6 Şubat 2019 Çarşamba

La havle...- SELCAN TAŞÇI HAMŞİOĞLU

AK Parti iktidarının, -MHP Genel Başkanı'nın o günkü ifadesiyle "(biri kadındı gerçi ama)12 kötü adam"la birlikte- "açılım"ı ilan ettiği yıl 135 şehit verdik.
Ertesi sene 141 şehit. Daha sonra "çözüm süreci" diye anılacak olan "açılım"ın ilk iki buçuk yılında toprağa verdiğimiz asker-polis sayısı 258.

Sadece 2015-2016 arası, terör örgütünün çözüm sürecinde şehirlere yığdığı cephanelikleri kullandığı saldırı, çatışmalarda 532 şehit verdik.

AK Parti'nin "analar ağlamayacak" vaadiyle başlattığı sürecin sonuna geldiğimizde memlekette ağlamayan ana kalmamıştı; şehitlerimizin sayısı 800'ü geçti.
Artı, misliyle gazi.
                                                             ***
Tam da o günlerde...
                                                             ***
-Bir AK Partili Başbakan Yardımcısı'nın, "Ben bir BDP'li kadın milletvekiline çok kızıyordum, çok beddua ediyordum. Halen milletvekili bu insan ama onunla ilgili bir hatırayı dinledim, şimdi artık kızmıyorum. Çünkü 17 yaşındaki bir genç kızken Diyarbakır Cezaevi'nde o kadar ahlaksızca işkenceye maruz kalmış ki o kadar kendisini zorlamışlar ki ben de aklıma gelse dağa çıkardım. Çünkü Diyarbakır'dan cezaevinden çıkanların yarısından fazlası dağa gitti, yarısından fazlası da dağdakilere övgüler düzüyor..." demesi, o dağa çıkanların katlettiği şehitlerimizin kemiklerini hiç sızlatmadı.

-Bir AK Partili milletvekilinin, Avrupalılara, "Türk hükümetine kalsa, Zana çok uzun zaman önce tahliye edilmiş olurdu" demesi şehitlerimizin kemiklerini hiç sızlatmadı.


-Bir AK Partili Dışişleri Bakanı'nın, Amerikalılara, "Devlet Güvenlik Mahkemesi'nin kararını tersine çevirmesi için ne kadar çok çalıştığımıza inanamazsınız ama mümkün olmadı... Onlara ve avukatlarına gittik ve dedik ki Allah rızası için, lütfen hâkimlere hakaret etmeyi bırakın da sizi dışarı çıkarabilelim" diye hesap vermesi, şehitlerimizin kemiklerini hiç sızlatmadı.

-Bir AK Partili Başbakan'ın, "PKK ile görüşen arkadaşı ben gönderdim" demesi, "İmralı, kendi üstüne düşeni yaptı" diye Öcalan'la iş birliğini itiraf edip bir de üzerine caniyi takdir etmesi, şehitlerimizin kemiklerini hiç sızlatmadı.

-Bir AK Partili İçişleri Bakanı'nın "Abdullah Öcalan'ın mesajları bizim de düşüncelerimiz" demesi, şehitlerimizin kemiklerini hiç sızlatmadı.

-Bir AK Partili milletvekilinin "Öcalan, Türkiye'nin demokratikleşme sürecine katkı sağlayan bir yerde duruyor" demesi, şehitlerimizin kemiklerini hiç sızlatmadı.

-Bir AK Partili Başbakan Yardımcısı'nın "PKK bağımsız Kürdistan için silah kullanabilir" demesi, şehitlerimizin kemiklerini hiç sızlatmadı.

-Muhtelif AK Partili bakanların, milletvekillerinin, başbakan yardımcılarının, meclis başkanlarının "Abdullah Öcalan, Orta doğu'da Türkiye'nin önünü açıyor", "Dağa çıkışlar eskiye oranla daha nitelikli hâl aldı. PKK'ya yeni katılımlarım geçmişte olduğu gibi silahlı eylem yapacak, ölecek veya öldürecek nitelikte değil başka amaçlarla olduğunu düşünüyoruz" demeleri, şehitlerimizin kemiklerini sızlatmadı.

-Hele, bir AK Partili yöneticinin, örgütün siyasi uzantılarına "Öcalan'ı da zor duruma düşürdüğünüzü bilmiyorsunuz. Siz kimin sözcülüğünü yapıyorsunuz da Öcalan'ı itibarsız hale getirmek istiyorsunuz?" diye akıl vermesi, terör örgütünün başına "itibar" atfetmesi şehitlerimizin kemiklerini hiç sızlatmadı.

-Hele hele bir AK Partili Bakan'ın "Sayın Öcalan demeyi ve PKK bayrağı açmayı suç olmaktan çıkardık" diye övünmesi, şehitlerimizin kemiklerini hiç ama hiç sızlatmadı.

Ve fakat...

Ne yaparlarsa yapsınlar, şehit ailelerinin kapılarında yatıp, her gün ellerini ayaklarını öpseler vebalinden kurtulamayacakları o ihanet sürecine karşı çıkmış, iktidarı "yapmayın" diye uyarmış (hatta bunu MHP'yle omuz omuza yapmış) CHP ile, İYİ Parti'nin ittifakı şehitlerin kemiklerini sızlattı.

Niye?

HDP geleneksel rolünü oynamak üzere sahneye çıktı diye.

                                                              ***


Öffffff...
Biz de şimdi işi gücü bırakıp aptal, ahmak, budala olmadığımızı ispatlamaya çalışıyoruz size!

Siz mi söylüyorsunuz bunu!
İktidara yakın Yeni Şafak, "CHP-İYİ Parti-HDP Ortaklığı Şehitlerin Kemiklerini Sızlatıyor", Star da "CHP Maskeli HDP'li Adaylar" manşetiyle çıktı dün. İkisi de niyet okuması. İkisi de çarpıtma; gerçeği eğip, büküp başka bir formda sunma.
Sizi bilemem ama benim bu manşetleri görünce verdiğim refleks:
Siz mi söylüyorsunuz bunları!
Çünkü bakın daha önce o HDP'lileri nasıl göklere çıkarmış, nasıl PKK'yla barışılabileceğini savunmuş, buna karşı çıkanları bakın "Barış rahatsız etti" diye nasıl suçlamışlardı:


SELCAN TAŞÇI HAMŞİOĞLU / YENİÇAĞ

Enflasyon rakamlarındaki Ali Cengiz oyunları devam ediyor.(YENİÇAĞ)

Enflasyon rakamlarına ilişkin basın açıklamasında bulunan Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) "Yıllardır sahnelenen Ali Cengiz oyunlarına yenileri eklenmiştir" dedi.

Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK), yükselen enflasyon rakamlarına ilişkin basın açıklaması yaptı.

TÜİK tarafından açıklanan verilerin dar gelirli kesimler başta olmak üzere halk nezdinde bir karşılığı kalmadığının vurgulandığı açıklamada şu ifadelere yer verildi:
“Yılın ilk resmi enflasyon rakamları açıklandı. TÜİK tarafından açıklanan veriler halkın enflasyonu ile resmi enflasyon arasındaki uçurum büyümeye devam ettiğini, ocaklardaki yangının şiddetinin gittikçe arttığını ispatlamaktadır.
TÜİK tarafından bugün açıklanan verilere göre enflasyon (TÜFE) ocak ayında yüzde 1,06 artarken,  enflasyon yıllık bazda yüzde 20,35 olmuştur.

TÜİK web sayfasından aldığımız,  ‘ana harcama gruplarına göre tüketici fiyat endeksi ve değişim oranlarını gösteren aşağıdaki tabloya göre;
Ocak ayında en büyük artış %6.43 ilke gıda ve alkolsüz içecekler grubunda yaşanmıştır. Böylece aralarında kamu emekçileri ve emeklilerinin de bulunduğu dar gelirli kesimlerin gelirlerinin en büyük bölümünü ayırmak zorunda kaldığı gıda ve alkolsüz içeceklerde yıllık enflasyon yüzde 30,97 seviyesine çıkmıştır.


Yukarıdaki tabloya göre Ocak ayında gıda ve alkolsüz içecekler ana harcama grubundan sonra en büyük artış %3,62 ile çeşitli mal ve hizmetler grubunda yaşanmıştır. Çeşitli mal ve hizmetler grubunda yıllık enflasyon %29,63’e çıkmıştır. Bu grubu aylık %3,65 artış ile sağlık enflasyonu izlemiştir. Eğlence ve kültür harcamaları enflasyonu %3,18 artarken ulaştırma enflasyonu ise %0,20, eğitim enflasyonu ise sadece  %0,07 artmıştır.  Bunlara karşın “Giyim ve ayakkabı” ana harcama grubunda % 7,95, konutta ise %3,10 düşüş yaşanmıştır.

Ücret geliri ile yaşam mücadelesi veren kesimler başta olmak üzere toplumun büyük bölümünün gıda ve enerji başta olmak üzere yaşamın sürdürülebilmesi için tüketilmesi zorunlu maddeler dışında kalan tüm maddelere yönelik harcamaları neredeyse durma noktasına gelmiştir. Normal koşullarda iç talepteki yaşanan bu daralmanın enflasyonu düşürmesi gerekmektedir. Ancak özellikle gıda fiyatlarındaki artış temposu sürdüğü için enflasyon artmaya devam etmiştir.
Öte yandan yukarıdaki tabloda yer alan verilerin verilerlin yaşanan gerçek enflasyonu yansıtmadığı açıktır.

KESK olarak TÜİK tarafından açıklanan verilerin dar gelirli kesimler başta olmak üzere halk nezdinde bir karşılığı kalmadığının altını sürekli çizmeye çalıştık.
Resmi enflasyon rakamlarının hesaplanmasında ana harcama gruplarının ağırlığını değiştirmekten tutun enflasyon sepetine yeni ürünler eklenmesine, sepetten bazı ürünlerin çıkarılmasına, enflasyon sepetindeki ürünlerin ağırlığının değiştirilmesine kadar pek Ali Cengiz oyununa başvurulduğuna defalarca dikkat çekmeye çalıştık. Özellikle kamu emekçilerinin, işçilerin, asgari ücretlilerin maaş artış dönemlerinde resmi enflasyon oranlarının nasıl düşüşe geçtiğini anlatmaya çalıştık.

Ne yazık ki resmi enflasyon hesaplamalarında yıllardır sahnelenen Ali Cengiz oyunlarına yenileri eklenmiştir. Enflasyon gerçekte düşmemesine rağmen, iki buçuk ay sürdürülen ve enflasyon sepetindeki toplam 417 üründen sadece 50’sini kapsayan %10 indirim kampanyası TÜİK’in düşük tuttuğu resmi enflasyon rakamlarına dayanak olarak sunulmuştur.

Hükümet kampanyaya katılan marketler zincirini poşetlerin 250 kuruş satışa sunulduğu düzenleme ile ödüllendirirken halkın mutfakta, sokakta, pazarda, markette yaşadığı gerçek enflasyon rekor üstüne rekor kırmaya devam etmiştir. Bugün geldiğimiz noktada yaşanan gerçek enflasyonun en az %50 civarında olduğu konusunda toplumda bir mutabakat oluşmuşken TÜİK her ay açıkladığı resmi enflasyon verileri ile bu gerçeği perdelemeye çalışmaktan hala vazgeçmemektedir.

Bugün açıklanan resmi enflasyon verileri de yaşanan gerçek enflasyonu perdeleme hedefinin bir parçasıdır.

Nitekim daha üç gün önce Türkiye Ziraat Odaları Birliği tarafından yapılan açıklamaya göre ocak ayında markette 42 ürünün 31’inde, üreticide ise 34 ürünün 23’ünde fiyat artışı meydana gelmiş, mevsimi olmasına rağmen mandalina, portakal gibi ürünlerde üreticiden markete fiyat farkının 5-6 kata ulaştığına dikkat çekilmiştir.

Dolayısıyla meyve ve sebze başta olmak üzere tüm gıda ürünlerinde fahiş artışlar yaşanmasına rağmen gıda enflasyonun yıllık yüzde 30,97 seviyesinde olduğuna inanmak mümkün değildir.

Yukarıdaki tabloda gösterilen diğer ana harcama gruplarındaki enflasyon oranlarında da benzer durum yaşanmaktadır.

Örneğin son bir yıl içinde elektrik %43,64, doğalgaz ise %41,2 zamlanmıştır. Hükümet söz konusu zamların dolar kurundaki artış sonucunda ‘mecburen yapılan zamlar’ olduğunu savunmuştur. Ancak dolar kurunda son üç aydır düşüş yaşanmasına rağmen yılbaşına kadar beklenmiş, yılbaşından itibaren yani kışın ortasından itibaren konut elektriği ve doğal gazda seçim yatırımı olarak yüzde 10’luk indirime gidilmiştir. Ancak elektrik dağıtım bedeline yapılan %15.7’lik zam ile kilovat saat bedelinde yapılan  %10 indirimin yarısı vatandaşın cebinden geri alınıp dağıtım şirketlerinin kasasına konulmuştur. Buna rağmen elektrik, doğalgaz, su, tüp gaz, kiracı tarafından ödenen gerçek kira gibi temel kalemlerin yar aldığı Konut ana harcama grubunda Ocak ayında %3,10’luk bir düşüş yaşanması izaha muhtaçtır.

Bilindiği üzere TÜİK zaman zaman enflasyon sepetinde değişiklikler yapmakta, buna göre kimi ürünler sepetten çıkarılırken kimi ürünler sepete eklenmektedir.
Yapılan son güncellemede,  2019 enflasyon sepetinde sadece anaokulu ücretinin çıkarılması manidardır.  Hem artan kırtasiye fiyatlarının görmezden gelinmesi hem de anaokulu ücretinin sepetten çıkarılması doğal olarak TÜİK eğitim enflasyonuna yansımış, sonuçta Ocak ayında eğitim enflasyonu sadece %0,07 (binde yedi) artmıştır.

Haklarını teslim etmek gerekirse “Giyim ve ayakkabı” ana harcama grubu enflasyonunda bu ay bir düşüş yaşanmasında ise kısmen doğruluk payı vardır. Çünkü tam da kışa girerken, ekim ayında giyim ve ayakkabı enflasyonu zaten %12,74 ile rekor kırmıştır.  Giyim ve ayakkabı enflasyonu Kasım ayında ise %2,37 artmıştır. Dolayısıyla kadar zaten aratabileceği kadar artan giyim ve ayakkabı fiyatlarında kışın sonlandığı dolayısıyla kışlık ürünlerinde sezon indirimlerinin sürdüğü koşullarda bir düşüş yaşanması mümkündür.

Öte yandan eğer kalıcı önlemler alınmazsa önümüzdeki aylarda çok daha yüksek enflasyon oranları ile karşılaşılması kaçınılmazdır.

Bilindiği üzere 31 Ekim’den itibaren mobilyada KDV oranı %18’den %8’e düşürülmüş, beyaz eşyada ÖTV sıfırlanmıştır. Ticari araçlarda KDV oranları yüzde 18’den yüzde 1’e indirilirken konut satışlarında KDV oranlarının yüzde 18’den yüzde 8’e indirim uygulaması devam edilmesi düzenlenmiştir. Söz konusu düzenlemeler ile otomotiv başta daralma süreci yaşayan sektörlere büyük destek sağlanmış ancak bunların halkın yaşadığı gerçek enflasyon oranının düşürülmesine desteği sınırlı çok sınırlı kalmıştır.  Gelirinin çok büyük bölümünü gıda ürünlerine kira, elektrik, su, doğalgaz gibi temel tüketim maddelerine kalanını ise eğitim ve sağlığa ayırmak zorunda kalan dolayısıyla araç ve mobilya alamayan dar gelirli milyonlar için enflasyon artmaya devam etmiştir.
Beyaz eşya, mobilya ve otomobildeki vergi indirimleri Nisan ayında bitecektir.  Bu durumda önümüzdeki aylarda enflasyonun çok daha yükselmesi tehlikesi ile karşı karşıya kalınacaktır.

Bu tabloya rağmen hükümet kalıcı önlemler almak yerine seçime kadar günü kurtarmaya yönelik adımlar atmaya devam etmektedir. Üstelik artan enflasyon karşısında kendi ekonomi politikalarını sorgulamak yerine suçu başkalarına atmaktadır. Geçtiğimiz aylarda artan enflasyonun sebebi olarak ambarına baskın yapılan kuru soğan üreticisi gösterilirken bugün marketler hedeftedir.
Oysa gerçekler ortadadır. Resmi veriler bile Türkiye’de 2014 yılından bugüne son on beş yılın en yüksek enflasyonun yaşandığını göstermektedir. Bugün itibari ile yıllık %20,35 olan Tüketici Enflasyonu (TÜFE) ile yıllık %32,93 olan Üretici Enflasyonu (Yİ-ÜFE) arasındaki makas açılmıştır.


(YENİÇAĞ)

5 Şubat 2019 Salı

‘Sarıgül sorununu çözemiyorlar ülke sorunlarını nasıl çözecekler?’ - KEMAL OKUYAN

TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan pazartesi röportajlarında bu hafta CHP'deki aday tartışmalarına, Mustafa Sarıgül krizine, ÖDP'li Alper Taş'ın CHP'den aday olmasına ve TKP'nin seçim çalışmalarına ilişkin sorularımıza yanıt verdi.
"CHP’yi nasıl mı değerlendiriyoruz? CHP ve genel olarak sosyal demokrasiyi geriletmeden sol Türkiye’de düzen değişikliğinin yolunu açamaz. Değerlendirmemiz bu kadar basit" diyen Okuyan, TKP'nin seçim çalışmalarına ilişkin ise, "Biz Türkiye’nin patronlarıyla, gericileriyle, işbirlikçileriyle aynı gemide değiliz, düzen partileriyle aynı gemide değiliz. TKP çok sade ama etkili bir çalışma yürütecek seçim boyunca. Evet zaman azalıyor, bütün hazırlıklarımızı tamamlıyoruz. Aslında bazı yerlerde çalışmaya başladık, önümüzdeki hafta her yerde TKP’yi göreceksiniz" ifadelerini kullandı.
__________________________________________________________
Geçtiğimiz hafta CHP’nin açıkladığı ve açıklayamadığı adaylar gündeme damgasını vurdu. CHP içinde tartışmalar dışında ise tepkiler devam ediyor. Siz bu gelişmeleri nasıl izliyorsunuz, değerlendiriyorsunuz? 
CHP’yi nasıl mı değerlendiriyoruz? CHP ve genel olarak sosyal demokrasiyi geriletmeden sol Türkiye’de düzen değişikliğinin yolunu açamaz. Değerlendirmemiz bu kadar basit. Böyle deyince “siz AKP’nin ekmeğine yağ sürüyorsunuz” tepkisi geliyor. Altını çizerek söylüyorum, AKP’yi bugüne kadar koruyan, ayakta tutan da değişik renkleriyle sosyal demokrasidir. Kim kimin ekmeğine yağ sürüyor, ortada. Sosyal demokrasi halk kitlelerini itaate, boyun eğmeye ikna etmeye çalışan, ikna eden siyasi harekettir. Kimse kendini aldatmasın. Biliyorum CHP’ye oy veren, CHP’de siyaset yapan bir sürü dürüst insanın canı yanıyor bunu duyunca ama sosyal demokrasi marifetiyle memleketin canı yanıyor, artık “aradan çekil” demek gerekiyor. CHP sağcı adaylarıyla toplumu daha da sağa çekiyor, birkaç yerde solcu aday gösterince de topluma sol gösterip sağ vurmak için yeni olanaklar elde ediyor. Özünde bir farkı yok. Tabi bir yerden sonra CHP’nin kendi meselesi, CHP bazı yerlerde aday göstermiyormuş, CHP’li olmayanları aday yapmış, kendi takdirleridir. Öte yandan CHP önemli bir parti olduğundan, bu sistemi ayakta tutan partilerden biri olduğundan elbette ona dair düşüncelerimizi söylemek zorundayız. CHP’nin aday belirleme sürecinin kamuoyuna yansıyan kısmına bakıyorum, bakıyorum, bir daha bakıyorum her defasında şaşırıyorum. CHP siyaset alanını çürütme konusunda AKP ile yarışan bir parti. Tekrar ediyorum, Türkiye’de halkın sömürüye, gericiliğe, emperyalizme, adaletsizliğe meydan okuması için sosyal demokrasinin geriletilmesi gerekiyor.
___________________________________________________________
CHP’nin adayları arasında dürüst, halktan yana kimse yok mu?
Sorun bu değil ki! Elbette var. Onlar da bu halka kötülük ediyorlar, CHP’nin inandırıcılığının sürmesine neden oluyorlar. Herkes biliyor ve CHP’lilerin kendisi de açıkça söylüyor ki, birçok aday için yerel yönetimler birer rant kapısı. Bu açıdan AKP, MHP filan bir fark yok. Kaldı ki, bir parti tek tek adayları üzerinden değerlendirilemez. Partilerin programına, yaptıklarına, söylediklerine bakarsınız. Lider kültü olduğu için o partilerde liderin ne dediğine bakarsınız. Kendi partisi içinde ciddi bir kesimin “proje adamı” dediği biri Kılıçdaroğlu. Proje derken neyi kastettikleri açık. Beş-on yerde düzgün kişiler aday gösterilince bütün bunlar silinmiyor, sadece makyaj yapılmış oluyor.
__________________________________________________________
CHP’den aday gösterilmeyen birçok kişi DSP’den aday olacağını açıkladı. Bunların başında Mustafa Sarıgül geliyor. Seçim sonuçlarını etkiler mi bu transferler?
Çürüme, çürütme derken boşuna konuşmuyoruz. İnsanlar “ben artık bu partiye inanmıyorum, düşüncelerim farklı, yoluma şurada devam edeceğim” diyebilir. Ancak burada başka bir şey var. Bayağı kurumsal bir mekanizma işliyor. Demek ki CHP’ye başvururken aynı anda DSP’ye de başvurmuş oluyorlar. Bunlar seçim sonuçlarını nasıl etkiler ya da bu sonucun bir önemi olur mu bilmiyorum. CHP ile İYİP birbirleri lehine aday göstermiyorsa, CHP’nin adaylarının iki partiye dağılması da pekala mümkün olabilir. Seçilirlerse zaten CHP’ye dönerler, rozet filan takarlar. Sarıgül’e gelince… CHP 20 yıldır Mustafa Sarıgül sorununu çözemedi, memleketin herhangi bir sorununu nasıl çözecek! 
_________________________________________________________
CHP Beyoğlu’nda da ÖDP’li Alper Taş’ı aday gösterdi, sosyal demokratlar ile sosyalistlerin birlikteliği başarıya ulaşır mı? 
Sosyal demokratlarla sosyalistlerin birliği diye bir şey yok ortada. CHP bir devrimciyi Beyoğlu’nda aday göstermeye karar verdi. Bu CHP ile ÖDP arasındaki bir konu. Biz parti olarak düzen dışı solun düzen partilerinden milletvekili ya da belediye başkanı adayı olmasını, seçilmesini doğru bulmuyoruz.
_________________________________________________________
Siz Beyoğlu’nda aday gösterecek misiniz? Alper Taş’ı desteklemeniz söz konusu olur mu?
İstanbul’da aday göstermeyi tartıştığımız yerlerden biriydi Beyoğlu. Alper Taş’ın adaylığı ortaya çıktıktan sonra bu kararımızı değiştirdik, aday göstermiyoruz. CHP'yi ve onun bir adayı olarak Alper Taş'ı desteklememiz söz konusu değil. Alper Taş ya da başka bir isim. TKP hiçbir yerde CHP ya da bir başka siyasi partinin adayını desteklemeyecek. Beyoğlu'nda aday göstermememiz ise, bu kesin tavrın anlamsız ve kişiselleştirilmiş tartışmalarla yıpratılmasına izin vermemeye dönük bir karar. 
__________________________________________________________
Seçimlerde TKP’ye ilgi giderek artıyor. Bu ilgi bu sefer oya dönüşecek mi?
Doğru, TKP’ye ilgi giderek artıyor ve bu Türkiye’nin her yeri için geçerli. Bunu en iyi şekilde değerlendirmeye çalışacağız. Öncelikle farklı bir siyasal çizginin, farklı bir siyaset kültürünün, sosyalizm ve devrim hedefinin varlığını en yaygın ve etkili şekilde hissettireceğiz. Türkiye’de yoksul insanların, ezilenlerin, haksızlığa uğrayanların umuda ve heyecana ihtiyacı var. Bu da örgütlü mücadeleyle olur. TKP insanların elini daha içten, daha ısrarla ve güçlü bir biçimde tutmaya başladı. Bütün bunların oya dönüşüp dönüşmeyeceğini göreceğiz. Biz doğru bildiğimizi yapacağız ve sonuçta bu ülkede çürümeye, sahte vaatlere, sömürü düzenine, emperyalist projelere, yobazlığa teslim olmak istemeyenlerin sayısı hiç az değil ve her geçen gün artıyor. Onlarla birlikte yürüyeceğiz. Bu yürüyüşün 31 Mart uğrağında TKP’li belediyeler, TKP’li belediye meclis üyeleri, tercihini sosyalizmden yana kullananların sayısında radikal bir artış halkımız için büyük kazanım olacak.
______________________________________________________
TKP seçim sloganını Paranın Saltanatı Varsa Halkın TKP’si Var olarak ilan etti. Bu sloganı nasıl kullanacaksınız. Bir de zaman azaldı, iki aydan az süre kaldı, seçim propagandasına ne zaman başlayacak TKP?
Evet seçim sloganımız Paranın Saltanatı Varsa Halkın TKP’si var. Bu slogan kendisini fazlasıyla anlatıyor. Bir tarafta para ve saltanat var, diğer tarafta halk ve TKP. Bunu tamamlayan bir sloganımız daha olacak seçimde: Aynı Gemide Değiliz. Biz Türkiye’nin patronlarıyla, gericileriyle, işbirlikçileriyle aynı gemide değiliz, düzen partileriyle aynı gemide değiliz. TKP çok sade ama etkili bir çalışma yürütecek seçim boyunca. Evet zaman azalıyor, bütün hazırlıklarımızı tamamlıyoruz. Aslında bazı yerlerde çalışmaya başladık, önümüzdeki hafta her yerde TKP’yi göreceksiniz.
________________________________________________________
TKP adaylarını belirledi mi? 
Türkiye Komünist Partisi 30 büyükşehirin ve geri kalan 51 il merkezinin tamamında belediye başkan adayını belirledi. Ayrıca şu anda 82 ilçe ve iki beldede belediye başkan adayımız kesinleşmiş durumda. Birkaç gün içinde bunlara yeni ilçeler eklenebilir. Önümüzdeki hafta sonu tüm adaylarımızı, seçim bildirgemizi açıklayacağız. 

Kemal Okuyan / SOL

Seçim korkuluğu- ORHAN GÖKDEMİR

Cumhuriyeti yıktılar, sadece kendilerine çalışacaklarını umdukları bir gecekondu rejim kurdular üzerine. Orduyu her gün dövüyorlar Fethullahcı zannıyla. Polis, jandarma ellerinde. Yargı bildiğiniz gibi, adı “Takşak Paşa”ya çıkmış Doğan Güreş görse kıskanır. İş ve işçi bulma kurumu iktidar partisinin salonunda toplandı geçtiğimiz günlerde, gelenleri önce partiye üye yazdılar sonra iş bulma kuyruğuna aldılar. Parti kartı olmayanı devlete memur atamıyorlar zaten. Bütün ihaleler onların, bütün köşeleri onların adamı tutuyor. Her üniversitenin başına bir tosuncuk atadılar, onlardan olmayanları ve onlardan olmadığından kuşkulandıklarını kapı önüne koydular. Diyanet on katı büyüdü, dağ taş imam hatip. Bankalar ellerinde, baltalar bellerinde, paralar ceplerinde. Ama her geçen gün korkuları artıyor. Ayaklarının bağı çözülüyor umulmadık bir şey olacak diye. Her gece sabaha çıkmayacakmış gibi koyuyorlar başlarını yastığa.

Niye? 

Dediklerine göre halkın yarısı onlara düşman. Diğer yarısı? Ondan emin değiller. Makarna, kömür, harçlık, fakfukfon, sadaka, döner ekmek kesilmediği sürece asayiş berkemal. Sonra? Sonrası bir bilinmez.

                                                            ***

Seçim var. “Saray bekçisi”ne göre “ya beka ya bela” seçimi bu. Bekalarını korudu korudu, yoksa arkası bela. Tabii abartma bu kadar ölçüsüz olunca “Beka sorunu yok, zekâ sorunu var” demiş siyasi muarızlarından biri. Tanık olanlar bilir, partisinin 40. kuruluş yıldönümü nedeniyle yaptığı hesap ve bu hesaptan çıkardığı akıllara seza iktidar formülü unutulmazdır. Zekâsı ortadaydı her daim ama geliştirdiği paranoyası inanılmaz. Kendisini eleştirenler muarızları değil, “31 Mart'a yönelik sinsi sinsi kaos hazırlığı yapan siyasi maskaralar” topluluğu. Seçim yok savaş var haliyle. Kazanmak, kaybetmek yok, ölüm kalım var. Onlar yoksa ülke de yok, dedikleri bu.

Tamam da yakından bakınca vaziyet şu; İstanbul’da bir ANAP’lıyı, Ankara’da bir MHP’liyi aday gösterdi muarızları. İttifak içinde Ordu’da İdris Naim’i aday gösterme kavgası çıktı dün. Nasıl çıkmasın, beyefendi birkaç yıl öncesine kadar AKP’nin içişleri bakanlığını yürütüyordu. Bütün ihtiyaç fazlası AKP ve MHP’liler “Millet İttifakı” listelerinden aday. Ama bekçi kokuyu almış, ya beka ya bela diyor. 31 Mart’ta kazanıp, onlardan da hesap soracaklarmış dediğine göre. Ne yapacak, zabıtalara derdest ettirip belediyenin başkanlık makamında fırça mı çekecek, 40. yılda iktidar hesabını yeniden mi yaptıracak, evinin suyunu mu kestirecek, çöpünü mü toplatmayacak işte orası belli değil.

Partisinin sempatizanı olduğunu söyleyen “Organize” Sedat Peker sırtında küfe olmadığından daha açık söyledi içindekini. Kendisini dinlemeye gelen kalabalıktan “Cumhur İttifakına” destek istedi ve silahlanma çağrısı yaptı. Hâlbuki “Hayır Lokmacısı”nın açılışında konuşuyordu. Lokma yiyip hayır almaya aday kalabalık birdenbire silahlanması gerektiğini öğrendi. Yani Cumhur İttifakına oy vermek yetmiyor artık, verdikten sonra elde pompalı, nöbet beklemek de gerekli. Ne yapacaklar lokma yerine aldıkları silahlarla? Organize’nin söylediğine göre YSK’yı tanımayanlara ateş edecekler. Polis, asker, yargı, kanun, hukuk? Yok. Hepsi organize işlerin birer parçası.
                                                            ***

Seçim var. AKP Erzurum Milletvekili Selami Altınok, Erzurum’da vatandaşlara seslendi. Seslendi dediğim sözün gelimi, Erzurum’da yurttaşların bir bölümünün gözlerinin içine bakarak diğer bölümüne tehditler savurdu. “Onlar aday çıkarırsa ezeceğiz, bunu açık söylüyorum. Hiç kimse sağa sola çekmeyecek, ayağını denk alacak. Biz iktidarız ve 2023'e kadar buradayız,” diye kükredi. Aday çıkarmakla silah çıkarmak aynı anlama geliyor iktidar partisi için. Aday çıkacağını anladılar mı gayri ihtiyari elleri bellerine gidiyor.
Tuhaf hakikaten. 2023’e kadar buradalar anladık. O yıl gömecekler cenazeyi de sonra nereye gidecekler, işte burası muamma. Fakat o güne kadarki varlıkları birilerinin aday çıkarmamasına ve sağa sola çekmemesine bağlı. Kim olsa korkar!

                                                             ***

Seçim var. “Sırtımızı ağaya dayadık” diye caka satan Ankara adayı Mehmet Özhaseki’yi fazla munis buldular. Yeterince korkutamadığı Ankaralıların eski MHP’li Mansur Yavaş’a meylettiği anlaşılınca adaylıktan çekileceği, yerine resmi Sedat Peker rolündeki Süleyman Soylu’nun atanacağı dedikodusu yayıldı. Korkutamıyorsan ağa mağa nafile.

Süleyman Soylu iktidarın içişleri bakanı. Yeni hükumet sisteminde bakanların ne iş yaptığı belli değil ama olsun, hakkını vererek yapıyor işini. "Dün Mardin'de 300-500 kişiyle, güya aday açıklayacaklar HDP'ciler, hala kafaları, birilerinin talimatlarıyla aynı nokta üzerinden devam ediyor. Gerilla marşı okuyorlar, biz gereğini yerine getiriyoruz ya şimdi, öbür taraftan milletimizi orada birtakım şeylere çağırıyorlar. Şimdi teröristler ölüyor, öldürüyoruz teröristleri. Cenazelerine gitmeye çalışıyor milletvekilleri, hadi gitsinler de görelim bakalım, hadi gitsinler" dedi geçen hafta bir söyleşisinde. Sedat Peker’in üslubuna benzediğini fark etmişsinizdir.

Poliste bir birim oluşturdu 31 Mart gecesi atılacak olası zararlı tivitler için. Olmadı Sedat Peker komutasındaki yedek birlikler teyakkuzda. Ama o da korkuyor 31 Mart’ta olacaklardan. O gün yalnızca belediye başkanları belirlenmeyecek dediğine göre, dizlerini yere değdirmek isteyenlere karşı, seslerinin gür çıkmasını sağlayacak bir seçim yapılacak. Daha gürü ne? Mezarlıkta ıslık çalma halidir.

                                                             ***

Seçim var. Düzmece davalar, gözaltılar, hedef göstermeler, linç kampanyaları, atıp tutmalar yetmedi. Bütün televizyonlara, gazetelere el koyup parti bültenine dönüştürdüler olmadı. 82 milyonluk ülkede bir avuç müteahhit, üç beş ultra zengin ve yağmaya ortak ettikleri yandaşlar dışında halinden memnun olan kimse kalmadı.

Seçim var. Ne yerel yönetim politikaları konuşuluyor, ne kentleşme, ne deprem, ne çarpık yapılaşma, ne altyapı sorunları. Gerek yok çünkü. Ağa karar veriyor hepsine. Ama iktidar partisi bunun sıradan bir yerel seçim olmadığında ısrarcı. Hayat memat meselesi onlar için seçimler. Neden? Kaybederlerse bütün iktidarlarının tehlike altına gireceğini düşünüyorlar da ondan. Dediklerine göre halkın yarısı onlara düşman. Diğer yarısı? Ondan emin değiller. Ayaklarının bağı titriyor düşeceklerinden. Fazladan korkuya ihtiyaçları var haliyle.

                                                             ***

İktidarın ultra yobaz yayını Akit “Allah’a şirk koşan şarkılar” listesi yayınladı önceki gün. Listedeki şarkıların çoğu yandaş şarkıcıların. Sarayın kültür sanat kolunda görevli Orhan Gencebay bile hedefte. “Kaderin böylesine yazıklar olsun” demek şirk. “Seninle cehennem ödüldür bana, sensiz cennet bile sürgün sayılır” günah. Dişini sıkıp, kulağını tıkayıp İbrahim Tatlıses’ten “Madem unutacaktın, beni neden yarattın?” dinlesen cehennemin dönülmez yollarındasın. Ahmet Kaya’dan “Allah’ına kitabına sövüp saydım”ı duysan sümme haşa. Müslüm Gürses’in “Açılsın meyhaneler” şarkısına “yıkılsın minareler” montajını yapmış arkadaşlar ki, yakılmayıp eceliyle göçtüğüne sevinirken buluyor insan kendini.

Peki, bu korku kime? Artık çantada keklik olmadığını fark ettikleri halkın yandaş diğer yarısına. Yandaş diyorlar ama bırakın yolunu şaşırıp başka bir partiye oy atmalarını, hallerine isyan edip arabeske vurmalarına bile tahammülleri yok. Her şey suç, her şey günah, bir tek silahlanma çağrısı masum.

Ne beka ne bela; yerel seçimle devrilebilmiş iktidar yoktur. Ama korkuyla, sopa sallayarak ayakta kalabilenine de hiç rastlanmamıştır. Korktukları seçimin sonucu değil, sizin düzenlerinden umudu kesme ihtimalinizdir.

Korkmayın öyleyse, düzenin korkuluklarına aldırmayın, kalkın ve kendi halkından korkan bu sefillerin ıstıraplarına son verin.

Orhan Gökdemir / SOL

Bariyeri saldırının olduğu yere koyma zamanı - GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN

Seçime 2 aydan az kaldı ve CHP adaylarını ancak belirleyebildi. Bu konudaki geç kalınmışlık telafisi güç sonuçlara gebe. Ana muhalefetin çok önceden hazırlığını yapması ve kritik bölgelerde adaylarının sahaya çıkması gerekiyordu ama olmadı. “Garanti” görülen yerlerde yaşanan kıran kırana rekabet partideki güç mücadelesinin bir parçasına dönüştü. Kâh Kaftancıoğlu örneğinde olduğu üzere istifanın köşesinden dönüldü, kâh görevden almalar yaşandı.
İttifak gereği İyi Parti’ye bırakılan belediyelerde daha önce CHP’nin adayı olacağı düşünülen kimi isimlerin “güvenli” seçim bölgelerine transfer edilmesi tartışmaları alevlendirdi. Çünkü o isimler büyükşehirlerde ilçe belediye başkanlığı bekleyenlerin yerlerini aldı. Haliyle bu durum küskünler kervanına yeni üyeler kattığı gibi seçmeni de adını sanını daha önce duymadığı adaylarla karşı karşıya bıraktı. Bu siyaset tarzının sandıkta CHP’ye ne getirip ne götüreceği şimdilik belirsiz ama ağızlarda buruk bir tat olduğu aşikâr.
“Garanti” belediyelerden kazanılması zor olanlara geçildiğinde ise tartışmanın ateşi düştü. Hele üst üste AKP’nin galip çıktığı yerler 2. plana atılmış gibi. Halbuki seçimin seyrini değiştirmek ancak o ilçelerde ipi göğüslemekle mümkün. Beyoğlu bunlardan yalnızca biri. 1994’ten bu yana Refah geleneği ve AKP tarafından yönetilen ilçe ve vitrini Taksim, iktidarın fetihçi siyasetinin en net hissedildiği bölge.
Rejim değişikliğini Taksim’e mekansal ve sembolik şiddet uygulayarak sürdüren iktidar bir yandan da Gezi’nin rövanşını almaya çalışıyor. İstiklal’de ve Taksim meydanında fiili bir OHAL düzeni yürütüyor. İlçenin cumhuriyetle özdeş değişimini silmeye, çok kültürlü kimyasını yok etmeye, sol hafızadaki yerini bulanıklaştırmaya gayret ediyor. AKM’nin yıkılması, Topçu kışlası ısrarı, Cumartesi annelerine Galatasaray’ın yasaklanması, Tarlabaşı projesi ve daha nicesi bu saldırının bir parçası. Bu nedenle Beyoğlu’nun rejimin dayatmalarına direnmesi Beyoğlu’nun ötesinde bir anlam taşıyor.
Sağdan adaylara teveccüh etmesiyle meşhur CHP yönetimi bir sürpriz yaparak sosyalist bir ismi, ÖDP Başkanlar Kurulu Üyesi Alper Taş’ı işte böyle bir ilçeye aday olarak belirledi. PM’de oybirliğiyle alınan karar onun ne denli isabetli bir seçim olduğunun kanıtı. Taş’ın adaylığı bir başka siyasetin mümkün olabileceğini sadece Beyoğlu’na değil tüm İstanbul’a gösterme potansiyeline sahip. Taş patronlarla, yandaşlarla, din bezirganlarıyla değil mahalleli ile mahallenin sorunları için çalışma ve ortak karar alma iradesinin siyaset tarzına büründüğü bir gelenekten geliyor. Bir tarafta Terzi Fikri’nin Fatsa’sından bir tarafta Gezi deneyiminden besleniyor. Dolayısıyla “yalnız bir aday” ya da sola bir “güzellik” vesilesi değil. Aksine kolektif bir siyasetin temsilcilerinden biri ve bu nedenle de omuzlardaki yük büyük.
Şimdi ana muhalefetin daha fazla oy almak için sağcılaşma stratejisi yerine “diğer mahalleye” sol bir söylemle ulaşmanın şartlarını zorlayacak bir politikanın potansiyelini görme zamanı. Süre kısa, iş çok. Fakat başarılması halinde ülkenin karanlıktan çıkması için küçük ama etkili bir adım olacak. Şüphesiz gerçek bir demokrasi pratiğinin ancak tabandan yürütülen bir politik eylemle hayata geçirilebilmesi ve Saray rejimine bariyerin onun en çok kuşattığı semtlerde kurulabilmesi aritmetik hesabının ötesinde bir politik ufku gerektiriyor.
Ulaşamadığınız sokaklara, hanelere ulaşabilmek, ekonomik kriz başta olmak üzere memleketin sorunlarıyla yerelin dertleri arasındaki ilişkiyi soldan konuşup tartışmak ilerisi adına önemli bir imkân ve bu imkân doğru kullanıldığında müjdelediği politik başarı eninde sonunda sayısal karşılığını da bulacak.
GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN / BİRGÜN

Brexit ve önce para kaçtı - İBRAHİM İRKECİ

İngiliz siyasetinin sakinliği Brexit sürecinin sonuna yaklaştıkça pembe diziye döndü. Bir taraftan olasılıklar çok belli iken aynı zamanda her gün her an başka isimler başka kombinasyonlar ve entrikalarla karşımıza çıkabiliyor. Muhafazakarlar, Liberaller, İşçi Partisi ve bilumum siyasi ahali parçalı bulutlu her gün bir yeni ama o derecede anlamsız içinden çıkılmaz öneriyle geliyor ve gidiyor.
Bu süreç İngiliz siyasetinin muhtemelen bundan sonraki döneminin siyasi haritasını belirleyecek. Ancak bu işin yine de fantazi kısmı. Gerçek olan belki de bu AB’den çıkalım kararında en çok ısrar eden kesimin halihazırda gördüğü ve göreceği zarar.
Bir kaç gün önce sosyal ve sosyal olmayan medyada popüler bir ropörtajda memleketin oldukça yoksul ve daha yoksullaşmakta olan bir köşesinden AB’den çıkmalıyız diyen bir vatandaş diyor ki “Brexit çok kötü bir şey, çok kaybedeceğim ama yine de çıkalım, buna değer çünkü ben uluslararası göç istemediğim için oy verdim”. Zurnanın zırt dediği yer de bu.
Ülkenin en çok göç alan yerlerinde referandum sonucu ezici olarak AB üyeliğinin devamı lehinde oldu. AB’den çıkma lehinde en yüksek oy veren yerler ise genellikle göçmenlerin az olduğu yerler. Bu bölgelerin genel özelliği ise ekonomik gerileme, yaygınlaşan işsizlik ve yoksulluk. Birileri birilerini fena halde kandırmış durumda ve bu kandırılma Freelonia’daki gibi değil, gerçek. Bu yoksulluğun altında göç yatmıyor ve AB’nin bu yoksulluğa katkısı da var muhakkak. Ancak AB’den çıkış bu yoksulluğun çözümü olmayacak.
Uluslararası hareketlilikte muhtemelen en çok konuşulan mesele göç ve göçmenler ancak daha önemli hareketlilik şirketler ve finans alanında oluyor. Geçtiğimiz Eylül ayında yayınlanan bir araştırmaya göre 222 büyük şirketin yaklaşık üçte biri Haziran 2018 itibariyle operasyonlarının veya çalışanlarının bir kısmını kıta Avrupasına taşımayı planladıklarını belirtmiş.
Bunların içinde bankalar ve büyük şirketler var. Örneğin Lloyds bankası Avrupa operasyonlarının aksamadan yürümesi için AB’den lisans alıp Brüksel’de banka açmış. Barclay’s Slovakya’ya giden Rex London gibi küçük şirketler de diğer AB ülkelerine taşınmaya başlamış.
Geçtiğimiz hafta Airbus direktörünün fabrikaları kapatma, operasyonları azaltma açıklaması Brexit fanatiklerinden çok tepki aldı. Milliyetçi hamaset aldı başını gitti. Ancak ardından gelen haberler kapitalizmin milliyeti olmadığını bir kez daha gösteriyor.
Renishaw adlı büyük mühendislik şirketi ‘tedbiren’ İrlanda’da dağıtım merkezi açma hazırlığındaymış. Şirketin yüzde 25 ticareti AB ülkelerinde olduğu için, Brexit sonrası sınır geçiş krizine karşı aynı zamanda AB’de stok yapıyormuş. Hızla değer kaybedecek olan Sterlin karşısında Avro stokları da şirketin bütçesini doğrultur herhalde.
Brexitçiler için çarpıcı olan şirket haberlerinden birisi kendisi de fanatik Brexitçi olan Dyson şirketinin merkezini ve üretimini Singapur’a taşıması. Singapur bölgesel bir hub olması dışında AB ile serbest ticaret anlaşması yapmış bir ülke olarak önemli. Sir Dyson bu taşınmanın Brexit ile alakası olmayan stratejik bir taşınma olduğunu belirtmiş. Yersen. Crewe’den Geoffrey Chesters buna kafa sallayıp ‘yine de değer’ diyecek mi bilmiyoruz. Ama insanları kararlarından döndürmek genelde zor bir iş.
Şubat 2019 da bunun gibi bir dizi önemli büyük şirket taşınma haberleriyle ‘göç istemediği için AB’den çıkanlara’ darbeler indirmeye devam edecek. Çünkü her bir taşıma binlerce işsiz demek ve o derecede de yerel ekonominin daralması demek. Brexit macerasının müsebbibi olanlar ve ona teşne olup gerçekleştirenler uzun süre bu coğrafyada unutulmayacaklar.
İyi haftalar ve bol şanslar
İbrahim Sirkeci / BİRGÜN

"Kapı kitli, cüzdan cepte, para yok!" - Arslan BULUT

Adana'nın merkez Seyhan ilçesinin Sümer mahallesinde iki hırsız, evin avlu kapısını çaldı. İş dönüşü, demir kapının yerinde olmadığını fark eden ev sahibi polise başvurdu. Güvenlik kameraları incelendi ve iki hırsızın kapıyı söküp götürdüğü anlaşıldı.

Bursa'nın merkez Nilüfer ilçesinde ise dört hırsız bir evin çamaşır makinesi, buzdolabı, televizyon, yatak, gardırop, kanepe gibi eşyalarını kamyonete yükleyip götürürken, komşulardan birinin ihbarı üzerine suçüstü yakalandı! Polisin telefonla haber verdiği ev sahibi, taşınmasının söz konusu olmadığını bildirince sabıkası da olan dört hırsız adliyeye sevk edildi.

                                                            ***

Bu haberler, Nasreddin Hoca fıkralarını hatırlatıyor. Hoca'nın evine hırsız girmiş, gözüne kestirdiği eşyaları torbaya doldurmuş. Hoca bu sırada uyuyor gibi yapmış. Hırsız işini bitirince, Hoca da yatağı, yorganı sırtlamış hırsızın peşinden gitmiş. Hırsız kendi evine girerken, Hoca'nın da eşikten adımını attığını görünce, "Sen de kimsin, burada ne işin var?" diye sormuş. Hoca, "E, taşınıyoruz ya!" diye cevap vermiş.

Bir başka fıkra da şöyle:
Annesi göle çamaşır yıkamaya giderken, küçük Nasreddin'e, "Oğlum kapıya sahip ol, hırsızlık olayları çoğaldı" demiş. Biraz sonra, komşunun çocuğu gelmiş, "Akşam size geleceğiz, annene haber ver" demiş. Küçük Nasreddin de biraz düşündükten sonra, kapıyı yerinden söküp sırtına alarak göl kenarına gitmiş. Annesi, "Bu kapının burada ne işi var?" diye sorunca, "Kapıya sahip ol dedin. Komşu da akşam bize geleceklerini sana haber vermemi istedi. Ne yapsaydım?" diye cevap vermiş.

Bir de Aşık Veysel'in yaşadığı bir olay var. Veysel, 1939 yılında, arkadaşıyla birlikte Tarsus Şadırvan Han'da bir odada konaklıyor. Kapıyı kilitleyerek yatıyorlar. Sabah kalktığında, arkadaşının gittiğini görüyor. Giyinirken cüzdanını yokluyor. Cüzdanın yerinde olduğunu ama içindeki paraların alınmış olduğunu anlıyor. Hemen orada bir şiir yazıyor:
"Parça parça olsun paramı çalan
Kimisi gerçek dedi kimisi yalan
Dünyada görmedim böyle bir plan
Kapı kitli cüzdan cepte para yok..."

                                                             ***

TBMM Araştırma Komisyonu'nda ifade veren, dönemin Emniyet istihbarat daire başkanı Sabri Uzun'un ifadesi de ilginçti. Uzun, patlamaları kimin yaptığı sorusuna "Hırsız evin içinde olursa kilit işe yaramaz." diye cevap vermişti:
-Termal kamerayla izlenen yere, 150 kilo patlayıcı nasıl girdi?
-Yani kilit bozulmuş efendim. Evin içinden olursa her şey girer. Bunlar tamamen PKK'nın. Oraya (Şemdinli) girse de yakalanır.
-Niye yakalanmadı?
-Orada kilit bozuk efendim.
-Kim soktu?
-Ben bir hüküm veremem. Adaba aykırı. Ama fotoğrafları yan yana koyun, görünüyor.
-Avlunun kilidi de bozuk mu?
-Hayır. Bu lokal bir olay. Genel değil. Genel olsa söylemekte sakınca görmem. Söylerim, derim ki önlem alın, ülke çeteleşiyor. Devlet içinde yasaya uymayanlar meşru mu olacak? Nereye kadar meşru olacak?

                                                             ***

Sonuçta hepimiz biliyoruz ki Türkiye içerideki ve dışarıdaki hırsızların iş birliğiyle soyuluyor. Üstelik Türkiye'nin kapısı da yok kilidi de!
Aslında, günlük köşe yazısı yazmaya başladığım 1991 yılında sık sık işlediğim gibi en büyük hırsızlık enflasyondur. Cüzdana el uzatmalarına gerek kalmıyor!
Enflasyon rakamları açıklandı! Gıda enflasyonu yüzde 31 diyorlar ama bu rakamlar da gerçeği yansıtmıyor! Pazara çıkan herkes fiyatların, iki, üç, hatta dört kat arttığını biliyor!
Bugünlerde Alman şair-yazar Bertolt Brecht'e ait, "Bir banka soymak, bir banka açmaktan daha büyük bir suç değildir." sözünü hatırlatmak moda oldu!
Sadece bankalar mı? Koca Türkiye'yi kim soyuyor?


Arslan BULUT / YENİÇAĞ

4 Şubat 2019 Pazartesi

‘Ulusal çıkar’ diye başlayıp...- Ergin Yıldızoğlu

Ulusalcı, Kemalist entelijansiya arasında son dönemde yaygın bir saptama var: “Ulusal çıkar söz konusuysa...” diyerek başlıyor, ““Milli duruşa ihtiyaç var” gibi ifadelerle siyasal İslamın AKP yönetimiyle birlik olmaya doğru gidiyor.
 
İyi de “ulus” bir çuval patates değil. İçinde kapitalisti var, emekçisi var; zengini var, yoksulu var. Ayrıca herkes Türk ve Sünni de değil! Hangisinin çıkarından söz ediyorsunuz? 
Ayrıca, son yıllarda “ulus”a neler olduğunun, vatandaşlarının geleceğine nasıl ipotek konulduğunun fakında mısınız? 
Bu ulusu oluşturan vatandaşlar Aydınlanma geleneğinden hızla koparılarak, bir “yeni ortaçağa”, modernite, hatta Rönesans öncesinin karanlığına sürükleniyorlar, giderek  eşitlik, demokrasi, özgürlük ideallerini kaybederek, bir ümmet olmaya doğru yeniden şekillendiriliyorlar. Farkında değil misiniz? 
Yoksa siz Aydınlanma geleneğine ait değil misiniz?

Tahsil ve dindarlıkSiyasal İslamın içinde egemen bir anlayış var. Önemli AKP’lilerden birçok kişi, birçok kez, bu cahilliği yücelten anlayışı dile getirdi. En son, Ankara Büyükşehir Belediyesi başkan adayı Özhaseki şöyle diyordu: Devlete hainlik edenlerin çoğuna bakın.. bu devletin, bu milletin aleyhine çalışan insanlara bakın, çoğu üniversite mezunudur.  Allah’a hamdolsun, imam hatip gençliği gayet güzel okuyor, devleti ile de asla bir problemi yok.” 

Diyanet’in yayımladığı bir kitabın yazarı da aynı kanıda. Eğitim düzeyi artan bireyler arasında dine mesafeli durma eğilimi artıyormuş. Yüksek eğitimli insanların arasında ateistlik eğilimi oranları fazlaymış. Yazar, Bu durum genel anlamda modernite ve sekülerizmin geleneği sorgulayıcı, hatta dışlayıcı tutumunun yansıması olarak kabul edilebilir diyor.

Siyasetin, adalete ilişkin sorunlardan, devleti yönetenlere ilişkin hoşnutsuzluktan, değişiklik yaratma arzusundan kaynaklandığını anımsayınca, eğitimle/moderniteyle  dindarlık arasında kurulan ters orantılı ilişkinin, aslında ya siyaset veya biat ikilemine karşılık geldiğini kolaylıkla görebiliriz. AKP ve siyasal İslam, devlet politikalarını sorgulamayan, adalet - özgürlük konularıyla ilgilenmeyen, eğitim düzeyi düşük gençler istiyor; cehaleti yüceltiyor, vatandaşlardan oluşan bir ulus değil, kullardan oluşan bir ümmet istiyor. 

Milli Savunma, Milli Eğitim bakanlıkları yapmış İsmet Yılmaz’ın AKP adayınaverilecek oyların “ruz-i mahşerde (kıyamet günü) berat belgesi (adeta birendüljans-E.Y.) olacağına” ilişkin sözleri de bu isteğin siyasi özünü ortaya koyuyor. Eğitimli insana “endüljans” satamazsınız!

Vatandaşların ulusu - kulların ümmeti... 
Bu anlayış, son 5 yılda imam hatip lise ve ortaokullarında okuyan öğrenci sayısını 5 misli artırarak 2018 yılında 1.155.932’ye ulaştırıyor; Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı bütçesini yüzde 56 oranında keserken, Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesini yüzde 34 artırıyor, bu yıl 9 bin 500 yeni personel almayı planlıyor. 

Kadir Has Üniversitesi’nin yıllık “eğilimler araştırması” da bu gelişmelerin sonuçlarını yansıtıyor: Ulusun gündeminde özgürlük gibi bir sorun yok: hak ve özgürlükler, yüzde 3 ile en önemli sorunlar listesinin sonunda yer alıyor. Ulusun yüzde 60’tan fazlası yargının siyasallaşmadığını düşünüyor. Bu oran 2015’te yüzde 30’lardaymış.

Aklıma “Bilgelerin bilgisini, filozofların içi boş mantığını yok edeceğim” diyen Aziz Paul; Romalı, ateist, atomist (şeyler sonsuz sayıda küçük parçacıklardan oluşur) şair Lükretius’un De Rerum Natura (Şeylerin Doğası) şiirinin etkisinde kaldığını fark edince paniğe kapılıp tövbe etmeye başlayan Aziz Jeromeiçtihat kapılarını  kapatan Gazali geliyor. Ortaçağ karanlığıderken abartmıyorum: Bilime, felsefeye düşmanlık işte böylece yerleşerek insanlığın aklını kararttı.

İnsanlık bu cahilliği De Rarum Natura’yı yeniden okuduğunda (Shakespeare,Galileo, Kepler, Bacon, Machiavelli, Newton, Spinoza, Darwin, Einsteinokumuşlar), felsefeyi ve bilimi yeniden keşfetmeye başladığında, “ulus” dediğimiz şey de Rönesans, Aydınlanma ve modernite süreçlerinde şekillendi. 

Söze, “ulusal çıkar” diye başlayıp, sonra “ulusu” yok etmeye başlayanların yanında yer almayı önermek gerçekten ibret verici...

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Muhtarlara bak, belediye başkanlarını al - Feyzi Açıkalın

Yazının başlığı ve onunla ilişkili kurgusu, “Manifestoya rağmen nedir bu telaş” olacaktı. Kendi mahallemdeki muhtar adayı patlaması dikkatimi çekince başlık değişti.

Başka mahallelerde durum aynıydı. “Bit” değil ama “mahalle pazarına” nur yağmış olmalıydı! Herkesin gözü seçim pazarlığındaki siyasi partiler ve onların isyankar evlatlarındayken, bir başka alanda da savaş demeyelim ama yoğun çalışma sürmekteydi.

Haksız değildiler. 

2023 yılına yetiştirilmeye çalışılan yeni rejimde muhtarlar için müthiş roller biçilmişti. Hem de hemen, 2014 yerel seçimlerinin ardından başlayarak.

Saraya kabul edilmişlerdi bir kere. Direk ilişki kurabilmek gibi(!) her kula nasib olmayacak bir ayrıcalığı elde etmişlerdi. Halkın en büyük temsilcileri oldukları, yerelden tepeye doğru işleyen bir demokrasinin çarkları işlevi gördükleri söylendi, gösterişli toplantılarda.
Maaşları artarken, mahalle ve beldelerindeki her türlü tatsızlığı(!) saraya bildirme göreviyle de üstlendirildiler. Bu onurlu paye onlara güç sağladı. Böylece, bir sonraki olan 31 Mart yerel seçimlerinde adaylık patlaması yaşandı.

Muhtarları anlıyorum. Merkezdekilerin maaş; kırsaldakilerin ise silah ruhsatını kolayca alıp, tabancayı beline takarak sandık denetlemeye gidebilme ihtimalleri üstünden düş kurmalarına eyvallah diyorum.

Ama özellikle kent örgüsüne kavuşmuş beldelerdeki yerel yönetimlere talip olma savaşını, bencileyin anlayabilmiş değilim.

Geçen günkü açıklanan manifestoda, belediye bütçelerinin denetiminin sarayda olacağı net olarak belirtiliyordu. Şeffaflık maddesinde söyleniyordu bu; hizmet ve yatırımların kaynağını titiz bir şekilde değerlendirilecek, sonra adımlar atılacaktı…

Manifesto, adı üstünde, açıklamak anlamına geliyor. Anormalliğin kitabını gelecek binyıllara bırakmak için hep birlikte yazmakta olan ülke bireylerine, bundan sonraki aşamanın yerel yönetimleri de saray bağlamak olduğu manifestoyla açıkça belirtiliyor.

Bu şeffaf söylemi biz ölümlüler hala anlamıyor olabilirdik ama kurt politikacı öyle olmamalıydı. Öyleyse bu istek ve ısrar nedendi? Neden mesela, CHP örgütü kırk yıldır o beldeyi yöneten partilisini aday göstermedi demiyorum, göstermeme nedenini açıkça belirtmiyordu?

İsyan bayrağı çekip, adaylığını aniden başka bir siyasi oluşumun içinde açıklayan bir aday, bu kararı nasıl alıyor ve hangi beklentiler içinde oluyordu? Seçmen kitlesiyle neyin üstünden bir aidiyet duygusu kurmuş olmalıydı ki, onlardan kırsalın feodal yapısındaki marabası gibi davranmasını bekliyordu?

Beldesinin görece aydın yapısı ve kent rantının geliriyle palazlanıp, Osmanlı’nın yıkılışına yakın isyanlar çıkartan paşalar, hatta hamamcılar gibi(!) bağımsızlık ilan etmeye mi yelteniyorlardı? Yoksa, ülkenin tek bir merkezden yönetilmekte olduğunu ilk onlar anlamıştı da, kaynağa yakın mı olmak istemişlerdi?

En küçük mahalli birim yöneticileri olan muhtarların aday olmalarındaki isteklilik daha masum kalıyor. Ama bırakın adaylığa ilişkin kavgayı, sırf seçime katılarak bile rejime geçerlilik kazandıran siyasi oluşumlar ve adaylığı ölüm kalım meselesi yapan siyasetçiler ileride nasıl anılacaklarını zannediyorlar? 

Belki de onlar için bir “ileri”, bir “mutlu gelecek” olası görünmediğinden parsayı toplama derdindeler. Yanılıyorlar ve tarih içinde onlar da hesap verecek…

Feyzi Açıkalın / CUMHURİYET

Plazalardan Ege köylerine uzanan bohem burjuva hayatlar…- ANIL ABA

Plazada çalışıp da öğle yemeğinde “kız ne var ne yok satalım, Alaçatı’da butik otel açalım” muhabbeti yapanlara rastlamayan yoktur. O kadar ki internette “beş parasız butik otel nasıl açılır” diye blog yazıları dahi var, cidden.

Plazalarda çalışmanın eski havası kalmadı. Bir kuşağı kurumsal kültür, yaratıcı düşünce, inovasyon, sinerji ve takım çalışması gibi vızvız kelimelerle yediler. Şimdi bu camekân binalarda sıkışan herkes sigara molasında, serviste veya toplantı esnasında küçük bir sahil kasabasına yerleşmenin hayallerini kuruyor. 
Çünkü kapitalizmin vaatleri boş çıktı. Çalışarak zengin olamayacağınızı kabullendiniz. Hadi zengin olamadınız bari mesut olun, bahtiyar olun. Onları da olamadınız… Hayatınızı saçma sapan işlerde çalışıp ölmeyi bekleyerek geçirdiğinizi düşünmeye başladınız.
Asgari ücretin üzerine konan 1500 lira için boşuna yediniz birbirinizi iş görüşmelerinde. Zira o 1500 liranın gerçek ihtiyaçlarınıza değil beyaz yaka statüsünü sürdürmek için yapılan gömlek, elbise, ütü, beyaz eşya, pahalı öğle yemeği ve taksi harcamalarına gittiğini fark ettiniz. Yani, kısır bir döngü içinde, sizi beyaz yakalı yapan şeyleri satın almak için beyaz yakalı olduğunuzu…
Gel zaman git zaman içinizdeki isyankâr ruh kabarmaya başladı ve bu çarktan nasıl kurtulacağınızı düşünmeye başladınız. Uluslararası ilişkiler mezunu olarak tornacıda çalışacak haliniz yok. Akademik kariyer trenini de kaçıralı çok oldu. Plazadaki kibrit kutusu kadar hücrenizde sıkışıp kaldınız…
Bu ahval ve şerait içinde, kapağı Avrupa’ya atmak kolay olmadığından Ege’de küçük bir sahil kasabasına yerleşmek kulağınıza daha makul gelir. Böylece sistemden uzaklaşabileceğinizi düşünürsünüz. Bu fikir sadece apolitik beyaz yakalılara değil, yavaş solculara bile cazip gelir. Hak vermiyor değilim; gerçekten de çekilir şey değil bu metropol hayatı, ben de zor çekiyorum. Fakat köye ya da kasabaya yerleşmek aslında politik bir tercih de içeriyor.

YENİ NESİL KAVİMLER GÖÇÜ

Çok satan gazetelerin kalın hafta sonu eklerinde çıkan röportajlardaki kentten köye bireysel göç hikâyelerini okuyunca iki şablon görülüyor:
Bir… Cihangir, Asmalı Mescit, Moda ya da Karaköy gibi “hip” muhitlerde gurme pastanesi, antik guntik lokantası, butik kahve dükkânı vs. olan küçük işletmeciler… Üniversite mezunu, belki plazalarda tutunamamış, yurtdışı tozu yuttuktan sonra biraz baba parası biraz kendi birikimiyle kendine küçük bir mekân açmış. İşler rayına oturduktan sonra da “çok sıkıldım bu gri şehirden” tripleriyle Ayvalık’a yerleşme kararı almış. Ama dükkânı da kapatmamış. Başına koymuş birini; her ay güzel para geliyor. Hatta Ayvalık’ta bir piyasa yoklaması yaparak organik zeytin, zeytinyağı, kekik, çam balı ve limonun membalarını da bulmuş; köylüden ucuza alıp İstanbul’daki dükkâna yolluyor. Uzaktan bakınca Woodstock’tan fırlamış hippilere benzeyen, saç sakal birbirine karışmış, kolunda kartal dövmesi, kulağında küpesiyle küçük bir sahil kasabasına yerleşmiş asi bir muhalif portresi çiziyor. Halbuki küçük burjuva… Sistemin ve sömürenin küçük ölçekteki versiyonu. Fazla uğraşmadan işi büyütüp zincir olabilse hiç kaçırmayacak. Nusret ya da Jeff Bezos olmaya hayır demez.
İki… Şehirde herhangi bir üretim sermayesi olmayan ama köye/kasabaya yerleşip orada küçük bir “start-up” ile bir işe girmeye çalışanlar… Yurtdışında yüksek lisans, bankalarda orta düzey yöneticilik ya da ajanslarda reklam/pazarlama müdürlüğü yapmış. Aileden kalma bir evi, kendi aldığı bir arabası ve 8-10 yıllık bir tasarrufu var. Tüm bunları bozdurup gurme bira, soğuk sızma zeytinyağı ya da organik sabun üretmek için, misal, Muğla’ya yerleşmiş. İşin başına biranın alkolünü, zeytinyağının asiditesini tutturabilen bir gıda mühendisi koyup yanına da köyden 10 işçi ayarlamış. Kendi de İstanbul’dan müşteri bağlamakla uğraşıyor. Uzaktan bakınca radikal bir karar verip şehir kalitesini bırakarak köye yerleşen çılgın genç… Halbuki adam manzaraya karşı “organik” KOBİ kurmuş, paraya para demiyor.
Tabii bir de köye yerleşip iptidai şartlar altında, bir işletme açmadan, kendine yetecek kadar bahçecilik yapıp yaşayanlar da var. Belki takas usulü alışveriş yapmak için fazladan üretseler de herhangi bir ticari kaygı gütmüyorlar (C-M-C’). Fakat bahçecilik öyle sanıldığı kadar kolay bir iş olmadığından, ek gelir gelmeden bu hevesini uzun yıllar sürdürebilen oldukça az.

KARTAL DÖVMELİ KAPİTALİZM

Plazada çalışıp da öğle yemeğinde “kız ne var ne yok satalım, Alaçatı’da butik otel açalım” muhabbeti yapanlara rastlamayan yoktur. O kadar ki internette “beş parasız butik otel nasıl açılır” diye blog yazıları dahi var, cidden. Ya da kurumsalda çalışan klasik bir reklamcı isyanı olarak: “bıktım bu Hande Hanım’ın kaprislerinden, en sonunda istifayı basıp sevimli bir kafe açacağım vallahi.” Ya her yer kafe zaten… En yakın arkadaşların bile açılışa gelir, sonra Starbucks’a giderler. Bir yıl geçmeden cama “devren kiralık kafe” ilanını asma ihtimalin yüzde 80.
“İnsanlar bu sömürü düzeninden kurtulmanın yolunu sömüren tarafa geçmekte buluyorlar. Maalesef solda bile aynı muhabbet var. Beşiktaş çarşıda, işletmecisi sol görüşlü olan birçok dükkan var. En nihayetinde herkes gibi onlar da kâr edip büyümeye çalışıyorlar. Çünkü sen büyümezsen yan taraf büyüyüp seni saf dışı bırakacak. Kötü niyetli veya iki yüzlü oldukları için değil, kapitalist sistem böyle işlediği için (“invest or die”). Çoğu “valla ben iyi patron olmaya çalışıyorum ama bu işler böyle, ne yapalım” deyip işin içinden çıkıyorlar.”  
Kapitalizm, kartal dövmesi ve motosiklet kaskıyla ambalajlandığı zaman kapitalizm olmaktan çıkmıyor. Apolitik beyaz yakalıların sınıf mücadelesinin ne tarafında olacaklarını pek düşünmedikleri aşikâr. Fakat kafe açarak sistemden çıkılmaz, aksine, daha da içine girilir. Sümerbank’ın olmadığı bir dünyada aldığınız bütün kıyafetlerin bir markası olacaktır, üstümüze çuval geçirip gezecek halimiz yok. Ama, çok istisnai durumlar haricinde, bir burjuva olmanın bir zorunluluk ya da çaresizlik olduğunu düşünmüyorum. Kimse kapitalist sömürü düzeninde çalışmak istemez; ancak bundan kapitalist olarak çıkmaya çalışmak, en azından bizim cenah özelinde konuşacak olursak, doğru bir karar değilmiş gibime geliyor.
Anıl Aba / BİRGÜN

Kışkırtıcı olasılıklar - ALİ MURAT İRAT

İyinin ve kötünün belirginsizleştiği, güzelle çirkinin yer değiştirdiği -Alenka Zupancic’in söylediği gibi- korkunç şeylerin olumlu, en bizden, en doğal hislerimizin kötü, noksanlık olarak görüldüğü biyolojik bir evre yaşıyoruz. Her şey, davranış biçimlerimiz, ilişki tarzlarımız, oturup kalkmamız ve hatta ağlayıp gülmemiz bile biyolojik bir duruma indirgenmiş durumda. Örneğin ağladığınızda zayıf bir insan olarak görülebilirsiniz, berbat bir dünyaya tepki koyduğunuzda uyumsuz sayılabilir, dilediğiniz gibi hareket ettiğinizde deli diye tanımlanabilirsiniz. Biyolojik oluşunuzun yalnızca yargılanmakla kalmadığı, aynı zamanda onun hakkında hükmün de verildiği bu yenidünya, farklılığın ancak kabul edilebilir sınırlar içinde ve bir “zenginlik” olgusu olduğu ölçüde içselleştirilmesine izin vermekte. Şehirlerde görmüş olduğunuz farklılıklar şehrin ve hayatın akışına ket vurmadığı, onu engellemediği ölçüde kabul edilebilir. O nedenle insanın bütün yaratıcılığının kontrol altında tutulması, farklılıklarının törpülenmesi ve bunda diretenlerin kodlanıp dışlanması gerekmektedir. Farklılık en açık tehdittir.
Farklı yanlarımız, kimseye benzemeyen taraflarımız, bizi biz yapan ya da yapacak olan bütün özelliklerimiz önce aile sonra da büyük bir eğitim ağının kıskacında tüketilir. Eğitimin yarattığı cahillik budur. Bilmenin hissetmeye karşı büyük galibiyetidir.
Bugün çok büyük çoğunluğumuz “olmadığı” hayatların içerisinde şekillenip gidiyor. Bulunmak istemediği yerlerde yaşıyor, söylemek istemediği sözleri söylüyor, yapmak istemediği işleri yapıyor. Aslında asla “olmamış ve olmayacak olanların” dünyası bu. Herkesin kimsesizleştirildiği ve bu kimsesizliğin sınıfsal ve kültürel olarak düşük mertebede bir hayat olarak değerlendirildiği yeni bir sistemin icadı. 
Zupancic’in biyo-ahlak üzerine söyledikleri, bu bağlamda, önemli bir yerde duruyor: “Başarı (bile) neredeyse biyolojik bir mefhuma dönüyor ve böylelikle özgün bir başarı ırkçılığının temeli oluyor… Hayat tarzlarımız, alışkanlıklarımız, hislerimiz, az çok kendimize özgü keyiflerimiz, bütün bunlar merakımızı tatmin etmek için incelemeye alınmış ‘özel meseleler’den ibaret değildir artık.”
Gerçekten de değildir. Bütün biyolojik oluş-hallerimiz kuşatılmış durumda. Bütün ilişki biçimlerimizi şekillendiren ve biyolojikleştiren ve dolayısıyla kategorize ederek ayrıştırıp hiyerarşik bir ilişkiye oturtan bir dönemdeyiz. Kapitalizm -kendini ne kadar gizlemeye çalışsa da- öncelikle biyolojimize yönelik tavır alması gerektiğini çok iyi biliyor. Hedef açlık-tokluk, güzellik-çirkinlik, iyi-kötü, yanlış-doğru gibi ikilemlerin arasına sızmak, onları tanınmaz hale getirmekten ibaret. Bu ayrımları bulanıklaştırarak önemsizleştirmek üzere çalışan koca bir çark bu. Dualara kadar sızan, ibadetleri bile şekillendiren, insanlar arasındaki ilişkinin kendisi olan bir durum.
Bir yandan biyolojik oluşlarımız doğadan kopartılırken, diğer yandan olumlu-olumsuz, yüksek-düşük, iyi-kötü olarak kodlanıyor. Zengin, Beyaz ve Erkek olmayan ne varsa, en hafif tabirle, önce şüpheli olarak kodlanıyor ve sonra kriminalize ediliyor.
Yoksulluk biyolojik bir statüye dönüştürülmüş durumda. Çocuklarının -bırakın eğitimlerini- beslenmeleri için bile yeterince imkân bulamayanların çocukları “başarısız” olduğunda, bu başarısızlık yine Zupancic’in belirttiği gibi değiştirilemez ve o sınıfa içkin bir biyolojik karaktermiş gibi değerlendiriliyor. Başarı öyküsü olan “çoban çocuk” hikâyeleri dillendiriliyor ve yaşadıkları gerçek sorunlarla asla yer bulamadıkları ve bulamayacakları medya organlarında yer buluyor. Sistem onların haberleriyle kendini garantiye alıyor ve eşitsizliğin gerçek yüzlerini bu hikâyeler üzerinden görünmez kılmaya çalışıyor.
Aslında Deleuze’ün dediği gibi çoğumuz ‘yaşamıyor, sadece yaşamın bir biçimini sürdürüyor’. Belki de yeni düşlerin, dünyaların ve ilişki biçimlerinin ortaya çıkmasına neden olacak her türlü yaratma eyleminde ısrar etmemizin nedeni sadece bu bile olabilir. İnsanın kendini yeniden yaratma ihtimali, ölümün bile göze alınabileceği müthiş kışkırtıcı bir olasılık olarak önümüzde duruyor.
ALİ MURAT İRAT / BİRGÜN

Sabancı, şehirden köye göç öneriyor! - Arslan BULUT

Tarih gösteriyor ki ülkelerin nasıl yönetileceğine karar veren güç, ekonomiyi yönetenlerdir. Siyasi liderler, dayandıkları ekonomik alt yapının çıkarlarına göre hareket etmek zorundadır. Sadece kurucu liderler, yeni bir ekonomik düzen kurarak belirleyici olabilir.

Bu konuda aynı fikirdeysek devam edelim...

Sabancı Holding'i yöneten Mehmet Göçmen, Davos'ta yaptığı konuşmada "2018'de ciddi badireler atlattık. Artık yeni bir Türkiye hikâyesiyle tekrar yola çıkma zamanı." dedi.

Göçmen yeni bir Türkiye hikâyesinin nasıl yazılacağını da şöyle anlattı:
"Türkiye'nin; üretimi kaldıraç olarak kullanan, teknolojinin imkânlarıyla daha çok katma değer üreten, bunu yaparken de verimliliği odağına alan bir anlayışla geleceğe bakması gerekiyor. Dijital dönüşümden Türkiye'nin bir rekabet avantajı elde etmesi lâzım. Mevcut, içinde olduğumuz sanayileri hızla bugünkü teknolojiye adapte edip verimliliği artırmamız lazım."

                                                            ***

Peki ama "Üreten Türkiye", ne oldu da "Tüketen Türkiye"ye dönüştü. Tarım neden yok edildi. Türkiye neden sarımsak-soğan ithal ediyor? Aşık Mahzuni'nin dediği gibi Türkiye'nin yiğitleri kuru soğana nasıl muhtaç edildi?
Nazilli'yi Nazilli yapan bez fabrikası, neden özelleştirildikten sonra yok edildi? Kâğıt fabrikalarına ne oldu?
Tank-palet fabrikası ne oldu?
Geçmişteki uçak fabrikaları ne oldu?
Şeker fabrikaları ne olacak?
Tütüne ne oldu?
Sigara fabrikalarına ne oldu?
Pancar ne oldu, buğday ne oldu? Türkiye, açlığa mahkûm edildi yahu!

Sabancı Holding, neden Torosların suyunu, Fransız şirket ile birlikte şişeleyerek Türklere satıyor?
Yine Sabancı Holding, neden bakkallık, manavlık, nalburluk gibi işleri bile yabancı şirketlerle birlikte yaparak esnafı yok etti?
Eczacılık bile neden eczacıların elinden alınmak isteniyor?

Bu hikâyeyi kim yazdı? Küreselleşmeyi ve bu çerçevede özelleştirmeyi yazanlar değil mi?

Göçmen, "Dünyada tekrar globalleşme yerine, 'çok yerel' denilen birden çok yereli içeren yapıların tartışıldığı bir dönemdeyiz. Ana trend bu... Türkiye'de zaten hepimizin gündemi de bu... Başka şekilde Türkiye'yi dünyada rekabetçi hale getiremeyiz." diyor.

İyi de Türkiye'de yerel ekonomi bırakmadınız ki? Diğer holdinglerle birlikte, millî ekonomiyi yok ettiniz. Şimdi İnternet'in geliri bile ABD'ye akarken, Türkiye dijital dönüşümden nasıl para kazanacak? Hangi ürünle, hangi markayla ve hangi sistemle?

Göçmen, yeni hikâyenin nasıl yazılacağını da anlatıyor:
"Türkiye, işsizlik sorununu nasıl aşacak? Dolayısıyla acaba tarım ve turizm sektörünün mü ön plana çıkması lazım? Tarım sektörünün ön plana çıkması için acaba kentleşmeyi tersine çevirip insanları kendi ait oldukları coğrafyalarda istihdam edecek yeni bir modele mi geçmek lazım? Acaba tersine göç, tarım istihdamın çok olacağı bir yer, bize yeni bir fırsat getirir mi?"
Göçmen, sonuç olarak "Türkiye'nin gerçekten büyümesi için en az yüzde 5 büyümeye ihtiyaç var. Bunu da ancak yabancı sermaye yatırımları ile yapabiliriz"den başka bir çözüm söyleyemiyor!

                                                             ***

Bu politikalar, dış dayatmadır. IMF'nin kuruluş hazırlıkları yapılırken, 1948 yılında Türkiye'de bir kredi heyetinin başında incelemelerde bulunan Mr. Mason, "Kalkınma hızını düşürün. Meyve, balık üretimini artırın, turizmi geliştirin" demiştir.

Anlaşılıyor ki döndük dolaştık aynı noktaya geldik! Üstelik "köy"leri mahalle yaptıktan, tarımı yok ettikten sonra! Elde kala kala bir tek turizm kaldı!
Nitekim Ticaret Bakanı Ruhsar Pekcan da Davos'ta uluslararası yatırımcı firmalarla görüşme imkânı bulduklarını, onları Türkiye'ye yatırıma davet ettiklerini açıkladı.

Türkiye'yi yöneten ekonomik ve siyasi kadroların ufku bu kadardır!


Arslan BULUT / YENİÇAĞ