11 Şubat 2019 Pazartesi

Medyada ahlakın çöküşü - Örsan K. Öymen

Kısa adıyla medya olarak da bilinen kitle iletişim araçları, halka doğru bilgi aktarmakla ve kamu hizmeti vermekle yükümlüdür. Medya hükümetlere, iktidarlara, güç odaklarına, sermaye odaklarına değil, halka hizmet vermekle sorumludur. Bu hem medya ahlakının temel ilkesidir, hem de demokrasinin temel önkoşullarından birisidir. Medyanın kendi meslek ahlakı ilkesini ihlal ettiği bir ülkede, demokrasinin varlığından söz etmek olanaklı değildir.

Halkın doğru bilgi edinme hakkının gasp edildiği bir ortamda yapılan seçimlerin hiçbir anlamı yoktur. Çünkü halkın kendi özgür iradesiyle sandıkta bir karar alabilmesi için, ülkedeki ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel gelişmeler hakkında doğru bilgiye sahip olması gerekir. Demokrasi, kurgular değil, olgular üzerinden yaşayabilecek olan bir düzendir. Halkın beyninin yıkandığı, kurguların olgu, olguların kurgu olarak anlatıldığı bir ülkede demokrasinin varlığından söz edilemez. Yasama, yürütme, yargı arasındaki güçler ayrılığı, laiklik, ekonomik ve sosyal adalet demokrasi için ne kadar önemliyse, bağımsız ve özgür medya da demokrasi için o kadar önemlidir.

Türkiye’de ise AKP iktidarı, medyadaki meslek ahlakını ortadan kaldırmış, medyayı hükümetin sözcüsü konumuna sokmuştur. Bugün medyanın yaklaşık yüzde 80’i hükümetin kontrolü altındadır. Almanya’da Nazi döneminde Joseph Goebbels’in kurduğu propagandacı medyanın bir benzeri bugün Türkiye’de devreye sokulmuştur. Türkiye’de medya, halkı doğru bir biçimde bilgilendirme aracı olmaktan çıkmış, hükümetin propaganda aracına dönüşmüştür. Medya üyelerinin büyük çoğunluğu, hükümetin propaganda aracı olmak işlevini yürütmeyi kabullenerek, kendi mesleklerine ihanet etmişlerdir. 

Televizyonlarda ve gazetelerde, Türkiye’nin gerçek sorunları görmezden gelinmekte, başta AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere, ağırlıklı olarak AKP’li siyasetçilerin demeçlerine yer verilmektedir. Araştırmacı gazeteciliğin yerini, demeç gazeteciliği almıştır. Basın toplantılarında, mitinglerde ve açılış törenlerinde ülkeyi yönetenlerin yaptıkları açıklamaları yayımlamanın gazetecilik olduğu sanılmaktadır.
 
Erdoğan’ın rutin konuşmaları bile televizyonlarda yayınlar kesilerek canlı olarak verilmektedir. Dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde böyle bir uygulama yoktur. Demokratik ülkelerde, cumhurbaşkanlarının, başbakanların yaptıkları konuşmalar, olağanüstü bir durum yoksa canlı yayımlanmaz, bir editörlük sürecinden geçtikten sonra özetlenir ve kısa bir haber olarak yayımlanır. Türkiye’de ise konuşmanın tamamı, olağan yayın akışı kesilerek verilmektedir! CHP, İP, HDP gibi muhalefet partilerinin açıklamalarına ise ambargo uygulanmakta, bu açıklamalar ya hiç yayımlanmamakta ya da kısaca geçiştirilmektedir!
 
Televizyonlardaki siyasi tartışma programlarında sunucuların çoğu AKP’nin söylemleri üzerinden sorular yöneltmekte, bu programlara katılan konukların çoğu, “Öğretim Üyesi”, “Akademisyen”, “Hukukçu”, “Araştırmacı”, “Gazeteci”,“Yazar” gibi unvanlara sahip kişiler olmalarına rağmen, Erdoğan’ın ve AKP’nin söylemlerini papağan gibi tekrarlamaktadırlar. Söz konusu konuklar televizyon ekranlarında hükümet komiseri üyesi gibi davranmakta, AKP’nin avukatlığını yapmakta, böylece kendi meslek ahlakı ilkelerine de ihanet etmektedirler! Böylece medya, birçok başka meslek ahlak ilkesinin de ihlal edildiği bir ahlaksızlık platformuna dönüşmektedir! 

Televizyonlarda ve gazetelerde, öğretim üyesi öğretim üyesi olmaktan çıkmakta, akademisyen akademisyen olmaktan çıkmakta, hukukçu hukukçu olmaktan çıkmakta, araştırmacı araştırmacı olmaktan çıkmakta, gazeteci gazeteci olmaktan çıkmakta, yazar yazar olmaktan çıkmaktadır.
 
Çünkü bu unvanları taşıyan kişiler, halka ve topluma değil, iktidara ve kendilerine hizmet etmektedirler. Oligarşi ve egoizm, demokrasiyi ortadan kaldırmıştır.

Örsan K. Öymen / Cumhuriyet

Zalimin zulmüne "tezgah" açan devlet!. - Mehmet FARAÇ

Ne kadar etkileyici bir sözcük değil mi o?.. Kapsama alanı ne kadar da geniş, etkileme alanı ne kadar da sonsuz...
Vurgusunda nasıl da bir devasa etki var?..
İçinde baskı, içinde korku ve aynı zamanda içinde kucaklayıcı bir merhamet de saklı sanki...
Sıradan bir sözcük değil o... Ülkeyi var eden, yöneten, ayakta tutan, milleti kucaklayan, haksızlığa dur diyen, ayrımcılığı reddeden, siyah-beyaz ayırt etmeden kucaklayan, koruyan, saran, sahiplenen bir vurgulamanın sözcüğüdür o!..
İşte o "devlet" sözcüğünün içerisinde neler yok ki?.. Devletin kurumu, devletin valisi, devletin memuru, devletin askeri ve devletin ta kendisi!!!
Yukarıdaki tanımlamalar, sözcükler, cümleler bir ülkenin yönetiminde kayıtsız şartsız ve de sınırsız söz sahibi olan, kimilerinin "derin" diye de nitelendirdiği, ancak varlığıyla bazen kök söktüren, bazen nefes aldıran ve en önemlisi de çoğu kez adalet de dağıtan devlet...
Eskidendi aslında yukarıdaki tanımlamalar...
"Devletin valisi"nin geçtiği caddelerde dalgalanan bayrağa selam veren çocukların "devlet"iydi o zaman devlet...
Köylerde, bir uzman çavuşun yüzlerce kişiyi esas duruşa geçirebilecek hâkimiyetini de anlatıyordu o devlet duruşu...
Aynı zamanda devlet, yaşamın egemen olduğu, hukukun yürüdüğü, sağlık hizmetinin vazgeçilmez olduğu; bürokrasinin, hareket etmesi gereken her alanda, kendini bazen en ince ayrıntısına kadar, bazen zalimce, bazen de merhametiyle gösterdiği devletti o zamanlar...
Ancak devletin gerçekten "devlet" olduğu dönemler çok gerilerde kaldı...
Artık siyaset geçti devletin yerine... Haksızlığa uğrayan yurttaş, "devlet ne der bu işe" diye düşünemiyor artık... Siyaset, yani hükümet ne yapar diye bakmak zorunda bırakılıyor yurttaş, her dara düştüğünde...
Adalet işlemezse, haksızlık büyürse, bürokrasi rüşvet batağında çırpınırsa ve milletin işi yürümezse işte o zaman akıllara hep aynı soru gelir durur; "Nerede bu devlet?.."
Son yıllarda, yani özellikle son 10 yılda çok sorulur oldu bu yaşamsal soru; "Devlet neredeeeee?.."
___________________
Sofrayı vuran "terör!.."
Yukarıdaki sorunun bu kadar sık ve etkili sorulmasının, devletin peşine bu kadar düşülmesinin, varlığıyla-yokluğunun merak edilmesinin yüzlerce nedeni var...
Bürokrasi siyasetle kol kola rüşvet bataklığında çırpınırsa, yurttaş bundan büyük zarar görürken önlem alınmazsa insanlar devleti arar durur işte...
Hastanelerde ilgisizlik insanları ölüme sürüklediğinde, kurbanların yakınları "devlet nerede" diye kapıya-bacaya hatta doktora-hemşireye saldırırken de aslında devleti aramak için çırpınırlar...
Zalimler mazlumları ezmeye çalışırken, mafya sokaklarda tur atarken, uyuşturucu kuryeleri çocukları zehirlerken, tüm bu rezaletlere isyan edenlerin de çaldığı tek kapıdır devlet...
Sokaklarda bombalar patlarken, terörün yol açtığı şiddet olayları millete kan kustururken, şehit cenazeleri Doğu'dan Batı'ya gelirken, herkesin gözyaşlarıyla aradığı kurum da, güç de devletten başkası değildir...
Rüşvetin, yolsuzluğun, adam kayırmacılığın, torpilin, vurgunun zirve yaptığı bir dönemde, insanlar sosyo-ekonomik çarpıklıkların ortasında, siyasetin zalimliklerine isyan edince de, herkes işte o sözcüğün hâkimiyet alanını aramak zorunda kalır... Yani devletin...
______________________
Kuyruktan, karaborsaya!..
Bazen en yakında; dürbünle bakılsa görülemeyecek kadar kendini iyi hissettiremezse devlet, işte o zaman ne adalet kalıyor, ne huzur kalıyor, ne de milletin oldum olası güvenine mazhar olan devlete duyarlılık...
Velhasıl, devlet üzerine şüphesiz en çok söz söylenecek, en çok konuşulacak ve en çok tartışılacak dönemde yaşıyoruz...
Çünkü devletin siyasetten soyutlanmış haliyle kendini iyi hissettirdiği, hâkimiyet kurabildiği, etkisini gösterebildiği ve siyasetten sosyal yaşama kadar her şeyin hakkını vereceği bir süreç yok ortada...
Hele de konu, "hak-hukuk-adalet" ve özellikle de "yaşamak" olunca!..
Türkiye'de ne yazık ki terör, yolsuzluk, hırsızlık, IŞİD, Hizbullah, PKK, Suriye ve diğer diplomatik-siyasi rezaletler çok önemli olaylar olmaktan çıkmaya başladı...
Çünkü "yaşayabilmek" öne geçiyor son dönemde... "Yaşamak" için yemek, beslenmek ve doymak zorunda olan milyonların gerekçesi yalnızca budur son dönemde...
Ne kadar acı değil mi; kıyma için Et-Balık mağazalarının önünde, tüp gaz için karaborsacı vurguncuların köhne dükkânlarında, ekmek için fırınların kapısında, yakıt için petrol istasyonlarının önünde kuyruk bekleten eski siyasetten şikâyet eden bir iktidar döneminde de insanlar en doğal beslenme maddelerini bulmakta güçlük çekiyorlar... Hem de varlık içinde çekilen bir vahim yoklukla!..
________________________
Pes edip "pazar"a düşmek!..
Evet: bu ülkede, devlet son yıllarda rüşveti, adam kayırmacılığı, torpili, hırsızlığı, vurgunculuğu önleyemedi ama topluma bir dönem kan kusturan sağcısından-solcusuna kadar terörü ve en sonunda da devletin içerisinde "paralel" yapıyla kendi egemenliğini korumaya çalışan cemaati de önemli ölçüde bertaraf etmeyi başardı...
İyi de, AKP siyaseti kendi büyüttüğü bu siyasi güçleri bertaraf ederken, zamların, enflasyonun, açlığın ve işsizliğin ardından giderek kangrenleşen stokçuluk-fırsatçılık ve karaborsacılığın millete son aylarda dayattığı zulmün önüne nasıl geçemiyor?..
Heyhat!.. Terörle, FETÖ ile mücadele eden devlet, patlıcanın kilosunu bir anda 20 liraya, domatesi 10 liraya, soğan ve patatesi 7 liraya, bir kilogram sivri biberi 15 liraya çıkartan zulüm imparatorluğunun ve karaborsacı alçaklığın önüne geçemedi!..
İşte millet tam bu sırada aradı "devlet"i... AKP'nin elinde mahvolan o devlet yönetimi tam bu dönemde, yani sofralara ekmek indirilemeyen, tencerelerin kaynamadığı ve milletin fakr-u zaruret içerisinde pazara çıkamadığı, marketlerin önünden geçemediği bir dönemde neredeydi acaba?..
Enflasyonla mücadele edildiğine ilişkin gülünç logoların pazardan marketlere, mağazalardan AVM'lere kadar her yerde, iş yerlerinin camlarında sırıttığı bir ülkede, doların 7 liraya çıkmasını gerekçe göstererek hastalık düzeyinde zam yapanlar, dolar 5,5 liraya düşmesine rağmen, o zulüm zamlarını geri almazken neredeydi devlet?..
Mafya zam rezaletini zincirleme bir hastalık halinde millete zikretmeye çalışırken devlet neredeydi?..
Nasıl olur da koca devlet terörle uğraşırken, hal mafyasıyla, stokçu alçaklığıyla, karaborsacı vurguncuyla mücadele edemedi acaba?..
Ve o devlet, mücadele edemediği bu çeteye karşı Ankara, İzmir ve İstanbul sokaklarında seyyar sebze "tezgâh"ları açarak mı varlığını göstermeye çalışacak?..
Suyun başını tutanların milleti susuz bıraktığı bir dönemde, taşıma suyla değirmen döndürmeye çalışan devlete "devlet" denir mi sizce?..


Mehmet Faraç / YENİÇAĞ

AKP, neden "kinci nesil" yetiştiriyor? - Arslan BULUT

İstanbul'da Ali Emiri Kültür Merkezi'nde yine Hasan-el Benna'yı anma toplantısı düzenlendi. Davet ve Kardeşlik Vakfı'nın, "Ümmeti uyandıran şehid, Hasan el-Benna" adlı programına onur konuğu olarak katılan Müslüman Kardeşler Teşkilatı (İhvan) Rehberlik Konseyi Başkanı Yardımcısı Dr. İbrahim Munir, Hasan el-Benna'nın davetinin Kur'an ve sünnet olduğunu öne sürdü...

Müslüman Kardeşler Genel Sekreteri Dr. Mahmud Hüseyin de "Hasan el-Benna, yaşantısıyla İslam ümmeti için yeni bir milat yazdı" iddiasında bulundu.

                                                             ***

"İhvanı Müslimin" örgütü, Mısır, İngiliz işgali altındayken kuruldu. Kuruluşu tam olarak aydınlatılmış değildir ama yakın tarihte, Arap Baharı denilen Amerikan organizasyonunun liderliğini bu örgüt yaptı. 2005 yılında, İslam dünyasındaki sivil toplum örgütlerinin temsilcileri, Türkiye Dışişleri Bakanlığı'nca kurulan "Büyük Orta Doğu Projesi Koordinatörlüğü" tarafından İstanbul'da, Topkapı'daki Eresin Otel'de bir araya getirildi. Burada örgüt temsilcilerine ABD'nin gönderdiği para dağıtıldı!

Arap Baharı eylemleri sonunda, Mısır'da İhvan örgütü iktidar oldu. Bir süre sonra, Türkiye'nin, "Müslüman Kardeşler Enternasyonali" kurmak istediğini ve İhvan iktidarının İsrail'e zarar vereceğini gören ABD, Mısır'da darbeyi destekledi.

AKP'nin iktidarda olduğu Türkiye ise ihvanı desteklemeye devam etti. Hasan-el Benna'yı anma toplantıları, bu sayede İstanbul'da yapılabiliyor.

İngiltere de Amerika'nın terör örgütü olarak ilan etmediği İhvan mensuplarına siyasi sığınma hakkı verdi! ABD'de uzun yıllar başkan aday adayı olan LaRouche, 21 Haziran 2001 tarihinde, ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright'a sunduğu memorandumda, Mısır'ın Müslüman Kardeşler ve El Cihad, Filistin'in Hamas, Cezayir'in İslam Ordusu, Türkiye'nin PKK'sı ve Sri Lanka'nın Tamil örgütlerinin Londra'da merkezleri bulunduğunu belirtmişti.

                                                             ***

İslam Tarihi uzmanı Prof. Ahmet Vehbi Ecer, Müslüman Kardeşler Teşkilatı'nın içyüzünü Oğuz Çetinoğlu'na anlatmıştı. Ecer, Hasan el-Benna'nın, "İslâm ilkelerine dayanmayan devlet düzenini ve siyasî partilerin hiçbirini benimseyip kabul etmiyoruz" dediğini hatırlatmış ve şu bilgileri vermişti:
"Bu şeriat devletinde insanların kanun-kural koyma hakları yoktur. Seyyid Kutup'un ifâdesiyle; 'Meydanda tek bir nizam vardır, o da İslâm nizamıdır... Geriye kalan nizamların topu cahiliyet nizamıdır... Kulların çıkarttığı kanunlara uyan kişi dinden çıkar. Ayrıca Allah'tan başka hiçbir kimsenin kanun koyma hakkı yoktur, kanun ve sistem koymak ilahlığın özelliğidir. Halife Kur'an'ı anayasa kabul eder. Böyle bir devlette beşerî kanunların yeri yoktur. Halifenin Kureyş kabilesinden olması şarttır.'

Hasan el-Benna da İslâm birliğini Arap birliği ile birlikte düşünür, İslâmlık ile Araplık arasında yakın bir bağ kurar.

Mevdudî'nin ifadesiyle 'İslâm'da cihadın gayesi İslâm prensiplerine uymayan bâtıl sistemleri yıkıp yerine İslâm nizamını getirmektir.' Bunun için gençlere el atılacak, onlara yakın dövüş sporları ve silah eğitimi yaptırılarak vurucu güç sağlanacak, ihtilalci bir ekip yetiştirilecektir. Bunlarla insanların yaptıkları sistem yıkılıp Allah'ın sistemi hâkim kılınacaktır. 

Oysa İslâm Peygamberi ve sahabesi, dünya ile ilgili işlerde insanları serbest bırakmış, her şeyde ve her meselede vahiy beklememiş, kendileri insan olarak dünyevî problemleri çözmüşlerdir. Bütün insanların tek başkanlık ile yönetilmesi, aynı dili konuşması, sosyolojik anlamda tek millet olmaları isteği hem sosyoloji kurallarına hem de Kur'an'a aykırıdır."

                                                              ***

İslam ülkeleri ABD ve İngiltere'nin kuklaları tarafından yönetiliyor ama bu düzene karşı çıkar gibi görünen İhvan gibi örgütler de onlar tarafından kullanılıyor. Üstelik fikirleri de İslami değil! AKP iktidarının, Türkiye'yi bu örgütlerin peşine takması, aynı yöntemlerle "kinci nesil" yetiştirmesi, utanılacak bir durumdur.


 Arslan BULUT /YENİÇAĞ

10 Şubat 2019 Pazar

Bir başka açıdan Uluslararası Berlin Film Festivali - Tevfik Taş

Kısa adı 'Berlinale' olan Uluslararası Berlin Film Festivali, 69'uncu kez düzenleniyor. 7 Şubat'tan 17 Şubat'a kadar sürecek festival, Marlene Dietrich Alanı'nda sükseli bir açılışla başladı.

Uluslararası Berlin Film Festivali, kısa adıyla "Berlinale", 69'uncu kez düzenleniyor. 7 Şubat'tan 17 Şubat'a kadar sürecek festival, Marlene Dietrich Alanı'nda sükseli bir açılışla başladı.

Altın Ayı Ödülü, en iyi film ve yaşam boyu başarı ödülleri olarak iki kategoride veriliyor. Gümüş Ayı Ödülü ise, toplam yedi dalda sahiplerini bulacak: En iyi erkek oyuncu, en iyi kadın oyuncu, en iyi yönetmen, en iyi müzik, en iyi senaryo, olağanüstü sanat performansı ve tabii kısa filmlerde jüri büyük ödülü.

130 ülkeden izleyicinin Berlin'e geldiği festivalde, yalnızca mesleki amaçla gelenlerin sayısının 16 bin civarında olduğu açıklandı. 490 bin izleyicinin beklendiği Berlinale'ye 330 bin bilet satıldı.

Berlinale, yalnızca sinamaseverlerin buluştuğu bir film şenliği değil. Burası, kültür endüstrisi içinde hacimli yer tutan sinema sektörünün de buluşma alanı. Film şenliği ama aynı zamanda da büyük bir pazarı. Venedik, Cannes gibi festival/pazarların en büyüklerinden biri 1951'den beri Berlin'de ''kuruluyor''.

ULUSLARARASI BERLİN FESTİVALİ'Nİ KİM İCAT ETTİ?
Uluslararası Berlin Film Festivali'nin tarihçesi, aynı zamanda, Soğuk Savaş adına kodlanan antikomünist kuşatmanın da tarihidir.

Savaş sonrasının ikiye bölünmüş Berlin'inin ABD denetimindeki batı yakasında 6 Haziran 1951'de hayata geçirilen bu festival kimin ya da kimlerin fikriydi?
Bu soruya yanıt vermeden önce, festivalin 1978 yılına dek yaz aylarında, bu tarihten sonra da düzenli olarak Şubat ayında düzenlendiğini kaydetmek gerekiyor. Festivale ilişkin ikinci bir köklü değişiklik ise 1974 yılında olmuştu.  
Dönemin Şansölyesi Willy Brandt, meşhur ''Ostpolitik'' (Doğu Siyaseti) açılımında Sovyetler Birliği ve Alman Demokratik Cumhuriyeti'nden filmlerin de festivale alınmasına olanak vermişti. Amaç, yakınlaşarak komünizmi çökertmekti.

İKİ KURUCU 'BABA': AMERİKALI 'FİLM SUBAYI' OSCAR MARTAY VE ESKİ NAZİ SANAT TARİHÇİSİ ALFRED BAUER
Rivayetler muhtelif: Festivalin çeyrek asır yöneticiliğini yapmış, eski Nazi sanat tarihçisi Dr. Alfred Bauer'in festival fikri önerisini ilk dile getiren kişi olduğu söyleniyor. Göbbels'e bağlı faaliyet yürüten UFO film üretim şirketinden kıdemli Bauer, İngiliz istihbaratı ile yakın ilişki içindeydi. Alfred Bauer, 1945 sonrasında İngiliz işgal güçlerinin kültür/sanat danışmanlığında da bulunmuştu.

Batı Berlin'deki Amerikan güçlerinin kültür/sanat işlerinden sorumlu görevlisi namı diğer ''Film subayı'' (''Filmoffizier'') Oscar Martay'a bağlı çalışan Bauer, Doğu'da gelişen sosyalist cumhuriyeti çökertmek için elinden geleni ardına koymayan bir antikomünistti.

İlk Berlin Film Festivali'nde ''gazeteci'' kimliğiyle bulunan NWD Funk'un kültür/sanat redaktörü Heinz Riek, festival fikri konusunda tanıklığını A. Bauer'den edindiği veriye göre şu şekilde ifade ediyor: ''Benim çılgın film festivali fikrim ile Martay'ın kapısını dikkatlice tıklatmam bir oldu. (Onun görev yaptığı Kleisstrasse'deki bürosuna her zaman yaptığım gibi yürüyerek gittim). Bana şöyle dedi: Evet, tam da benim fikrim.'' (1)

''Gazeteci'' Heinz Riek, film subayı Oscar Martay'ın ''ben Uluslararası Berlin Film Festivali'nin tek örgütleyicisiydim'' diye aktarırken, bu tarihsel anekdota gazeteci Susanne Leinemann'ın yorumu ise, Berlin Film Festivali fikrinin ''iki babası'' olduğu yönündedir.

İlk fikir ile ilk örgütleyen arasındaki açı farkının derinliğini bir kenara bırakalım. Muammaya dönen ilk fikir/ilk örgütleme sorusuna bir yanıtı da Alman film sektörünün yayın organı Film-Echo'dan okuyalım: ''Bugün hiç kimse UBFF'nin (Uluslararası Berlin Film Festivali) kim tarafından örgütlendiğini bilmiyor. Kesin olan bir şey var ki, Oscar Martay'ın çabaları olmasaydı bu festival asla hayat bulamazdı.''  (a.g.y.)

Amerikalı ''film subayı'' Oscar Martay, birkaç kez Cumhurbaşkanlığı köşkü Bellevue'ye davet edilmiş, kendisine Federal Onur Madalyası takdim edilmiş ancak ne hikmetse belirli bir süre sonra unutulmuş. Uzun yıllar Berlin'de yaşadıkları halde, kısa filmler çeken eşi ve kendisi ileriki yıllarda festivale davet dahi edilmemiş.

SINIR SİNEMALARI
Amerikalı ''film subayı'' Oscar Martay, 1948'de Berlin'e gelmesiyle birlikte toplam 700 sinemadan sorumlu işgal subayı olarak görev yapıyor. Martay'ın ilk yaptığı şeylerden biri, ''sınır sinemaları'' inşa ettirmek oluyor.

Martay, Doğu Berlinliler "rahat gelsin" diye Doğu/Batı Berlin sınırında 11 yeni sinemanın açılmasına önayak oluyor. Komünizme karşı savaşı kültür/sanat ekseninde de sürdürme azmiyle, sinema giriş ücretlerini doğudakinin altıda bir düzeyine düşürttüyor. ''İyi bir Amerikan filmi'' izlemek için Dresden'den, Leipzig'den, Rostock'dan insanlar yalnızca film izlemek için yüzlerce kilometre yol geliyorlar. 1951 yılı sonunda sınır sinemalarını ziyaret eden izleyici sayısının 2 milyonu bulduğu kaydediliyor.

''Film subayı'' Martay, ''Filmlerin siyasi içerikli olması gerekmiyordu. Buna karşın, siyasiydiler'' diye propagandalarının başarısı ile böbürleniyordu. (a.g.y.)

MOTİVASYONLARDAN BİRİ DE, ADC'DEKİ HALK DEMOKRATİK FİLM FESTİVALİ'NİN ÖNÜNÜ KESMEKTİ
Alman Demokratik Cumhuriyeti'nde hummalı bir hazırlıkla hayata geçirilmeye çalışılıp, toplumsal kültürün genişletilmesi çabasının bir uzantısı olarak ortaya çıkan ''Halk Demokratik Film Festivali''nin önünü kesmek için ''elini çabuk tutan'' ABD önderliğindeki güçler, Berlin Uluslararası Film Festivali'ni örgütlemeyi kararlaştırdılar.

''Parayı Verdi Düdüğü Çaldı: Sanat ve Edebiyat Dünyasında CIA Parmağı'' adlı kitabın yazarı Frances S. Saunders, bir bütün olarak kültür/sanat alanını şu şekilde yorumlarken son derece haklıdır: ''(…) Soğuk Savaş'ın en büyük gizli harekâtlarından biri haline gelecek olan, Batılı aydınları Amerikan davasına kazanma savaşının'' bir ön cephesi olarak tasarlanmıştı.'' (2)

50'li yıllarda CIA'in Amerika'nın Kültür Bakanlığı gibi çalıştığına işaret eden Frances S. Saunders, Allen Dulles başkanlığında kurulan Özgür Avrupa Komisyonu'nun ilk icraatları arasında yer alan Berlin'de Özgür Avrupa Radyosu'nu (RFE) kurdular. (a.g.e., s.188)  Artık ''yeni savaş'', kültür savaşı olacaktı.
Özgür Avrupa Komisyonu'nun bir işlevi de şuydu: "Eski Nazilerin Almanya'dan gizlice Birleşik Amerika'ya getirilmesi işinin koordinasyonunu yürütüyordu, bu kişilerin komünizme karşı savaşta devlete yardımcı olmaları bekleniyordu.'' (a.g.e., s. 189)

FİLM ENDÜSTRİSİNİN PAZAR MEYDANI: FİLM FESTİVALLERİ
Piyasa dayatmaları sonucuda sinema, reklam pazarlamacılığının yan sanayiine dönüştü. Kâr pastasının iştah kabartan büyüklüğü, sinema dünyasında piyasanın taleplerine büyük oranda boyun eğmeye yol açtı. Piyasa diktatörlüğüne direnen bir avuç amatör ruhla çalışma dışında sinema, reklamcılığın yan sektörü gibi işlev üstleniyor.

Bir avuç imece ruhlu grup dışında Alman sineması beş tane holdingin denetimindedir. Alman sinemasında borusu öten Constantin Film, Tele München Gruppe, Studiocanal (Kinowelt), Tobis Film ve Universum Film dışında yapımcı bulmak olanaksız gibidir.

Aşağıdaki çizelgede de görüleceği üzere, 2015 yılı verileri itibariyle toplam kasa hasılatı 30 milyar dolar civarındadır. Bu oran, 2016'da bir miktar daha artış göstermiştir. Film festivallerinin ''film tüketimini'' kışkırtmadaki katkısı muazzamdır.


Uluslararası Berlin Film Festivali'nin kuruluş motivasyonu, Sovyetler Birliği ve Alman Demokratik Cumhuriyeti'ne karşı yeni bir ''kültür cephesi'' açmaktı. Bugün bu cephede kısmi başarı elde etmenin mağrurluğuyla olsa gerek, daha az siyasi film gösterime giriyor. Ayrıca Amerikalı işgal ''film subayı'' Oscar Martay'ın düşman sezgisiyle işaret ettiği gibi, ''Filmlerin siyasi içerikli olması gerekmiyor'', ''buna karşın, siyasidir''ler.

Tevfik Taş / SOL


KAYNAKLAR
Parayı Verdi Düdüğü Çaldı: Sanat ve Edebiyat Dünyasında CIA Parmağı, Frances S. Saunders Kırmızı Yayınları, 1. Baskı, 2010, s. 55

Alper Taş ve F. Mehmet Bucak - L. DOĞAN TILIÇ

Youtube’da 2011 yılına ait bir video var. “Lost’un sonu nasıldı ya?” diye soran kadına, bir genç, diğerlerinin gülüşmeleri arasında; “CHP çok bozdu. İnanılmaz bozdu. O kadar bozdu, önünü alamadık yani… Bozdu, bozdu, bozdu, bi yerden sonra bozmaz dedik, yine bozdu…” diye, “bozdu”ları uzata uzata cevap veriyor. 
Şimdi F. Mehmet Bucak’ın belediye başkan adayı yapılmasından sonra olsa, o “bozdu”ları daha ne kadar uzatırdı kim bilir? 
Bucak aday gösterilirken, “Seçime kazanmak için girilir, Siverek’te de ancak onunla kazanılır” diye düşünülmüş olabilir. Ancak, Bucak sembol bir isim. Neyi temsil ettiğini CHP tabanı bilir. “Nasıl bizim partiden aday olur?” diye tartışıyorlar, daha da tartışırlar. 
Bucak’la Siverek’te ne kadar oy alınacağını saptamak kolay! Ancak, memleketin başka yerlerinde, CHP’ye oy verecekken, “Ulan bu da oldu ya, oy verirsem …” diye kendini pek fena bağlayanların sayısını kestirmek kolay değil! 
İlkesiz siyaset, hele de solda, insanı da, örgütleri de raydan çıkarır, ağır hasarlara yol açar! 
Önce AKP’den milletvekilliği adaylığı, sonra MHP’den adaylık derken, Bucak CHP’den belediye başkanı oldu. 
Kısa süre önce, MHP’den aday olacağını ilan ederken; “Seçime değil ölmeye geliyorum. Bir daha Bucak’ın içinde bir tane başka partiyle araba görürsem kendileri bilir, kendilerine mezar kazmaya başlasınlar”, dediğinde, onu “mafya” diye protesto eden CHP yöneticileri olmuştu. Şimdi sesleri çıkmıyor! 
Adaylar konusu CHP’de epey sarsıntıya yol açtı ve asıl sarsıntı seçim sonrası gelecek. İşte seçime 50 gün kala partinin genel sekreteri de istifa etti! Neden istifa ettiğini anlamak zor olsa da, bu az şey değil!  
Eğer bazı adayları benimsemediği için istifa ediyorsa, PM’de Genel Başkan’a aday belirleme yetkisi verilmesine karşı çıkanlara; “Her seçimde bu yetki verilir. Savaşa girilirken komutana güvensizlik olmaz” diye itiraz edişiyle tutarsızlık içinde! 
CHP’nin kimi adayları ve sembol bir isim olarak Bucak’ın adaylığı, “Aynı partiden nasıl aday olabiliyorsun?” diye, Beyoğlu belediye başkanlığına aday gösterilen ÖDP’li Alper Taş’ın da önüne de çıkarılıyor. 
PM’de adaylığı oy birliği ile kabul edilen A. Taş ve PM’ye getirilse adaylığı asla kabul edilemeyecekken aday yapılan Bucak… İkisi de CHP’den adaylar!  
A. Taş’ın açıklamalarından; adaylığı bir yerden “başkan olmak için” kabul etmediğini, garanti bir yer önerilseydi reddedeceğini, teklifin şahsına değil bir anlayışa geldiğini ve o anlayışın kampanya boyunca özgürce kendini ifade etmesi konusunda CHP ile anlaştıklarını öğreniyoruz. 
Çerçeve bu olunca; CHP’nin diğer adaylarını tartışmak A. Taş’ın meselesi olmaz.  
O ve onunla birlikte elini taşın altında koyanlar; siyasete ilkelerin ve ahlakın hakim olması, vatandaşların dikkatini sola çekecek bir başarı öyküsünün yaratılması, yönünü sağa dönen sosyal demokratların soldan giderek de kazanılabileceğini görmeleri ve hatta bir daha Bucakları düşünememeleri için de Beyoğlu’nda başarıya mecburlar! 
“Devrimin ve sosyalizmin, özünde, sevgiye dayandığının ve ilhamını iyi insanların kalbinden aldığının neredeyse unutulduğu bir dönemde, sol, devrimciliğin akılla kalp arasında kurduğu kopmaz bağı yeniden hatırlamalı. Sosyalizm, sadece doğru fikirlerin egemen olduğu bir uzmanlar sistemi değil, iyi kalplerin nefes aldığı bir dünya olarak tasarlandığı ölçüde, insanlığın kayıp rüyasını yeniden var edebilecektir.”* 
Ocağa bucağa takılmadan Beyoğlu’na odaklanıp başarmak, yukarıdaki anlayışın vücut bulmasına katkı sağlamak açısından da önemli!
 L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN
 *Oğuzhan Müftüoğlu

Vebal kimin? - TARIK ŞENGÜL

AKP’nin yatay şehirleşme vurgusu yaptığı Yerel Seçim Manifestosu’nu açıklamasından birkaç gün sonra “Dünya Şehri İstanbul”un yükselen ilçelerinden Kartal’da şehircilik ve mühendislik kurallarına aykırı bir bina, geride 14 ölü ve çokça da soru bırakarak çöktü. Mevcut imar haklarının üzerine 3 kat daha eklediği anlaşılan mülk sahiplerinin, bir süre önce imar barışından yararlanmak için başvurdukları da anlaşılıyor.
Zamanın Çevre ve Şehircilik Bakanı Mehmet Özhaseki’ye inanacaksak, İstanbul’da 600 bin riskli bina var. Bu gerçeklerin yanına bir de olası 7 şiddetinde bir depremi koyunca karşımıza sindirilmesi güç bir İstanbul gerçeği çıkıyor! 
Bu gerçekliğin karşısına önce AKP iktidarının nasıl çıktığına bakalım. Geçtiğimiz dönemin kentsel dönüşüm furyası tam da bu gerçekliğe işaret ederek başladı. Ancak gördük ki, kentsel dönüşüm bu büyük yaranın iyileştirilmesinin değil, rant devşirmenin aracıymış! Nerede rant yaratmak kolaysa orada kentsel dönüşüm projeleri “başarıyla” uygulanırken, çöken yapı ve benzerleri açısından kentsel dönüşüm ya da güçlendirme projeleri gündeme bile gelemedi. Çünkü bu tür yapılar ve bölgeler koşulları nedeniyle rant yaratmaktan uzaklar. Tam tersine bu tür sorunlu bölgeler ya da tekil yapılar için kamu kaynağı gerekiyor.
Geriye dönüp bakınca bu kaynağın olmadığını söylemek mümkün mü? Ama o kaynak ne yazık ki halkın İstanbul için değil, iktidarın düşlediği rantın İstanbul’u için kullanılıyor! Gözlerden ırak orman ve su havzalarına gözde birkaç garantili firma aracılığıyla gömülen kaynağın mevcut yapılı çevredeki tüm sorunları bitirebilecek büyüklükte olduğunu biliyoruz.
Durumu daha da ironik hale getiren, kamunun kaynak aktarmak bir yana, bu alanlarda yoğunlaşan imar sorunlarından kaynak devşirme yolunu seçmesi! Geçen seçim öncesi şapkadan çıkarılan “imar barışı” şunu söylemiş oldu, “kusura bakmayın size güçlendirme ya da dönüşüm yok ama biraz paranız varsa, sizi affedebilirim”
Kartal’da o parayı ödeyen insanlardan 14’ü yaşamını yitirdi. AKP iktidarının bu durumdan birinci derece sorumlu olduğu açık! Ama eğer eleştirilerimizde samimiysek, ana muhalefet partisi CHP’nin bu konudaki “ulusal tavırsızlık, yerel işbirlikleri” biçimin, alan tutumunu da aynı ciddiyetle gözden geçirmeliyiz.
İmar Barışı gündeme geldiğinde uyardığımız CHP yetkililerinin refleksi, “binlerce insanı ilgilendiren bu konuda alınacak karşı bir tavrın ciddi oy kaybına yol açacağı” yönünde oldu; konudan uzak durmayı yeğlediler.
Aynı tavır daha doğrusu tavırsızlıkla geçtiğimiz uzun dönemde, inşaat merkezli büyüme ve özel olarak büyük projeler konusunda karşı karşıya geldik. “İnşaat sektöründen binlerce insanın ekmek yediği”, “büyük projelere vurulunca kamuoyundan tepki alındığı” türü gerekçelerle, bu konularda yakın zamana kadar sessiz kalındı. Son dönemde de bir ses çıktıysa bu, mızrak çuvala sığmayınca oldu ve hedefe projelerden çok, taşıdığı yolsuzluklar konuldu.
Ulusal düzeydeki tavırsızlığa, imar planı değişiklikleri alanında yerel işbirlikleri modelinin eşlik ettiğini de belirtmek gerekiyor. Şişirilmiş imar planlarına ve plan değişikliklerine ilçe belediyelerinde ruhsatlandırma parasını alacağız gerekçesiyle verilen onaylar ne kadar kaynak sağladı bilmiyoruz ama CHP’yi çarpık imar düzenine ortak olma noktasına getirdi.Son günlerde belediye başkanı tesğpitleri etrafında yaşanan sert tartışmaların bu ortaklık biçimiyle yakından ilişkili olduğunu da ayrıca belirtelim.
Dahası tavırsızlık ve yerel işbirlikleri bir başka türlü siyasetin de önünü açıyor. Bu alanda doğan muhalefet boşluğunda ölçüsüz medya gücünü de kullanan AKP iktidarı, adeta bir turbo motor gibi çalışıyor; birinci turda özetlediğimiz rant düzenini işletip, parsasını topluyor, ikinci turda boş muhalefet tarafına geçip, aynı sürecin eleştirisini yaparak ikinci kez nemalanıyor.
Siyaset alanında bu imar tiyatrosu sürerken, gerçek yaşamı kuşatan bu karanlık imar düzeni Kartal’da 14 insanın üzerine çöküverdi! İşte orada çöken bina ve yaşamları çalınan insanlar, vebal kimin sorusunu ise buraya bırakıyorum.
Tarık Şengül / BİRGÜN

Kusursuz bir iddianame: Metastaz - Mine G. Kırıkkanat

Menzilci Hâkim Hasan Akdemir, istediği 1 milyon dolarlık rüşvetin tadımlığı olarak 45 bin dolar aldıktan sonra, zanlı Fikret İnan’ın avukatına: “FETÖ’cü olmadığını biliyorum. Ben tutukladım ama hata yaptım, onu yine benkurtaracağım” dedi. Yaptığı ‘hatayı’ rüşvet karşılığı ‘düzeltme’ yoluna giden Hâkim Akdemir, bu görüşmeden bir hafta sonra, adliyedeki odasında yine İnan’ın avukatından 5 bin dolar aldı. Hâkim Akdemir bu süreçte bir de terfi alıyor, Sulh Ceza Hâkimliğinden Ağır Ceza Başkanlığına atanıyordu.

İstediği paranın tamamını vermeyen Fikret İnan’ın avukatlarına ise, “Bu dava 2. Ağır Ceza Mahkemesi’ne  açılacak, sonuçta tüm itirazlara 3. Ağır Ceza Mahkemesi olarak ben bakacağım. Şimdi olmasa da yine bana geleceksiniz” diye şantaj yapıyordu.

Fikret İnan artık bunalmıştı. Avukatı Halil Canbolat aracılığıyla Hâkimler ve Savcılar Kuruluna (HSK), Hâkim Hasan Akdemir’i şikâyet etti. HSK’nin ve İstanbul Anadolu Cumhuriyet Başsavcılığının bilgisi dâhilinde “suçüstü” için düğmeye basıldı. İlk amaç, Hâkim Akdemir’in rüşvet talebinin tespitiydi. 

Avukat Canbolat ile Hâkim Akdemir 14 Nisan 2017 günü görüşmek üzere randevulaştı. İstanbul Emniyeti Mali Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğünden ses kayıt cihazları temin edildi ve avukat Canbolat’ın üzerine konuldu. Elde edilen ses kayıtlarında, Hâkim Akdemir para karşılığı tahliye sağladığını kabul ediyordu. Ama hâkim, avukata kızgındı, zira istediği rüşvetin tamamı ödenmemişti! Avukat Canbolat ile Hâkim Akdemir’in ses kaydı hızlıca kâğıda döküldü ve gizlice HSK’ye gönderildi. Beklenen talimat sözlü geldi; FETÖ şüphelisi Fikret İnan, rüşvet şüphelisi Hâkim Hasan Akdemir’le buluşturulacaktı. 
Takvim18 Nisan 2017’yi gösteriyordu. 

Fikret İnan, Başsavcılığın gözetiminde hâkimin ‘iş ortağı’ Avukat Serap Bindal’ı aradı, randevu talep etti. Akşam saat 18.00’de, Av. Bindal’ın Pendik’teki ofisinde buluşma kararı alındı. Vakıfbank’tan temin edilen, seri numaraları kayıtlı 50 bin dolar, Mali Şubede görevli polis memurları nezaretinde Fikret İnan’a verildi. Ayrıca, İnan’ın pantolonunun içine 2 ayrı ses kaydedici cihaz yerleştirildi. 
Her şey o kadar trajikti ki... 
Düşünün... 
Devletin yargısı ve polisi, halen Fethullahçı Terör Örgütü’ne üye olmakla ve örgütü finanse etmekle suçlanan bir işadamıyla işbirliği yapıp, başka bir tarikatın müridi olan görevdeki bir yargı mensubuna suçüstü yapmak durumuna düşmüştü! 

Hâkim Hasan Akdemir, bu kez yem olarak sunulan 50 bin dolar daha rüşvet aldığı görüşme sırasında, “Yanlış anlamayın, bende zamparalık yoktur. Yani böyle (rüşvet parasıyla) karı kız atacak halimiz yok... Hizbullah davalarına bakan hâkimim. Muhsin Yazıcıoğlu’nun dosyasına bakan hâkimim. Yazıcıoğlu’nun dosyasından beni ölümle tehdit ettiler. Bir de İbrahim Okur, HSYK’nın bir numaralı adamı… Onu tutukladıktan bir gün sonra arabamın frenini boşalttılar” diye övünüyordu. 

Hasan Akdemir tutuklandı.
Peki...
Hâkim Hasan Akdemir’i  “rüşvetten suçüstü” yakalatan, İstanbul Anadolu Adliyesi Başsavcısı Fehmi Tosun’a ne oldu biliyor musunuz? 
Hâkim Akdemir’e rüşvet alırken suçüstü yaptıktan yaklaşık 2.5 ay sonra, 3 Temmuz 2017’de görevinden alındı ve Yargıtay’a gönderildi. Çocukları İstanbul’da öğrenim gören Fehmi Tosun için bu bir ödül değil, cezaydı. 
Menzilci Hâkim Hasan Akdemir’i tutuklayan Hâkim Mehmet Özakar’a ne oldu dersiniz? 

Bir duruşma sırasında, o da gözaltına alındı, FETÖ üyeliğinden tutuklandı, hâkimlikten ihraç edildi ve... İtirafçı oldu! 
Özetlersek: 
Tahliye ettiği FETÖ şüphelisi işadamlarını tutuklatan savcıya “FETÖ’cü” diyen hâkimi, FETÖ soruşturmasında rüşvet aldığını ortaya çıkaran başsavcının “rüşvet alan bir FETÖ’cü” olduğunu iddia ettikten sonra tutuklayan hâkim, FETÖ’den tutuklandı! *

(*) Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu’nun Metastaz (Kırmızı Kedi, 2019) başlıklı belgeselinden alıntıdır.

***


Gazeteciliğin iktidar kasideciliğine indirgendiği günümüzde, bağımsız ve araştırmacı tüm genç meslektaşlarımız başımızın tacı; Barış Pehlivan ile Barış Terkoğlu ikilisi ise, çeliğine Silivri’de su verilmiş kılıç kalemleriyle gurur kaynağımızdır. 

“İki Barış”ın son eseri Metastaz, kitaptan öte kunt bir iddianame... Suç ne, suçlu kim, her şey açık. Bu ülkeye adalet ve dürüstlük geri geldiğinde, yargıya rehber olacak!

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Bir MİT'çinin itirafı!.. - AHMET TAKAN

"ABD'nin niye teslim ettiği" hâlâ sırlarla dolu olan bebek katili Abdullah Öcalan'ın yakalanıp Türkiye'ye getirilişi operasyonunun üzerinden 19 Şubat 2019 tarihi itibarıyla tam 20 yıl geçmiş olacak.Terörist başı Öcalan'ın Kenya'da paketlenmesinden önce de ortadan kaldırılması için Türkiye'nin çeşitli hamleleri oldu. Bunların bir kısmı kamuoyuna yansısa da bilinmeyen çok şey var!..

Bunlardan biri de kamuoyunun öğrendiği ve çok tartışılan 1996 yılında Öcalan'ın Suriye'de barındığı villada ortadan kaldırmaya yönelik başarısızlıkla sonuçlanan operasyondur.

O operasyonu yönetenlerden dönemin MİT Kontr-terör Daire Başkanı Mehmet Eymür suskunluğunu bozdu. Eymür, başarısızlıkla sonuçlanan o operasyon için,"Hata ettik, keşke Yeşil'e yaptırsaydık; Yeşil'e yaptırsaydık o becerirdi, Apo'yu öldürmüş olurduk" dedi. "Yeşil" kod adlı MİT elemanı Mahmut Yıldırım'ın sağ olup olmadığı ise hâlâ kamuoyunda tartışılıyor.

Mehmet Eymür, yıllar sonra bu itirafı bana yapmadı. Gazeteci  dostum Murat Yetkin'in, "Yakalanışının 20. yılında, yeni bilgi ve belgelerle, Şam'dan İmralı'ya Öcalan. Kürt Kapanı" adlı kitabında okudum. Kitabın içi haber kaynıyor!.. Murat Yetkin'in kitabı 15 Şubat'ta piyasaya çıkacak. Bir solukta okuduğum kitaptan bazı bölümler aktarayım.

Başarısızlıkla sonuçlanan "Mersedes Operasyonu"ndan başlayayım: "...bu operasyonun başarısız kalmasının ardından MİT Müsteşarı Sönmez Köksal Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı'ya gitti. Genelkurmay İstihbarat Başkanı Korgeneral Çetin Saner'in operasyondan bir süre önce Şam Büyükelçiliği Askeri Ataşesi'yle telefonda, 'şimdi seninkiler dinliyordur, dinlesinler. O Apo k..ni sürükleye sürükleye getireceğiz, ekipler yolladık, peşindeyiz' dediği yolunda istihbarat bulunduğunu şikâyet edecekti. Konuşma,Türk askeri ataşesinin telefonunun Suriye istihbaratınca dinlendiği bilinmesine rağmen yapılmıştı. Bu konuşma sonrası, örneğin havaalanı yolundaki Mahsum Korkmaz-II eğitim kampı ve Öcalan'ın kaldığı villa etrafındaki nöbetçi kulübeleri bir kat daha yükseltilmiş, bölgede daha sık polis devriyesi görünür olmuştu..."

Ben de uluslararası siyasette tesadüflere inanmayanlardanım. CIA'nın ilk kadın başkanı olan Gina Haspel'in katil Öcalan'ın teslim ediliş sürecinde Ankara'da istasyon şefi olduğunu biliyor muydunuz?.. Murat Yetkin'in anlatımından:
"ABD Dışişleri Bakanı Pompeo'nun bir önceki görevi, ABD gizli servisi CIA'in [Central Intelligence Agency- Merkezi Haber alma Dairesi] başkanlığıydı.

Nisan 2018'de Trump tarafından Dışişleri Bakanlığı'na atandığında yerine yardımcılarından Gina Haspel, yeni CIA Başkanı oldu. CIA'in bu ilk kadın başkanı, El Kaide zanlılarının işkenceli sorgularına adı karışmış birisiydi ama Türkiye'yi ve bugün dahi bizleri yakından ilgilendiren bir özelliği daha vardı.

Haspel, 1998-2000 yılları arasında Türkiye'de görev yapmıştı. Ankara'daki ABD Büyükelçiliği'nde Birinci Kâtip paravan görevi altında aslında CIA'in Ankara istasyonu olarak çalışan, Büyükelçilik içindeki Office for Regional Affairs [Bölgesel İşler Bürosu] için çalışıyordu ve aslında CIA Ankara istasyonunun iki numarasıydı.Bu görevdeki üstü, Councellor for Regional Affairs [Bölgesel İşler Müşaviri] Terry Percival idi. Haspel, Ankara'ya Bakü'den gelmişti, daha önce iki yıl da Azerbaycan'da 'bölgesel işlere' bakıyordu; Azerbaycan'ın güneyi İran, kuzeyi Rusya, batısı Türkiye olunca, 'Hangi bölgesel işler?'sorusu gereksiz kalıyordu. Zaten Haspel'in kadrosu, kendisi Ankara'dayken de hep Washington merkezde kalmıştı; CIA karargâhının bulunduğu Langley'de karşı-casusluk dairesinde Rusya masasına bakıyordu  Haspel'in Ankara'ya atandığı 1998'de, yeni Amerikan Büyükelçisi Mark Parris de göreve başlamıştı.

Ancak halihazırdaki CIA Başkanı Gina Haspel'in Türkiye'de baştan sona çalıştığı tek yıl olan 1999'da şu gelişmelerin olduğu bir gerçek:
....
Bahar aylarında ABD, Iraklı Kürt liderler Barzani ve Talabani'ye bağlı peşmergelere silah ve askeri malzeme sağlamaya başladı. Bunun, 2003'te Irak'ın işgali operasyonu ve Irak'ta Kürt özerkliğine hazırlık çerçevesinde olduğu sonradan anlaşılacaktı. ABD Başkanı Bill Clinton, CIA'i Öcalan'ın yakalanması için MİT'le ortak operasyonun başladığı 5 Şubat günü, Barzani ve Talabani'ye silah yardımı iznini de onaylamıştı."

ABD, Öcalan'ı verip Gülen'i mi aldı?
Murat Yetkin'in kitabından bir heyecanlı bölüm daha:
"ABD ile kötüleşen ilişkiler 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin arkasında Fethullah Gülen Örgütü'nün olduğunun anlaşılmasıyla daha da gerildi. Kitabın başında söylediğimiz gibi, adeta 1999'da ABD yönetimi, Öcalan'ı vermiş, Gülen'i almıştı.

Öcalan'ın tesliminden beş hafta sonra, tam da 21 Mart Nevruz günü Fethullah Gülen ABD'ye uçmuş, halen yaşayıp örgütünü yönetmeye devam ettiği Pennsylvania'daki çiftlik evine yerleşmişti.

İsmini saklı tutmak isteyen bir devlet yetkilisi ise, bu kitabın hazırlığı çerçevesindeki görüşmemizde daha ilginç bir tahlil yapacaktı: 1950'lerde ABD'ye eğitim için giden askerler, 27 Mayıs Darbesi'ni yaptı. 2000'lerde giden asker, polis ve yargı mensuplarıyla ise 15 Temmuz'a geldik."

O günleri okuyunca bugünleri daha iyi anlayacaksınız!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

Medeniyetin gizeminde bir Göbeklitepe!. - Mehmet FARAÇ

Bizi tarihin girdabına sürükleyen gizemin sonu var mıdır diye çok düşündüm?.. Olabilir mi tarihin soylu mabetlerinin önünde, insanı şaşkınlıktan esas duruşa geçiren bir eser?..

Efes mi, Hasankeyf mi, Nemrut mu yoksa çölde haykıran yumruklar gibi duran Mısır Piramitleri mi?.. Hiç kuşkunuz olmasın artık hiç biri değil!..
Çünkü artık bambaşka bir yer var...

Mezopotamya'nın bağrındaki o tepeye baktığınızda, tarihin en eski kalıntılarıyla orada el ele tutuştuğunuzda, gizem sarmalının içinde zihninizde çok sorular da dolaşacaktır;

Acaba kaç tarih parçası, geçmişin izlerini günümüze taşırken, tarihin tam ortasında paslanmaz bir çivi gibi duruyordur...

Kaç tanesi, eskimiş bir arkeolojik bayrağı, terk edilmiş tepelerin zirvesinde, kayalara mıhlanmışçasına dalgalandırıyordur?..

Ve kaç tanesi "zaman su gibi akıyor" gerçeğinde savrulurken; aynı zamanda tarih hiç ummadığımız kadar eskiden başlamış diye düşündürüyordur?..
Peki, eski zaman insanlarının ellerinin değdiği, ayak izlerinin savrulduğu topraklarda; sanki az ötede, bir kayalığın ardından bize hiç benzemeyen ancak bize geçmişi şoke edecek biçimde anlatacak bir canlı çıkacak gibiyse ne yaparsınız?..

İşte orası; yani Urfa'nın adeta terk edilmiş bir köşesinde, bozkırın ortasında, bir vadinin yükseğinde, kollarını bağlamış, ellerini kenetlemişçesine sabırla bekleyen tarih babanın, size "heeyyyy" diye bağırdığını hissettiriyor!..

Başınızı kaldırıp baktığınızda, bağrı deşilmiş bir bedenin içinden, sanki ana rahminden isyan edercesine çıkan o kalıntılara odaklanıyorsunuz ve tarihe başkaldırır gibi yükselen o şaşkın kayalarla göz göze geliyorsunuz!..

Toprakta isyan eden tarih!..
Orası Urfa... Hz. İbrahim'in ateşe atıldığı, Hz. Eyüb'ün sabır mağarasında çile çektiği şehir... Hz. İsa'nın yüzünün yansıdığı mendil o kentin kapılarına asılmıştı...

Peki ya Adem ile Havva?..

Dünyanın ilk üniversitesinin kalıntılarının yer aldığı Harran'a uzanan uçsuz bucaksız ovada, daha nice keşfedilmemiş tarih yaprağı dururken, biri artık toprağın altında zamanın tükenmişliğine isyan ederek baş kaldırdı...
Alman Der Spiegel dergisi, işte o yüzden "Adem ile Havva burada yaşadı" diye yazdı...

Orası "Dünya'nın İlk Tapınağı Göbeklitepe..."
İnsanlık tarihiyle ilgili şimdiye kadar yazılan ve bilinenleri alt üst eden bir şaşkınlık merkezidir orası...

Urfa'ya 15 km. uzaklıktaki bu arkeolojik bölge, bir çiftçinin bulduğu bereket tanrısı heykeliyle dikkat çekmiş... 1995 yılında arkeolog Prof. Klaus Schmid tarafından Alman Arkeoloji Enstitüsü'nün desteğiyle başlayan kazılar sonucu günümüzden tam 12.000 yıl önce inşa edilmiş müthiş kalıntılar ortaya çıkartılmış.
Dünya arkeolojisinin şaşkınlıkla izlediği Göbeklitepe kalıntılarını Urfa tarihi üzerine araştırmalarıyla tanınan değerli dostlarım Müslüm Akalın ve sanat tarihçisi Cihat Kürkçüoğlu'yla birlikte dolaştık...

"Arkeolojik olarak Çanak Çömlek Öncesi Neolitik A Dönemine (M.Ö. 9.600 - 7.300) ait olan Göbeklitepe'de, bir tepe üzerine inşa edilmiş çok sayıda yuvarlak biçimli yapı" bulunmuş...

Kayaların üzerinde ustaca çizilmiş tilki, yaban domuzu, boğa, yılan, turna ve yaban ördeği tasvirleri var... Taşlar üzerine kazılan hayvan tasvirlerinin yanında üç boyutlu kabartma şeklinde yapılan başka betimlemeler de yer alıyor... Bunlardan en önemlisi "T" biçimindeki sütunun yan tarafındaki müthiş aslan kabartması.
Göbeklitepe'de stilize edilmiş insanları tasvir eden "T" biçimindeki sütunların ağırlıkları 40 ila 60 ton arasında değişiyor... İlkel el aletlerinden başka bir aracın olmadığı bir çağda, devasa sütunların bölgeye nasıl taşındığı ve dikildiğini arkeologlar henüz saptayamamış...

Gizemin dans ettiği şehir!..
Peki nedir burası?.. Bir yaşam alanı mı, bir kale mi, bir mabet mi ya da bir mezarlık mı?.. İnsanlığın avcı toplayıcı döneminde, yerleşim ve tarım kavramlarından çok uzak olduğu 12.000 yıl öncesinde, bu yapıların nasıl tasarlandığı sorusu henüz yanıtlanamıyor.

Bazı arkeologlar "avcı toplayıcı olan bu topluluğun şamanik bir düzende organize olduklarını" tahmin ediyor...

Her ne kadar şimdiye kadar ölülere ait kemikler bulunmasa da, bazı arkeologlar Göbeklitepe'nin ölü gömme yeri olduğunu öne sürüyor... Ancak uzmanlar, kazılmamış bölgelerde kemik kalıntılarına rastlanacağını da tahmin ediyor...
Cihat Kürkçüoğlu da; kalıntıların, Kaba Taş Devri'nin sonu ve Cilalı Taş Devri'nin başına ait olduğunu düşünüyor... Yani insanlığın avcılıktan yerleşik düzene geçtiği dönem...

Müslüm Akalın ise yabancı yayınlarının bölgeyi Adem ile Havva ile ilişkilendirmesinden yola çıkarak, Urfa'nın çevresindeki bazı yerleşim birimleri ile mesire yerlerinin adlarına da dikkat çekiyor... Örneğin cenneti andıran "Edene" köyüne vurgu yapıyor...

Göbeklitepe'de henüz kazılmamış çok bölge var... Cihat Kürkçüoğlu'na göre ise oraya benzer "Hamzantepe", "Karahantepe" ve "Sefertepe"de de arkeolojiyi şaşırtacak bulgular çıkabileceğini düşünüyor...

Anlaşılıyor ki, insanlık tarihinin en eski yerleşim birimlerinden olan Urfa'nın nice tepelerinde tarihin nazlı kalıntıları ellerini gökyüzüne uzatmayı bekliyor... Ve birilerinin bir an önce o ellere uzanmasını!..

Göbeklitepe'nin bir rastlantı sonucu bulunması, insanlığın ve tarihin gizeminin çözülmesi açısından büyük bir şans...

OKURLARA NOT;
Göbeklitepe'yle ilgili 2013'teki bu gözlemlerimiz, "Oraya, tarihin dans ettiği topraklara giderseniz, hiç şaşırmayın ki, belki bir kayanın ardında ve belki de küçük bir tepenin yamacında size el edecek bir eski zaman insanının gizemini hissedeceksiniz" diye sonlanmıştı.

Aradan beş yıl geçti ve yeni buluntular Göbeklitepe'nin gizemine gizem kattı... Nisan ayında gidip göreceğim, herkese öneriyorum...


Mehmet FARAÇ / YENİÇAĞ

9 Şubat 2019 Cumartesi

Avrupa Birliği’nde İtalya çatlağı! - ERHAN NALÇACI

Bir süredir Avrupa Birliği (AB) içinde İtalya’nın ayrıksı bir politika izlemesi dikkat çekmeye başladı, ayrıca bu çatlağın etrafında AB emperyalizminin pislikleri etrafa saçıldı. Bu çatlağı kısaca da olsa ele almak yararlı olacak.

Daha çok yeni, İtalyan Başbakan Yardımcısı ve Beş Yıldız Hareketi’nin liderlerinden Di Maio’nun Paris yakınlarında Sarı Yelekliler’in liderleriyle buluşması bu çatlağı iyice gözükür hale getirdi. Di Maio’nun şu mesajı ortamı alevlendirdi: “Değişim rüzgârı Alpleri aştı.”

Fransız hükümeti buna çok öfkelendi, Roma büyükelçisini bir süreliğine geri çağırdı ve İtalya’yı içişlerine karışmakla suçladı.

Fransız hükümeti nasıl kızmasın, Di Maio daha önce doğrudan Sarı Yelekliler’e seslenerek, Beş Yıldız Hareketi ile Sarı Yelekliler arasında bir “ruh” birliği kurmuş ve şuna işaret etmişti: “Sarı Yelekliler doğrudan demokrasinin Avrupası”.
Şu “doğrudan demokrasi”ye daha sonra geleceğiz ama önce oluşan çatlağın diğer boyutlarına bakalım.

Avrupa Birliği ABD’nin Venezuela’ya haydutça bir küstahlıkla cumhurbaşkanı olarak tayin etmeye çalıştığı kişiyi tanımaya eğilimli, ancak bu kararın İtalya tarafından veto edildiği anlaşıldı. İtalyan hükümetinde de bu veto sorun olmuş gözüküyor, çünkü hükümet ortağı olan Lig Partisi tanınmasından yana.

Bir diğer mesele ise Birleşmiş Milletler’deki Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesi tartışması. Avrupa’dan İngiltere ve Fransa Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri arasında bulunuyorlar. Almanya’nın da uzun süredir, Sovyetler Birliği’nin çözülüşü sonrası emperyalist dünyanın bu önemli kurumunda gözü var ve iki hafta önce bahsettiğimiz Fransa ile Almanya arasındaki Aachen Anlaşması’nda Almanya’nın üyeliğinin desteklemesi, gerekirse aralarında dönüşümlü hale getirilmesi maddesi bulunuyordu.

İtalyan hükümeti ise Fransa’nın daimi üyeliğine karşı çıkıyor, onun yerine İtalya olsun diyemiyor ama Fransa olmasın ve AB bir bütün olarak Güvenlik Konseyi’nde temsil edilsin diye ileri sürüyor.

İtalyan-Fransız rekabeti ise göçmen sorununda bir kez daha yüzeye çıktı. Beş Yıldız Hareketi ve ortağı faşist Lig partisi göçmen karşıtı bir politika yürütüyorlar. Bu politika yer yer göçmen gemilerinin İtalya’ya yanaşmasına izin vermeme gibi insanlık dışı uygulamalara da yol açıyor.

Bu çelişkiye ve AB’nin göçmen politikalarıyla ilişkili ayrıntılara burada girmeyeceğiz, ama bu sorun etrafında İtalya Fransa’nın bütün kirli çamaşırlarını ortaya döktü. Fransa’nın batı Afrika’daki eski sömürgesi olan 14 ülkeli, 250 milyon nüfuslu coğrafyayı mali sermaye aracılığıyla sömürmeye devam ettiğini, bu ülkelerin ortak para birimi olan CFA Frangını basarken büyük bir ranta el koyduğunu açıkladı. Eğer bu yarı-sömürge düzeni olmasaydı, Afrika halkları göçmek zorunda kalmayacaklardı, Fransa ise bugünkü ekonomik gücünü kaybedecekti.

Görüldüğü gibi bu çatlak en azından alışılmış olandan farklılık gösteriyor. Bu farkı çözebilmek için İtalya’da ne olduğunu anlamak gerekiyor.

İtalya ulusal gelirinin %132’si kadar borcu, hemen sıfır civarında seyreden ortalama büyüme oranı ve %10’u aşan resmi işsizlik oranıyla bir kriz ülkesi. Üstelik bütün düzen partilerinin prestij kaybına uğraması ile uzun süredir siyasi bir krize de sürüklenmişti.




Fotoğrafta Beş Yıldız Hareketi’nin liderleri olan komedyen Beppe Grillo ile Luigi Di Maio görülüyor







Bu kriz ortamında “düzen karşıtı” gözüken, doğrudan demokrasi ile internetten örgütlenme ve internet aracılığı ile karar almayı savunan, göçmen ve AB karşıtı Beş Yıldız Hareketi, özellikle yoksul bölgelerin oylarını alarak yükseldi. Geçen yıl oyların %32’sini alarak hükümeti kurdu, koalisyon ortağının ise faşist Lig Partisi olduğunu söylemiştik.

Ne sağcı ne solcu olduğunu iddia eden ve bir sermaye partisi olan Beş Yıldız Hareketi siyasi krizi yoksul emekçilerin düzen karşıtlığını suistimal ederek aşmış oldu.
Ama ya sermayenin iktisadi krizi?

Aslında savunulan şey, “İtalya kendi için emperyalist olmalıdır”dan başka bir şey değil.

İtalya Afganistan’dan asker çekiyor, Asya’daki asker sayısını azaltıp, Afrika’ya kaydıracakmış. Fransa ile neden Afrika konusunda bir rekabete girdiği şimdi daha iyi anlaşılıyor. İtalya Afrika’dan payını istiyor!

Şu bilgiyi paylaşırsak bu hareketin nasıl bir şey olduğu daha iyi anlaşılır. 

Sahtekârca düzen karşıtıymış gibi gözükürken, aşı karşıtlığı da yaptığı ve kızamık salgınının defalarca İtalya’da arttığı söyleniyor.

Emekçi sınıfların iktidarını istemeyen hiçbir hareketin insanlığın bugün karşılaştığı ağır sorunların aşılmasına bir faydası yok, aksine “doğrudan demokrasi” gibi aldatıcı söylemlerle zarar veriyorlar.

Erhan Nalçacı / SOL

Ya babası Takkeci olsaydı? - Miyase İlknur

CHP İzmir Büyükşehir Belediyesi başkan adayı Tunç Soyer’in adaylığı daha kesinleşmeden yandaş cepheden salvolar başladı. Nagehangiller’in daha aday adayı iken Tunç Soyer’i hedefe koymasının nedeni, babası merhum Nurettin Soyer’in 12 Eylül’de MHP davasında savcı olarak görev yapmış olması...
 
Güya İYİ Parti’liler MHP davasında savcılık yapan Tunç Soyer isminden rahatsızlarmış. Bizzat İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener, Tunç Soyer isminden hiçbir rahatsızlık duymadıklarını söylemesine karşın, neredeyse “yok yok rahatsızsınız, biz biliriz, rahatsız olduğunuzun farkında değilsiniz” diyecekler.

Ne yapmış Nurettin Soyer? MHP davasında savcı olarak görevlendirilmiş. Üstelik de Ankara Sıkıyönetim Komutanı Recep Ergun’un şifahi emriyle. Kendisi durup dururken, “Hazır darbe oldu, ben de şu faşist MHP’liler hakkında bir dava açıp hepsinin idamını isteyeyim de görsünler günlerini mi?” demiş. Yoo, Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından görevlendirilmiş. Hem de sözlü olarak. Defalarca Ankara Sıkıyönetim Komutanı Ergun’dan yazılı emir istemesine karşın ancak haftalar sonra Milli Güvenlik Konseyi’nden emir gelmiş. Soyer’in talep ettiği sivil savcılar da gelince soruşturma hızlandırılmış ve MHP sanıkları 3 Ekim 1980’e kadar bir gün gözetim altında kalmadan doğrudan savcılığa getirilmiş ve hemen mahkemeye çıkarılmış. 


Peki İstanbul’da yürüyen DİSK davasında ne olmuş? 
DİSK davası sanıkları tam üç ay gözetimde tutulmuş. Üç ay daha gözetim altında tutulmaları için özel yasa çıkarılmış. 

O davanın savcısı Albay Süleyman Takkeci, DİSK’lilerle birlikte CHP’li yönetici ve milletvekillerini de DİSK’le aralarında eylem birliği olduğu savıyla hapse tıkmak ve idamla yargılamak istiyordu. CHP’lilerin DİSK’le eylem birliği dediği şey de CHP’li milletvekillerinin 1 Mayıs İşçi Bayramı’na katılmalarından ibaretti. Nitekim dönemin CHP’li İstanbul Belediye Başkanı Ahmet İsvan’ı 1 Mayıs İşçi Bayramı’na katıldığı ve işçilere otobüs tahsis ettiği için 22 ay hapiste yatırdı.
 
Nurettin Soyer, sadece MHP davasının mı savcısıydı?
Hayır... TİKP, TÖB-DER, DEV-YOL, MHP Milletvekili Gün Sazak’ı katleden DEV-SOL militanlarının davasında da savcı olarak görev yaptı. MHP’lilere göre Marksist olan Nurettin Soyer, Gün Sazak cinayetinde yakalanan bir sanığın poliste önce itiraf ettiği ancak sonradan inkâr ettiği ifadesindeki çelişkileri yakalayarak yeniden sorgulayan ve bu sayede cinayetin faillerini belirleyen savcıydı. Soyer, Ankara Sıkıyönetim Komutanı Recep Ergun’un talimatıyla bir yabancı gazeteye demeç verdiği iddiasıyla CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit’i de sorguladı. 

Soyer’e saldıran güruh, bazı MHP’lilerin ağzından “Nurettin Soyer’in gözetiminde Emniyet’te bize işkence yapıldı” iddialarını diline dolamışlar. Sıkıyönetim döneminde gözaltına alınanlar bilirler ki, işkence ya Emniyet’te ya da cezaevinde gardiyan ve görevli erler tarafından yapılır. Gözaltına alınan sanıkların en büyük arzusu bir an önce Emniyet’ten kurtulup savcının karşısına çıkmaktır. MHP’lileri gözaltında tutmayıp hemen savcı karşısına çıkaran Nurettin Soyer’e bu suçlamaların yapılması ne vicdana, ne de akla sığar. 

Ülkücü azılı katillerin en sıkı korunan cezaevlerinden sol terör örgütü mensupları gibi tünel kazma zahmetine bile katlanmadan elini kolunu sallayarak çıktığı bir dönemde MHP’lilere zulmetmek o kadar da kolay değildi. 

Soyer, sanıkları bir an önce sorgulamak için emniyetin elinden alırken İstanbul’daki bir başka meslektaşı Takkeci, gözaltında iyice belalarını bulsunlar diye DİSK davası sanıklarının gözaltı sürelerini uzattı. İşkence iddialarına karşı Ahmet İsvan’ın TRT kamerası önünde yaptığı konuşmanın stüdyoya giderek montajılanmasına katıldı ve “İşkence vardır sözünü işkence yoktur”a çevirtti. Uyuşturucu ve silah kaçakçıları ile Gümüşkapı denen ve özel şifre ilen girilen gazinoda her akşam rakı sofrası kurdu. Kızının düğününü de mafyanın mekânı olan bu gazinoda yaptı. Yargılanan mafya üyelerinin salıverilmesi için rüşvet tarifesi düzenledi. Ülkücü sanıkların suç delillerini ortadan kaldırdı. 1992 yılında kendisiyle yaptığım söyleşide Bana kalsa CHP’lilerin  hepsinin idamını isterdim” demişti. Ardından da eklemişti: “Ama o Nurettin Soyer yok mu, partinin genel merkezi Ankara’da, davanın burada açılması gerekir diye dosyayı aldı elimden.” 


Varsayalım ki, Nurettin Soyer iddia edilen hukuksuzlukları yaptı. Bundan Tunç Soyer’e ne? CHP’nin lideri İnönüAli Kemal gibi mütareke basınının en ateşli kalemşörünün oğlu Zeki Kuneralp’i büyükelçilik makamına getirdi. O Kuneralp, devletimizi şanla şerefle temsil etti. 

Tunç Soyer babasıyla gurur duysun ve şükretsin, ya babası Süleyman Takkeci olsaydı?

Miyase İlknur - CUMHURİYET