7 Şubat 2019 Perşembe

Türkiye İş Bankası’nı talan operasyonu! - Örsan K. Öymen

Türkiye İş Bankası 1924 yılında, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal  Atatürk’ün talimatıyla kurulmuştur. Atatürk bu bankanın kuruluş sermayesine bizzat katılmıştır. Oldukça mütevazı olan söz konusu kuruluş sermayesine Atatürk ile birlikte, Atatürk’ün yakın çevresinde bulunan askerler, bürokratlar ve Anadolu’daki çeşitli tüccarlar katılmışlardır. 

Türkiye İş Bankası, Türkiye’nin ulusal sermayesini geliştirmek, uluslararası sermayeye bağımlılıktan kurtulmak amacıyla kurulmuştur. Türkiye İş Bankası, Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyetin kuruluşu ve aydınlanma devrimleri ile elde edilen siyasi bağımsızlığın, ekonomik bağımsızlıkla desteklenmesi amacıyla kurulan kurumlardan bir tanesidir. O nedenle Türkiye İş Bankası, Türkiye’deki herhangi bir banka ile aynı kategoride değerlendirilemez.
 
Atatürk öldükten sonra, Atatürk’ün vasiyeti gereği, Atatürk’ün Türkiye İş Bankası’ndaki hisseleri, bu hisselerden oluşan kâr payının Türk Dil Kurumu’na ve Türk Tarih Kurumu’na aktarılması koşuluyla, Cumhuriyet Halk Partisi’ne devredilmiştir. 


Atatürk, CHP’nin kurucusu ve ilk Genel Başkanı’dır ve CHP Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu partisidir. CHP 9 Eylül 1923 tarihinde, Türkiye Cumhuriyeti 29 Ekim 1923 tarihinde kurulmuştur. Türk Tarih Kurumu 1931 yılında, Türk Dil Kurumu 1932 yılında Atatürk tarafından kurulmuştur.

CHP, bu vasiyetin uygulanması sonucunda Türkiye İş Bankası’ndan herhangi bir gelir elde etmemektedir. CHP’nin buradaki tek rolü, Atatürk’ün hisselerinden oluşan kâr payının, Türk Dil Kurumu’na ve Türk Tarih Kurumu’na aktarılmasını sağlamaktır. CHP’nin önerisiyle bankanın Yönetim Kurulu’na atanan sınırlı sayıdaki kişilerin temel görevi budur. 

Bugün Türkiye İş Bankası hisselerinin yüzde 40.12’si Türkiye İş Bankası Mensupları Munzam Sandık Vakfı’na aittir, yüzde 31.79’u halka açıktır, yüzde 28.09’u da Atatürk’e ait olan hisselerdir. 

Son yıllarda Türkiye’deki bankaların çoğu yabancı bankalara satılırken ve yabancı bankalarla ortaklık yapmak zorunda kalırken, Türkiye İş Bankası bir yandan bu sürece direnmiştir, bir yandan da Türkiye’nin en fazla kâr eden ve Türkiye’nin en büyük bankalarından birisi olmuştur. 

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ise önceki gün Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı konuşmada, Türkiye İş Bankası’nın ve CHP’nin buradaki hisselerinin “hazineye devredileceğini” bir kez daha ilan etmiştir! Bunun üzerine güne yükseliş ile başlayan Türkiye İş Bankası hisseleri gün içinde keskin bir düşüşe geçmiştir! 

Erdoğan’ın ve AKP’nin neyi amaçladığı açıktır: 
1) Atatürk’ün vasiyetini yok saymak! 
2) Hukuku yok saymak! 
3) Türkiye İş Bankası’nı AKP’nin hizmetine sokmak! 


Bir yandan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olan Mustafa Kemal Atatürk’e saygısızlık yapmaya, bir yandan da onun Türkiye’ye kazandırdığı kurumları talan etmeye devam ediyorlar! 

Fetihçi ve talancı zihniyet, ganimet paylaşma derdine düşmüş durumda! Ziraat Bankası’na ve Halkbank’a yaptıklarını, şimdi Türkiye İş Bankası’na yapmaya hazırlanıyorlar! Türkiye İş Bankası’nı ele geçirdikten sonra, kendi yandaşlarına bu banka üzerinden bol keseden kredi dağıtacaklar ve bu sayede iktidarlarını sürdürmeye devam edecekler! O arada banka batmış, batmamış, zarara uğramış, uğramamış, umurlarında değil! 

Siyaseti çökerttiler, hukuku çökerttiler, demokrasiyi çökerttiler, eğitimi çökerttiler, laikliği çökerttiler, kültürü çökerttiler, ulusal dayanışma ruhunu çökerttiler, şimdi sıra ekonomiyi çökertmeye geldi! Emperyalizm Türkiye’de nelerin çökmesini istiyorsa, hepsini tek tek çökertiyorlar! 

Bu arada “tek devlet, tek vatan, tek millet, tek bayrak” ve “dünya beşten büyüktür” gibi aldatıcı sözlerle milleti uyutmaya devam ediyorlar! 

Tek istedikleri şey var, o da tek adam yönetimi! Tek adamı da dünya daha kolay yönetir!

Örsan K. Öymen / CUMHURİYET

‘Ulusal çıkar’ diye başlayıp.(II) - Ergin Yıldızoğlu


“Ulusal çıkar” diye başlayınca yanlış bir yere gitme tehlikesi var. Ancak doğru bir yere gitmek de mümkün, hatta gerekli. Çünkü, dünya yeni bir döneme girerken ulus devletin önemi artıyor!

Her şey dağılıyor 
Davos risk raporuna, The Economist’in “Slowbalization” (Küresel yavaşlama) başlıklı kapağına bakmak yeter: ABD hegemonyasına dayanan, Batı merkezli dünya düzeni, 30 yıldır kapitalizmin yapısal krizini yöneten neo-liberal küreselleşme dağılıyor. Çevre kirlenmesi, iklim krizi, gezegenin ekolojik dengelerinin, türlerin yok olma süreci giderek hızlanıyor. 

Dağılmanın toplumsal sonuçları, Trump, Brexit, sağ/faşist popülizm, yeniden başlayan nükleer silahlanma, teknolojik egemenlik yarışı, devleti yöneten politikacıların yetersizliklerinin yol açtığı meşruiyet ve egemenlik krizleri her gün çeşitleniyor.
Ülkelerin vatandaşları, gözlerini devletlerine çeviriyor, kendilerini bu dağılmanın etkilerinden korumak için bir şeyler yapmasını bekliyorlar. Bu da bizi bir korunma, güvenlik aracı olarak ulus devlete getiriyor.

Devlet”i düşünürken iki farklı seçenek (Badiou) var. Biri devleti, toplumun üzerinde bir yapı olarak giderek sönümleneceğini varsayar: Kısaca komünist hipotez. Öbürü de kapitalist devleti veri alarak, parlamenter demokrasi ve çeşitli diktatörlük biçimleriyle ilgilenir. Açık ki, ulus devlet konusu ikinci seçeneğin kapsamına giriyor.

Egemenlik ve meşruiyetİkinci seçenek kapsamında, vatandaşlarını, bu dağılma içinde en iyi biçimde  koruyabilecek bir ulus devleti (buna Platon’a atıfla “iyi devlet” diyelim) düşünmeye çalışmamız gerekiyor. 

Öncelikle bu devlet, egemen ve meşru bir devlet olmak zorundadır. Bu zorunluluğu veri alarak, düşünme sürecini Badiou’nun dikkat çektiği gibi birbiriyle bağlantılı üç alan üzerinden sürdürebiliriz: Ekonomi, ulusal sorun ve demokrasi

Ekonomi: Ulus devlet kaynakların dağılımından ve kapitalist ekonomi (krizlerini) sınırları içinde yaşayan tüm vatandaşlarının genel çıkarlarını, refahını, koruyacak biçimde yönetmekten sorumludur. Bu sorumluluğu yerine getirebildiği oranda “iyi devlet” olmaya yaklaşacaktır. 

Ulusal sorun: Ulus devlet, sınırları içindeki tüm vatandaşların güvenliğinden iki alanda sorumludur. Birincisi, vatandaşlarını dünya sistemi içinde, emperyalist müdahalelerden, savaşlardan korumayı başarmalıdır. İkincisi, sınırları içindeki tüm vatandaşlarının toplumsal barışını, can ve mal güvenliğini, en temel ifade, toplanma, gösteri yapma, haklarını ve özgürlüklerini, siyasi tercihlerini belirtme ve savunma haklarını, seçimlerin adaletli ve güvenli olması da dahil, korumayı başarmalıdır. 

Demokrasi: Parlamenter demokrasi kapitalist devletin en arzu edilen, en az ekonomik kaynak tüketen, toplumun barış içinde yaşamasına en uygun biçimidir. Bu kapitalist demokrasinin işleyebilmesi için, bir taraftan güçler ayrılığı, yargının ve medyanın bağımsızlığı ilkesi kıskançlıkla korunmalıdır. Yasalar, çeşitli grupların tercihlerine, inançlarına göre değişebilen dini ilkelere göre değil, bizzat vatandaşlarının (din, cins, etnik kimlik farkı gözetmeden, bunlardan birine ayrıcalık tanımadan) bu dünyadaki gereksinimlerini düzenlemeye yönelik olmalı, ortak ve özgür iradesine dayanmalıdır: 

Laiklik ilkesi esastır. 
Tüm vatandaşlar, yönetici sınıfın üyeleri de olmak üzere bu yasalar karşısında eşit haklara ve konuma sahip olmalıdır. Ulusun birliğini, farklı kimliklerin (dini ve etnik, cinsel) taleplerini, bastırarak değil, bunların taleplerini karşılayarak vatandaşlık zemininde sağlamak “iyi devletin” sorumluluğudur. Bir ulus devletin egemenliği ve meşruiyeti bu zeminde şekillenir

Ulusal çıkardan söz ediyorsak, ulus devletin “iyi devlet” olma koşullarını yerine getirdiğini, egemen ve meşru bir devlet olduğunu da varsayıyoruz demektir.
Çünkü, “iyi devlet” kriterlerine uymayan bir devlet günümüzün hızla gelişen dağılma koşullarında vatandaşlarını, dolayısıyla, egemenliğini ve meşruiyetini  koruyamaz.  

Ulusal çıkar bu devletin yöneticilerinin desteklenmesini değil acilen değiştirilmesini, devletin “iyi devlet” ölçütlerine göre yeniden düzenlenmesini gerektirir!

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

ABD-Almanya ilişkilerinde yeni dönem(ANALİZ) - Tevfik Taş

'ABD Almanya baş sefirinin sağa sola caka satmasını değerlendiren Sputnik Deutschland başlığına 'ABD'nin para diktatörlüğü: Almanya ne kadar bağımsız?' ifadelerini taşıdı.'

Richard Grenell, 8 Mayıs 2018'den beri ABD'nin Almanya baş sefiri olarak göreve atandı. Donald Trump'ın özel görevlendirmesi ile Berlin'e gönderilen baş sefirin ABD-Almanya ilişkilerinde yeni bir dönem açtığını ileri sürmek abartı olmasa gerek.

Richard Grenell, göreve atanır atanmaz (Grenell'in ABD Dışişleri Bakanlığı'ndan ziyade doğrudan Donald Trump'a bağlı çalıştığı medyada sıkça yazıldı), Almanya'nın içişlerine müdahil olabilecek girdilerde bulundu, bulunmaya da devam ediyor.

Grenell, Avrupa'yı ''eski Avrupa ve yeni Avrupa'' diye ikiye ayırdı. Grenell'e göre eski Avrupa, eskimiş, demode olmuş Avrupa iken; yeni Avrupa, muhafazakârlığın hüküm sürmesi gereken siyasi coğrafya olarak betimledi/betimleniyor. Yeni Avrupa ifadesi, ''öteki muhafazakârların Avrupa'da üstünlük elde etmesi'' vaazına dayanıyor.

''Öteki muhafazakârlar'' ile ifade edilmeye çalışılan en belirleyici nitelik ise, Amerikancılıklarında kayıtsız şartsız itaatkâr olmaları olarak belirginlik kazandı.
Grenell, bildik tüm diplomatik kural ve teammülleri yerle bir ederek, tıpkı Washington'daki şefi gibi, Twitter üzerinden açıklamalar yapıyor. İran ile işbirliği yapan Alman şirketlerine dönük tehdit mektubu yazarken, Twitter üzerinden de Mavi Akım enerji projesine dönük zehir zemberek ifadeleriyle dikkat çekti.
Grenell, AB'nin sözü geçen enerji projesi ile kendisini Rusya'ya karşı bağımlı hale getirdiğini iddia ederken, ortada ''tehdit mektubu değil, ABD'nin açık ve net siyasi mesajı var'' ifadesini tercih etti. (13 Ocak 2019, Kieler Nachricht)
ABD Almanya baş sefirinin sağa sola caka satmasını değerlendiren Sputnik Deutschland başlığına ''ABD'nin para diktatörlüğü: Almanya ne kadar bağımsız?'' ifadelerini taşıdı. (19 Aralık 2018)

'AŞIRI SAĞCI İŞGAL SUBAYI'
Münih Güvenlik Konferansı Genel Başkanı deneyimli Alman diplomat Wolfgang Ischenger, ''Şayet tepki almak istemiyorsan, konuk olduğu ülkeye ne yapacağını söyleme. Almanlar dinlemeyi sever, ancak kendilerine buyurulmasından hoşlanmaz'' diye Grenell'e kibarca diplomasi dersi vermek istedi. Tabii o da twit attı.

Twitter diplomasinin dışında da tepkiler almaya başladı Richard Grenell.
SPD'nin eski genel başkanı ve sıkı AB'ci Martin Schulz Grenell'i diplomattan ziyade, ''aşırı sağcı işgal subayı'' olarak niteledi

Bunu söyleyen herhangi bir siyasetçi değil, Almanya'nın iki numaralı partisi ve koalisyon hükümetinin bileşeni bir partinin eski genel başkanıdır.
Martin Schulz fevri çıkışları ile tanınan bir siyasetçi değil. Schulz'u bu denli öfkelendiren şey hiç kuşku yok ki, Grenell'in küstah çıkışları oldu.

Grenell, hakikaten de faşist bir çevrede yorumcu olarak tanınan bir isim. Burjuva medyasında ''ultra sağ'' diye tarif ettikleri ''Breitbart'' internet portalında Grenell'in düzenli yorumları yer alıyor. 

ABD'li milyarder Renaissance Technologie tarafından finanse edilen Breitbart Portalı, kurucusu faşist Andrew Breitbart'ın 2012'de ölümü üzerine portalın genel yayın yönetmenliğini Stephen Bannon üstlendi. Bannon, aynı zamanda Donald Trump'ın da en etkili danışmanları kadrosunda yer alıyor.

2014'de ''Breitbart London'' faaliyete geçirildi. Diğer bir şef redaktör Alexander Marlow, Almanya ve Fransa'ya da uzanmak istediklerini açıkladı. Breitbart'ın Roma muhabiri Thomas Williams, 2017 Ekim ayına kadar Almanya'da da şube açacaklarını ilan etti. Ancak ne hikmetse, birkaç ay sonra Thomas Williams Almanya şubesini açmaktan vaz geçildiğini ilan etti.

'ALMANYA'DAKİ KÜÇÜK TRUMP'
Der Spiegel Online, Grenell'i ''Almanya'daki küçük Trump'' olarak adlandırdı. Provakatiftir, küstahtır, saldırgandır Grenell, Spiegel'e göre...
Alman iç siyasetine alışılmadık girdiler yapan Grenell, birdenbire ülkenin en yaygın satış ağına sahip Bild Zeitung'a ''konuk yazar'' olarak atandı.

Donald Trump'ın çevresinde eşcinsel olduğunu ilan eden nadir siyasetçilerden olan Grenell, Bild Zeitung'daki konuk yazarlığı köşesinde İran'da eşcinsellere yapılan haksızlıkları konu edinerek, İran ile Avrupa ülkeleri arasında yapılan ticari ortaklığı sorguluyor. 

''Yeni Avrupa'' kavramının içerisinde Avusturya Şansölyesi Sebastian Kurz'u yere göğe sığdıramayan Grenell, Almanya'da da Merkel'in partisi içerisinde Sağlık Bakanlığı'nı yürüten Jens Spahn'ı desteklediğini açıklamaktan geri kalmadı. 
Avusturya Başbakanı Sebastian Kurz da, Alman Federal Sağlık Bakanı Jens Spahn da ''aşırı Amerikancı'' tutumlarıyla tanınan siyasetçiler. Her ikisi de AB içerisinde ABD'nin geleneksel pozisyonunun sürmesinde ısrarlı davranan siyasi figürler.

NORD STREAM ENERJİ HATLARI VE 'İŞGAL SUBAYI'
ABD'nin Almanya baş sefiri, Alman hükümetini ya da Alman şirketlerini yalnızca İran politikalarından dolayı eleştirmiyor. 2005'te başlayıp, 2011'de sonlanan Nord Stream (Kuzey Akım) doğalgaz boru hattından dolayı da çıkar çatışması yüzeye vurdu.

1224 kilometre uzunluğundaki doğalgaz boru hattının ikincisi Nord Stream II adıyla, Rusya'nın Narwa bölgesinden Almanya'nın Greifwald kentine kadar uzanan 1230 kilometrelik bir yeni proje. Bu projenin 2019 sonunda tamamlanacağı planlanırken, yıllık naklin 55 milyar metreküp olacağı hesap ediliyor.

Birinci Nord Stream doğalgaz boru hattının Avrupa Birliği ülkeleri içinde 26 milyon hanenin yıllık yakıt ihtiyacını karşıladığını belirtmek gerekiyor.

Sputnik Deutschland, ABD'li baş sefirin özelde Almanya'yı genelde de AB'yi hedef alarak yaptığı, ''Rusya'ya bağımlı hale geliyorsunuz'' ifadelerine yanıt olarak, ''işgal subayı'' nitelemesinde bulundu. (Sputnik Deutschland, 15 Ocak 2019)

SOL PARTİ'DEN FARKLI FARKLI TEPKİLER
Sol Parti, bir siyasi parti olarak bütünsel bir program ve ekibe sahip olmadığı için, Grenell'in provokatif çıkışları konusunda ne soldan bir ses verebildi ne de bütünlüklü bir açıklama sunabildi.

Sol Parti Dış İlişkiler Sözcüsü Stefan Liebich, Grenell ile birlikte bulunduğu tanışma kokteylinde Grenell'i ''çok sempatik bir insan'' bulduğunu açıkladı. Grenell, Liebich'in bu şefkatli sözlerine teşekkürü yine twit atarak verdi. ''Böyle bir solun'' Almanya'da varlığına duyduğu memnuniyeti ifade etti. 
Bir başka Sol Parti milletvekili Omid Nouriour, ABD büyükelçisini ''parti işlerinde objektif davranmamak''la suçlayarak, kibarca kınadı.

'WASHINGTON'DAKİ İMPARATORUN VALİSİ'
Sol Parti içinden en sert tepkiyi Fabio De Masi verdi. De Masi Grenell'i ''Washington'daki imparatorun Almanya'daki valisi olduğunu sanıyor'' diyerek, kendisine Alman hükümetinin derhal yanıt vermesini talep etti.

ABD emperyalizminin, emperyalist piramitte zirvede kalma tepişmesinde Sol Parti'nin sözde en radikal milletvekillerinden biri, bu çıkar çatışmasını emekçi sınıflar lehine değerlendirmek yerine, Alman emperyalizminden yana çıkarak, tutum alınmasını talep ediyor. Tam bir sosyalist tutum!

 Tevfik Taş / SOL

Yerel seçim yarışına Süleyman Şah da giriyor!. - Ahmet TAKAN

"Bir gece ansızın gelebiliriz"e format atıldı!..
Sınır ötesinde beklenen temizlik operasyonu için R. Erdoğan daha köşeli tarih verdi;
1- "Münbiç'teki teröristler birkaç hafta içerisinde buradan çıkartılmazsa bizim bekleme süremiz sona erer."
2- "Aynı şekilde Fırat'ın doğusunda Türkiye'nin desteğiyle bölge halkının kendi yönetimini tesisi birkaç ay içinde sağlanmazsa bekleme süremiz yine sona erer."

İki kritik zaman dilimi... "Birkaç hafta" ve "birkaç ay" acaba neyi işaret ediyor?..
Görünen o ki, Fırat'ın doğusuna yapılacak operasyon ikiye ayrılmış. Askerî, bir hareketlilik ve de riskli bir operasyon için birkaç hafta ile bir kaç ay arasındaki zaman dilimi kısa sayılmayacak kadar önemli.

Ankara'da devlet koridorlarından ulaşabildiğim bilgilere göre, "birkaç" hafta ile neyin kast edildiği belli de "birkaç ay" meselesi epey muğlak!..

Edindiğim bilgileri şöyle özetleyebilirim;
Şubat ayının sonlarına doğru veya en geç Mart ayı içerisinde Tel Rifat'tan bir operasyon başlatılacak. Münbiç görünümlü bu operasyon ile Süleyman Şah Türbesi şu andaki yerinden eski yerine (bir gece ansızın kaçırıldığı yere) taşınacak. Kaynaklar, bu konuda ilgili ülkelerle mutabakatın sağlandığını belirtiyor. Seçim öncesi, Süleyman Şah Türbesi'nin yerine taşınması... Kulağa çok hoş geliyor!..

Fırat'ın doğusuna yapılacak operasyona gelince. Kaynaklarım, ABD'nin Türkiye'yi oyaladığını  kaydediyor. Bu meseleyi, sahadan da edindiğim bilgilerle biraz daha açacağım;
Irak'ın kuzeyinde "Roj Peşmergeleri" diye adlandırılan çapulcu başı Barzani'ye bağlı polis güçlerinin görevleri sona erdiriliyor. Yaklaşık 8 bin kişilik bu güç, ABD'nin planlamalarına göre Fırat'ın doğusuna kaydırılması söz konusu. Ankara'daki güvenilir kaynaklar, ABD'nin zaman kazanmaya yönelik taktiklerinin ısrarla altını çiziyor.
Neden?..
ABD'nin bölgeye yerleştirmeye çalıştığı, Mısır'ın başını çektiği "Arap NATO"su... Kaynağım, "Türkiye oyalanıyor. ABD zaman kazanıyor. ABD, PKK'ya da Türkiye'yi gösterip Arap NATO'suna razı edecek. Türkiye'ye de sağ gösterip sol vuracak" diyor. Roj peşmergeleri Arap NATO'suna destek güç olacak. Maaşları da özel güvenlik firmaları üzerinden ABD tarafından ödenecek.

Sahadan önemli bir bilgi notu daha; Suriye rejimi ile Türkiye arasında alt düzeyde heyetler arasında sürdürülen görüşmelerde önemli bir noktaya gelindi. Türkiye, MİT bölge başkanı düzeyinde sürdürdüğü görüşmelerin düzeyini bir tık yükseltti. Kaynaklarım bu önemli gelişmenin de altını ısrarla çizdi.

                                                            ***

Peki, tüm bunlar ne manaya geliyor?.. Devlet koridorlarının sesine kulak verelim;
"ABD'li yetkililer Kürtlere verdiği desteği çekmeyecek. Bir yer verecek onlara. İran'da kullanacak, bölgenin başka yerlerinde kullanacak. Büyük Kürdistan ham bir hayal de değil sonuçta.

Suriye'deki çatışmaların başlamasından 7 yıl geçti. Şu anda orada savaşan rejim güçleri var. Özellikle İran ve Hizbullah'tan destek alıyor. Bunlar birbirinden bağımsız değil. İran savaşı Suriye'de tutmak istiyor. Ekonomik yaptırımlar gelecek. Petrol fiyatları çok önemli. 6 ay sonra değişken fiyatlar ile karşılaşılacak. Venezuela'daki müdahalenin nedeni bu. Doğu Akdeniz'deki durum belli.

Tartus'taki liman ile birlikte orada Rusya elindeki gücü artırıyor. Burada geciktiğiniz müddetçe yani Suriye'de gecikirseniz bir şeyler gidiyor.

Kürtler çok uzun süredir sessiz. Kürtler sesini yükseltmeye başlayacak 31 Mart tarihinden sonra. Çözüme yönelik bir organizasyon var. IŞİD ile savaş derken, hamle buradan geliyor. Suriye'de rejim terör örgütüyle görüşür mü? Görüşür. Kürt kartını Rusya oynamaz mı?.. Oynarlar...

Kobani'nin mutlaka temizlenmesi lazım o da bir sembol hedef. 'Biji Obama' diye bağırarak oralarda nara attılar. Bu da siyasi hedef olur. Beka ile ilgili tutum da mezara kadar gitmeli, sözde kalmamalı. Çözüm sürecinden sonra değişmemeli. Çözüm sürecini yanlış okumayın, fiyasko ile bitmedi. Barzani'nin referandumu ile sonuçlanmadı, tarihe not düşüldü. Çözüm ile PKK PYD'ye dönüştü, şehir savaşlarına dönüştü. Kuzey Irak'taki rejim palazlanıp tüm tepkilere rağmen referandum yaptı. Bunlar hep ılımlı adımlar. Süleymaniye uçuş seferleri neden başladı? ABD/CIA elemanı mı gönderecek? Öcalan'ı Nelson Mandela modeliyle bize teslim ettiler. Güney Afrika Modelini iyi okuduğumuz zaman her şey ortaya çıkıyor. Ordu çok dirençli olduğu halde, Mandela'nın her şeyine karşı olduğu halde, uygun bir Genelkurmay Başkanı atadılar, dediler ki, siyasi boyutu bana bırak, bizim çözüm heyeti bu rolleri almış kişilerle görüşüyor. Bu süreçte rol almış insanlarla görüşülüyor. Aynı adamlar diyor ki, çözüm sürecindeki kazanımlarımız devam ediyor diyorlar? Barış iyi de bedeli ne? Tekrar yığınaklanıp kalkışma olur mu? Bunlar önemli. Bütün bunlar olurken de bizim ülkede nüfusun yapısı da değişiyor, buna da dikkat edilmeli."

Ya, Süleyman Şah seçimi kazanırsa?.. Ezber bozmak adına soruyu yöneltiyorum!.. 2 ay sonra hep birlikte oturup boşuna ağlaşmayalım diye...


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

Fotoğraf hilesiyle "Kurucu Liderlik!" - Arslan BULUT

Yunanistan Başbakanı Çipras'ın Saray'da Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay ile yaptığı görüşme, arka planda, duvarda bulunan siyah beyaz Tayyip Erdoğan portresi üzerinden tartışma konusu oldu. Ben de ziyaret sırasında Anadolu Ajansı'nın çekip geçtiği fotoğrafları kaydetmiş ve yazı zamanı geçtiği için konuyu incelemeyi bugüne bırakmıştım.

Twitter'da H. Hakkı Kahveci'nin mesajını gördüm. Kahveci'nin dikkatini de Erdoğan fotoğrafının siyah beyaz oluşu ve Atatürk'ün fotoğraflarına benzetilmiş olması çekmiş.

Yine Ümit Özdağ da görüşmenin fotoğrafını paylaşmış ve eleştirmiş ama Fuat Oktay'ın makamından, odanın daha geniş fotoğrafı gönderilmiş. Çalışma masasının arkasında Atatürk'ün siyah-beyaz fotoğrafı da görülüyor. Oturma grubunun arkasında da Tayyip Erdoğan fotoğrafı bulunuyor!


                    ***

Tabii, Erdoğan, bu fotoğrafı kendi çalışma masasının veya oturma grubunun arkasına assa yakışık almazdı. Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay'ın, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun'un odalarında ise bulunabilir! Büyük ihtimalle sarayın diğer odalarında da aynı fotoğraf var!

Peki bu fotoğraf ile nasıl bir iletişim tekniği kullanılıyor?
Bilindiği gibi yakın zamana kadar ilkokul kitaplarının hepsinde ve devlet dairelerinde, Atatürk'ün, elips içine alınmış veya dikdörtgen siyah beyaz fotoğrafı vardı. Fotoğrafın altında da "Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu, Gazi Mustafa Kemal Atatürk" yazardı. Bu fotoğraf, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu liderinin fotoğrafıydı!

Aradan yüz yıla yakın bir zaman geçtikten sonra, Tayyip Erdoğan'ın, Atatürk'ün Çankaya Köşkü yerine, millete bıraktığı Orman Çiftliği topraklarına, önce Başbakanlık binası diye göstererek inşa ettirdiği sonra da Cumhurbaşkanlığı sarayı haline getirdiği binanın içinde kendi fotoğrafı olarak nasıl bir fotoğraf kullanması gerekirdi?

Meselâ günün teknolojisine uyarak üç boyutlu renkli fotoğraf kullanabilirdi ama 96 yıl önceki Atatürk fotoğraflarına benzetilmiş, eskitilmiş, elips içine alınmış, siyah-beyaz fotoğrafının kullanılmasını tercih etti!

Bunun bir sebebi var elbette.

                                                              ***

Şu anda yaşayan nesillerin belleğinde, Atatürk'ün o fotoğrafı, "Türkiye'nin kurucu Cumhurbaşkanı" diye kayıtlıdır. Tayyip Erdoğan'ın benzer bir fotoğrafı, Atatürk yerine kullanıldığında da beyin otomatik olarak bunu da "Kurucu Cumhurbaşkanı" diye kaydeder. Tam olarak bilinçaltı mesaj vermek sayılmasa da beynin kayıt sistemini aldatmak üzerine tasarlanmış, basit ama çok etkili bir tuzak bu!

Gerçi Tayyip Erdoğan, Binali Yıldırım ve Mahir Ünal, eski AKP yöneticisi Ayhan Oğan'ın, "Biz 15 Temmuz'da çok büyük bir şey yaptık. Halk bir devrim yaptı. Şimdi biz yeni bir devlet kuruyoruz. Beğenin beğenmeyin bu yeni devletin kurucu lideri Tayyip Erdoğan'dır" sözlerinin kendilerini bağlamadığını söylemişlerdi ama 24 Haziran seçimlerinden önce bizzat Tayyip Erdoğan, "Benim gözümde, 26. Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi, I. Meclis'ten sonraki ikinci kurucu meclistir." demişti.

Yine AKP'nin 24 Haziran seçimlerinden sonra, Temmuz 2018'deki ilk grup toplantısında, son başbakan Binali Yıldırım, "Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'nin Kurucu Cumhurbaşkanı, Genel Başkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan" ifadesini kullanmıştı.

                                                              ***

Burada bir sorum var: Yeni bir devlet kurma fikrini açıkça ortaya koyamayıp, insan beyninin kayıt sistemini aldatmaya dayalı tuzaklar kullanan bir iletişim anlayışı ile "kurucu liderlik" kaç adım gider?

Bu yöntemler, o makama yakışmıyor!


 Arslan BULUT / YENİÇAĞ

6 Şubat 2019 Çarşamba

IMF’ye giderler mi? - FATİH YAŞLI

Pazartesi günü açıklanan verilere göre yıllık enflasyon yüzde 20’nin hemen üzerinde seyrediyor. Gıdadaki enflasyon artışı ise yüzde 31.89 olmuş ve gıda içerisinde de sebze-meyve fiyatlarında yüzde 80.5 artış gerçekleşmiş.
Bu ne demek? Bu şu demek: Hayat pahalanmış pahalanmasına ama bu pahalılık en çok vatandaşın doğrudan görebileceği, doğrudan hissedebileceği bir şekilde, marketten mutfağa uzanan yolda gerçekleşmiş. İnsanların geliri fiyatlarla doğru orantılı artmadığına göre, alım gücü çok ciddi bir şekilde azalmış, çok ciddi bir yoksullaşma yaşanmış.
Bu enflasyon oranına ve yoksullaşmaya reel sektörde yaşanan daralmayı, ekonominin küçülmesini, iflasları, konkordatoları, ödenemeyen borçları ve işten çıkarmaları eklemek gerekiyor. Enflasyonla birlikte işsizlik, özellikle de genç işsizliği çok ciddi bir şekilde artıyor.
Ekonomik kriz giderek derinleşirken iktidarın IMF’yle seçimden sonra bir anlaşma yapmak için zemin yokladığına, hatta birtakım ön görüşmeler yapıldığına dair iddialar artıyor, iktidar çevreleri ise bunu kesin bir dille yalanlıyor.
Peki mümkün mü? Seçimden sonra iktidar partisi, 2002’den 2008’e kadar anlaşma imzaladığı IMF’yle yeniden masaya oturur mu?
Oturabilir, çünkü küçülen Türkiye ekonomisinin döviz bağımlılığı dünyada ucuz döviz döneminin de kapandığı bir konjonktürde giderek artıyorken, iktidar IMF’yle anlaşmayı kendi açısından en iyi seçenek olarak görebilir, IMF’yle yapılacak bir anlaşmayla ve dolayısıyla artan kredibiliteyle hem döviz fiyatlarını hem faizleri aynı anda düşürmeyi hedefleyebilir.
Öte yandan, eğer ABD’yle Suriye vesilesiyle yeni bir denge noktasında buluşulacaksa ve yeni bir yakınlaşma yaşanacaksa, IMF anlaşması Türkiye’nin Atlantik/Batı ekseninden kopmayacağının bir garantisi/bir taahhüdü olarak sunulmak istenebilir ve ABD’nin de bu yakınlaşmanın bir parçası olarak IMF ile anlaşmayı talep etmesi şaşırtıcı olmaz.
Ancak öte yandan, her ne kadar çok ciddi bir dış kaynağa ihtiyacı olsa da, IMF’yle masaya oturmak, iktidar açısından bambaşka bir anlama gelecektir. Meydanlarda sürekli IMF’ye olan borcu bitirmekten, IMF’yi Türkiye’den yollamaktan bahseden, hatta bunu “IMF bizden borç istedi, verin dedim, baktılar veriyoruz, vazgeçtiler” gibi fantezilerle süsleyen bir iktidar açısından yeniden IMF kapısına gitmek öyle kolay olmayacaktır.
Evet doğru, IMF en çok otoriter rejimlerle çalışmayı sever, IMF’nin emek düşmanı, halkı yoksullaştırıcı, neo-liberal programı, en kolay, toplumun susturulduğu, çalışanların örgütlü olmadığı, sendikaların etkisizleştirildiği rejimlerde uygulanır ve bu haliyle Türkiye’deki yeni rejim de bunun için biçilmiş kaftandır.
Ancak rejim açısından sorun şuradadır: IMF “kurallı” bir kapitalizm ister, kredi dilimlerini serbest bırakmak için birtakım şartların yerine getirilmesini talep eder. Oysa kamu bankalarının verdiği krediyle medya grubu satın alınan, kamu ihale yasasının artık şahsa özel hale geldiği, Varlık Fonu adı altında sayısız iktisadi kuruluşun doğrudan tek bir kişiye bağlandığı, paralel bir ekonominin, maliyenin ve hazinenin kurulduğu, her türlü denetime kapalı bir rejim açısından bu taleplerin yerine getirilmesi öyle kolay olmayacaktır.
Velhasıl durum iktidar açısından IMF’ye gidilmese bir dert, gidilse başka bir dert şeklindedir ve bir çaresizliğin yansımasıdır. Bizim açımızdan ise her durumda önemli olan, krizin ve yoksullaşmanın giderek derinleştiği Türkiye’de, emekçileri, çalışanları, yoksulları ve onların taleplerini siyaset sahnesine taşıyacak, bağımsız sol bir hattı inşa edebilmektir.
Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Neler oluyor? - KADİR SEV

Devlet, baş döndürücü hızla dönüştürülüyor. Gün olmuyor ki bir parça koparılmış, yerlerine yenileri takılmış olmasın ya da birkaç gün önce değiştirilmiş bir kural yeniden değiştirilmesin.

Eskilere gitmeye gerek yok; son bir hafta içinde - 30 Ocak ile 6 Şubat arasında - yayımlanan Resmi Gazetelere şöyle bir göz atarsak, neler olduğunu anlarız.
Ülkede en azından 10 yıldır işler böyle yürüyor. Bütünü görebilmemiz için son bir haftada olan biteni 520 ile çarpmamız gerektiğini unutmayalım.

7162 sayılı Torba Yasa yayımlandı
Gelir vergisi ile Bazı Yasalarda...diye başlayan torba yasa, yürütme ve yürürlük dışında 15 maddeden oluşuyor.

-Dört maddesinde Gelir Vergisi ile ilgili düzenleme yapılmış. İşyeri açmadan internet üzerinden yapılan küçük ölçekli satışlar; evde ürettiklerini satan küçük üreticilerin satışları; işsizlik, ikale gibi tazminatlar gelir vergisinden bağışık tutuluyor.

-Kalan 11 maddesiyle Belediye gelirleri, Kıyı, KDV, SGK, İşsizlik Sigortası, KOSGEB, EPDK ve EPİAŞ Yasalarında değişiklikler yapılmış.

-Çandarlı ve Rize’de, yerleşilecek alanların yeterli olmadığı gerekçe gösterilerek, denizden doldurulan kesimlerde, Kıyı Yasasının kısıtlayıcı kurallarına uyulmaksızın yapılaşma öngörülüyor. 

-İşsizlik fonu bütçesinden patronlara asgari ücret desteği veriliyor. KOSGEB’in desteklediği projelerde çalıştırılacak kişilere her ay 5 Genel Müdür maaşı verilmesi öngörülüyor. Üniversite öğretim elemanları arasından görevlendirilmiş olanlarının ne üniversiteden aldıkları aylıklar ne de döner sermaye katkı payları kesiliyor.

Taşınmaz satmak amacıyla yapılan ihaleler
Ülkeyi yalnızca özelleştirme İdaresi pazarlamıyor. Kamu kurumları, belediyeler birbirleriyle yarışıyorlar. Her gün çok sayıda taşınmaz satılmasının konu edildiği ihale ilanları yayımlanıyor. Burada yalnızca bir kaçından söz edebiliriz.
-Orman Genel Müdürlüğü, Kütahya’da ek İdari bina, sosyal tesis ve yangın üniteleri yapım ihalesi açtı. Para yerine Kütahya Merkez’de, 21 milyon lira tutarında 10.974 M² büyüklüğündeki boş arsasını verecek.
-Vakıflar Genel Müdürlüğü İstanbul Kartal -Soğanlık, Gaziler’deki 6364 M² fundalık vasıflı taşınmazını, üzerine özel öğrenci yurdu vs yapılmak üzere 30 yıllığına kiraya veriyor. Kiralayan ilk 3 yıl ayda 11.250 lira; 4’ncü yıl ayda 45 bin lira, sonrasında ÜFE oranında artırılacak tutarlarda kira ödeyecek. İlanda 30 yılda tahmini kira bedeli toplamının 9 milyon lira olduğu yazıyor.
-Kemer Belediyesi, 10 milyon 995 bin lira değerinde olan 9,361 M² büyüklüğündeki arsasını, üzerine alışveriş merkezi yapılmak üzere ihale açtı. İlanda, kiralayanın 17 yıl boyunca hiç para ödemeyeceği öngörülüyor.
Belediyeler toprak satmaya doyamıyor. 
-Balıkesir Büyükşehir Belediyesi, Altıeylül ve Karesi’deki toplam 33 bin M2 arsasını 53 milyon; 
-Konya Büyükşehir Belediyesi, Selçuklu ve Karatay’daki 21 bin 400 M² büyüklüğündeki 4 arsasını 20 milyon; 
-Kayseri Büyükşehir Belediyesi, Kocasinan’da 167 parça küçük sanayi ticaret arsasını 12 milyon 500 bin; 
-Bolu Büyükşehir Belediyesi, Merkezdeki taşınmazını 6 milyon 500 bin; 
-Menderes Belediyesi, Görece Mahallesinde 16,236 M² üzerinde zeytin ve armut olan tarla vasıflı taşınmazını 3 milyon 600 bin; 
-Samsun Büyükşehir Belediyesi Atakum’da 25 bin M² arsasını 12 milyon liradan satışa çıkardı.

Yukarıda sıralananlar, taşınmaz satış ihalelerinin yalnızca bir bölümü. Satılmakla kalmıyor biliyorsunuz; üzerine devasa yapılar konduruyorlar ve yaşam alanlarımızı yok ediyorlar. 

Yaşamak, mülkiyete yenik düşüyor.

29 ve 30 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri yayımlandı
29 sayılı CB kararnamesiyle üst düzey kamu yöneticilerinin atanmasına ilişkin 3 sayılı CB Kararnamesinin 8 maddesi değiştirildi. Daha önce de üç CB Kararnamesiyle 10 maddesi ve iki cetveli değiştirilmişti.
30 sayılı CB Kararnamesiyle ise Devletin örgüt yapısını düzenleyen 4 sayılı CB Kararnamesinin 46 maddesi değiştirildi.
Kararname, 15 Temmuz 2018 günlü resmi gazetede yayımlanmıştı. O günden bu güne 10 CB kararnamesiyle 130 kuralı ile 7 cetvel ve liste değiştirildi; 17 yeni daire başkanlığı kuruldu.
TapuKadastro Genel Müdürlüğü Ülke Topraklarının kaçpara ettiğini hesaplayacak            
Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü, 30 sayılı CB Kararnamesiyle, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içindeki taşınmazların bedelini belirlemek ve listesini tutmakla görevlendirildi. Bu görevini Kararnameyle eklenen “Taşınmaz Değerleme Dairesi Başkanlığı” adlı bir birim eliyle gerçekleştirecek. Kararnamenin 484’ncü maddesinde görevleri; …taşınmazların toplu değerleme yöntemleriyle değerini belirlemek… değer bilgi merkezini kurmak, yönetmek…istatistikler tutmak… gibi sözlerle sıralanıyor.

Ülke topraklarını yurt dışında Tapu-Kadastro Genel Müdürlüğü pazarlayacak
Genel Müdürlüğe toprak satmada daha aktif olabileceği görevler de tanımlandı. 483’üncü maddesinde yurt dışında yaşayan Türk vatandaşları ile yabancı uyruklu gerçek ve tüzel kişilerin ülkemizdeki taşınmazlarıyla ilgili işlemlerini yürütmek üzere gerekli görülen yerlerde bürolar açabileceği öngörülüyor.
Daha aktif olabileceği görevler de verilmiş: 487’nci maddesinde yurt dışında faaliyette bulunmak amacıyla şirket kurabilir, yerli ve yabancı gerçek ve tüzel kişilerle ortaklık yapabilir yazıyor. Emlakçılığa benzer görevler verileceği anlaşılıyor.

Helal Akreditasyon Kurulu üyelerine ödenen huzur hakkı üç kat artırıldı
Kışlada, okulda dağıtılan yiyeceklerin kontrolü yapılmıyor. Sık sık besin zehirlenmeleri haberleri okuyoruz. Bu durumu kimse umursamıyor ama domuz eti konusunda çok duyarlılar.

Sırf bu amaçla Eylül 2018’de Helal Akreditasyon Kurumu adlı bir birim kuruldu. Üyelerine toplantı başına kamu görevlisi değilse 2 bin; kamu görevlisi ise 3 bin gösterge tutarının memur artış katsayısıyla çarpılması sonucunda bulunacak tutarda huzur hakkı ödenmesi öngörülüyordu. 30 sayılı CB Kararnamesiyle ödenecek tutar 3 kat artırıldı.

DT, Opera Bale, Atom Enerjisi Kurumu’nda sözleşmeli personel dönemi
Kamuda güvenceli çalışan kimseyi bırakmamaya kararlılar. Sözleşmeli statü, yıllardır güvencesizliğin yöntemlerinden biri olarak kullanılıyor. 30 sayılı CB Kararnamesinde DT, Opera Bale, Atom Enerjisi Kurumunda sözleşmeli personel çalıştırılmasına ilişkin kurallar öngörülüyor.

Diyanet İşleri Başkanlığı 7 ülkede daha Din Hizmetleri Ataşeliği kuracak
Dün yayımlanan 43 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesiyle Diyanet İşleri Başkanlığına 7 ülkede daha ataşelik kurma olanağı tanındı. Başkanlığın 52 ülkede ataşeliği vardı. Yeni kurulan 7 ataşelik ile sayıları 59’a yükseldi.

Milli Eğitim Bakanlığı’nın 40 yandaşına yeni yurt dışı kapıları açılıyor
Bugün (6 Şubat 2019) yayımlanan 31 sayılı CB Kararnamesi ile 10 Temmuz günü yayımlanmış olan 2 sayılı Cumhurbaşkanlığı Genel Kadro Usulü Kararnamesinde değişiklik yapıldı. Dikkati çeken değişikliklerden biri de 30 eğitim müşaviri ile 10 ataşe olmak üzere yurt dışında 40 yeni kadro açılmış olması.

Cumhurbaşkanlığı ofislerinin alımları ihale yasası kapsamı dışında
Temmuz 2018’de çıkarılan 703 sayılı CB Kararnamesiyle Cumhurbaşkanlığı Ofisleri ile başkanlıkların mal ve hizmet alımları İhale Yasası kapsamı dışında bırakılmıştı. 5 Şubat günlü Resmi Gazetede alım yöntemlerinin düzenlendiği bir yönetmelik yayımlandı.

Cumhurbaşkanlığı Ofislerinin İhale Yasası kapsamı dışına çıkarılması hiç iyi bir şey değil; dilediğiniz kadar yönetmelik çıkarın bir şey değişmiyor. Değişmemesi de doğal. Çünkü İhale Yasası kapsamı dışına çıkarılmasındaki esas amaç; yöneticiye esneklik tanımak.

Son olarak…
Ülkeye; düzen yandaşlarının, tekellerin temsilcilerinin ya da onların ağızlarıyla konuşanların özlem ve beklentileri doğrultusunda bakarsak eğer, ihanet etmiş oluruz. Kime? Sınıfımıza, geleceğimize, çocuklarımıza…

Kadir Sev / SOL

Beka stratejisinin işlevi - DENİZ YILDIRIM

7 Haziran seçimlerinden beri bir ezber tutturdular: “Beka sorunumuz var.”Mesaj belli; “biz gidersek devlet çöker.” Demek ki kendilerini devletle eşitleyen bir kadro, hatta bir kişi var. Ve ilginçtir, halkın çoğunluğu kendilerine oy vermediği zaman akıllarına geliyor “beka sorunu”. 7 Haziran, bu açıdan da önemli. Öyleyse “beka”, genişleme değil daralma dönemlerinin iktidar kurtarıcı söylemi. 

İşlevi mi? 

Bir kere beka tartışması, halkın en temel sorunlarının gündeme gelmesinin “beka sorunu varken bunlar konuşulur mu?” bahanesiyle engellenmesini hedefliyor. Öyle ya; “çarşı, pazar yanıyor. Geçinemiyoruz, nasıl çözeceksiniz?” diyoruz; yanıt hazır: “Beka sorunu varken bunlar konuşulur mu?” Böylece, hem “devletin bekası”nın içine hangi konuların gireceği iktidar tarafından belirleniyor; hem de bu söylemin dışında kalanlar “bela” olarak görülüp düşman gibi gösteriliyor.
 
Aslında iktidarın da kafası karışık; öyle ki bu boşlukta, ana söylemi ve siyasal stratejiyi oluşturma görevini MHP üstlenmiş durumda. MHP’nin yeni dönemdeki etkisi, gözle görülen alanda belediye başkanlığı paylaşımı üstünden ölçülemez. Devlet demokrasiden uzaklaştıkça, koalisyonlar da şeffaflıktan uzaklaşıyor. Asıl etkiyse, ideolojik alanda. Bugün AKP’yi ideolojik açıdan MHP’den ayıran bir sembol, söylem, strateji var mı?

Nitekim AKP henüz bir seçim stratejisi oluşturamadan MHP’nin açtığı zeminde seçim tartışmasına girdi. Dikkat ederseniz hem muhalefete “zillet, illet ittifakı” adını verme, hem de “beka seçimi” saptamasına dayalı kutuplaşma stratejisini Bahçeli başlattı. İktidar bunun ardından aynı söylemi aldı, sürdürdü. Erdoğan’ın yerel seçim manifestosunu açıkladığı gün salondan canlı yayına katılan Mahir Ünal’ın “bir beka sorunu yok” demesiyse, iktidarın kafası karışmış görüntüsünün kanıtıydı. 

Fakat MHP “beka” tartışmasını, “bu iktidara bugüne kadar bunca laf ettiniz; ne oldu da şimdi yanına geçtiniz” soru ve eleştirilerine yanıt olsun diye de açıyor. “Devlet zorda; iktidar da bizim çizgimize geldi. Öyleyse beka için bu iktidarın yanında yer almak gerekir” şeklinde özetlenebilecek bir mazeret bu. MHP’nin beka saptaması, “AKP beka sorunu yarattı, bunu da MHP olmadan çözemezler” propagandasıyla birlikte ilerliyor alttan alta.
 
MHP’nin Saray ile ittifakını haklı göstermek için ortaya attığı “beka” tezi, AKP açısından işlevsel mi bu durumda? Mahir Ünal “beka sorunu yok” düzeltmesi yaparken, aslında  “MHP iktidarda değildi. ‘Beka sorunu var’ söylemini kabul edersek, 17 yıldır iktidarda siz varsınız; kim yarattı bu beka sorununu?” diyenler karşısında savunma hattına çekilmek zorunda kalacaklarını fark etmiş görünüyordu.
 
Buna rağmen “beka” söyleminin Erdoğan tarafından sahne önünde tutulacağını tahmin edebiliriz.Başta da belirttim; AKP gerçekten ilk kez bu kadar dağınık ve stratejisiz halde. Bu boşluğu MHP dolduruyor. İkincisi, Saray giderek ekonomiyi öncelikli sorun olarak görüp AKP’den uzaklaşmayı düşünen seçmeni/tabanı bir arada tutmak için bunu bir yapıştırıcı olarak kullanmak istiyor. Bu biraz da, “evet ekonomik sorunlar var, ama beka sorunu da var;karşımızdaki ittifak gelirse daha kötü olur, hiç çözülmez”  korkutmasını amaçlıyor. Seçim böylece “beka” tartışması aracılığıyla, “kim gelirse daha iyisini yapar?” zemininden çıkarılıp “kim gelirse daha da kötüye gider?” tercihine doğru sıkıştırılıyor. Muhalefet partilerinin bu denli şeytanlaştırılması da bu yüzden. 

“Seçmeni 1 Kasım seçimi öncesindeki gibi beka sorunu olduğuna inandıracak  ‘şok gelişmeler’ yok” diyebilirsiniz. İşte bu noktada “beka” söylemi, seçimden çok seçim sonrasına dair bir başka işlev kazanıyor. Örneğin çete reisleri muhalefetin seçim sonrasında sokağı kaşıyacağı, yeni rejimi devirmeye çalışacağı korkutması üstünden halkı silahlanmaya kolayca çağırabiliyor. Bu sadece çete reislerine özgü de değil. Özünde, “muhalefet kazanırsa” ihtimali ile bağlantılı bir korku salma arayışı her kademeden yayılıyor. 

Demek ki “beka” söylemi, aynı zamanda seçmene“kaybettiklerinde bile gitmeyecekler; her şeyi göze almışlar” umutsuzluğunu, yılgınlığını taşımak için de kullanılıyor. 

Bugün tam da bu nedenlerle AKP MHP koalisyonunun “beka” söyleminin/ stratejisinin etkisizleştirilmesi, demokratik, adalete ve huzura dayalı bir Cumhuriyet inşası, görevimizin temel unsurlarından biri olarak görülmeli.

Deniz Yıldırım / CUMHURİYET

CHP’nin oyu - Öztin Akgüç

Son yıllarda yapılan seçim sonuçlarından da esinlenerek CHP’nin potansiyel oyunun yüzde 25 olduğu ileri sürülmektedir. Bu savın rakip partiler tarafından desteklenmesi doğaldır. Oy potansiyeli yüzde 25 olan bir partinin TBMM’de çoğunluk sağlama, başkanlık seçimini kazanma olasılığı çok zayıftır. Bu oy oranı ile CHP’nin muhalefette kalmaya mahkûm parti olduğu algısı yaratılmaktadır.

 CHP yönetiminin de yüzde 25 oy sınırını benimsediği izlenimini veren davranış ve açıklamaları olmaktadır. 2002 sonrası rakip bir parti olmamasına, her alanda başarısız bir iktidara karşı oy oranının yüzde 25 düzeyini aşamaması, CHP yönetimine hoşgörülebilir bir özür sağlamakta, CHP’nin çekirdek oyu bu kadar gerekçesiyle, esnekleşme, sağa açılma, ittifaklar gerekli stratejisi izleme olanağını vermektedir. 

Gerçekten CHP’nin çekirdek oyu yüzde 25 midir? Bu savın 1950 sonrası seçim sonuçları dikkate alınarak irdelenmesi gerekir. 

Şaibeli 1946 seçim sonucu bir yana bırakılırsa, iktidarı yitirdiği 1950 seçiminde yüzde 40 oy alan CHP için en kritik seçim, ilk kez muhalefet olarak katıldığı 1954 seçimidir, mallarına el konulmuş, Halkevleri, halk odaları kapatılmış, CHP zor koşullarla seçime girerken; DP en elverişli olanaklarla seçime katılmıştır. 2. Dünya Savaşı boyunca ithalat yapılamadığından ülkede altın rezervi birikmiş, dünya savaş ekonomisinden barış ekonomisine geçmiş, 1951 Kore Savaşı özel bir ekonomik konjonktür yaratmış, tarım ürünleri fiyatları artmıştı. Biriken uluslararası rezerv, dünya ekonomisinde genişleme, Kore konjonktürü DP’ye bol ithalat olanağı yaratmış, ülke savaş yılları ile kıyaslanmayacak ölçüde bolluk yaşamış. Bu koşullarla yapılan seçimde CHP’nin oyu yüzde 35.1’e düşmüştür.
 
1957 seçimlerine gidilirken koşullar değişmiş, biriken rezerv tükenmiş, Kore konjonktürü sonlanmış, ülkede döviz kıtlığı, ithalat zorlukları başlamış, enflasyon tozlanmış, bütçe açıkları büyümüş, ülkede savaş yıllarını andırır şekilde idari kararlarla tayınlama, fiyat narhları gibi uygulamalara başvurulmuştu. Enflasyon sürecinin durdurulamaması üzerine istikrar tedbirleri alınması zorunluluğu duyulmuş, belki de ekonomimizin en kapsamlı istikrar programı uygulanarak, yüzde 300 oranında devalüasyon yapılmış, tüm KİT ürünleri zamlanmış, vergiler artırılmış, kamu harcamaları kısılmıştır. 


1957 seçimi ülkedeki şaibeli seçimlerden biridir, ilk gelen bilgiler CHP’nin iktidara gelmekte olduğu yönünde iken, gece başabaş giden illerde seçim sonucu az farkla DP lehine dönmüş, resmi sonuç olarak DP’nin oyu yüzde 50’nin altına düşerken CHP’nin oyu yüzde 40.6’ya yükselmiştir. Gaziantep gibi çok az farkla DP lehine biten illerde yeniden oy sayımı yapılması, Gaziantep adliye binasının yakılmasıyla gerçekleştirilememiştir.
 
Sağcı partiler, seçimle iktidara geldikten sonra seçimle gitmemenin yollarını aramakta; başa baş giden seçimlerde daha sonraki örneklerde görüldüğü gibi, ücra yerlerde geç saatlerde sandıklar açılmakta, kalorifer dairelerinde, dere yataklarında oy torbaları bulunmakta, geçersiz oylar geçerli sayılmakta, hiçbir şey olmasa trafoya kediler girmekte, seçim sonucu bir şekilde iktidar lehine çevrilmektedir.
 
1957 seçimleri DP için sonun başlangıcı olmuş, 27 Mayıs Askeri Hareketi sonrası 1961 yılındaki seçimde CHP yüzde 36.7 oyla birinci parti olmuş; ancak TBMM’de salt çoğunluğu sağlayamadığından, ülke 1964 yılında Lyondon Johnson’ın mektubuna değin İsmet İnönü başkanlığında koalisyon hükümetleriyle yönetilmiştir. 

1960’lı yıllar sol akımların güçlendiği yıllar olmuş, TİP’in ilk kez 1965 seçimine katılması; CHP’nin oylarının yüzde 28.7’ye gerilemesi etkenlerinden biri olmuştur. CHP ortanın solu sloganı ile sosyal demokrat parti kimliği aldıktan sonra ilk girdiği 1969 seçiminde oy oranı yüzde 27.4 olmuş; ancak bu seçimde CHP’den ayrılan milletvekillerinin Turhan Feyzioğlu başkanlığında oluşturduğu Milli Güven Partisi yüzde 6.6 düzeyinde oy almıştır.
 
CHP’nin yüzde 33.3 oyla birinci parti olduğu 1973 seçimi sonrasında Ecevit  başkanlığında koalisyon hükümeti kurulmuştur. CHP’nin birinci parti olarak en yüksek oy düzeyine ulaştığı seçim yüzde 41.4 oyla 1977 seçimidir. AKP 2002 yılında yüzde 34 oyla yüzde 66 düzeyinde milletvekilliği kazanırken, CHP’nin yüzde 41.4 oyla TBMM’de salt çoğunluk sağlayamaması, Ecevit başkanlığında bir tür 'koalisyon hükümeti kurmak zorunda kalması, seçim sisteminin bir cilvesi olarak görülebilir.
 
CHP, 1980 yılında ülke yönetimine el koyan askeri yönetimce 1981 yılında kapatılmış; 1992 yılına değin kapalı kalan CHP’nin açılış sonrası oylarındaki gelişmeler izleyen yazımızda açıklanmaya çalışılacaktır.

Öztin Akgüç / CUMHURİYET

İnsaf, sağduyu ve gerçek saygısı - ÖZDEMİR İNCE

AKP Genel Başkanı Erdoğan, partisinin İzmir adaylarını tanıtırken önemli bir konuşma yaptı (Hürriyet, 6 Ocak 2019). Bu konuşmanın konu ve hedef aldığı tarihsel dönemi, sağduyu, insaf ve gerçek saygısı olan 1936 doğumlu bir vatandaş olarak ben de değerlendireceğim. Önce, AKP Genel Başkanı’nın desteklediği “özgür düşünce”den yararlanarak üç tanım yapalım:
İnsaf: 
Merhamete, vicdana ya da mantığa dayanan adalet.
Sağduyu: 
1. Doğru, akla uygun yargılar verme yeteneği, aklıselim, hissiselim.
2. fel. Doğru ile yanlışı birbirinden ayırma ve doğru yargılama gücü.

***

AKP Genel Başkanı Erdoğan konuşuyor: “CHP’nin yaptığı tek iş tarihte medeniyetin, kültürün, sanatın, ticaretin merkezi olarak nam salan İzmir’i tek parti devrinin bağnazlığına mahkûm etmek olmuştur. CHP’li vatandaşlarıma da sesleniyorum. Gelin İzmir’i yeniden demokrasinin ve özgür düşüncenin merkezi haline getirelim. İnanıyorum ki siz de bu CHP zihniyetinden ekmek çıkmayacağını biliyorsunuz. Bunun için de tamamı yalandan, yanlıştan, çarpıtmadan oluşan korku siyasetiyle İzmir’i adeta esir almış durumdalar.”

***

1923-1950 döneminde İzmir CHP’nin hışmına ve gadrine uğramış mıdır? Örneğin, Demokrat Parti’nin Kırşehir’e yaptığı gibi il iken ilçe haline mi getirilmiştir? İzmir’de ekonomik ve toplumsal alanda bir yıkılım ve duraklama olmuş ise bunun nedeni, önce 1922 yangını ile Lozan Antlaşması uyarınca yapılan zorunlu nüfus mübadelesidir. 

17 Şubat 1923 tarihinde, ticari bir atılım olan İktisat Kongresi İzmir’de yapıldı. Bu kongrede “fuar düşüncesi” ilk kez Atatürk tarafından ortaya atılıp benimsendi ve Enternasyonal Fuar’ın temelleri 1936 yılında atıldı. Cumhuriyetin kurulması ile kentin ticareti daha da gelişti, 1923 yılında 10 fabrika, 1933 yılına kadar 129 fabrika kuruldu. Böylece İzmir’in ticari ve turistik yönü de ön plana çıkmaya başladı.  1930- 1950 yılları arasında konserve fabrikaları, makarna ve bitkisel yağ fabrikaları kuruldu. Devlet sektörü ve özel sektöre ait birçok firma, değişik dallarda üretime başladı.

***

AKP Genel Başkanı Erdoğan konuşuyor: “CHP demek çöp demektir, hava kirliliği demektir. CHP demek yolsuzluk, rüşvet, yasak, yokluk demektir.”


***

“CHP demek çöp demektir”: Anımsadığım kadarıyla: Nurettin Sözen (28 Mart 1989-27 Mart 1994) döneminde temizlik işçileri grev yaptığı ve dönemin hükümeti grevi yasaklamadığı için çöpler toplanmamıştı. AKP hükumeti (olsaydı) grevi yasaklardı.

“Hava kirliliği demektir”: Isınma katı yakıt ve petrol ürünleriyle sağlandığı için gerçekten hava kirliliği vardı. Doğalgaz, güneş enerjisi vardı da kullanılmadı mı?

“CHP demek yolsuzluk demektir”: Ben sadece Yavuz-Havuz Davası’nı (1928) hatırlıyorum; sorumlular cezalandırılmıştı. 2002-2019 arasında yolsuzluktan hapse giren var mı? 1950-2019 yılları arasında yapılan yolsuzlukları arşivlerde bulmayı okurlara bırakıyorum.

“CHP demek rüşvet demektir”: Tek Parti döneminde kuşkusuz rüşvet vardı. 
Ama hiçbir Başbakan, Turgut Özal gibi “Benim memurum  bilir”  dememişti.  “Rüşvet” Osmanlı’da, “Bahşiş” Arap memleketlerinde gelenektir. 

Önemli olan, 1923-1950 arasında var olan rüşvet illetinin 1950-2002 dönemini
geçelim. 2002-2019 yılları arasında rüşvet ve yolsuzluk yaygınlaşmış, rakam olarak katlanmış ve AKP iktidarının alnına yapışmıştır. Bu konuda karar vermek de gene okurun ilgisine sunulmaktadır:
***

Devrim Yasaları kuşkusuz bazı hayırlı yasaklar getirmiştir. “Yokluk” görecedir. Paran yoksa “bolluk” işkencedir. Artık her şeyin kayıt altında olduğu çağımızda bir cumhurbaşkanı kolayca çürütülecek konuşmalar yapmamalıdır.

Özdemir İnce / CUMHURİYET