9 Şubat 2019 Cumartesi

Çipras’a bunlar soruldu mu? - Barış Doster

Yunanistan Başbakanı Çipras, hafta içinde Türkiye’yi ziyaret etti. Ankara’da temaslarda bulundu. İstanbul’da Ayasofya ve Heybeliada Ruhban Okulu’nu ziyaret etti. Manastırda ayine katıldı. Fener Rum Patriği Bartholomeos ile görüştü. Çipras’ın hiçbir sonuç çıkmayan Ankara’daki temasları, belli ki “dostlar alışverişte görsün” misali, görüntü vermeye, zaman kazanmaya dönüktü. Bir de ciddi sorunlar yaşadığı Avrupa Birliği’ne yönelikti. Ateist olduğunu saklamayan Çipras’ın İstanbul’daki ziyaretleri ise hem kilisenin siyaset üzerindeki etkisinin kanıtıydı hem de solcu Çipras’ın aynı zamanda ne kadar ulusalcı olduğunu gösteriyordu. Bir de ülkesinde yaklaşan seçimler nedeniyle, iç kamuoyunu hedefliyordu.
 
Ne var ki, bu ziyarette verilen fotoğraflara rağmen, iki ülke arasındaki sorunlar sürüyor. İlk akla gelenleri sıralayalım... 

Birincisi, Kıbrıs meselesi. KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın, Yunan-Rum tarafına beslediği derin muhabbete, vermeye hazır olduğu büyük ödünlere rağmen sürüyor bu mesele. KKTC’de ve Türkiye’de, KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı ve büyük devlet adamı Rauf Denktaş’ı devre dışı bırakan, Annan Planı’nı destekleyen, AB üyeliği uğruna büyük ödünler vermeye hazır olan iktidarlar olduğu halde sürüyor hem de. Çünkü Yunan - Rum tarafı, adanın tamamının, tek başına, hemen sahibi olmak istiyor. 

İkincisi, iki ülke arasında Ege Denizi’ndeki sorunlar. Kara suları, kıta sahanlığı, FIR hattı, münhasır ekonomik bölge bu kapsamda ilk akla gelenler. 

Üçüncüsü, FETÖ’nün 15 Temmuz 2016’daki darbe girişiminde Yunanistan’a kaçan 8 darbeci askerin halen Türkiye’ye iade edilmemesi. Atina, darbecilere sahip çıkıyor. 

Dördüncüsü, Kıbrıs adası açıklarında Yunan - Rum tarafının yaptığı enerji sondajları. Türkiye’ye karşı bir yandan İsrail’le, diğer yandan Mısır’la enerji odaklı işbirliğini yoğunlaştırmaları.

18 ada ve 1 kayalık işgal altında 
Beşincisi, eski Milli Savunma Bakanlığı Genel Sekreteri Ümit Yalım’ın, tek başına bir ordu gibi mücadele ederek, sürekli gündemde tuttuğu, Yunanistan işgali altındaki 18 ada ve 1 kayalık. Türkiye’nin bu konudaki duyarsızlığı, Yunanistan’ın elini güçlendiriyor. Öyle ki, Türkiye’yi yönetenler, bu konuyu ağızlarına bile almıyorlar. 

Altıncısı, Yunanistan’ın karasularını 12 mile çıkarma hevesi. 

Yedincisi, Batı Trakya’daki Türk azınlığın sorunları, uğradığı haksızlıklar, gördüğü baskılar. 

Sekizincisi, Yunanistan’ın PKK terör örgütüne verdiği destek. 

Dokuzuncusu, Yunanistan’ın sözde Ermeni soykırımına ilişkin tutumu. 

Onuncusu, Yunanistan’ın Doğu Ege Adaları’nı silahlandırması. Oysa bu adalar, 1923 Lozan Antlaşması ve 1947 Paris Antlaşması dahil, uluslararası antlaşmalarla silahsızlandırılmış adalardır. 

Kıssadan Hisse: Eğer Türkiye; Lozan Antlaşması’na sahip çıkmaz, kendi hak ve çıkarını korumaz, uğradığı haksızlıkları gündeme getirmezse, Yunanistan’dan iyi niyet adımları beklemek hayaldir.

 Barış Doster / CUMHURİYET


Açız, aç! - İLHAN CİHANER

AKP-MHP koalisyonu elde avuçta olanı ve söyleyecek sözü tükettiği için uzun zamandır halkı “devletin bekası” ile tehdit ediyor. Para-militerlerin/mafya eskilerinin tehditleri yetmemiş olacak ki, “ahireti” de pazarlıyorlar. Orta çağ Avrupası’nda cennetin anahtarı olarak satılan “endüljans” uygulamasına geldi sıra! İstedikleri adaya oy verirseniz cennette yeriniz hazır! Bu dünyası “rant” olanların, “ötesine” de “rant” olarak bakmaları kaçınılmazdı zaten! Gözleri maldan, mülkten öte bir şey görmeyenler, halka gün yüzü gösteremeyeceklerini bildikleri için, yoksulun, emekçinin, işsizin umutlarını bu kez, ta öte dünyaya “erteliyorlar”. Bu dünyada ise yarattıkları “adaletsiz” düzenle hepimize “cehennemi” yaşatıyorlar!
Bir “ferman” (KHK) ile kapatılan Çağdaş Hukukçular Derneği’nin, hukuksuz biçimde hapiste tutulan başkanı Selçuk Kozağaçlı’yı, babasının mezarına bilekleri kelepçeli toprak atmaya “mahkum” eden bir acımasızlık. İktidarın “adalet” anlayışı, modern hukuku geçtik, bu toprakların binlerce yıllık geleneklerine dahi saygısız!
Yargı bağımsızlığı ve teminatının “güvencesi” olacak Anayasa Mahkemesi’ne AKP’li bir vekil atıyorlar. Hem de referandumda yargıyı tarafsız hale getiriyoruz diyerek propaganda yapıp, Anayasa’ya “tarafsız” ibaresi ekledikten sonra! Biz de hukuk ve adaleti tesis etmelerini bekleyeceğiz! Dün yargıyı Fetullahçılara teslim edip hukuku paramparça ettiler, bu kez yargıyı “siyasallaşmaya/partileşmeye” mahkûm ediyorlar. Her dönem hukuk ve adalet hissi yaralıydı ama hiçbir dönem bu kadar “umutsuz” ve geleceği “belirsiz” olmamıştı.
Halk artık bu “cehennemde” yaşamak istemiyor. Büyük bir kesim korkuyla, önyargılarla, alternatifsizlikle henüz iradesini doğru siyasi tercihe yönlendirmemiş olabilir. Ama bu düzen hiç kimseye umut vermiyor. Pazarda sebze-meyve yasaklanıyor. Kaynakları yağmalayanlar, ukalaca, halkı “terbiye” etmeye kalkıyorlar. Sanki halkın çok seçeneği varmış gibi ne pişireceklerini ne yiyeceklerini söylüyorlar! TBMM restoranında 550 çeşit yemek arasından seçim yapmakta zorlanan AKP’li elitlerin yemek seçme derdi olabilir! Aynı saatlerde iş için kura bekleyen ve “Açım aç, çocuklarım doymuyor!” diye feryat edenleri duymazdan gelen bu kibre halkın bir cevabı mutlaka olacaktır!
Bu cevap sadece AKP elitleri ve onlara “ilişen” gecikmiş payandalarını değil, bitmek bilmez bir açgözlülükle emeğimizi, toprağımızı, derelerimizi, kentimizi, ahlakımızı, vicdanımızı, hukukumuzu özetle, insanlığımızı yağmalayan herkesi kendine getirecektir ve yerel seçimler bir fırsattır.
Doğrudur; bu yağmacı ve despotik iktidarı önümüzdeki yerel seçimlerde geriletmek önemlidir. Ama muhalefette (ve muhalif görünenlere) hakim olan siyasetsizleşme, sağcılaşma, konformizm, teslimiyet, iktidara yanaşma, ortalamacılık, müteahhitleşme, vs. zombileşmiş bir iktidarı ayakta tutmaya hizmet eder.
İktidarın yaşattığı bu cehennemden, iktidar bileşenlerini sorguladığımız kadar kifayetsiz muhalifleri ve sinsi “düzen yandaşlarını” da sorgulayarak kurtulabiliriz. Önümüzdeki seçimsiz birkaç yıl bunun için bir fırsat olacaktır.
Özgür, eşit, adil bir geleceği birlikte kuracağımıza olan inançla sözü Can Yücel’e bırakıyorum:
“…açız çünkü açız/ 
hem sade içerde değil/ 
güneşe, yeşile, toprağa, açık havaya/ 
adam gibi çalışmaya/ 
insan gibi yaşamaya/ 
sade içerde değil/ 
dışarda da açız/ 
onun için de işte/ 
sahnedeki kadına değil asıl/ 
bu düzenin bazına asılıyoruz/ 
aç aç aç/ 
diye haykırıyoruz/ 
bize yol, bize okul, bize fabrika aç/ 
aç aç aç/ 
yine de saklanıyor sahnedeki rakkas/ 
bu açmaza son çare/ 
bir açık versin diye bakıyoruz/ 
canımız yanmış gibi değil/ 
canımız yana yana haykırıyoruz/ 
açamaz açamaz açamaz!/ 
ama hala anlamıyor ki düzenbaz/ 
gönül hoşluğuyla o açmazsa eğer/ 
fırladığımız gibi/ bu tarih denen sahneye/ 
aç dediklerimizi biz/ 
KENDİ ELLERİMİZLE AÇACAĞIZ!”
İLHAN CİHANER / BİRGÜN

Büyük skandal... Sözde Bursa Metropoliti resmen tanındı! - Ahmet TAKAN

Yunanistan Başbakanı Aleksis Çipras'ın 2 günlük Türkiye ziyaretinde sadece Heybeliada'daki Ruhban Okulu'na fidan dikilmedi!.. Büyük de bir skandala imza atıldı. Türk düşmanı Fener Rum Patriği Bartholomeos'un, meydan okuyarak, yasalarımıza ve Anayasamıza aykırı olarak atadığı, Türkiye'yi Bizans haritası içinde gösteren sözde Bursa Metropoliti'ni, Türkiye Cumhuriyeti resmen tanıdı.

Evet, bu da oldu!.

Yunanistan Başbakanı Çipras, Türkiye'ye yaptığı ziyaretin ikinci gününde (Çarşamba günü) Heybeliada Ruhban Okulu'nu ziyaret etti. Bakın, bundan sonrası çok önemli!.. Çipras'ın ziyaretine Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın refakat etti. Çipras ve İbrahim Kalın'ı Heybeliada Ruhban Okulu'nun kapısında sözde Bursa Metropoliti ve Heybeliada Ruhban Okulu'nun Müdürü Elpidoforos Lambriniadis ile diğer metropolitler karşıladı. Çipras, din adamlarıyla birlikte okulun kilisesine gitti ve Fener Rum Patriği Bartholomeos'un yönettiği ayine katıldı. Ayin sonrasında Ruhban Okulu gezildi. Okulda çekilen fotoğrafta Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın ile Bursa Metropoliti ve

Heybeliada Ruhban Okulu Müdürü Elpidophoros Lambriniadis aynı fotoğraf karesinde görüntülendi.

Şimdi, Yunanistan ve Papaz Bartholomeos, okulda çekilen bu fotoğrafı eline alıp uluslararası arenada "Ekümeniklik" iddiasıyla birlikte, "Bursa Metropolitliğinin" T.C. Cumhurbaşkanlığı tarafından resmen tanındığını ileri sürse, ne cevap vereceğiz? "Olur mu öyle şey?.. Büyükelçi sıfatını da taşıyan Cumhurbaşkanlığı sözcüsü oraya fidan dikmeye gitmişti. Başka bir gayesi yoktu" deyip kendimize mi güldüreceğiz?.. Soğan fiyatlarının dış güçler tarafından arttırıldığına inanlar belki bu tezi alkışlayabilirler ama bunun bedeli Türkiye'ye çok ağır olur!..


Elpidophoros Lambriniadis kimdir?...

Heybeliada Ruhban Okulu'nun kapısında Çipras ve İbrahim Kalın'ı karşılayan Elpidophoros Lambriniadis'in özgeçmişi Fener Rum Patrikhanesi'nin internet sitesinde yayımlandı. Din eğitimini Selanik'teki Aristotle Üniversitesi'nin Teoloji Fakültesi'nde alan Lambriniadis, fakülteden 1991 yılında mezun olmuş.

Lambriniadis, Mart 2011'de, Rum cemaatin olmadığı Bursa'ya Metropolit olarak atandı. Lambriniadis'in ilk icraatı, Yunanca ve İngilizce broşürler bastırarak Bizans dönemi Bursa haritası yayınlamak oldu. Lambriniadis'in, Türk topraklarında Bizans Devleti kurulması için görevli olduğu açıkça görülüyor.


Heybeliada'da Çipras'ı yakalayıp hesap soran Millî Savunma Bakanlığı eski Genel Sekreteri emekli Kurmay Albay Ümit Yalım, ortaya çıkan skandala, "Lozan Antlaşması'nın 14. Maddesi ve Türk ve Rum Ahali'nin Değişimi Sözleşmesi'ne göre İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada dışındaki tüm Rumlar mübadeleye tabi tutuldu ve tüm dini örgütler lağvedildi. Fener Rum Patrikhanesi, İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada dışında hiçbir yerde kilise ve/veya dini örgüt açamaz. Ancak Fener Rum Patrikhanesi, 2004 yılında İznik ve Bursa'da, 2016 yılında da İzmir'de metropolitlik açtı. Patrikhane ve Patrik Bartholomeos Lozan Antlaşması'nı ve Anayasa'nın 90. Maddesini ihlal ederek TCK 309'da tanımlanan Anayasayı ihlal suçunu işledi" diyerek tepki gösterdi.

Yalım şunları kaydetti; "Tayyip Erdoğan, Fener Rum Patrikhanesi'nin açtığı gayrimeşru Metropolitliklere karşı bugüne kadar hiçbir müdahalede bulunmadı. Şimdi de Erdoğan, temsilcisini Heybeliada Ruhban Okuluna göndermek suretiyle Bursa Metropolitliğini de zımnen ve hukuken tanımış oldu. 4 bin Türk soydaşımızın yaşadığı Rodos Adası'nda 1972 yılından beri Müftü yok. Yunanistan'da Batı Trakya dışında, Selanik, Atina, Larissa ve diğer şehirlerde Müftülük yok. Türkiye'de, Rum cemaatinin olmadığı yerlerde Metropolitlikler açılırken, 4 bin Türk soydaşımızın yaşadığı Rodos Adası'nda yıllardır Müftü yok. Erdoğan bu durumu nasıl izah edecek? Bu nasıl Müslümanlık? Ayrıca Erdoğan, İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada dışındaki Metropolitlikleri zımnen ve hukuken tanımak suretiyle TCK 309'da tanımlanan Anayasayı İhlal suçunu işledi.

Heybeliada'da Ruhban Okulu açılamaz
Anayasa Mahkemesi, 1971 yılında Türkiye'deki tüm özel okulların kapatılmasına karar verdi. Anayasa Mahkemesi'nin kararı üzerine hemen 1472 sayılı intibak yasası çıkarıldı. Bu yasaya göre gerekli koşulları yerine getiren Özel Yüksek Okullar kısa zamanda üniversite bünyesi içinde yer aldı.

Bakanlık, Teoloji Bölümü için yapılacak işlem için de, o tarihte kuruluşunda İlahiyat Fakültesi bulunan tek üniversite konumundaki Ankara Üniversitesi'nden karar istedi. Üniversite Senatosu, Teoloji Bölümü'nün liseye dayalı dört yıllık bir yüksekokul olduğunu teyit etti ve Lozan Barış Antlaşması Md. 40'ın 'eşit haklardan yararlanma' hükmüne dayanarak bu okulun da üniversiteye bağlanmasına karar verdi. Ancak Teoloji Bölümü üniversiteye bağlanma kararına karşı çıkarak bu kararı benimsemedi ve okulu kapattı.

Görüldüğü gibi Ruhban Okulu'nu kapatan Anayasa Mahkemesi veya Bakanlık değil, Üniversite Senatosu kararını benimsemeyen Patrikhane'dir. Ortodoksluğun kalesi olan Yunanistan'da dahi tüm dini okullar Eğitim ve Din İşleri Bakanlığı'na bağlı bulunmasına ve kiliseye bağlı dini okul bulunmamasına rağmen Patrikhane okulun, Heybeliada Ruhban Okulu'nda ve devlet denetiminde olmaksızın açılması için özel bir çaba sarf ediyor.

Erdoğan, Batı Trakya'da Müftülük sorununun çözülmesine bağlı olarak Heybeliada Ruhban Okulu'nun açılacağı sinyalini verdi. Ancak, Erdoğan'a hatırlatalım; Lozan Antlaşması Madde 40 ve 45 ile Anayasa'nın 90. Maddesine göre Batı Trakya'da İlahiyat Fakültesi açılmadan Heybeliada'da Ruhban Okulu açılamaz."

"Beka"yı mahalli seçimlerin sopası yapanlara itina ile duyurulur!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

8 Şubat 2019 Cuma

Venezuela üzerine birkaç tespit - KORKUT BORATAV

Maduro rejimi dirense de, çökse de Venezuela’yı tartışmayı sürdüreceğiz. 

Ayrıntılı çözümlemeleri uzmanlara bırakırız. Bilgi kirlenmesini, bilgi yetersizliğini telâfi de önem taşır.Ben de ulaştığım bazı bilgileri okurlarımla paylaşmak istedim.

Obama, Chavez ve Nobel Barış Ödülü
Amerika Devletler Örgütü’nün 18 Nisan 2009’da Trinidad’daki zirve toplantısında Hugo  Chavez, Obama ile el sıkıştıktan sonra kendisine Eduardo Galeano’nun  Latin Amerika’nın Kesik Damarları kitabını hediye eder. Obama kitabı teşekkür ederek alır ve daha sonra gazetecilere, “Chavez’in yazdığı bir kitap sanmıştım; bir kitabımı kendisine armağan etmeyi de düşünmüştüm…” der.

Bu zirve, Obama’nın (Chavez dışında) Küba ile de ilişkileri “normalleştirme” sürecinin ilk  aşamalarından biri oldu.

Altı ay sonra 2009 Nobel Barış Ödülü, belki bu jestlerin de katkısıyla “uluslararası diplomasiyi ve halklar arasındaki işbirliğini güçlendirmedeki olağanüstü çabaları”  gerekçesiyle Obama’ya verilecektir.




(18 Nisan 2009 Trinidad: Chavez, Galeano’nun kitabını Obama’ya veriyor.) 





Ne var ki, Nobel Barış Komitesi’nin o tarihteki sekreteri Geir Lundstedt, sonraki yıllarda Obama’ya “bir haller olduğunu” fark edecek; 2015’te emekli olduktan sonra yayımlanan anılarında bu ödülden pişmanlık duyduğunu itiraf edecekti. 

Lundstedt’i pişmanlığa sürükleyen “Obama’nın marifetleri” arasında ikisini tahmin etmek güç değil.

Birincisi, “barış ödülünden iki yıla sonra Libya’ya karşı başlatılan ve Muammer Kaddafi’nin linç edilmesine yol açan emperyalist saldırının mimarlığı…
Obama’nın “barış-karşıtı marifetleri”nden ikincisi  ise, Mart 2015’te “ABD’nin ulusal güvenliğine olağanüstü tehditleri” nedeni ile Venezuela’ya karşı ağır ekonomik yaptırımları başlatma kararı oldu.

Venezuela’ya ekonomik yaptırımlar
“Venezuela’nın ABD ulusal güvenliğine olağanüstü tehditleri…” nereden çıktı?
Otuz milyonluk bir ülke… Nükleer enerji çalışmaları yok. Silahlı kuvvetleri, komşusu Kolombiya ordusunun yarısına dahi ulaşamıyor.

“ABD’nin güvenliğini tehdit…” uydurma bir iddiadır.  Obama’nın başlattığı ve giderek ağırlaşan   ekonomik yaptırımlar, “ABD’nin güvenliği” gerekçesiyle değil; Venezuela’da önce toplumsal çöküntü, sonra da “rejim değişikliği” yaratmayı hedeflemektedir.

Yaptırımların gerçek amacı Venezuela sorunlarını inceleyen bir makalede, ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan  bir yetkilinin ağzından açıklanıyor: “Finansal yaptırımlar [ve yarattığı] baskı kampanyası sonuç vermekte;… Venezuela’da topluca ekonomik çöküntüye yol açmaktadır… Bu stratejimizi Venezuelalılara uygulamayı sürdüreceğiz.” (Monthly Review, 1 Haziran 2018. Yazarlar:  A.Felicien, C.Schiavoni ve L.Romero).

Nitekim, 2017’de Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi’nin bir görevlisi olarak Venezuela’daki durumu inceleyen Alfred De Zaya, Konsey’e sunduğu raporda, ABD’nin ekonomik yaptırımlarının Venezuelalı yoksulların gıdaya, ilaca ulaşımını engellediğini; ölümlere yol açtığını vurguladı ve “insanlığa karşı suçlar oluşturduğu gerekçesi” ile Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne taşınması gerektiğini önerdi.  Ne var ki, ABD’nin ağırlığı, bu raporun BM Konseyi gündemine alınmasını; kamuoyuna açıklanmasını önleyecektir. 

Geçen yıl görevinden ayrılan De Zaya, bu deneyimlerini The Independent’ta yayımladı (28 Ocak 2019). Trump’in 23 Ocak 2019’da doğrudan doğruya Venezuela petro gelirlerini hedefleyen ek yaptırımları, ABD’nin bu ülkede işlediği “insanlığa karşı suçları” bir adım daha ileri taşımaktadır.

Beyan yoluyla başkanlık…
Maduro ile kavgalı olan Venezuela Ulusal Meclisi’nin başkanlık makamı dört parti arasında rotasyonla değişirmiş. Rotasyon sırası kendisine gelen milletvekili Juan Guaido, 21 Ocak 2019’da (“geçici” sıfatını da ekleyerek) kendisini Venezuela Başkanı olarak ilan etti.

Latin Amerika’yı yakından izleyen bir yazar (Mark Weisbrot), bu tuhaf olaya şu soru ile dikkat çekiyor: “Rusya, Çin ve Kuzey Kore,  Nancy Pelosi’yi ABD başkanı olarak tanıdıklarını beyan etseler, Amerikalılar bunu kabul eder mi? (Center for Economic and Policy Research, 31 Ocak 2019).

Kıdemli ve Trump muhalifi bir siyasetçi olan Nancy Pelosi’nin ABD Temsilciler Meclisi Başkanı olduğunu ve bu türden bir iddiası olmadığını hatırlatalım.Olamaz; çünkü kendisini hiç beğenmese bile, Trump’ın meşru bir seçim sonunda Başkanlık mevkiine geçtiğini bilmektedir.

Venezuela’da ise, Mayıs 2018’deki seçimi kazanan Maduro, 10 Ocak 2019’da yemin ederek ikinci Başkanlık dönemini başlatmıştı. On bir gün sonra da “beyan yoluyla bir başkan daha” ortaya çıkıyor.

Nasıl açıklanabilir? 

Weisbrot, bu  tuhaf durumun gerçek nedenini hemen açıklıyor: “Trump, Dışişleri Bakanı Mike Pompeo ve Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton’a göre, Venezuela başkanını ABD seçmelidir. Bu densizler, bu tasarımı hayata geçirmek görevine de bir savaş suçlusu olarak yargılanması gereken Elliot Abrams’ı getirdiler.” (Elliot Abrams, 1980’li yıllarda Reagan yönetimi sırasında Orta Amerika’daki gerici iktidarların solcu çetelerle mücadele vesilesiyle yürüttüğü kanlı kıyımların planlayıcısı olarak ün yapmıştı.)

Özetle, Juan Guaido, Aralık 2018’de Washington’a uçmuş;  Weisbrot’un yazısında adı geçen “büyüklerden” görev talimatını almış; Venezuela’ya  dönmüş ve başkanlığını ilan etmiştir. Bu sırada darbecilerden John Bolton, Fox News’a demeç veriyor: “Amerikan petrol şirketleri Venezuela petrolüne yatırım yaparsa ABD ekonomik olarak da kazançlı çıkar.”

Yeni yetme başkan Guaido da geçilmeden yanıtlıyor: “Venezuela’nın dev petrol sektörünü özel yatırıma açma planlarımız hazırdır…”

Trump’ın iki gün içinde aynı şahsı Venezuela Başkanı olarak tanıdığını duyduk. Ardından Latin Amerika’nın  sağcı  hükümetleri Trump’ı izledi. AB’nin “patronları” (İtalya hariç) Maduro’ya sekiz günlük “erken seçim” ültimatomu verdi; süre dolunca da Guaido’ya açık destek verdi.

Türkiye, bu kervana katılmadı. Bugünkü Cumhurbaşkanı, altı yıl önce Fas gezisinde iken TBMM Başkanı’nın “aykırı” demeçlerini hatırlamış olduğu için mi? Nedeni bir yana, doğru tepki göstermiştir.

Başkan Maduro’nun meşruiyeti…
Darbelere usulen vesile gerekir; bu  sefer de icat edilmiştir: Maduro’nun diktatörlüğü; başkanlığının meşruiyet taşımaması…
Venezuela’yı büyük Batı basınından izleyenler, buralarda da benzer teraneleri tekrarlıyor. “İnsan hakları emperyalizmi” doktrinini icat eden değil; ama pazarlayan Batı basınıdır. Venezuela darbesini bugün destekleyen New York Times’ın geçmiş sicili tarandı ve gazete yönetiminin 1950 sonrasında Latin Amerika’da gerçekleşen on iki darbeden onuna açık; ikisine ise yarım-yamalak destek verdiği belirlendi.

Hugo Chavez’in Bolivarcı devrim diye adlandırdığı dönüşümün demokrasi bilançosu bu yazının konusu değil. Sadece, bu dönüşüm içinde temsilî demokrasi kurumlarının yanı sıra, halk meclisleri gibi doğrudan demokrasi biçimlerinin de geliştiğine işaret edeyim. Bu yapılaşma, burjuva muhalefeti tarafından daima anti-demokratik olarak suçlandı.

Temsilî demokrasi ölçütleri konusunda ise, Pete Dolack’ın CounterPunch’ta, “Venezuela Yalanlarını Ayıklamak” başlıklı yazısındaki (1 Şubat 2019) bilgileri aktarıyorum: Chavez, beş kere Başkanlık seçimini kazandı; oyları yüzde 55’in altına düşmedi.  Başkanlığı boyunca (muhalefet tarafından önerilen referandumlar dahil) 17 seçim ve halk oylamasının 16’sından (bizzat veya Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi -VBSP- olarak) galip çıktı. Eski ABD Başkanı Jimmy Carter’in kurduğu Carter Merkezi, Venezuela seçimlerini “dünyanın en iyisi” olarak nitelendirmişti.

2013’te Chavez’in ölümünden sonra Maduro, iki kere başkanlık seçimini kazandı. Burjuva  muhalefetinin tek başarısı, 2015 Ulusal Meclis seçimlerinde gerçekleşti. Çoğunluğu kazanamadılar; ama Chavez’cileri azınlığa düşürdüler. Yasama (Meclis) ve yürütme (Başkanlık) erklerinin farklı siyasî partilerce denetilmesine başkanlık sistemlerinde sık rastlanır.

2017’de halk meclislerinin ve meslek örgütlerinin ağırlık taşıdığı bir seçimle yeni bir anayasa hazırlığını üstlenen Kurucu Meclis oluşturuldu. Bu seçimleri ve 2017-2018’deki  belediye başkanları ve yerel yönetim seçimlerini de VBSP kazandı.
Bu seçimlerin tümü ve 2018 Başkanlık seçimleri tüm muhalefet partilerine açık tutulmuştu. Burjuva muhalefeti, iç anlaşmazlıklar nedeniyle Maduro döneminin seçimlerine tek liste ile giremedi veya boykota gitti. Mayıs 2018’de seçmenlerin yüzde 46 katılımıyla gerçekleşen başkanlık seçimlerini Maduro yüzde 68’lik oyla kazandı. Geride kalan oylar iki muhalif aday (Falcon ve Bertucci) arasında paylaşıldı.

Maduro, bu seçim için Birleşmiş Milletler’den (BM’den) gözlemci talep etti. Burjuva muhalefeti ise, Seçim Komisyonu’na güvensizlik ve bazı adayların engellendiği gerekçesiyle BM gözlemcilerini istemedi (Reuters, 12 Mart 2018).

Son bir bilgi daha: Darbe girişimi sonrasında Maduro, Ulusal Meclis seçimlerini bir yıl önceye (2019’a) kaydırmayı önerdi. Yeni “başkan” ise, “ben Ulusal Meclis’in değil, Maduro’nun değişmesini istiyorum” gerekçesiyle bu öneriyi reddetti. Zira, rejim değiştirme hedefine seçimlerle değil, “olası savaş suçlusu” Elliot Abrams’ın yöntemleri  ile ulaşılması tasarlanmaktadır.

                                                               ***

Bu yazı, Venezuela halkının çektiklerine çeşitli biçimlerde katkı yapmış olan Maduro’yu savunmak amacıyla değil, bu darbe girişimiyle çürümüşlüğünü bir kez daha kanıtlayan emperyalizmin sahtekârlığını, iki yüzlülüğünü teşhir etmek için kaleme alındı.

Korkut Boratav / SOL

Halkın takımları ve sektörün futbolcuları - MESUT ODMAN

Bitişi yaklaşırken neredeyse çılgınlık düzeyine ulaşıp zavallı durumdaki, müflis futbol kulüplerinin beklenen sonuna doğru belki de yeni bir adım olacak ara transfer döneminde, Beşiktaş kulübümüzden Fenerbahçe kulübümüze  geçen bir futbolcudan söz ediliyor. Galatasaray kulübümüz de katılırsa, bu üçünün arasındaki oyuncu transferleri hep şaşırtıcı sayılmış ve pek onay görmemiştir. Ona değinerek birkaç laf edeceğim de, önce “kulübümüz” demekle ortaya çıkan, bu topluca sahiplenme konusunu açıklamalıyım.

Biri hep geçerli, öbürü güncel, iki gerekçem var.

Her zaman geçerli olan birincisi şu: Milyonlarca emekçinin şu ya da bu nedenle, şöyle ya da böyle, sık sık akıl ile açıklanamayacak ölçülere ulaşan bağlılıklarına akla dayanan ve gönüllü bir son ya da yön verebileceğimiz zamana kadar, yapılması gerekenin en azı, şunu anlatmaktır: Bu işi bir eğlence, bir tür şaka düzeyinin ötesine götürmek, emekçi insanlar olarak birbirimize düşmeye varacak karşıtlıklar yaratmak, bizi sömürenlerin, ezenlerin, canımızdan bezdirenlerin oyununa gelmektir; onların değirmenine su taşımaktır. Eğlenelim, şakalaşalım, şu bin bir türlü sıkıntıya katlandığımız dünyada biraz da coşalım, ne var;  ama bizim aklımızı almak için çabalayanların oyununa gelmeyelim.

Güncel gerekçe ise şu: Her biri yüz yılı aşkın geçmişe ve on milyonlarca sempatizana sahip “kulüpler”, daha doğrusu, onların en önemli parçası olan futbol takımları, çeşitli hile ve desise ile, hiç kimsenin tınmadığı, tındığında ise herhalde “bu nasıl bir rezalettir, yok mu bunun hesabını soracak” diye ayağa kalkacağı bir sürecin sonunda yaratılmış bir rakiple karşı karşıyalar. 

Toplamı neredeyse ülkenin nüfusuna eşit bir halk desteğine sahip üç kulübün karşısına, üstelik onların tümünün ilk kez ortaya çıkıp varlığını sürdürdüğü kentte, o kent halkının çeşitli ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlü belediye yönetiminin yıllardır fütursuzca sürdürdüğü kaynak aktarımı ile gönüllü destekçisi sıfır düzeyinde, köksüz bir parti ve devlet takımı, daha doğrusu, bir parti devleti takımı çıkarılıyor. Kurallı kuralsız çeşitli biçimlerde destekleniyor; sahada saha dışında tanık olan herkesi çileden çıkaran, spor kültüründen uzak, şımarık, saldırgan oyuncuları kayırılıyor; böylece “spor ruhu” denilegelmiş her neyse ona hiç uygun düşmeyen, ama futbol sektörü için son derece geçerli bir güç yaratılmış oluyor. 

Herhalde, futbolda da herkesi yeneriz, her alanda olduğu gibi orada da eski Türkiye’yi ezer geçeriz, denilecek sonunda; bunu açık açık diyemeseler de, öyle demeye getirecekler. 

Pazar akşamı TRT’nin canlı yayınındaki, gerçeklere uymadığı hemen sonra ortaya çıkan “o takımı ben kurmuştum” açıklaması bunun ilk işareti sayılabilir. Öyle ya, bir yanıltma ve aldatma aracı olarak “eski Türkiye” dediklerinin içinde, hem de en eskilere kadar giden o takımların da bulunduğunu bilmeyen yok. Buna karşı, ülkenin her yanında milyonlarca emekçinin herhangi bir çıkarı olmadan sahiplendiği, sevdiği, desteklediği bu üç takımın üçünü de halk takımı kabul etmek gerekiyor. 

Gerçi, benim okul ağabeyim, şimdi aramızdan göçük, profesör Kurthan Fişek, namı diğer “sıfırcı hoca” onların sınıfsal kökenleri ile ilgili oldukça ayrıksı bir “teori” de geliştirmişti; ama, bana sorulursa, yönetenlerinden bağımsız olarak, üçüne de halkın takımı demek, en azından bugün için ve taraftarlarının içindeki belirgin emekçi ağırlığına bakılarak, daha doğru görünüyor.  “Bizim” derken anlatmak istediğim buydu.

Taraftarları arasında yine emekçilerin ağırlıkta olduğu bir yığın kent takımını gündeme getirerek yapılabilecek itiraza karşı ise şu söylenebilir: Belediyelerle ve devlet partisiyle ekonomik/yönetsel bağımlılık ilişkisi bulunmamak kaydıyla, sadece o kentin adı eklenerek onlara da halkın takımı demekte neden sakınca olsun? Falan kent halkının takımı, filan kent halkının takımı denebilir, öyle kabul edilebilir pekala. Her biri yüz yılı aşkın bir tarihi geride bırakmış ve “üç büyükler” olarak anılagelen takımları ayırt etmek içinse halkın üç büyük takımı demekte de yine bir sakınca bulunmuyor.

Eskiden daha seyrek olurdu, bu üç takım arasında futbolcu alışverişleri biraz çoğalmış görünüyor. İşte o yer değiştirmeler sırasında, yıllardır tribünler ve kameralar önünde  “bileğini kessen kanı o renklerde akacak” armaları öperek gösteri yapan futbolculardan biri, epeydir formasını giydiği Beşiktaş’tan ayrılıp Fenerbahçe’ye geçtiğinin ertesi günü, ya da o kadar kısa bir süre sonra, yeni takımının armasını öperek görüntü vermiş. 
Olabilir, hatta bizim futbol dünyamızda yerleşmiş geleneklere göre, olması gerekir. Ama bununla kalmamış ve “Beşiktaş armasını bugüne kadar hiç öpmedim, bugün ilk kez arma öptüm. Bu içimden geldi. Tabii ki tepki olacak. Ben bunun farkındayım ama çok doğru bir karar verdiğimi bugün bana gösterdi” ifadelerini kullanmış. Son iki sözcükten anlaşılmıştır, bunu aynen medyada aktarılan satırlardan aldım.

Ancak, bir “Almancı” çocuğu olduğu ve orada yetiştiği bilinen bu genç futbolcu o kadar malzeme verince, sosyal medya da devreye girmekte gecikmemiş, kendisinin eski takımı Beşiktaş forması ile yaptığı benzer gösterilere ilişkin fotoğraflar, bu arada daha da ilginci denebilir, ondan da önce aslında Galatasaraylı olduğunu açıkladığı video dolaşıma sokulmuş. Benim eski bir arkadaşım vardı, bu tür durumlarda, “Buyur burdan yak hemşerim!” derdi. Tam da öyle!

Ancak, buna kızmak ya da şaşırmak yerine, az önce dile getirdiğimiz “halkın üç takımı” teorisini destekleyen bir kanıt olarak bakmak gerektiğini ileri sürenler de çıkabilir.

Yine de, şakayı bir yana bırakıp, oynayan/oynatan/seyreden üzerinde çürütücü etkilere yol açan çok büyük bir iktisadi sektöre dönüşmüş futbol piyasasında dikiş tutturmanın yolunun böyle esneklikleri göstermekten geçtiğini belirtmek gerekiyor.

İsteyen esneklik yerine kaypaklık, unutkanlık, vefasızlık türü sözcükleri de kullanabilir kuşkusuz. Artık hemen herkes Taçsız Kralların, Mehmetçik Basri’lerin, Baba Recep’lerin yer aldığı bir sahneyi seyretmediğinin farkında. Dostum ve yoldaşım Metin Kurt’u ise hiç saymıyorum; o bütün zamanlar için bir istisnaydı.
Hepsi çoktan öldüler; yerlerine gelenler ise onlara hiç benzemiyorlar.

Peki, niye hâlâ gözümüzü ayıramıyoruz o sahneden? Bir tür alışkanlık ya da bağımlılık denebilir. Bir de, belki, emekçi yığınların onca ilgi gösterdikleri bir alanı boş bırakmama kaygısı.             

Mesut Odman / SOL

Anayasal laikliğin 82. yılı - RIFAT OKÇABOL

Laiklik ilkesi 5 Şubat 1937’de Anayasal bir ilkeye dönüşmüştür. Laikliğin bir boyutu inanç özgürlüğü ise diğer boyutu da bireysel özgürlüktür. Özgürleşmemiş bireyin laik olması kolay olmadığı gibi özgür olmayan bir devletin de laik bir devlet olması kolay değildir. Bu bağlamda laiklik açılımının 1937’den çok önce, küresel sömürgenlere karşı yapılan Kurtuluş Savaşı ile başladığını düşünmek mümkündür. Saltanatın ve hilafetin kaldırılması, Cumhuriyetin ilan edilmesi, Tevhidi Tedrisat ile Medeni Kanunun çıkarılması, tekke ve zaviyelerin kapatılması, parasız ve karma eğitime geçilmesi, rakam ve harf inkılabının yapılması, okullardan din derslerinin kaldırılması ve ezanın Türkçe okunması yönünde atılan adımlar, laiklik açılımını devam ettiren adımlardır.

Gericilerin ve küresel güçlerle işbirliği yapanların, yukarıda özetlenen ve Cumhuriyet Devrimleri olarak nitelenen açılımlara karşı çıkmaları bu nedenledir. 

Ülkemizde yaşanan laiklik karşıtı dönüşümler de, sözde çok partili demokratik yaşama geçilmesi (1946) sonrasında birincil sömürgen ABD’ye yakınlaşması ile başlamış ve gericilerle sömürgecilerle işbirliği yapan partiler-siyasiler aracılığıyla gerçekleşmiştir. Bu bağlamda o günden buyana iktidar olan hemen tüm hükümetlerin sorumluluğu vardır. Bu süreci aşağıdaki gibi özetlemek mümkündür.
  • İnönü’nün CHP’si, 1949’da din dersini ilkokulda (isteyenlerin başvurmasına dayalı) seçmeli ders yapmıştır. 
  • Menderes’in DP’si, din dersini ortaokulda seçmeli ders yaparken, istemeyenlerin başvurusuna dayalı) seçmeli ders yapmıştır. İmam hatip okulları ile bu okullara öğretmen yetiştirecek İslam enstitüleri açmış, ezanı yeniden Arapça okutmuş, anayasa, eğitim ve genelkurmay gibi Türkçe sözcükler yerine teşkilatı esasiye, maarif ve erkanıharbiye gibi sözcükleri kullanıma sokmuş, sözde dini liderlerle ilişkiye girmiştir.
  • 27 Mayıs devrimini gerçekleştirenler, mesleki eğitim niteliğinde olan 19 imam hatip okulu için bakanlıkta Din Öğretimi Genel Müdürlüğü oluşturmuşlardır.
  • Demirel’in AP’si, din dersini liselerde seçmeli ders yapmış, imam olamayacak kızların imam hatiplere girmesine izin vermiştir. 1970 sonlarında 1-2 yılda yüzlerce imam hatip okulu açmıştır (şu anda ülkede söz sahibi olanların çoğu Demirel’in açtığı okullarda yetişmiştir). 1960 sonrasında açılan fikir kulüplerine ve 1968 üniversite gençliğine karşı ülkücü ve gerici oluşumları, devrimci öğretmen örgütü TÖS’e karşı milliyetçi öğretmen kuruluşlarını ve komünizmle mücadele derneklerini desteklemiştir. Demirel’in desteklediği bu gerici kesimler, “6. Filo-ABD defol” gösterisi yapan bağımsızlık yanlısı gençlere karşı “Kanlı Pazar” katliamını gerçekleştirmiştir. Demirel’in partisinin oylarıyla ABD karşıtı gençlerin liderlerinden Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan 1972’de idam edilmişlerdir. 
  • Genelkurmay başkanlığından Cumhurbaşkanlığına getirilen Cevdet Sunay, ülkenin geleceğinin bağımsızlıkçı-Atatürkçü 1968 üniversite kuşağına değil de imam hatiplilere bırakılmasını istemiştir.
  • 12 Mart 1971 askeri muhtırası sonrası kurulan hükümet, imam hatip ortaokulları dahil tüm mesleki ortaokulları kapatmıştır. Ancak Ecevit’in CHP’si, 1974 yılında Erbakan’ın MSP’si ile kurduğu koalisyon hükümeti zamanında, imam hatip ortaokullarını yeniden açmıştır.
  • 12 Eylül 1980 darbesi, zaten, bir CIA ajanının “Bizim oğlanlar başardı” dediği kişilerin işidir. Bu kişiler, din kültürü ve ahlak bilgisi dersinin zorunlu yapmıştır. Laiklik ve bilimsellik karşıtı Türk-İslam sentezi anlayışının benimseyip uygulamış, YÖK’ü kurup bu anlayışta ve Amerikancı kişilerin rektör ya da dekan atanmasını sağlamıştır. İmam hatiplere üniversite kapısını açarken, laikliği ve bilimselliği savunan sol düşünce ve kuruluşlara yaşam hakkı vermemiştir. 1977’de Erbakan’ın partisinden senatör adayı olmuş ve bir bakıma dünyayı sömürme aracı işlevi gören Dünya Bankası’nda çalışmış T. Özal’ı 12 Eylül hükümetinde devlet bakanı yapıp onun kurduğu ANAP’ı iktidara taşımıştır.      
  • Özal’ın ANAP’ı, Anadolu imam hatip liseleri açmış, imam hatiplere orantısız kaynak aktarmaya başlamış, öğrencilere gerici yayınların önerilmesine yatılı devlet okullarında cemaatlerin çöreklenmesi yol açmış, Kuran kursların 8 yıllık ilköğretim diploması verilmesine çalışmıştır. Türk Ceza Kanunu’ndan 141, 142 ve 163’üncü maddeler çıkarılmış, yasalara 141 ve 142’inci maddelerin benzerleri eklenirken gerici eylemelerle ilgili olan 163’üncü madde tamamen devreden çıkarılmıştır.
  • Önceki hükümetlerle 1991 sonrasında kurulan koalisyon hükümetlerinin ne yaptığı, Erbakan’ın partisinin 1996 tarihli kongresinde, “bugünkü neslin İmam-Hatiplere ve Kur’an kurslarına yapılan yatırım sonucu olduğu”nu belirtmesinden bellidir.  
  • 1997 yılında kesintisiz 8 yıllık eğitime geçildiğinde, Kuran kursuna gitme yaşının 8 yıllık eğitim sonrasına bırakılması düşüncesi bir türlü Ecevit’e kabul ettirilememiştir.
  • AKP iktidarında ise uygulamada, başta eğitim alanı olmak üzere neredeyse yaşamın hiçbir alanında laiklik kalmamıştır. Laiklik, Anayasa ve Milli Eğitim Temel Kanunu gibi bazı yasalarda yer alan, Anayasaya sahip çıkması gerekenlerin aymazlığı sayesinde işlevsizleştirilmiş sözcük ve cümlelere dönüştürülmüştür.   
Yine de, gericilerin ve küresel sömürgenlerin amaçlarına ulaşamadıkları görülmektedir. Yıllardır camilerde, kuran kurslarında, dini öğretilerin yer aldığı resmi ve gayrı resmi tüm kurumlarda, Cumhuriyet ve laiklik karşıtı öğretiler olmasına karşın, toplumdaki laik damar kaybolmamıştır. Hatta laiklik karşıtı gelişmeler oldukça bu damar güçlenmektedir.

Laik devletin sağladığı olanaklar sayesinde belirli konumlara gelmiş (bürokrat, teknisyen, yargı mensubu, … olmuş) kişiler, kendilerine, toplumuna ve insanlığına yabancılaşmaktan biraz kendilerini kurtarabilseler, laiklik karşıtlığının marjinalleşmesi işten bile değildir.  

RIFAT OKÇABOL / SOL

'Asım'ın nesli' kimin arka bahçesinde? - Abdullah Kaya

İmam hatip mezunu Abdullah Kaya anlatıyor: 'Asım'ın nesli' kimin arka bahçesinde?

#sendeanlat etiketiyle başlattığımız dizimiz sürüyor... İmam hatip mezunu Abdullah Kaya, imam hatipte yaşadıklarını 'içeriden' bir bakışla anlatıyor..

______________________________________________________________________
Yaşamımın dört yılını laik bir semtte, yüksek puanlı bir imam hatip lisesinde yatılı okuyarak geçirdim. DPY’li (Devlet Parasız Yatılı) bir öğrenci olduğumdan, hayli bilincindeydim yeşil sermaye hegemonyasının.

Devlet kendi okulunun yurdunu, kendi beslemesi İlim Yayma Cemiyeti’ne işlettiğinden ötürü, benim gibi emekçi çocukları başkaldırır gibi olduğunda bursluluğumuz üzerinden şantaja da maruz kalmıyor değildik hani…

Okulun ilk günü sınıfımıza giren tarih hocamızın, arkasındaki Mustafa Kemal portresini işaret ederek; “Bunu sizler indireceksiniz inşallah!” demesi, 14 yaşındaki çocukların yaşamlarında yeni açılacak sayfaların manşeti niteliğindeydi. Yurt müdürümüzün mescitteki namaz sonrası  “… Bu karanlık ilçede açan beyaz güller olacaksınız!” kükreyişi  de tuzu biberi oluyordu.

Sınıfımıza her giren imamın, Milli Eğitim Bakanlığına bağlı sıradan bir okulda olmadığımızı vurgularken neyi kastettiğini çok sonra anlayabilmiştim. Tarihi anlatmaya Adem’den değil de 28 Şubat’tan başlamaları, teolojinin de sınırlarını aşmıyor değildi… Alt metinde neler yatmıyordu ki…

Yurt binamızın giriş kapısında Uğur Mumcu’nun fotoğrafı ve altında “Onlar bir gün savcı olacak“ yazılı afişini hiç unutmuyorum. Mumcu, devlete sızmak için yetiştirilen tehlikeli kadroları tüm kamuoyuna ifşa ediyordu. Katledilişinin üzerinden yıllar geçmesine rağmen bir gazeteciden bu kadar korkuyor olmaları, Mumcu’nun şahsında somutlaşan aydınlanmanın gücüydü.

Okuduğum imam hatip 28 Şubat’ın simgelerinden olmuş. Bugünün devlet yöneticilerinin kızlarının da o dönem okulumuzun başarılı ve eylemlerde başı çeken öğrencilerinden olması, o günleri teneffüs eden hocalarımıza ömürlük bir gaz vermiş olmalıydı. Ki yıllar geçmesine rağmen “türbanlı bacılarımız” üzerinden laikliğe, cumhuriyete kin kusarak derslere bismillah diyorlardı. Girdiğim sene imam hatiplilere merkezi sınavlarda uygulanan puan kesintisine son verilmişti. 

Artık önümüzde bir engel kalmadığı müjdeleniyordu. Devletin en kritik makamlarına yerleştirilecek, Allah için buraları zapt edecektik. 

Peki, kimin hangi devletini, kim adına nasıl bir hale getirmeliydik? 
Geleceğin valileri, hakim-savcıları biz olacaktık da, kime çalışacaktık? 

Bu soruların yanıtları yakın tarihimizde gizli değil, apaçık ortadaydı. 6. Filo’ya karşı yürüyen solcuları katledenler, bizim MTTB’li "abilerimiz"di. Afganistan’da ABD’den aldıkları dopingle Sovyetler'e karşı cihada gidenler de yine bizim "abilerimiz"di. Şimdiyse gözlerimizin önünde ABD’nin kucağından Suriye topraklarını kana bulayan “mücahitler” ile kardeş ilan edilmemiz tüm gerçeği aşikar kılıyordu.

Burası sahiden de sıradan bir okul değil, gerici iktidarın arka bahçesiydi. Emperyalizm için en “besili” kadrolarının yetiştirildiği bu merada, dayatılan gömleğe sığamayacağım gerçeği Güzel Sanatlar Fakültesi’ne girmek istememle gün yüzüne çıkmaya başlamıştı. Her şeyden evvel, yaşamımı üzerine inşa etmek istediğim eylem (sanat)  “haram” olarak nitelendiriliyordu. Öteki dünyada çizdiğim canlı figürlere can verip, diriltmem söylenecekmiş de diriltemediğimde yaptığım bu şirkten dolayı azaba kapılacakmışım… Sanata ve çizdiğim resimler üzerinden bana karşı akıl dışı bir yaklaşım söz konusuydu. Allah’ın haram kıldığı sanatı öğrenmeye başlamamla birlikte, arka bahçedeki nazarlık “çürük elma” ben olmuştum.

Üzerime gelen bu dalganın “kara“ renkli olduğunu ilan edebilmem de, “okumayın” dedikleri “sakıncalı” kitap ve yayınlar sayesinde olabilmişti. Yargı eliyle operasyon çekildiği gün, “Teslim Olmayız“ manşetiyle çıkan Cumhuriyet Gazetesi’ni sınıfta okumamın bedelini, “terörist” damgası yiyerek ödemiştim. 

Neyse ki Nâzım’ı kendi dilinden okuyabilen Solcu Liseliler'i zapt edebilmek rasyonel değil. Aziz Nesin gibi yurtsever aydınların bir tanecik olsun kitabını okuyan lise öğrencisi, yeşil soslu emperyalizme maşa olmayı yeğleyebilir mi ki?

"Asım’ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek."

Bu dizeleri Akif, Çanakkale Şehitleri’ne ithaf etmişti. Konumuzla alakası ise, imam hatip tezgâhından geçirilen nesillere "Asım’ın nesli" yakıştırmasında bulunulmasıydı. Tüm sohbetlerinde, etkinliklerinde bu yakıştırmayı kullanırlar. İşin aslı, Akif’in dizelerinde işaret ettiği insanlar emperyalistlerle cephede savaşırken yitirilenlerdi. 

Oysa bizim Neo-Asımlar emperyalizm tarafından fonlanıp, "Faşinton"a secde ettiriliyorlardı. Bu bir çelişki miydi? Hayır. Hayır, çünkü bahsini ettiğimiz siyasal islam. Onun zaten kökü dışarıda. Geniş halk kitlelerinin muhafazakârlığına dahi yabancı olan, kesinlikle Anadolu toplumuna içkin olmayan yaşam tarzını batıdan dayatan onlar. Onun içindir bu “yerli ve milli” vurgusuna muhtaç olmaları… Onlar da farkındalar bu topluma yabancı olduklarını. 

Yankee’lerin sahnedeki rolü bittiğinde, figüranlarını da verip göndereceğiz. Kıblesi "Faşington" olanlara karşı, aydınlanma hareketini karış karış tüm yurdumuzda örgütleyeceğiz. 

Bu memleket bizim; yankee’ye, yobaza bırakmayız.

Abdullah Kaya / SOL

İslamcılar hâlâ mazlum ve mağdur - ÖZDEMİR İNCE

İslamcılar “masa ve kasa”yı çoktan ele geçirdiler; TBMM’ni işlevsiz hale getirdiler; devlet dairelerini ganimet olarak zaptettiler; adliyeyi, mülkiyeyi ve zaptiyeyi kefere memleketi gibi fethettiler; okulları sübyan mekteplerine, rüştiye ve idadiye, medreseye çevirdiler ve sömürgeleştirdiler; tarikatları sivil toplum örgütü olarak tescil ettiler; anayasayı kubura attılar, yasaları geçersiz saydılar; TSK’yi parti emrine aldılar ama kendilerini hâlâ mazlum sayıyorlar, mağdur hissediyorlar. Çünkü çağının çağdaşı cumhuriyetçilere imreniyorlar, karşılarında aşağılık duygusundan kurtulamıyorlar. Avanta, para-pul, mal-mülk, masa ve kasa, koltuk ve makam yetmiyor; çünkü cumhuriyetçilerle hiçbir konuda (sınavda) yarışamıyorlar, onları yenip rezil edemiyorlar, burunlarını sürtemiyorlar. Çekinmeseler, korkmasalar, her iki cins de kendilerine cumhuriyetçi eşler seçerler.

***

İslamcılar; tek parti döneminde, zulüm gördüklerini iddia ederler. Bu iddianın haklı olduğunu yıllardır yazıyorum. Çünkü: Tekke ve zaviyeler, medreseler kapatılmış; Ulema sınıfının insanlara zulmetme özgürlüğü ile avanta, haraç, rüşvet kaynakları kurutulmuş ve imtiyazları elinden alınmıştı. Özetle: cumhuriyet devrimleri, ulema sınıfını attan indirmiş, eşeğe bindirmeden yaya bırakmıştı. Milliyetçilik, laiklik ve devletçilik egemen duruma geçmişti, cumhuriyetçiler mutluydu. Buna karşın, cumhuriyet ve devrim karşıtları bu dönemi devlet ve toplumun yıkılışı saymaktaydı.

***

“Cumhuriyetin ilk yıllarındaki hükümet politikaları İslami kurumların rollerinin ve işlevlerinin sınırlandırılmasını, ulemanın sosyal ve siyasi sermayesinin değerinin düşürülmesini ve siyasi nüfuzunun yok edilmesini zorunlu kılıyordu. Tehlikede olan yalnızca devlet ve topluma dair vizyonları değildi, geçimleri de risk altındaydı. Şeriye ve Evkaf Vekâleti Mart 1924’te kaldırıldı ve yerine rütbesi düşürülmüş bir Diyanet İşleri Reisliği ikame edildi. Bu yeni devlet birimi doğrudan Başbakan’ın idari yetkisine tabi kılındı ve rol ve işlevleri çok büyük oranda azaltıldı. Aynı dönemde, şeriye mahkemeleri de kaldırıldı ve medreseler kapatıldı. Kısa bir süre sonra İslam şeriatının yargı sistemi içindeki tatbiki tümden sona erdi.”(1) (s.152)
***


Bunlar doğru! Bundan dolayı iktidarsızlaşanların kendilerini “mağdur” hissetmeleri çok doğal. Ama dinsel baskı, namazın, haccın yasaklanması; camilerin kapatılması, ahır, meyhane ve kerhane yapılması kuyruklu yalan. Gerici, mürteci bir sınıf, cumhuriyet düzeni gelince toplumsal yerini, maddî ve manevî imtiyazlarını yitirdi. Tarihin diyalektiğidir bu! 

Bizde hâlâ “burjuva” yoktur, “zengin” vardır. Demokrat Parti zenginlerine Hacı Ağa denirdi. Günümüzün AKP zenginlerine de ancak Kapıkulu müteahhitleri denilebilir: Devlet kapısına kapılanmış müteahhitler, devlet ihalelerini tapulamış müteahhitler. Ne kadar vergi veriyorlar belli değil, iç talandan kazandıkları paraları inşaattan başka nereye yatırdıkları belli değil. Kapıkulu oldukları için “Saray”a yamanmışlardir. Biat ve itaat sayesinde zenginleştikleri ve burjuvalaşamadıkları için özgürlük ve demokrasiden 
nefret ederler.
***

12 Mart ve özellikle 12 Eylül’den önce Müslümanların mağduriyeti diye bir sorun yoktu. Laik orta öğretim ile yüksek okullar ve üniversitede parasız-yatılı sistemiyle herkese eşit olanak sunmuştu. Ama onlar yarışmayı değil Osmanlı döneminde olduğu gibi avanta ve kayırılma istiyorlardı. Bu nedenle AKP iktidarında “kopya” yöntemini ihya ettiler.

Özdemir İnce / CUMHURİYET

(1) Amit Bein,Osmanlı Uleması ve Türkiye Cumhuriyeti, Kitap Yayınevi, 2012

7 Şubat 2019 Perşembe

Patlıcanın faydaları - NAZIM ALPMAN

Ülkemizde enflasyona karşı topyekûn bir mücadele veriliyor. Ayrıca bu mücadelenin yerli ve de milli olması hususunda özen gösteriliyor. Gazetelerin ve televizyonların ezici çoğunluğu anti-enflasyonist haberlerle başarıyı halka iletiyorlar!
Medya açısından bir sorun yok. Her şey olması istendiği gibi aktarılıyor.
Gel gelelim meyve-sebze çetesi dur durak bilmeden fiyatlarını yükseltmeye devam ediyor. Çetenin başını da patlıcan çekiyor. Daha toptancı hallerinde 10 liranın üzerinde fiyat etiketiyle kendisine üst düzey bir pozisyon ayarlıyor. İşte bu olguyu tespit eden Cumhurbaşkanı/Başkan Tayyip Erdoğan meyve-sebze çetesinin cakasını bozacağını müjdeledi:
-Meyve ve sebzeye ayar çekeceğiz!..
***
Eskiden olsa iç pazarı terbiye etmek için hemen ithalat yoluna gidilerek dışardan patlıcan alınabilirdi. Ama bu yerli ve milli mücadeleye pek uygun olmazdı. Şimdi para da yok. O yüzden gereği de yok. Onun yerine doğrudan meyve-sebze çetesinin üzerine yürümek daha cesur bir yöntem olarak öne çıkıyor. Gazeteler ve televizyonlar yerinde kararı manşetten duyurdular.
Ancak Başkan’ın aldığı bu kararı duyurmak yetmez. Düşmanı yakından tanıtmak da lazım.
Meyve-sebze çetesinin başını çeken patlıcanı yakından tanıyıp, bilmek ona karşı neler yapılması gerektiği hususunda halkı bilinçlendirmek medyanın ödevleri arasındadır.
Şimdi patlıcanı yakından tanıyabiliriz…
♦ Patlıcan mutfaklarda yaygın olarak kullanılan bir sebze türüdür. Doyurucu özelliğinden dolayı vejetaryenler tarafından tercih edilir. Kendine has tadı yanında patlıcanın sağlık açısından da bir çok faydası vardır.
♦ Patlıcanı sağlık açısından faydalı kılan şey şüphesiz içerdiği mineraller ve vitaminlerdir. Patlıcan tam bir A vitamini deposudur. Aynı zamanda C,E ve K vitaminleri içermektedir. Ayrıca, potasyum, magnezyum, sodyum açısından da çok zengindir.
♦ Patlıcan Diyabeti Sağlıklı Seviyede Tutar. Patlıcan lif ve düşük çözünürlüklü karbonhidratlar açısından çok zengin bir besin kaynağıdır. Böylece kan şeker seviyelerinin kontrolü için oldukça yararlıdır ve aynı zamanda glikoz emilimini kontrol edebilir. Bu özelliğinden dolayı tip 2 diyabet hastası insanlar için iyi bir seçenek olabilir.
♦ Patlıcan Kalp Sağlığını Korur. Patlıcan kolesterol düzeyini büyük ölçüde dengeleyebilir.
♦ Patlıcan Beyin Sağlığını Korur. Patlıcan beyinde meydana gelen hasarlı hücrelerin onarımına ve hücrelerin korunmasına yardımcı olur.
***
Buraya sığmayan daha pek çok faydası var. Hepsini yazarsam memleket idaresi tarafından savaş açılmış “bir şeyi” överek yardım ve yataklık gibi suçlamalara maruz kalabilirim.
Ama patlıcanı da tanımak lazım. Zaten bu faydalı bilgileri Sabah gazetesinin internet sitesinden aşırdım. Bu yüzden Sabah gazetesine yasa-dışı patlıcan örgütü davası açılırsa gizli tanık olarak benim bu yazımdan istifade edilebilir!
Şimdi denilebilir ki, tiyatro sanatçısı Nazlı Masatçı Gogol’ün 1842’de yazdığı Palto adlı hikayesini sahnelediği için 5 ay hapis cezası almış. Üstüne üstlük tiyatro binasında yapılan bir basın açıklamasına katılıp konuştuğu için 18 ay hapis daha vermişler. Bu koşullarda sen patlıcanın faydalarını yazıyorsun.
Bu ülkede basın ve ifade özgürlüğü var. Daha önce muadil bir özgürlük dönemi 1950-1960 arasında yaşanmıştı. Aziz Nesin de o yıllarda “Balta girmemiş maydanoz ormanları” adlı makaleler kaleme alıyordu.
2019’un özgürlük ortamından payımıza bu düşüyor:
Patlıcanın faydaları!
Nazım Alpman / BİRGÜN