Bu yıllar, en derin izlerini Türkiye’de bırakmıştır. 18 milyonu barındıran Anadolu, on yıl içinde 5 milyon nüfus yitirmiştir.

1923 Cumhuriyet’i 
Yoksulların zaferi olarak adlandırabileceğimiz Kurtuluş Savaşımız sonrası 1923’te Cumhuriyetin kuruluşu, 20. yüzyıla girme adımıdır. Bir anlamda 20. yüzyılın dünyasına, bilimine ve geç kalınmış aydınlanmasına giriştir. 1923 Cumhuriyeti, yoksun ve bitkin bir köylüler ülkesinde geri kalmışlığı aşabilme davası, iddiasıdır.

1927 İdari bölünüş 
Cumhuriyetin ilk dört yılı büyük bir onarımla geçmiştir. Devletin örgütlenmesinde kurumsallaşma gayretleri nerede ise tamamlanmış, ekonominin inşasında da politika tartışmaları hızlanmıştır. 
Gazi Mustafa Kemal ve Cumhuriyetin kadroları, dört yaşındaki genç Cumhuriyeti geleceğe taşımak üzere netleşmek için üç büyük sayımı gerçekleştirdiler: nüfus sayımı, tarım sayımı ve sanayi sayımı. 
13.640.270 kişilik ulus devletin tarım ve sanayi sayımı sonuçlarına dair bulgular oldukça cılızdır. 
Konumuz olan 1927 Sanayi Sayımına göre 65.245 işletme ve 256.855 çalışan ile sınai yapı çok zayıf bir duruma işaret ediyordu. Bu işletmelerin nerede ise yüzde 70’i bir ya da iki– üç kişilik kurumsallaşmamış aile işletmeleriydi ve sektörel yapı itibarıyla Osmanlı’nın 1917 Sanayi vaziyetinden çok da farklı değildi.

İşletmelerin dağılımı 
Sanayi işletmelerinin yüzde 45’i tarım, yüzde 18’i dokuma, yüzde 11’i maden çıkarımı gibi geleneksel üretici karakterde idiler ve bu işletmelerin sadece yüzde 4’ünde motor gücü kullanılmaktaydı. İşletmelerin coğrafi olarak dağılımına bakıldığında; başta İstanbul olmak üzere İzmit, Bursa, Balıkesir, Manisa, Denizli, Gaziantep, Kastamonu ve Ankara’da yoğunlaşmıştı. 
Sanayi sayımı sonuçları ile açığa çıkan sınaî altyapı, Cumhuriyet rejimini kendisini güvende hissettirmekten çok uzaktır.

Birinci sanayi planı 
Cumhuriyetçiler bir karar vermek zorunda idiler. 1930’a kadar özel kesimi çeşitli teşviklerle desteklemeyi ihtiyatı elden bırakmadan sürdürdüler. Fakat başta İstanbul olmak üzere girişimcilerdeki hâkim ithalatçı karakter bir türlü üretici karaktere bürünmüyordu.
Ve hesaplaşma 1930’un Nisanında Ankara’da toplanan Sanayi Kongresi ve sonrasında yapıldı. 1933 yılında Sovyetler Birliği’nin teknik destekleriyle hazırlanan Birinci Sanayi Planı ile birlikte Cumhuriyet sihirli bir denklem ile yoluna devam etmiştir. O sihirli denklem: Demiryolları + Sanayileşme = Devletçilik idi.

Yeni bir toprak rejimi 
Bir sürü iç ve dış dirence karşı Gazi Mustafa Kemal Atatürk, bu sihirli denklemin dayandığı stratejik tercihin yol gösterici önderidir. Bu tercih sayesindedir ki, Cumhuriyet Türkiye’si 1930’lu yılları bitirirken; 
• Sanayi temelli üretim alanına, 
• Dış ticaret, borçlanma ve finansal akımlardan oluşan dolaşım alanına, 
• Bölüşüm alanına, 
• Fikir alanına, sahip, yeni ‘özgür ve bağımsız’ bir ülke olarak yaratılmıştır. 

Yaratılmıştır yaratılmasına ama Cumhuriyetin kadroları, hem yeni bir sanayi hareketini, hem de yeni bir toprak rejimi tasarımını kurgularken iki ciddi yoklukla yüz yüze gelmişlerdir. Biri, ileri atılacak ve tarihi rol üstlenecek bir burjuvazinin yokluğu. Diğeri de, topraksız, az topraklı, maraba, yarıcı, ortakçı, mevsimlik işçi olan ve yine tarihin akışı içinde toprağı ve toprak – tarım rejimini talep etmesi, bunu eylemlerle gösterecek bir köylülüğün kitlesel suskunluğu ve yokluğu.

Sınıfsal destek almadan 
1930’dan itibaren Cumhuriyetçi kadrolar iki ciddi yokluğu görerek, fakat herhangi bir sınıfsal destek almadan bu iki taşıyıcı kolonu inşa etme ve böylece geri kalmışlığın kalın kabuğunu kırma davasını omuzladılar ve başardılar. 
Unutulmamalıdır ki; tarihin hükmünü değiştirme fikri, düşünce ve belki de efendi değiştirmek kadar kolay değildir. 
Ve unutulmamalıdır ki; tarihle oynayan, hükmüne katlanacaktır!

Serdar Şahinkaya (İktisatçı) / CUMHURİYET

İoanna Kuçuradi ; Açmazdan çıkışın yolu insan hakları - Enver Aysever

Güncel akış içinde düşünmeye, durup yaşamı anlamaya, dinlemeye zaman bulamıyor çoğumuz. Değişen çağ / koşullar yeni ve yakıcı sorunlar üretiyor. Bilişim olanaklarının gelişmesiyle yeni kavramlar ekleniyor yaşamımıza... İoanna Kuçuradi dünya ölçeğinde bir düşünür. İnsan hakları konusunda yaptığı çalışmalarla küresel düzeyde bilgisine, bilgeliğine başvuruluyor İoanna Hoca’nın. Sohbetimiz sırasında yeni sorular edindim. Artık “özgürlük” kavramı üstüne farklı düşünür oldum. Üniversitede odasında, yoğun çalışma gününün ilk saatlerinde, kitaplar arasında söyleştik İoanna Kuçuradi ile. Öğütleri ayrıca aklımda... Laf aramızda şairliğini de çok sevdim hocanın...
____________________________________________________________________________

Filozof yalnız insan mıdır, bilgi bombardımanı çağında ona ne görev düşer?
Filozofun, yani felsefe alanında yeni ve doğru bilgiler getiren bir insanın, “yalnız” olması gibi bir zorunluluk yok. Bir filozof, filozof olmaktan önce bir insandır. Bir tek “dost”, yalnız olmaması için yeter. Bilgi bombardımanı derken, herhalde ‘enformasyon bombardımanı’nı kastediyorsunuz. 

Türkçede ‘bilgi’ ‘enformasyon’un - ikinci, üçüncü elden bilginin - karşılığı olarak da kullanılıyor. Kişiler, isterlerse, bu enformasyon bombardımanına karşı kendilerini koruyabilir. Enformasyonun bombardımanı, ancak belirli bir enformasyonun nesnesini - yani hakkında olduğu şeyi - görebilecek durumda olmayanlar söz konusu olunca, önemli bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Enformasyonun “ayıklaması”nı, bir enformasyonun hakkında olduğu şeyi bilen kişi yapabilir. Yoksa, herhangi bir ayıklama rastlantısal olur veya maksatlı yapılabilir. Bir çağın filozofu, başka bir çağın filozofundan filozof olarak farklı değildir. Ne var ki, onun getirdiği yeni bilgileri ortaya koymasına yol açanlar arasında kendi çağında yaşananlar da olduğu için, getirdiği yeni bilgiler genel olmakla birlikte, o çağın sorunlarının çözümlerine de doğrudan doğruya ışık tutan bilgiler olabiliyor.
_____________________________________________________________________________
Eğitim tek tip olmamalı
Çağımız eğitim sorunları açısından iyice açmazda, iyi eğitim nasıl olur?
Çok genel şekilde söylersem: eğitim, kişilere bilgisel ve etik yeteneklerini geliştirmelerine yardımcı olan bir eğitim olmalı; eğitilenlerin olan bitenlere ödünç gözlerle değil, kendi gözleriyle ve etik değer bilgisi ve insan hakları bilgisiyle bakabilecek duruma gelmesine yardımcı olan - bunun alıştırmalarını yaptıran - bir eğitim olmalı, derim. Ve bu eğitim, ilk ve ortaöğretimde tek tip eğitim olmalı, yani kişilerin insanlaşmasına yardımcı olan ve onları öyle yaşamaya hazırlayan bir eğitim. Böyle bir eğitimle tek tip insan yetişmez. Meslek bilgisi bu temel verildikten sonra verilirse, kişinin o mesleği, etik sorumluluğunu da taşıyarak yapmaya çalışacağına ümit edilebilir.
____________________________________________________________________________
Felsefe eğitimi alan kişi daha iyi insan olarak yetişir, iyi olur denebilir mi?
“Felsefe” eğitimi almamış bir insan, insana yakışır bir yaşam - “iyi” bir yaşam - süremez demeye hakkım yok. Her felsefe okumuş insan da “iyi” ve “yaratıcı” olmuyor. Ama, doğru dürüst bir felsefe eğitimi görmüş bir insanın, çeşitli derecelerde kendi gözleriyle ve değer bilgisiyle bakabilen bir insan olması ve neyi bilmediğinin farkında olması olasılığı daha yüksektir. Bunun farkında olunca da, yani eksik olan bilginin yaptığı iş için zorunlu bir bilgi olduğunun farkında olunca, onu edinmeye/öğrenmeye çalışır, yani bunu öğrenme sorumluluğunu duyar.
____________________________________________________________________________
İnsanın herhangi bir ödül ya da ceza olmaksızın iyi olması mümkün müdür?
Şüphesiz mümkündür. İnsanların kendileri için yararlı olana bakmalarına da bir itirazım yok. Ama insanların çoğu, yararlarına saydıkları ama yararlarına olmayan çıkarları peşindedirler. Her yapıp ettiğimizde “ben”imizin de çeşitli derecelerde bir payı vardır. Ama şu iki soru önemli: acaba bu “ben” etik kaygılarımızın önünde midir? Yani etik kaygılara yer bırakıyor mu, yoksa onları silip süpürüyor mu? Ve acaba başka bütün insanlarla tek ortak kimliğimiz olan insan olmayı göz önünde bulundurarak mı eylemde bulunuyoruz? Yoksa solus ipse imişçesine, yani yalnızca kendi isteklerimizi, çıkarlarımızı v.b. hesaba katarak mı eylemde bulunuyoruz? Bencillikleri 10 üzerinden 10 olan insanlar olduğu gibi, bencillikleri sıfıra yakın insanlar da vardır, derim.
_____________________________________________________________________________
Tüketim iştahı üzerine...
Sanal dünya, online yaşamak hakkında ne düşünürsünüz?
Online iş yapma üzerinde kara kara düşünmek gerekir. Neleri online yapma hayatımızı kolaylaştırıyor, neleri yapma bize zarar veriyor? Günlük yaşamda bilgisayar ve internet kullanımı bugünkü gibi devam ederse - ki artarak devam ediyor, bu da başarı sayılıyor -, insanların bazı yeteneklerinin atrofiye/dumura uğrayacağını öngörmek zor değil.
Sosyal medyanın birçok yararı vardır, ama bir sürü de zararı. Bir şey moda haline gelince, onun verdiği zarar düşünülmüyor. Bir insan özel hayatını - örneğin, bir yerde bir arkadaşıyla yemek yediğini - neden “paylaşır”? ‘Paylaşma’ kelimesiyle de ilgili - “iyi” olduğuna ilişkin - bir değer yargısı var. Paylaşılacak, paylaşılması gereken şeyler çok. Ama paylaşılmaması gerekenler de çok. Bunlardan biri kişinin özel hayatıdır. Reklamlarla “pompalanan” tüketim iştahı üzerine de kara kara düşünmek yerinde olur.
____________________________________________________________________________
Bilişsel sorunlar felsefeyi nasıl etkiledi, bilgelik nasıl savunulacak?
Cognitive sciences’la uğraşan felsefeciler vardır. Bunlar daha çok başka bilimlerden gelen, sonradan felsefeye yönelen bilim insanlarıdır. Bu çalışmaların, bu yeni durumla ilgili olduğu düşünülüyor. Benim beyin hakkında bilgim yeterli olmadığı için, bu konuda bir şey söylemiyorum, ama oldukça mesafeli duruyorum. Bilgeliğin “savunmaya” ihtiyacı yoktur. Ürünlerine ve yardımına insanlar ergeç başvurmak zorunda kalırlar. Nedir bilgelik? Aristoteles’e göre bilgelik, bir düşünce erdemidir: doğaları bakımından en değerli olanların doğrudan ve dolaylı bilgisidir. Ama Eskiçağın Yedi Bilgesini, Hazreti Süleyman’ı ve bu gibi başka insanları da düşünürsek, bilgenin özellikleri belki şöyle dile getirilebilir: Bilge, ulaştığı genel/ teorik bilgilere dayanarak, yaşamda/ pratikte - belirli bir durumda yapılması gereken veya yapılabilecek olan konusunda - en isabetli kararları veren kişidir.
____________________________________________________________________________
Robot sarhoşluğu
Robotlar desem?
Son yıllarda ortalıkta bir robot sarhoşluğu egemen. Gazete haberlerine göre, yaptığı robotla evlenmek isteyen çıkabiliyor! Bunu isteyebilen bir insan, bilgisel yetenekleri gelişmiş -bir robot yapacak kadar gelişmiş-, ama etik yetenekleri kış uykusunda olan birini düşündürüyor. Bir robot ile bir insan arasındaki farklar üzerine robot âşıkları henüz düşünmemiş/düşündürülmemiş gibi görünüyor. Yapmak istediklerimizin sınırlarını bilgiyle, en azından basiretle çizmeyi öğrenmek uygun olur. Şu anda imkânsız olanlar ile kendileri imkânsız olanların farkını görebilmeyi öğrenmek gerekir. Günümüz robotçularının çoğu bu fark üzerinde düşünmemişe benziyor.
_____________________________________________________________________________
Geleceğin kaderi bugün belirleniyor
Geleceğe dair düşünsek, tanrının/dinin ömrü dolmak üzere diyebilir miyiz?
Gelecek üzerine düşünmeden önce, günümüzde olan bitenler üzerinde kafa yormak gerek. Çünkü bunlar geleceğin “kader”ini belirliyor. Şu anda dünyamız postmodernizmin yarattığı sonuçları yaşıyor. İnanmak psişik bir olgudur. Ve sadece dinde söz konusu değil. Yaşamlarına anlam katmaya çalışan insanlar, değerli şeylere anlam yükleyebildiği gibi, olur olmaz şeylere de anlam yükleyebiliyor. Bu da onları ayakta tutuyor. Ama bu olur olmaz şeyler, kendileri için de başkaları için de zararlı olabiliyor. Bunun için eğitimde insanlara değerli “şeyleri” anlamlı görmenin yolunu göstermek yararlı olur. 
____________________________________________________________________________
Değer ne demektir?
‘Bir şeyin değeri’ anlamında ‘değer’ ile ‘değerler’i ve ‘değer yargıları’nı ayırd etmek gerekir. Değer yargıları bir kültürel grubun “iyidir-kötüdür” dedikleridir –“büyüklerin önünde sigara içmek ayıptır” gibi. Değerler –etik değerler– kişilerin başka kişilerle ve kendileriyle ilişkilerinde yapıp ettikleri sonucu kazandıkları özelliklerdir –dürüst olma, adil olma gibi– ve bu ilişkilerdeki yaşantıların tortusudur– saygı, güven gibi. ‘Bir şeyin değeri’ anlamındaki ‘değer’den ise, bir şeyi aynı türden şeylerden ayıran özellikleri/ özellikler bütününü anlamanın uygun olduğunu düşünüyorum.
_____________________________________________________________________________
Kelimeler önemsiz
Etik ve ahlak farklı kavramlar mı?
‘Ahlak’tan da biraz önce sözünü ettiğim, bir kültürel grupta geçerli değer yargıları ile davranış normları sistemini anlamanın ve ‘etik’i ondan ayırmanın gerektiğini; ‘etik’ kelimesinden de insanlararası ilişkilerde değer sorunlarına ilişkin bilgilerden oluşması söz konusu olan felsefenin bir dalını anlamanın uygun olduğunu düşünüyorum. Hep söylerim: kelimelerin kendileri çok önemli değildir. Önemli olan aynı şeye farklı adlar, farklı şeylere de aynı adı vermemek. Yoksa, kafalardaki karışıklıkla başa çıkmak mümkün görünmüyor. Sorunuza özetle şöyle diyebilirim: Ahlak(lar) değişik ve değişken norm sistemleridir; etik ise - bu kelime bugün her ne kadar ‘meslek etikleri’ bağlamında ve bu gibi belgelerde kullanıldığı zaman “genel geçer” norm sistemlerine işaret ediyorsa da-, felsefenin bir alt alanı olarak bir bilgiler bütünüdür. ‘Etik’ son yıllarda moda olduğu için, “modern” olmak isteyenler, dünya görüşlerinden bağımsız olarak bu kelimeyi kullanıyorlar.
_____________________________________________________________________________
Açmazdan çıkış yolu insan hakları
İnsanlık büyük açmazda, bu süreç aşılabilir mi?
Ben, insanlığın sürüklendiği çıkmazdan çıkabilme yolu olarak insan haklarını görüyorum. Bu yol, insan hakları hakkında açık kavramsal bilgiye sahip olan ve insan haklarını içtenlikle korumayı isteyen insanların, en başta da yöneticilerin sayısının artmasından geçer. Bu konudaki bilgisizlik ve pazarlık cirit atıyor ortalıkta. Bugün demokratik yollarla başa gelen ve “ben hiç yolsuzluk yapmadım, yapmamam gereken hiçbir şey yapmadım, sadece bazı yargısız infazlar yaptırdım” diyen devlet başkanları olabiliyor dünyamızda. Bu, onu yaparken de, söylerken de kişinin bilgisizliğini gösteriyor. Örnekler çoğaltılabilir.

Birçok yapılan ve ikiyüzlülük gibi görünenlerde de bilgisizlik görüyorum. Çünkü iddia ediyorum: bir insan, insan haklarının neyi talep ettiğini biliyorsa - en azından bunun farkındaysa - onları elindeki bütün imkânlarla korumak ister. Sokrates’in “hiç kimse isteyerek kötü değildir” sözüne daha büyük önem vermemiz gerekiyor.

Önemli bir konu da, yapılan özgürlükçü eğitimden - yani özgürleşme eğitiminden değil, özgürlükçü eğitimden - sonra, kişilere “kendilerini tutma”yı öğretmektir - yani yerli ya da yersiz duydukları bir ihtiyacı hemen gidermeye kalkışmamayı. Kendini tutma alıştırmaları eklememiz gerekiyor bugün eğitime.
_____________________________________________________________________________
İktidar iki taraflı kesen bir bıçaktır
Peki ya insan hakları?
“Hak kimin için?” sorunuza gelince: temel haklar/insan hakları istisnasız herkes içindir. Bu ‘herkes’ suçluları, cezaevlerinde olanları da kapsar. İnsan haklarını etik ilkeler olarak düşünürseniz –yani muamele etme ilkeleri olarak düşünürseniz–, bunu görmek kolaylaşır. Diğer haklar ise –yani temel haklar olmayan haklar– “ilgililer” içindir, o hakla çizilen sınırlar içine giren herkes içindir. Temel haklar, pek tabii ki, yoksul insanların da haklarıdır. Korunmaları, devlet tarafından temel hak olmayan ek haklar tanınmasını gerektirir. Sosyal haklar denilen haklar böyle haklar olsa gerek. Ast-üst ilişkisinde, roller farklı haklar değil, farklı yetkiler sağlar. Önemli olan, bu yetkilerin sınırlarının değer bilgisiyle ve rollerin amaçlarına uygun olarak belirlenmesi ve astların da üstlerin de minimum derecede bu sınırlar içinde hareket etmesidir, derim. “Bilgi güçtür/iktidardır” ifadesi bir slogandır.

Bilgi gerçi insanların yapabileceklerini arttırır, ama bunları etik değer bakımından ve bu arada insan hakları açısından değerlendirmek şarttır. İktidar iki taraflı kesen bir bıçaktır.

Enver Aysever / CUMHURİYET


Genco Erkal; Karanlık yoğunlaştıkça O’nun değeri artıyor - Enver Aysever

Tiyatro sevdalısı Genco Erkal sözünü sakınmıyor: “İnsanlar niçin içeri atıldıklarını bilmiyorlar. Tek adam sisteminden adalet beklenebilir mi? Yirminci yüzyıla damgasını vuran devrimlerden bir tek bizimki inatla ayakta. Eskisinden daha değerli benim için Mustafa Kemal. Devrimleri silinmez...


Genco ağabeyle “merhaba” diyerek başladık söyleşiye. Nâzım hep yanımızdaydı, Can Yücel’in ağızlar dolusu sövmeleri, Aziz Nesin’in hınzır gülüşü kulağımdan gitmedi sohbetimizde. Müşfik Bey, Yıldız Hanım, Şükran Güngör kulak kabartmış, dikkatle dinliyorlardı sanki bizi Kenter Tiyatrosu’nda. Sözünü sakınmayan bir tiyatro sevdalısının isyanına tanık oldum. Yıllardan süzülüp gelen o incelikli cümlelerle anlattı dünü, yaşadığımız günü ve gelecek umudunu. Salt Genco Erkal değildi karşımdaki, yüreğine sığdırdığı, sahneye taşıdığı bilgelerle de söyleştim sanki...
_________________________________________________________________________
İyi eğitimli burjuva olmanıza karşın, sınıf mücadelesine katılıyorsunuz, nasıl gelişti bu süreç?
Okudum, öğrendim, doğru yolu buldum. Kuramsal kitapların yanı sıra bana yol gösteren iki büyük şair var: Biri Nâzım, biri Brecht. Onların yolundan gidiyorum ben, onlar neyi, niçin yapmışlar, ona bakıyorum. Biri 13 yılını hapiste geçiriyor, ondan sonra yurtdışında zorunlu sürgünde. Öbürü Nazi Almanyası’nı yaşıyor. Yurdunu terk etmek zorunda kalıyor. Çeşitli ülkeleri dolaşıyor, Amerika’ya kadar gidiyor, sürgünde. Bu insanların yazdıklarıyla beslendim... Doğru yol, bu adamların seçtiği yoldur dedim.
__________________________________________________________________________
Genç tiyatrocular olarak siyasal kavgaya giriyorsunuz, o nasıl başladı?
Tüm dünyada o dönem bir siyasallaşma vardı aslında. Vietnam Savaşı’na karşı çıkış, Paris’teki 68 olayları... Bizde de yankı buldu. 68’e geldiğimizde bizde de müthiş bir siyasallaşma var, gençlerin politik hareketi var. Tiyatrolar da bu harekete katılıyor. O arada pek çok yeni tiyatro topluluğu kuruluyor. Aziz Nesin, Brecht, Nâzım Hikmet oynanıyor. Yeni yazarlar çıkıyor ortaya. Sol düşüncenin gelişmesiyle ilk defa sanatla düşünsel akımlar ve işçi hareketi aynı çizgide bir araya geldi.
___________________________________________________________________________
Tüm bunlar 27 Mayıs Anayasası sayesinde oluyor, ortam nasıl o dönem?
O zamana kadar yasaklı olan düşüncelere bir kapı açıldı. Yıllar sonra “Bu anayasa bize fazla bol geldi” dedi Demirel. Çünkü bir özgürlük anayasasıydı. O zamana kadar Marx yok, Brecht yok, Nâzım yok. O kapı açılınca yeni anayasayla birlikte dallar tomurcuklanmaya başladı. Ben Nâzım’ı o sıra keşfettim. Onu okuduğum anda “bu benim şairim” dedim. O günden bugüne dek yola birlikte devam ediyoruz. Brecht’i de o dönemde tanıdım, o da aynı zamanda yayımlanmaya başladı. Rönesans diyorum bu sürece. O güne kadar yasaklı olan düşünceler ortaya çıktı bu özgürlük ortamında ve kültür-sanat alanında yeniden doğuş başladı.
_________________________________________________________________________
12 Mart baskı süreci geliyor ardından, nasıl ayakta kaldınız?
Bizim işçi kolu diye bir amatör grubumuz vardı, kendi yetiştirdiğimiz oyuncular. Grevlerde oynadılar. İşçi tiyatroya gelemiyorsa biz gidiyorduk onlara. Rahatsız oldular tabii. Darbeciler ilk olarak Küba Devrimi’ni anlatan “Havana Duruşması”nı yasakladılar ve tehdit ettiler; “Bu oyunu kendi isteğinizle kaldırmazsanız, biz tiyatroyu tamamen kapatacağız” dediler. Baktık ki, 15 kişi bu tiyatrodan ekmek yiyor, peki dedik. Onlar da “kendi istekleriyle kaldırdılar” diye ilan ettiler. Halbuki tepeden inme bir yasaklamaydı o. Biz “Asiye Nasıl Kurtulur”u oynamaya devam ederek tiyatroyu ayakta tutabildik. Sonra turnelerimiz engellendi. 12 Eylül’de de aynı şey oldu. Büyükşehirlerde göz yumuyorlar biraz ama Anadolu kapıları kapanıyor. İzin alamıyorsunuz Emniyet’ten, oyunlar yasaklanıyor, sansürleniyor. Sonra polis kameraları geliyor tiyatronun kapısına. İnsanlar siniyor, mimlenmekten korkuyor.
__________________________________________________________________________
En acımasızı o...
Gericileşme dönemi buradan başladı diyebilir miyiz?
Doğru. Ama yine de hemen sonrasında bir toparlanma var 70’lerde. Asıl en büyük darbe 12 Eylül tabii. En acımasızı o. Kökünden silip süpürüyor. İdamlar var. “Asmayalım da besleyelim mi?” diyor paşa. İnsanlar korkudan kitaplarını banyolarda yakıyorlar, denize atıyorlar, Boğaz’ın tepelerinde çukur kazıp gömüyorlar. Öyle bir terör ortamı esiyor ki, gençlik, sol kesim hapishanelerde. Amaç bundan sonraki kuşaklara gözdağı vermek. Özal dönemiyle zaten tamamen apolitik bir genç kuşak yetiştirilmiş oluyor.
__________________________________________________________________________
“Darbe mahkemelerinden beter bugün” diyor Ali Sirmen...
Daha fazlasına katılıyorum. İnsanlar niçin içeri atıldıklarını bilmiyorlar. Bir yıldan fazla iddianame yazılmasını bekliyorlar. Neyle suçlandığını bilmiyor mesela Osman Kavala. Bir bildiriye imza attı diye akademisyenler mesleklerinden atılıyor, yurtdışına çıkmalarına izin verilmiyor, tutsak ediliyor. Ortada bir mahkeme yok, karar yok, dava yok, zaten hukuk yok. Tek adam sisteminden adalet beklenebilir mi? Ordunun yapısını alt üst ettiler, yargı alet oldu. Sonra da yanıldık diyorlar. Son dönem saldırganlık arttı. Muhalefete tahammül yok. Gazeteciler, tiyatrocular, haber programı spikerleri tehdit ediliyor, hedef gösteriliyor, yargı hemen harekete geçiyor. Resmen korku imparatorluğu görüntüleri. Askeri darbelerin hiç olmazsa geçici olduğunu biliyorduk. Yeni bir anayasa yapılacak, seçim yapılacak, iyi kötü yeniden demokratik düzene geçilecek diyorduk.
___________________________________________________________________________
Çağdaşlık, laiklik...
Siz sosyalist olarak Mustafa Kemal’e saygınızdan hiç vazgeçmediniz.
Elbette. O temelimizdir her zaman. Büyük bir antiemperyalist savaşı yönetiyor. Nâzım’ın da büyük saygısı var. En güzel dizeleri yazmıştır onun için Kuvayi Milliye Destanı’nda. Oradan başlıyor iş. Önce bir antiemperyalist Kurtuluş Savaşı, ardından aydınlanma hareketi, çağdaşlık, laiklik, demokrasi, bütün bunların temeli Atatürk’ün düşüncesinde var. Önce oraya ayak basacaksın, ondan sonraki adımlarınla daha ilerisine de karşıdevrim dinin desteğiyle başarıya ulaştı. Ortodoks kilisesi, Katolik kilisesi karşıdevrimi besleyen bir güç oldu. İnsanlar oraya sığındılar. Din çok ayrı bir belirleyici güç. Hele bizim gibi toplumlarda. Biz Doğulu bir toplumuz. Bir ayağımız Batı’da ama kökenimiz Doğu’da. Burada din çok belirleyici olabiliyor. Karşıdevrimin tutmasının nedeni de bence din. Onlar da biliyorlar ve bunu besliyorlar. Çünkü din bireyleşmeyi ve özgürleşmeyi özendirmiyor. Bilakis biat kültürünü, kul olmayı, itaat etmeyi öneriyor. İnsanları çocukluktan başlayarak öyle eğitirsen senin dediğin yola girer ve onu istediğin gibi kullanabilirsin. Biz de tersine, her şey insanın kafasıyla beyniyle oluyor, birey ol diyoruz. Aydınlanma diyoruz. Kendi haklarına sahip çık, itiraz et, insana yakışan budur diyoruz gidebilirsin. Ama onu inkâr edemezsin, o temeldir. Yirminci yüzyıla damgasını vuran tüm devrimler karşıdevrimle çöktü, tersine döndü. Bir tek bizimki inatla ayakta. Eskisinden daha değerli benim için Mustafa Kemal. Karanlık yoğunlaştıkça onun değeri artıyor.
__________________________________________________________________________
Mahir Çayan’ın, Deniz Gezmiş’in de saygısı büyük, sosyalistler sahip çıkıyor değil mi Mustafa Kemal’e?
Çünkü antiemperyalist. TİP hareketi çok önemlidir. Sol birlik halinde, ilk seçimde Meclis’e girmiştir. Ve 5 - 6 milletvekili altüst etmiştir Meclis’i. Çetin Altan, Behice Boran, Mehmet Ali Aybar var. Ne kadar güçlüydü sol ve bir sonraki seçimde daha da iyi olacaktı işler. Ama tabii ki emperyalizm, her türlü numarasıyla o hareketi parçaladı. Onun içinden Milli Demokratik Devrimciler çıktı. Emperyalizmin böl yönet hikâyesi... Sonrasında zaten hiçbir zaman da bir araya gelemedi sol. Hâlâ bölünüyorlar. Bir avuç insansınız. Bir arada ağırlık koymak gerekirken bölüne bölüne sembolik bir hareket haline geldi.
___________________________________________________________________________
Özgün hareket
Gezi Direnişi ne düşündürdü size?
Benim için çok önemli bir hareket. Özgün tarafı güzel. Hiçbir ideolojiye dayanmayan, kendiliğinden gelişmiş bir hareket. Kural tanımayışı, zekâ, mizah patlaması hayranlık uyandırıyor. Böyle bir şey olacağını düşünemezdim. Bu konularla hiç ilgilenmediğini düşündüğümüz insanları bir araya getirdi. Bu arada benim kızım da torunlarım da vardı. Onlar da istiyorlardı Taksim’e gitmek, gittiler de. İlkokula, ortaokula kadar yansıyan bir olay, müthiş bir coşku, zekâ ve yaratıcılık bereketi var.
___________________________________________________________________________
Büyük bir itiraz hareketi. Meğer neymiş bu ülke? Ne potansiyel varmış ve bugüne kadar neredeymiş?
Otoriteye karşı, baskıya karşı... “Sen benim ne giyeceğime, ne yiyip içeceğime, kiminle ne yapacağıma karışamazsın” diyor. Birey olarak özgürlüğüne sahip çıktı insanlar. Ama tabii sonu kötü oldu. 1 Mayıs’ta da yürüyemedik. Kime, ne zararı var yürümenin? Daha önce de Taksim’e yüründü ve hiçbir şey olmadı. Türkiye’nin her tarafından TOMA’ları, motorize kuvvetleri toplayıp getiriyorlar, adım attırmıyorlar. Neymiş efendim? Taksim miting alanı değilmiş. Ama 15 Temmuz’da, işine geldiği zaman gece gündüz sürekli miting alanı haline geldi orası, ona itiraz yok.
____________________________________________________________________________
Erdoğan her şeyi kazandı ama Gezi’yi kaybetti. Unutamıyor değil mi?
Evet. Bence sarı yeleklilerden de huylandı
huylandı. Bize de bulaşır mı korkusu var. Örnek olarak onu veriyor, tehdit ediyor. Burası Paris değil, diyor. Keşke olsa. Orası gibi demokrat olsa, çağdaş olsa. Orada da sağcı hareketler çok güçleniyor ama demokrasi kurumsallaşmış, insanlar düşüncelerini korkmadan koyabiliyorlar ortaya. Buradaki gibi biat kültürü yok. İşte onu pekiştirmek için sürekli imam hatipler, kuran kursları açılıyor.
____________________________________________________________________________
Osmanlı özlemi
AKM yıkıldı, cami yükseldi. Simgesel dönüşüm söz konusu diyebilir miyiz?
Bu hareketin simgesi camidir, felsefesini o belirliyor diyebiliriz. Cumhuriyetin, çağdaşlığın alternatifi olarak kullanılıyor. Atatürk’ün karşısına dikiliyor. Osmanlı özlemi. AKM’nin paraleli de Muammer Karaca Tiyatrosu’dur. O da çürümeye terk edildi. Kapısında sarhoşlar barınıyor. Bu binalar çağdaşlığı, kültürü, sanatı simgeleyen binalar. Aynı zamanda rant getirecek yerler. Karaca Tiyatrosu, bir tiyatro salonu olarak belediyeye bir şey getirmiyordu. Ama orayı beş yıldızlı otel yapmak üzere Araplara verirsen çok para getirecek. AKM’yi de kendi düşünce yapılarına göre rant getirecek bir kültür merkezi yapacaklar. AVM kafası işte. Zaten tiyatrolar da AVM’lere sığındı. Şimdi hepimiz artık göçebe olduk. o AVM senin. bu AVM benim, dolanıp duruyoruz. İyi ki AVM’ler var ama, yoksa oynayacak salon bulamayacaktık. Üniversite salonlarını, Devlete ait salonları, AKP’li belediyelerin kültür merkezlerini muhalif tiyatrolara vermez oldular. Kenter Tiyatrosu yaşasın diye haftada bir orada devam ediyorum. Öteki günlerde göçebeyiz. Belki genç tiyatro topluluklarının getirdiği bir çeşitlilik, bir taze kan var ama o yerleşik tiyatro kültürü yok oldu.
___________________________________________________________________________
Sol liberal siyaset hakkında ne diyeceksiniz, çok arkadaşınız kandırıldı mı?
Sadece onlar değil bütün Avrupa, dünya yanıldı. Türkiye’de demokrasi olacağını sandılar. Askeri vesayet bitecek, Türkiye’de ileri demokrasi olacak, bu arada diğer sorunlar çözülecek, buna nasıl inandılar? Adamın geçmişi belli. Kimin dizinin dibinde oturduğu belli. Fotoğrafları var... Demokrasi benim için bir tramvay, istediğim yerde binerim, istediğim yerde inerim diyen bir adam. Çok tutarlı. Şiir okudu diye hapse atılmasını onaylamam ama o şiirin ne dediği de belli. Kafası belli. Bizi nereye götüreceği belli. Bu adamdan nasıl bir demokrat çıkabileceğini düşündüler?
___________________________________________________________________________
Aydın nereye kadar yanılabilir?
Bilmiyorum hakikaten, haklarında kötü konuşmak istemiyorum. Ama çok büyük hayal kırıklığı benim için. Ben o insanların Taksim meydanındaki büyük ekranda, televizyon kanallarında büyük sözlerle Erdoğan’ı destekleyen demeçlerini izlediğimde gözlerime inanamadım, yanlış görüyorum herhalde, böyle bir şey olamaz dedim. O referandum bir kırılma noktasıydı. Orada başladı sistem tek kişiye bağlanmaya, oradaki değişimle başladı. Sonrası çorap söküğü gibi geldi. Oradaki o yanılma olmasaydı, yetmez ama evetçilerin desteğiyle o referandum geçmeseydi buralara kadar gelinmezdi. Onun için çok suçlular ve çok sorumlular bütün olup bitenden.
___________________________________________________________________________
Maya tuttu
İçinde bulunduğumuz çürümüşlükten çıkabilir miyiz?
Bu ülkedeki birikimin yok edilebileceğini sanmıyorum. 1923’ten gelen cumhuriyetin ve Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı arkasından getirdiği devrimlerin silinebileceğini sanmıyorum. Bugün en sağcı adamlar bile, dile laf ediyorlar ama öz Türkçe kelimelerle konuşuyorlar. Çağdaş diyor mesela. İmam hatip mezunu ama okul diyor mesela, mektep demiyor. Silinemez bu. Bu maya tuttu diye düşünüyorum. İnsanlar özgürlüğün tadını aldılar, kadınlar eşit yurttaş olmanın değerini gördüler, bundan vazgeçmezler diyorum. Bunu geriye çevirmek isteyen çok etmen var tabii. Çünkü bir yerde din diye bir şey var. Din çok güçlü bir kurum. Dikkat edersen Polonya’da, Sovyetler Birliği’nde de karşıdevrim dinin desteğiyle başarıya ulaştı. Ortodoks kilisesi, Katolik kilisesi karşıdevrimi besleyen bir güç oldu. İnsanlar oraya sığındılar. Din çok ayrı bir belirleyici güç. Hele bizim gibi toplumlarda. Biz Doğulu bir toplumuz. Bir ayağımız Batı’da ama kökenimiz Doğu’da. Burada din çok belirleyici olabiliyor. Karşıdevrimin tutmasının nedeni de bence din. Onlar da biliyorlar ve bunu besliyorlar. Çünkü din bireyleşmeyi ve özgürleşmeyi özendirmiyor. Bilakis biat kültürünü, kul olmayı, itaat etmeyi öneriyor. İnsanları çocukluktan başlayarak öyle eğitirsen senin dediğin yola girer ve onu istediğin gibi kullanabilirsin. Biz de tersine, her şey insanın kafasıyla beyniyle oluyor, birey ol diyoruz. Aydınlanma diyoruz. Kendi haklarına sahip çık, itiraz et, insana yakışan budur diyoruz.

Enver Aysever / CUMHURİYET

Korkut Boratav: Bugünkü İslamcı bir faşizm - Enver Aysever

Güzel bir sabahı paylaştık Korkut Hoca’yla. Cumhuriyet tarihi boyunca bilime emek veren ve çilesini çeken bir aile oratav’lar. Çağı yakından izleyen, bilgilerini sıkça güncelleyen, dağarcığında olanı toplumla her fırsatta paylaşan tam bir aydın Korkut Hoca. Okur, yayıncı olarak tanırdım elbette hocayı. Ancak geçirdiğimiz üç saat bambaşka deneyim oldu bizim için. (Yol arkadaşlarım Selnur ve Şule ile birlikte) Benzer öğretiyi paylaştığımız insanların sayıca ne denli az olduğunu fark ettim yeniden. Hocanın çizdiği çerçevede hemen her cümlesine katılıyorum. Cumhuriyete sahip çıkan aydınlanmacı, devrimci bilgeyi paylaşıyorum sizinle. Korkut Boratav yönünü kaybeden çok kimseye pusula olacak yine...
________________________________________________________________________

Cumhuriyet nasıl bir devrimdir ve kuranları nasıl tarif edersiniz?
Cumhuriyet devriminin liderlerini, hem sınıfsal konum, hem de ideolojik olarak küçük burjuva radikalleri olarak tanımlayabileceğimizi düşünüyorum. Devrimci liderlerin dahi hareket alanları, tarihsel miras, sınıfsal yapı tarafından kısıtlanır. Genel doğru budur; ama bizde Cumhuriyet dönüşümünü başlatan, devrime dönüştüren kadrolar, ülkenin geleceğinde bu sınırları bir hayli zorlamıştır. Özellikle Mustafa Kemal’in kişisel katkısı bu yolda büyük önem taşımıştır.

Öncelik, Osmanlı İmparatorluğu ile birlikte ortaçağ mirasını tümüyle tasfiye etmek ve “istiklâl-i tam”, yani tam bağımsızlıktı. Bunun ötesinde Cumhuriyetin ilk yıllarında İttihat Terakki’den devralınan ve ulusal burjuvazi yetiştirmeyi hedefleyen “millî iktisat” stratejisi benimsendi. Büyük buhran vurunca, liderler, önce burjuvazinin kofluğunu fark ettiler; el yordamıyla çıkar yol aradılar; önce korumacılığa, sonra devletçiliğe geçtiler.
___________________________________________________________________________
Kültürel Müslümanlık...
Liberallerin cumhuriyet eleştirişlerine ne diyeceksiniz?
Liberallerimiz, post-modern demokrasi yorumu ile bütün siyasi akımların aynı derecede saygın olduğunu ileri sürdüler. Bu toplumun bünyesinde var olduğu için siyasi İslam’ın siyasette de yer almasını; toplumun çoğunluğunu oluşturuyorsa kendi programıyla iktidar olmasını savundular. Ama, siyasi İslam’ın toplumun bünyesinde yer almadığını; Türkiye halkının kültürel Müslümanlığından ayrı, hatta ona yabancı bir şey olduğunu algılayamadılar. Siyasi İslam’ın, Türkiye toplumunu aslında “ithal malı” bir İslam’a göre dönüştürme programı içerdiğini; bu programın demokratik olamayacağını bir türlü fark etmediler.

Birçok arkadaşımız 12 Mart, 12 Eylül askeri faşizmlerinin panzehiri olarak İslamcılığı gördü; siyasî İslam’ın bünyesindeki anti-demokratik özü kavrayamadı. Askeri faşizm karşıtlığı, İslamcı faşizme teslimiyete yol açtı.
____________________________________________________________________________
Gezi’yi işçi sınıfı yaptı
Gezi çok önemli bir itirazdı, nasıl okumak gerekir o günleri?
Gezi’ye katılanların ortak simgesinin kalpaklı Mustafa Kemal bayrağı olduğunu hatırlayalım. Temel ideolojik konumları Cumhuriyetçiliktir. Gezi mitingleri de, Türkiye’nin Cumhuriyetçi ve demokrat insanlarını bir araya getirmiştir. Zira, Cumhuriyetçi, aslında demokrattır; çünkü aydınlanmacıdır. Aydınlanma, düşün dünyasında sınırsız özgürleşme demektir. O sayede Hasan Âli Yücel’in Tercüme Bürosu’nun Türkiye düşün ve edebiyat hayatına getirdiği ışıktan yararlandık. Köy Enstitüleri’nde de hem klasik müzik, hem klasik dünya edebiyatı köy çocuklarının olgunlaşmasına katkı yaptı.

Gezi’ye katılanların toplumsal profiline bakalım. Ağır basan özelliğini bugünün ve geleceğin ücretli çalışanları diye tanımlayabiliyoruz. Böylece de işçi sınıfını işaret etmiş oluyoruz. Beyaz yakalı ücretli ne demek? Hayatını kafa emeğini satarak kazanan insandır; yani işçidir. Engels açıkça söylüyor, emeğini satan herkes işçidir. Bu tespiti, Gezi için “orta sınıf eylemi” küçümsemesine karşı yapıyorum.

İşçilerin dışında kim katılmıştır? Birincisi öğrenciler... Öğrenciler tümüyle yarınki işçi sınıfının yedek emek ordusudur; üniversiteyi bitirdikleri anda yedek emek ordusunu besler; adım adım da aktif emek ordusuna katılırlar. Dolayısıyla onlar yarının işçi sınıfıdır.

İşçilerin dışında Gezi’ye katılan ikinci grup da beyaz yakalı profesyoneller. Yani avukatlar, doktorlar, mali müşavirler katılıyor. Mühendislik bürosunun patronu, büro çalışanlarıyla birlikte katılmadı mı? Katıldı. İşçi sınıfı çekirdeğinin dışında bu katman da var. Toprak ağası, fabrikatör, müteahhit, tüccar Gezi’ye katılmadı; tekil istisnalar hariç.

Ancak Gezi, ücretlerin yükselmesi, fazla mesainin, çalışma koşullarının düzenlenmesi gibi işçi sınıfının günlük talepleri için yapılmadı. Nümayişler sırasında bu konuda doğru tespiti Ali Babacan yaptı. O günlerde Brezilya’da toplu taşıma zamlarını protesto eden gösteriler başlamıştı. Babacan sorguladı: “Gezi gösterilerinde Brezilya’daki gibi ekonomik talepler yok; ne istiyorlar?” Tespit doğru; ama Gezi’deki insanların, işçilerin daha olgun bir sınıfsal talebini algılamıyor. Ortak teşhis ve talep şuydu: “İktidar, bizlerin Taksim’deki ortak varlığımızı vurguncu, kapkaççı sermayedarlarla paylaşmak üzere talan etmektedir ve karşı çıkmalıyız...”

Bu algılama, işçi sınıfının güncel, sendikal refleksini aşan; kamuculuğu içeren daha olgun bir dünya görüşüne açılıyor. Zira, sosyalizm aydınlanmanın uzantısıdır, türevidir. Keza, Gezi’de bir araya gelenler, nevalenin ihtiyaca göre dağıtıldığı komünist paylaşım ilkesini de uyguladılar.
Bu tespitler bir araya getirilirse, Gezi, Türkiye toplumunun olgun; ancak örgütsüz, kendiliğinden bir sınıf kalkışması olarak görülebilir.
_____________________________________________________________________________
‘Kriz, AKP’nin eseridir’
Krizin göbeğindeyiz, sizce nasıl bir süreçten geçiyoruz?
İçinden geçmekte olduğumuz kriz, finans kapitale bağımlılığı, teslimiyeti nedeniyle bizzat AKP’nin eseridir. Ağırlaştıkça temsilî demokrasinin normal koşullarında iktidarı da sarsması gerekir.

Yeni rejim, kurumsallaşamama güçlükleriyle karşı karşıyadır. Türkiye’nin gelişkinlik düzeyindeki kapitalist bir ekonomi, bugünkü alaturka başkanlık rejimi ile yönetilemez. Meşrutiyetten bu yana kamu yönetiminin tarihsel birikimi emir-komuta zinciri içinde çalışmaya müsait değildir. Bu kadro yeni baştan kurumsallaşma gerçekleştiremez.

Kriz çok derinleşirse mecburen IMF’yi getirecekler; bir gerekçe bulurlar. Kamu yönetiminde yapısal reform için de Dünya Bankası... Aksi halde bugün yarım-yamalak uygulanan “IMF’siz IMF programı”nı, ekonomiyi küçülterek, işsizliği artırarak düşe kalka sürdürürler.
_____________________________________________________________________________
İçinde bulunduğumuz rejimi tarif etmek gerekse, ne dersiniz?
Şunu söyleyeyim bir kere, rejim değişti. Ben İslamcı faşizm diyorum, geçiş son cumhurbaşkanlığı seçimiyle tamamlandı. Meclis bitti. Ama birçoğumuz rejimin değiştiğinin farkında değil; çünkü özgürlük alanlarının hepsini yok etmediler. Hâlâ bu tür “aykırı” sohbetleri yayımlayan bir gazete var. İki üç muhalif TV kanalı ve gazete var. Zorla ayakta durduklarını da biliyoruz.

Burjuvazi ise, “lümpen”, kapkaççı, fırsatçı ve korkak olduğunu defalarca gösterdi. Mülkiyet haklarının ihlallerini dahi, “bana dokunmayan yılan..” anlayışıyla sineye çekti. AKP’nin rejim değiştirme operasyonlarının her aşamasına açıkça ya da sessizce destek verdi. Bu özellikleriyle Türkiye burjuvazisi, yakın dostlarına, hatta kendisine dahi “ihanet” etti. Hayalperest liberallerin ondan umduğu tarihsel görevi ifa etmiyor. Kapitalist bir toplumun egemen sınıfı olma iddiasını yitirmiş. İktidar, ihsan dağıtma ve cezalandırma yöntemlerini işadamlarına karşı pervasızca kullanıyor. Büyük sermaye de son tahlilde orta halli kapkaççıların yönettiği; yolsuzluğun zirveye çıktığı; yozlaşmış kapitalizmi sineye çekiyor. Bu rejimin kendisi için de yarattığı istikrarsızlık, güvensizlik tahammül sınırını aşarsa ne yapacak? Çoluk-çocuk, servet, sermaye, şirket olarak ülkeyi terk etme seçeneği yedektedir. Korkut Boratav'a göre Türkiye burjuvazisi, yakın dostlarına, hatta kendisine dahi "İhanet" etti...
____________________________________________________________________________
SOSYALİZME ENGEL DEĞİL
İslam toplumu olmak sosyalizme engel mi, aşmak mümkün mü bunu?
Kaynağı İslam dininden olmakla beraber, Müslümanlığı, Türkiye halkının kültürünün bir öğesi olarak yorumluyorum ve birçok arkadaşın aksine, sosyalizme karşı bir engel olduğunu düşünmüyorum.

Son yılların patolojik dönüşümleri hariç, kültürel Müslümanlık, Türkiye’nin seksen yıllık laiklik uygulamalarına uyum göstermiştir. Dahası, Türkiye seçmenlerinin, işçi sınıfının, emekçilerinin 12 Mart’la 12 Eylül arasında sandıkta, varoşlarda, fabrikalarda, köylerde, 1 Mayıs’larda, 15-16 Haziran’larda sola, giderek sosyalizme kaymasına Müslümanlık engel olmuş mudur? Hayır!
Tekrar edeyim: Siyasi İslam, Türkiye toplumunun Müslüman kimliğini fethetmeyi hedefleyen; dıştan gelen bir saldırıdır.
____________________________________________________________________________
Cumhuriyetçi kadronun en devrimcisi Mustafa Kemal’in farkı neydi?
Mustafa Kemal, Cumhuriyetçi kadronun en devrimcisidir. Şubat 1923’te İzmir Kongresi açılış konuşmasına bakın. Yeni bir toplum tahayyülünün ip uçları var: Osmanlı toplumunun zirvesini simgeleyen üç büyük sultana meydan okumakta; tümüyle ortaçağ düzenini reddetme işaretleri vermektedir. Liderliği, sonraki yılların devrimci doğrultuda gelişimini belirlemiştir.
____________________________________________________________________________
Sosyalizmi kurma fırsatı var mıydı kuruluşta, niye tercih bu yönde olmadı?
Mustafa Kemal niye sosyalizmi kurmadı diye bir soru sorulamaz ki. Toplumun özelliği, yapısı sosyalizmi gündeme getirmeye müsait değil. Mustafa Kemal’in dünya görüşü Fransız devriminin Jakoben kanadına yakındır; sosyalist değildi. Ortaçağ düzenine karşı mücadeleyi ödünsüz üstlenebilecek lider de oydu.

Cumhuriyet devrimlerinin eksikleri yok mu? Bir toprak reformu ile toplumun bünyesinde gericiliğin kaynaklarını oluşturan toprak ağasının, büyük çiftçinin, etkileri niçin tasfiye edilemedi? Parti teşkilatı niçin her yerde son tahlilde toprak ağalarının, taşra mütegallibelerinin kontrolü altına girdi?
Atatürk bu eksikliğin fakındaydı. Her fırsatta ısrarla çiftçiyi topraklandırmak lazım dedi. Bu doğrultuda bir atılım Atatürk’ün ölümünden sonra Köy Enstitüleri ve Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu ile yapılmaya çalışıldı. Köy Enstitüleri’nin on yıl içinde Türkiye’nin kültür hayatına ne kadar büyük, devrimci bir ivme getirdiğini bugün dahi görüyoruz. Türkiye köylüsünün de devrimci bir değişime ne kadar yatkın olduğunu Köy Enstitüleri’nin bilançosunda gözlüyoruz.
____________________________________________________________________________
Atatürk’e yaygın bir sevgi var
Laiklik, Cumhuriyet ve Müslümanlık bir arada olabilecek mi yine?
Elbette olacak. Aksi görüşte olanlar, Cumhuriyet devrimlerinin nasıl olup da ayaklanmalara, sert direnmelere yol açmadığını açıklasınlar. Öyle bir devrim ki, önce saltanatı, sonra hilafeti kaldırıyor; anayasasından “devletin dini İslam’dır” maddesini çıkarıyor; laikliği, Latin alfabesini getiriyor; kadını erkeği hukuken eşitliyor; kadınlara seçmeseçilme hakkını bazı Batı ülkelerinden önce getiriyor; şeriat hukuku yerine Avrupa hukukunu getiriyor…

Şeriatçı halk ayaklanmaları nerede? Menemen vakasını, Şeyh Sait ve Dersim isyanlarını mı sayacaksınız? İlgisi yoktur. Zira Türkiye halkının Müslüman kültürü laiklikle barışıktır. Dede Korkut masallarındaki kadın karakterlere bakın. Bektaşi fıkralarına, Nasreddin Hoca fıkralarına, Bekri Mustafa fıkralarına bakın. Karacaoğlan’a, Âşık Veysel’e bakın. Halk türkülerinin, şiirinin tümü dünyevî aşk taşır; sevda, muhabbet, kaçamaklar içerir. “Bir bahçeden bir bahçeye sallanan yemeniler” ile haberleşmeler vardır… Bu örnekler bugünkü rejimin İslamcı dünya görüşü ile nasıl uzlaşabilir?
______________________________________________________________________________
2023 Türkiye’si Mustafa Kemal’in mi Abdülhamit’in mi olacak?
Türkiye halkına hiçbir telkin ve kampanya yapmadan bir anket uygulayın. “Atatürk mü Abdülhamit mi” diye. Sonucu göreceksiniz. Toplumumuzun, 2019 yılında Cumhuriyet rejiminin ana kazanımlarıyla hâlâ barışık olduğunu ve Atatürk’e ait yerleşik, yaygın bir sevginin var olduğunu düşünüyorum.

Enver Aysever / CUMHURİYET