13 Şubat 2019 Çarşamba

Memleketin tanzim satışı - FATİH YAŞLI


Türkiye’de muhalefet yok. O kadar yok ki, TEKEL’i özelleştiren, tütüncülüğü bitiren, şeker fabrikalarını satan, buğdayı, eti ithal eden, bir zamanların kendi kendine yeten tarım ülkesini uluslararası tarım tekellerinin çıkarları adına sebze tezgâhlarının önünde kuyruklara girilen bir yer haline getiren iktidar, tüm bunların sorumlusu kendisi değilmiş gibi, fahiş fiyat artışını kolaylıkla “kabzımal terörü”ne, aracılara, halcilere yıkabiliyor.
Türkiye’de muhalefet yok. Türkiye’de muhalefet o kadar yok ki, İstanbul’u 25 yıldır yöneten, rant ve beton üzerine bir ekonomi kuran, “imar barışı” adı altında korkunç bir kötülüğe tüm toplumu ortak eden, deprem toplanma alanlarını AVM’ye dönüştüren, yıkık tek bir binadaki arama kurtarma çalışmalarını ancak beş günde tamamlayabilen bir iktidar, tüm bunların sorumlusu değilmiş gibi, rantı durdurmaktan, kentsel dönüşümden söz edebiliyor, hatta ve hatta cenazelerde gözyaşı dahi dökebiliyor.
Türkiye’de muhalefet o kadar yok ki, iktidar kendilerinden daha önce açılmış üniversiteleri, havaalanlarını ve hastaneleri bile “bizden önce yoktu” yalanıyla sahiplenerek ülkedeki her olumlu gelişmenin gerisinde kendisinin olduğunu iddia ederken, olumsuz herhangi bir şeye dair tek bir sorumluluk almıyor, başkalarını suçlayabiliyor.
Ve Türkiye’de muhalefet o kadar yok ki, “Reis” kendi kendine hayali düşmanlar yaratarak, “faiz lobisi” diyerek, “dış güçler” diyerek, “spekülatörler” diyerek, “teröristler” diyerek o hayali düşmanlarla kavga ediyor ve kolaylıkla “siz bir mermi kaç lira biliyor musunuz” diye sorabiliyor.
Ekonomik krize tepki olarak seçimleri kazanan bu iktidar döneminde ilk kez bir seçime ekonomik kriz koşullarında giriliyor. Bu, tüm toplumu ama en çok da iktidar partisinin tabanını oluşturan yoksul kesimleri vuruyor. “Reis” de bunu fark etmiş durumda ve son birkaç gündür yaptığı konuşmalara bakılırsa seçim söylemini buna göre kuruyor.
Makro göstergelerin öyle kolay düzeltilmesi mümkün olmadığı gibi, bilakis daha da kötüleşeceği, yani ekonomik durgunluğun daha da derinleşeceği ve işsizliğin daha da artacağı, enflasyonun da hızla düşmeyeceği bir döneme girmiş bulunuyoruz. Halk ise bunu en çok gıdada, markette, yeme içmede hissediyor. Dolayısıyla makro göstergelere müdahale etmek kısa vadede bir etki yaratmayacağı için, seçime kadar günü kurtaracak birtakım geçici tedbirlere ve bir söyleme ihtiyaç var.
Bunun tedbir ayağını tanzim satış uygulaması oluşturuyor, sebze satışına yakında deterjan ve bakliyatın da ekleneceği, “Ak Market”in ürün çeşitlemesine gideceği görülüyor. Öte yandan söylemsel düzeyde ise “Reis”, “kriz yok” noktasından “kriz var ama sor bakalım niye var” noktasına gelmiş durumda ve tam da bunun için “bir merminin fiyatı kaç lira” diye soruyor, Gabar’la toptancı halini, Tendürek’le marketleri aynı söylemin parçası haline getiriyor. Ekonomide yaşanan sıkıntıların kaynağı olarak “terörle savaş”ı, ekonomik sıkıntıların çözümü olarak da “ekonomik terörle savaş”ı gösteriyor.
Seçim yaklaştıkça bu söylem derinleşecek, muhtemelen yine bir yandan Suriye’de birtakım askeri girişimlerde bulunulacak ve bir kez daha milli mutabakat korosu kurulacak, öte yandan ise hayat pahalılığının sorumluları olarak gösterilecek birileri toplumun önüne atılacak, onlara bağırılacak çağırılacak. Muhalefet ise yok hükmünde olduğu için bunları seyretmekle yetinecek.
Seçimlerden sonra mı? Seçimden sonrası tufan olduğuna göre, herkesin şapkasını alıp gerçek bir muhalefetin inşası için düşünmesi gerekecek.
Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Kitapta KDV kalktı peki ya sonrası? - BÜLENT ABATAY

Erdoğan’ın duyurduğu ve gelecek hafta yasalaşması beklenen kitap ve süreli yayınlarda KDV’nin tamamen kaldırılması gündemde. Çok zor günler geçiren yayıncılar, daha kalıcı çözümler bekliyor.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, önceki gün yaptığı açıklamada gelecek hafta TBMM’de görüşülecek kanunla kitap ve süreli yayınlarda (gazete ve dergi) KDV’nin sıfırlanacağını açıkladı. Atatürk Kültür Merkezi Temel Atma Töreni’nde konuşan Erdoğan, “Bu hafta kitapta ve süreli yayınlarda KDV oranını sıfıra düşürme uygulaması genişletiliyor. Artık kitapta, dergide, gazetede KDV olmayacak. Böylece dijitalleşmeyle birlikte dezavantajlı duruma düşen yayıncılara destek sağlıyoruz” dedi. 
Yasayla beraber kitabın yayıncıdan bayiye çıkışında ve bayiden de tüketiciye ulaşımında KDV ödenmeyecek. 17 Ocak’ta TBMM’den geçen yasa ile kitabın yayıncıdan kitapçılara teslimi sırasında kitapçıların ödediği yüzde 8’lik KDV sıfırlanmıştı. Ancak bu yüzde 8’lik farkı kitapçılar fiyata yansıtmayınca kitap rafta ucuzlamamıştı. Böylelikle kitabın tüm aşamalarında KDV kaldırılmış oldu.
Peki, bu ne anlama geliyor? Bu yasa, halihazırda Türkiye’de kâğıt üretiminin olmayışı ve bununla beraber kâğıt ithalatında döviz kuru ile yaşanan problemler, dağıtım ağlarındaki tekelleşmeler, özellikle çeviri kitaplardaki telif anlaşmaları küçük-büyük bütün yayıncılık sektörünü derinden etkilemişken ne ölçekte bir çözümü beraberinde getiriyor?
Türkiye Yayıncılar Birliği Başkanı Kenan Kocatürk, Kırmızı Kedi Yayınevi sahibi Haluk Hepkon, Ayrıntı Yayınları sahibi İlbay Kahraman, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) Yönetim Kurulu Başkanı Turgay Olcayto ve Türkiye Gazeteciler Sendikası Başkanı Gökhan Durmuş yasanın yansımalarını BirGün’e anlattı.
Kocatürk, gelişmelerin önemli olduğunu vurgularken, yayıncıların KDV alacaklarını hızlıca geri almaları gerektiğinin altını çizdi. Yasanın sektörde bir belirsizlik yarattığını savunan ve dağıtım ile perakende noktalarında KDV uygulamasının devam etmesi durumunda fiyatlara yansıyabileceği görüşünde olan Hepkon, “Üretici ile satış noktaları arasında da haksız rekabete sebep olacak. 1 Şubat’ta yürürlüğe giren yasa sonrasında da sevinmiştik ama dağıtım ağında vergi devam etti. Eğer ki satışın tüm noktalarında KDV kalkacaksa, bu anca o zaman iyi bir şey olabilir” diyor. Kahraman ise KDV kararının, yayınevlerini düştüğü zor durumdan çıkarmayacağını, daha kalıcı çözümlerin gerektiğini söylüyor.

KDV’Yİ SIFIRLAMAKLA SORUNLAR SIFIRLANMIYOR

İlbay Kahraman: Dağıtımcılarla alakalı sorun ortada. Sertifikalı dağıtımcılar KDV ödemeyecek. Ama çıkarılacak yasa küçük yayınevlerini içinde olduğu zor durumdan kurtarmayacak. Onlar zaten yok olmak üzere. Bu tıpkı terzi ustalarının konfeksiyonlarda çalışmaya zorlanmasına benziyor. Mevcut anlayışa göre küçük yayınevleri de büyük yayınevlerinin maaşlı çalışanları hâline getirilmek isteniyor. Türkiye’deki her şey gibi bu yasayla da sorunlara kalıcı çözümler önerilmiyor. Anca sorunları erteliyoruz. Bu ve benzeri yasalarla da o durumlara adapte oluyoruz. Oysa sorun çok daha derinde. Bizim gibi ağırlıklı çeviri kitaplar yayımlayan yayınevleri telif ödemelerinde döviz kurlarıyla boğuşuyor. Biz enflasyonun üzerinde olması için çalışanlarımıza %25 zam yaptık. Daha öncesinde kitaplarımıza yaptığımız zam da konuşulmuştu. KDV’nin sıfırlandırılmasıyla yayınevleri kitaplarında indirime gitmeyebilir. Artan maliyetler kitaplarda yeni zamları da beraberinde getirebilir. Oysa hükümet, kütüphanelere çok sayıda kitap almalı, küçük ve orta ölçekli yayınevlerine destek olmalı.

BASKI ARACI ORTADAN KALDIRILDI.

Turgay Olcayto: Olaya olumlu yanından yaklaşıyorum. Gazetelerin, dergilerin ve yayınevlerinin büyük sorunları var. Hem KDV açısından hem de kâğıt masrafları dolayısıyla. Bu açıdan bakınca eğer bu bir yasayla gerçekleşecekse yerinde bir tasarruf. Elbette bizim de TGC olarak destekleyeceğimiz bir tasarruf. Zaten pek çok Avrupa ülkesinde kitap, dergi ve gazetelerde KDV gibi bir ayrı araç baskı aracı yoktur. Buna baskı aracı diyorum çünkü bunların okunmasında ve satılmasında en büyük engeldir. Onun için geriye dönük bir şey yapılabilir mi? Bunun da düşünülmesi gerekir. Uygulamayı görmek lazım daha detaylı konuşmak için. İktidarın aldığı en olumlu kararlardan biridir. Zaten Türkiye okuma özürlü bir toplum. Okuma şevkini artırabilecek bir şeyler yapılması lazım.

HER AŞAMADA KDV OLMAMALI

Haluk Hepkon: Kitapta KDV’nin kalkması hiç kuşkusuz olumlu bir gelişme ama 1 Şubat itibariyle başlayan kitapta yeni KDV uygulaması, yasadaki eksiklikler yüzünden, maalesef sektörün tamamen durmasına sebep oldu. Aybaşından beri yayıncılar hem kataloglarındaki kitapları hem de yeni yayınladıkları kitapları okura ulaştırmakta büyük sorunlar yaşıyor. Çıkan haberler kitapta okuyucuya indirim getirdiği izlenimi yarattı. Fakat perakende noktalarında KDV uygulaması devam ettiği için okuyucu açısından şu an değişen bir şey yok. Sektörde fiyat karmaşası oluştu. Yayıncılar, dağıtım firmaları, internet satış siteleri ve kitabevleri hangi fiyattan fatura keseceğini bilemiyor. Bu uygulama aynı zamanda üretici ile satış noktaları arasında da haksız rekabete sebep olacak. O yüzden KDV’nin sıfırlandırılması satışın her noktasında kalkarsa anca o zaman yayıncılar için olumlu olabilir. Aceleye geldiği anlaşılan ve şu an yürürlükte olan yasada yapılacak güncelleme ve hazırlanacak yönetmelik ile sıfır KDV uygulaması tüm sektör bileşenlerine uygulandığında kitap fiyatları düşme eğilimine girecektir. Yayıncılık sektörü canlanacak ve daha fazla yayın yapılmaya başlanacaktır.
***

KÂĞITTA DA KDV SIFIRLANDIRILMALI

Gökhan Durmuş: Dövizdeki yaşanan dalgalanmalar ve arkasından başlayan kriz en çok yayın sektörünü etkiledi. KDV’nin sıfırlanması süreç içerisinde ortaya koyduğumuz taleplerimizin başında geliyordu. Bu atılan adım basılı yayınlar için olumlu bir adım. Ancak tamamlanması ve uygulamada da görmemiz gerekiyor. Özellikle kâğıt konusunda dışa bağımlılık devam ediyor. Kâğıttaki KDV’nin de sıfırlanması gerekiyor. Tüm yayınları ancak böyle bir durum rahatlatacaktır. KDV’nin sıfırlanması olumlu ama medyadaki sürdürülebilirlik kâğıt üretimi başlatılamadığında da kâğıt alımlarında da KDV’nin sıfırlandırılması gerekiyor.

YAYINCILAR, KDV ALACAKLARINI GERİ ALABİLMELİ

Kenan Kocatürk: Ocak ayı ortasında çıkan ve 1 Şubat tarihi itibariyle yürürlüğe giren 7161 no’lu kanunda kitabın ve süreli yayınların yayıncıdan ilk çıkışında 100 TL üzeri satışlarda KDV’den muaf hale gelmişti. Ancak Dağıtımcı ve perakendeciler satışlarında uygulayacakları KDV %8 idi. Yani bunun okura bir faydası yoktu. Yapılacak olan yeni düzenlemeyle kitap ve süreli yayın satışlarında KDV’den muaf olacağı anlaşılıyor. Bir başka deyişle kanunun yürürlüğe girmesiyle okur kitap ve süreli yayın alırken artık KDV ödemeyecek. Örneğin 20 TL’lik bir kitapta 1,48 TL KDV’den arındırılmış fiyat 18,52 TL olacak. %18 KDV ile üretim yapan yayıncıların, geçmişte kitapta %8 KDV uygulamasıyla devletten ciddi miktarlarda biriken KDV alacakları vardı. Bu da yaklaşık tahminimizce 500 milyon TL civarındaydı. Bu yeni düzenlemeyle kitapta ve süreli yayınlarda uygulanacak olan 0 KDV oranıyla bu alacaklar giderek artacaktır. Yayıncıların bu yeni yasayla getirilen istisnayla her yıl sonunda vergi dairelerine başvurarak almaya çalıştığı KDV iadesi alacaklarını şimdi her ay sonunda alabilme şansını getiriyor. Bu çok olumlu gelişmedir ancak yayıncıların bu KDV alacaklarını hızla geri alması ya da diğer vergi ödemelerine mahsup edebiliyor olması hızlandırabilirse   bu tasarı uzun vadede sektöre ve kültür hayatımıza fayda sağlayacaktır. Maliye Bakanlığımızın kitapta ve süreli yayınlarda KDV’nin sıfır olmasının yaratacağı kültürel faydayı gözeterek İngiltere örneğinde olduğu gibi yayıncıların üretimden doğan KDV alacaklarının süratle geri iadesi ya da mahsup edilmesi konusunda çıkaracağı tebliğde yayıncıların bürokratik işlemlerini azaltarak yapması halinde sürdürülebilirliği mümkün olacaktır.

BÜLENT ABATAY / BİRGÜN

Bisikletli kütüphaneci, köy çocuklarına kitap ulaştırmak için pedallıyor - BİRGÜN

İzmir Urla'da yaşayan Önder Faruk Ünal, bisikletinin arkasında taktığı römorkuyla İzmir'in köylerinde yaşayan çocuklara kitap götürüyor. Ünal, “Çocukların yüzündeki sevinç bana enerji veriyor. Pedalları daha güçlü çeviriyorum” diyor.


Ailesiyle birlikte Urla’da yaşayan Önder Faruk Ünal, emekli bir subay. Ama köy çocukları onu ‘Bisikletli Kütüphaneci’ olarak tanıyor. Köy çocuklarına kitap ulaştırmak için 1 aydır, bisikletinin arkasına taktığı römorkuyla pedal çeviriyor. İlk Ses Gazetesi’nden E. Çağla Geniş’in haberine göre, çocukların okuma alışkanlığı kazanmasını sağlamak için yağmur, çamur, kar kış demeden bisikletiyle yola koyulan Ünal, köylerdeki yüzlerce çocuğa kitap ve kırtasiye malzemesi dağıttı. ‘Eşekli Kütüphaneci’ olarak bilinen Mustafa Güzelgöz’den ilham alarak bu çalışmayı gerçekleştirdiğini ifade eden Ünal, “Çocukların yüzündeki sevinç bana enerji veriyor. Pedalları daha güçlü çeviriyorum” diyor.

İKİ TEKER BİR KİTAP

Aynı zamanda engelli bireylerin fiziksel ve sosyal rehabilitasyonu için çalışmalar yürüten Eşpedal Derneği’nde görevli olan Ünal, ‘İki Teker Bir Kitap’ projesinin öyküsünü şöyle anlattı: “Çoğumuzun evinde kütüphanesi vardır. Aldığımız kitapları okuduktan sonra özenle muhafaza ederiz. Zamanla rafları süsleyen birer obje haline gelir başkaları tarafından da okunmayı bekleyen kitaplar. Kütüphanemde bulunan onlarca kitaba baktıkça, neden okumayı isteyip de alamayan kitapseverlerle paylaşmak olmasın sorusuna da bir cevaptır Bisikletli Kütüphaneci. ‘Bisiklet kütüphanemizin kitap sayfalarında pedallamaya hazır mısınız?’ parolası ile her türlü siyasi içerikten ve ticari amaçtan uzak bir proje başlattım. İlk önce 8 Aralık 2016 tarihinde sosyal medya sayfası olarak İki Teker Bir Kitap – Bisikletli Kütüphaneci sayfasını oluşturdum. İzmir ilçe ve köylerine bisiklet römorkunda taşıyacağım kitaplar ile ulaşarak farkındalık yaratmak, kitap sevgisini kazandırmak, kitap okuma oranını artırmak, özellikle cep telefonu ekranını tıklayan birey yerine kitap sayfalarına dokunan birey olmanın önemini anlatmak ve ülkemizin diğer yörelerinde de benzer projelerin artmasına destek olmak temel amaçlarım.”

BİSİKLET İLE KİTAP TUTKUSU BİRLEŞTİ

Bisikletiyle arasındaki ilişkiyi ‘dostluk’ olarak ifade eden Ünal, “Rahmetli babamın memur maaşıyla zar zor aldığı pinokyo bisikletim ile başladı bu dostluk. İki teker üzerinde İzmir’de gezmediğimiz yer kalmayınca çevre ilçelere, illere kadar devam etti pedallar dönmeye. Meslek hayatımın başlaması ve atamalar ile farklı şehirler, kültürler, yaşamlar görerek devam etti iki teker sevdası. Bisikletlerim değişse de o vermiş olduğum isim hiç değişmedi, yaşadığım her anın içindeydi Abdülcanbaz. Kimi zaman dertleştik oturup deniz kenarında, bir bankın üzerinde mataramızdaki suyu birlikte yudumladık, kimi zaman sevindik, yüzümüze vuran mutluluk rüzgarını birlikte hissettik, kimi zaman üzüldük, yoğun bir yağmur altında üstümüz başımız çamurdan batana kadar pedal çevirdik, kimi zaman doğa içerisinde heybemizdeki yiyeceğimizi paylaştık,  kitabımızın sayfalarını çevirdik, birlikte kadeh kaldırdık onunla aydınlık yarınlara… Anlayacağınız yaşamın içinde devam ediyor bu dostluğumuz” dedi. Kitap okumayı da çok sevdiğini söyleyen Ünal, “Emekli sınıf öğretmeni rahmetli babam, her ay bir iki tane alarak tanıştırdı beni çocukluğumun sessiz öğretmenleriyle. Kitap ile dostluğumuz böylece başladı ve devam ediyor” ifadelerini kullandı.

BAĞIŞÇILAR KİTAP GÖNDERİYOR

Zorluklarla dolu bir proje yürüttüğünü ancak bağışçıların gönderdiği kitapları köylere götürmeye devam edeceğini söyleyen Ünal, “Projede ‘sürdürülebilirliğin’ en önemli kıstaslarından birisi olmasından hareketle; kitap okuma bilincinin artırılmasına yönelik kamuoyunda farkındalık oluşturmak istiyorum. Boş vakitlerde akan zamanın çok daha etkin geçirilebileceğine yönelik olumlu algılar tesis etmek, ülkemizin kitap okuma alışkanlığını önemseyen, kitaba değer atfeden bir ülke olarak konumlandırılmasında rol almak, kent-taşra ilişkisinin güçlendirilmesi yönünde olumlu algıları tesis etmek ve bisiklet dernekleri/toplulukları arasında dayanışma ve işbirliğini güçlü kılmak başlıca hedeflerimden. Önümüzdeki yıllarda ülkemizin her yerinde dayanışma ve işbirliği içerisindeki bir bisikletli kütüphaneci ağını görebiliriz belki.  Başlangıç seviyesinde olmasına rağmen proje gerçekten çok ilgi gördü. Her şeyden en önemlisi de arkadaşlarımı yanımda görmek. Kitap bağışı hakkında o kadar çok destek gördüm ki anlatamam. Çalıştıkları ortamda kampanya düzenleyenler, kitap bağışı için mesaj gönderenler, telefon ile arayanlar, evindeki hobi dergilerini bile hiç çekinmeden hediye eden dostlar… Bir ay zarfında kendi kütüphanem hariç 342 adet kitap yer buldu ‘İki Teker Bir Kitap’ kütüphane raflığında” dedi.

EŞEKLİ KÜTÜPHANECİDEN İLHAM ALDI

Ünal, ‘Eşekli Kütüphaneci’ olarak bilinen Mustafa Güzelgöz’den ilham alarak bu çalışmayı gerçekleştirdiğini ifade etti. Güzelgöz’ün köylere eşekle, kendisinin ise bisikletiyle kitap götürdüğünü anlatan Yücel, “Gezici kütüphane konusunda ilham aldığım isim ‘Eşekli Kütüphaneci Mustafa Güzelgöz’. Kütüphane ve kitap sevgisinin tüm yurtta yaygınlaşması temel amacım. Aslında resmin tümüne bakarsak o kadar çok başarılı ve güzel insanlarımız var ki ülkemizde. Kütüphane faaliyetlerini motosikletiyle, bisikletiyle, traktörüyle, sırtında taşıdığı çuval içindeki kitaplarıyla yaya olarak yapanların da olduğunu öğrenmek bana çok daha büyük bir mutluluk verdi. Ne mutlu ki, projede bana destek olan çok sevdiğim dostlarım var. Kitap römorkunu bir tek ben taşımıyorum. Urla’da yaşıyorum. Kitapseverler veya proje konusunda merak edenler, destek olmak isteyenler bana ulaşabilirler” şeklinde konuştu.
BİRGÜN

Hafriyat spor kulübü...- Tuncay MOLLAVEİSOĞLU

Ankara Büyükşehir Belediye Başkan adayı Mansur Yavaş, TELE 1'de İsmail Dükel'in programında bombayı patlattı.

Ankara'nın dillere destan hafriyat gelirinin Osmanlıspor'a aktarıldığını açıkladı!
Günlük 30 bin TL'yi bulan gelir! Altını çiziyorum; günlük 20-30 bin TL...

Bu iddiayı ilk dillendiren şu anki AKP'li Belediye Başkanı Mustafa Tuna'ydı...
"Eskiden aylık 30 bin TL olan hafriyat gelirimiz 15 trilyon liraya çıktı" demişti!

Ankara'nın emanet edildiği Tuna, bu seçimlerde muhtar bile yapılmadı tabii... Belki de kendisi bu "sistemi" reddetti.

                                                             *

Mansur Yavaş yalnızca hafriyat gelirinden söz etmedi, otopark, bilboard gelirlerinin de belediye kasasına girmediğinden söz etti...
Peki kimindi bu Osmanlıspor? Başında Melih Gökçek'in oğlu Ahmet Gökçek vardı.
Belediye imkânları ile milyonlarca dolarlık harcama yapan spor kulübü!
Bu büyüklükte olmasa da benzeri belediye futbol kulüpleri var...
Nasıl denetleniyorlar, ne derece şeffaflar? Belediye Başkanlarının futbol aşkı nereden geliyor? Yalnızca oy kaygısı olmamalı.
Örneği ortada;
Yılmaz Büyükerşen...
Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen'in geçmişte yaptığı bir açıklama bana tercüman oluyor; "Belediye kanunu sadece amatör kulüplere yardım edileceğini söyler. Profesyonel kulüplere belediye yardımı kanunsuzluktur..."

Kumpası unutma! Metastaz yapabilir...
Görüntüleri ODA TV yayınlamıştı...
163 subayın tutuklanma anı kumpas mahkemesinin kamera kayıtlarındaydı.
2011 yılının Şubat ayıydı...
Engin Alan'dan, Özden Örnek'e, İbrahim Fırtına'dan Cem Çakmak'a...
Balyoz TSK'ya, TSK'daki Atatürkçü-anti emperyalist subaylara, Türkiye'nin  tam kalbine indirilmişti.
Savcı-Hâkim-Yargıç-Polis-İstihbaratçı kılıklı emperyalist caniler Türkiye'yi çökertmek için var güçleri ile saldırıyorlardı.
O tarihî görüntüleri bulup izleyin... Mikrofonda "yoklama" alıyordu hain mahkeme heyeti... Dördüncü sırada adını söyleyen İzzet Ocak'tı...
O İzzet Ocak, ben Van'da askerlik yaptığım sırada bölgede teröre karşı yıllarını vermiş bir kahraman olarak anılıyordu. Elbette savaş esiri sıralarında olmalıydı!
Türk mahkemesi değildi... Türk subayları toplama kampına doldurmuş savaş kazanmış bir düşman mahkemesi gibiydi...
Sahi nasıl bir savaş vermişlerdi ve kazanmışlardı?
Türkiye bu soruyu da tartışmalıdır...
Devletin kılcal damarlarına nüfuz eden tarikat ve cemaatler nasıl korunup kollandılar?
Siyasetteki suç ortakları kimlerdi?
O gün, bizler gibi, yapılan emperyalist saldırıya dikkat çeken bir avuç gazeteci-aydın dinlenseydi 15 Temmuz yaşanmayacaktı.
Neden kulak asılmadı, iktidar neden karşı duracak yerde destek oldu?

                                                             *

FETÖ'nün devlette güçlendiği dönemde başka tarikat ve cemaatlerin devletin yerine geçen bu yapıyı kıskandığını ve onlarla bilek güreşi yaptığını biliyoruz...
Araştırmacı gazeteciliğin yüz akı iki kardeşim; Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan işte bu sorunun peşine düşüp kitap yazdılar.

"Metastaz" adlı kitap 163 generalin kendi vatanlarında esir düşmelerinin perde arkasına ve sonuçlarına da bakıyor.

Büyük kumpasın organizatörleri, finansörleri nasıl olduysa yurt dışına kaçıverdiler. İki Barış'ın ifadesi ile FETÖ borsasında aklananların sayısı az değil...
Banka sahipleri uçtu... Yöneticileri ise kamu bankalarında çeşitli görevlere atandılar... Ama öte yandan binlerce kişi; Bank Asya'ya para yatıran ya da okullarından geçen insanlar tutuklu...

İktidar bir kez daha "hata ettim", "kandırıldım" durumuna düşmeden FETÖ ile mücadeleye farklı bir perspektif katmalıdır.

Devlette boşalan makamların, koltukların FETÖ dışındaki Cumhuriyet düşmanları ile doldurulması yeni facialara neden olacak...

"Görmedik, duymadık, kandırıldık" dememek için METASTAZ'a dikkat...


Tuncay MOLLAVEİSOĞLU / YENİÇAĞ

12 Şubat 2019 Salı

Bataklık derinleşiyor - Zülal Kalkandelen

“İki seçeneğimiz var, ya devlet hainlerinin yanında olacaksınız ya da birçok arkadaşımız mevcut başkanımıza hırsız diyen de oldu, yanlış yapıyor diyen de oldu. Ben de diyorum ki vatan hainlerinin yanında yer almaktansa hırsız bizim hırsızımız arkadaşlar, biz yanında yer alırız. Yarın bunun bedelini çok ağır öderiz. Yarın burayı Allah korusun kaybetme durumunda biz bunun hesabını veremeyiz.

Kim bunları söyleyen? 

Mersin Çamlıyayla AKP İlçe Başkanı Mehmet Ali Yetiş! İlçe binasındaki seçim propaganda konuşmasında sarfetmiş bu sözleri... 

Niye söylüyor bu tuhaf lafları? Çünkü iktidar ve ortağı, topluma gözdağı vermek için yerel seçimleri “Türkiye’nin beka sorunu” diye göstermeye çalışıyor. İlçe Başkanı da aklı sıra, bu politikaya uygun olarak, AKP’ye oy vermeyenleri “vatan hainliği” ile suçluyor. Onunla da yetinmiyor; hırsız bizimse destekleriz diyor. 
Bizim hırsızımız 
Bizim katilimiz 
Bizim dolandırıcımız 
Bizim tecavüzcümüz 
Bizim çete liderimiz
Bizim yalancımız 
Bizim döneğimiz 
Bizim magandamız... 
derken Türkiye, her tarafından irin akan; haksızlığın, onursuzluğun, şiddetin kol gezdiği bir toplum haline geldi.
 
Kötülüğün ve cehaletin yükselişi böyle gerçekleşti. Liyakatin (yeterlilik) yerini nepotizm (adam kayırma) ya da yeğencilik aldı. İşin kötüsü, bir zamanlar daha çok siyasette egemen olan bu durum, toplumun tümünde her alana yayıldı.

Geçen hafta sonu yaşanan bir olayı buna örnek olarak gösterebilirim. Ünlü bir pop müzik şarkıcısı, pahalı bir markanın kürk paltosuyla fotoğraflarını sosyal medyada paylaşmış. Bunun üzerine hayvan hakları savunucuları olarak bu vahşete tepkilerimizi dile getirince hayranların yoğun saldırısına uğradık. 

Söz konusu ünlünün daha önce “gerçek kürk giymem” dediğini belirten hayranlar, ortada kanıt olmasına karşın, asla gerçeği kabul etmedi. Adeta algıları kapanmış gibiydi. Ne o palto için katledilen hayvanlar ne de gösterilen kanıtlar umurlarındaydı. Sadece delicesine hayran oldukları bir ünlüye toz kondurmama amacı ile sağa sola hakaret yağdırmayı sürdürdüler. 

Bunlar olurken ister istemez aklıma Mehmet Ali Yetiş’in sözleri geldi. Şarkıcıyı savunanlar, bir ünlüyü taparcasına ilahlaştırmıştı; o yüzden gerçeği yadsıyorlardı. Birine körü körüne inandıkları için sorgulamadılar. Ama AKP’li İlçe Başkanı’nın durumu daha vahim. “Hırsız bizim, yanında yer alırız” diyecek kadar ileriye gitmiş. Gerçeği bilsem de fark etmez diyor... 

Türkiye’de cehaletin yükselişini hızlandıran temel nedenlerden biri adam kayırmacılık. Siyaset hamurunun tek malzemesi bu oldu. Dürüst insanın mumla arandığı bir toplum haline geldik. “Nasıl olsa yandaşlarım beni her koşulda ölesiye destekler, ben de onları memnun ederim” diyen siyasetçi, kurduğu çıkar ağıyla dilediği usulsüzlüğü fütursuzca yapar oldu. Yolsuzluğu, hileyi kanıtlasanız bile kabul etmemek için türlü yalanlara başvuruldu.
 
Her ülkede, her meslekte fırsatçılar ve kötü niyetliler çıkabilir ama toplumda liyakat ve hukuk temel olursa, bunun üstesinden gelinir. Ne zaman ki yalancı ve gaddar olanlar çevrelerinde çıkar odaklı geniş bir yandaş ağı kurar, işte o zaman toplumun da temeli çöker. 

Türkiye’nin aşamadığı en büyük sorun bu. Her durumda hırsıza hırsızdiyecek, çıkarı için zalimin yanında yer almayacak dürüst ve onurlu insanlar lazım. Onların sayısı azaldıkça bataklık derinleşiyor...

Zülal Kalkandelen/ CUMHURİYET

Devlet manavlık yapar mı? - OĞUZ OYAN

Başlıktaki soru Özal dönemi ve sonrası  özelleştirmeci sağ iktidarların klişilerinden biriydi. Sadece manavlık değil, sütçülük, kasaplık, marketçilik yapar mı diye uzatılıyordu. Bu bir klişeden fazlasıydı; özelleştirmenin gerekçelerinden biriydi. Hatta, toplumun kendi aleyhine olacak bir özelleştirmeler zincirine ikna edilmesinin ideolojik saldırı silahıydı; alaycılığı da içerdiği için toplumda belli bir alıcısı  da oluşmuştu.

Böylece örneğin Süt Endüstisi Kurumu (SEK), Et ve Balık Kurumu (EBK), tüm değerli taşınmazlarıyla birlikte yağmalanırken, ne üretici kesimlerden, ne işçi sendikalarından, ne de tüketicilerden yeterli/örgütsel tepki verilmemişti. Oysa bu kuruluşlar, kendi sektörlerindeki satışların yüzde 10 civarındaki bir bölümüyle sınırlı kalsa bile et ve süt fiyatlarının üretici ve tüketici lehine istikrar kazanmasında etkili olabiliyorlardı. Tabii bunun anlamı, bu alanlardaki özel girişimci ve tüccarın kârlarının da -daha aşağılarda- "istikrar" kazanmasıydı. Sermayenin iktidarı gereğini yapmakta gecikmedi.

Tarımsal KİT'lerdeki özelleştirmeler bu küçük sayılabilecek KİT'lerle sınırlı değildi kuşkusuz. 2000'de uygulanmaya başlayan ve AKP'nin büyük bir sadakatle sürdürdüğü IMF/DB'nın Tarımda Reform Uygulama Programı (TRUP), bütün tarımsal KİT'lerin hızla özelleştirilmeleri talimatını vermekteydi. Tarımsal girdilerden en önemlisi olan gübreyi üreten TÜGSAŞ ve İGSAŞ ile hayvancılığın en önemli girdileri üreten Yem Fabrikaları ve Şeker Fabrikaları, tohum ve damızlıkta önemli rolü olan TİGEM'ler böylece özelleştirme topunun ağzına yerleştirilmişlerdi. Destekleme alımı yapan TEKEL'in, Şeker Fabrikalarının, sonu getirildi, Tarım Satış Kooperatifi Birliklerinin ve TMO'nin işlevleri daraltıldı.

İç pazarı korumada önemli bir işlevi olan tarımsal KİT'ler, yabancı gıda ve girdi  tekellerinin nesnel anlamda işbirlikçisi yerli iktidarlar eliyle tasfiye edilince, Türkiye piyasası ulus-ötesi şirketlerin (UÖŞ) av alanına dönüşüverdi. Özelleştirmelerin yüzde 90'undan sorumlu olan "yerli ve milli" AKP iktidarının iç pazarın  UÖŞ'ye altın tepsi içinde sunulmasında özel bir gayreti olduğunun altını da çizmek gerekir.
Bugün çok yüksek girdi fiyatları nedeniyle tarımda üreticilik yapmanın çok güçleşmesi, 30 milyon dönüm alanın üretim dışına çıkması, 3 milyon istihdam kaybına uğranılması, Türkiye'nin tarımsal dış ticarette net ithalatçı konumuna gerilemesi, iddialı olunan yaş meyve ve sebze gibi işlenmemiş tarımsal ürünlerde bile son aylarda görüldüğü üzere önemli arz açıklarıyla karşılaşılması, esas itibariyle İMF+DB+AKP koalisyonunun marifetidir. Şimdi kalkıp "gıda terörü var" diyerek kendi sorumluluğunu marketlere, aracılara (onlar AKP öncesinde de vardı) bindirmeye çalışması hem bir çaresizliğin dışa vurumu hem de saldırgan bir "pişkinlik sanatı" icrasıdır.

                                                             ***

Türkiye'de Tanzim Satış Mağazaları uygulaması, kuruluşu 1970'lere giden bir girişimdir. TANSAŞ adını alan girişim, halka ucuz ve kaliteli gıda ürünlerinin pazarlanması amacıyla CHP'li İzmir Belediye Başkanı İhsan Alyanak'ın çabalarıyla başlatılmıştı. Daha sonraki belediye başkanları da bu girişimi genişleterek sürdürmüştü. Yüksel Çakmur (1989-1994) bu girişimi tüm Ege'ye yayılan bir süpermarket zincirine dönüştürmüştü. Tabii olayın çapı büyüdükçe piyasanın mantığı egemen olmaya başlamıştı ama gene de süt ürünlerinde Tansaş piyasanın altında kalmayı başarıyordu. Giderek Türkiye'ye yayılan Tansaş'ta artık Migros'vari bir yapılanma ortaya çıkmaya başlamıştı. Nitekim zaten TANSAŞ 2011'de Migros tarafından yutulacaktı. (Tansaş Genel Müdürlüğü yapan Ahmet Priştina daha sonra KİPA'nın kuruluşunda ve yönetiminde bulunacaktır. Ancak daha sonra hem Migros hem de Kipa yabancı perakende zincirlerine satılacak, en sonunda Migros markası Kipa'yı da yutacaktır). Bu dönemde devletin bir başka perakende mağazacılık deneyimi, giyim ve ev eşyası alanında kurulan ve sermayesinin yarısına TSKB'lerin ortak edildiği GİMA mağazaları olmuş, ancak GİMA da özelleştirme rüzgarından kurtulamamıştır.
Gelelim bugüne ve AKP'de bir çaresizlik sendromu olarak depreşen tanzim satış noktaları kurma merakına. Tanzim satış noktaları AKP'nin tek "devletçi" fikri de değil üstelik. Arkası gelmeyecek türden kuru sıkı bir atış da olsa, "devlet gerekirse sera da kurar" diyerek, üretim alanına dahi adım atma hevesleri sergileyebiliyor. Bu heveslerin siyasi partisi, Türkiye'deki özelleştirme uygulamalarının yüzde 90'ından fazlasından sorumluyken, savunma sanayiinin önemli bir uygulama alanı olan Tank-Palet fabrikasını bile bugünlerde şaibeli bir özelleştirmeye konu yapmak üzereyken, üstelik Kamu-Özel İşbirlikleri üzerinden nerede duracağı belli olmayan bir "özel sermayeye hizmet" sayfası açılmışken, insan ister istemez bu işin aslını sorgulamak istiyor.

İşin arkasında AKP gündeminin iki gerçekliği var. Birincisi, Ocak 2019'da gıda enflasyonunun aylıkta yüzde 6,43, yıllıkta yüzde 30,97 olmasının, üstelik Ocak'ta birçok sebzede (yani tamamen yerli üründe) yüzde yüze varan (veya aşan) artışlar olmasının iktidarı panikletici etkileri; ikincisi, seçimlere artık iki aydan az bir zaman kalmışken hem bir şeyler yapıyor görüntüsü verme ihtiyacı hem de -fırsattan istifade- "gıda terörü" gibi soyut bir hedef üzerinden bir komplo iddiasını pişirerek sorumluluğun zerresini üstlenmeme stratejisi.

İşin ikinci yönü itibariyle aslında seçimlere kadar sıcak tutulacak bir "spekülatörlerle sıkı mücadele ediyoruz" imgesi yaratılmak isteniyor. Buraya, "gerekirse ithal eder, iç piyasayı terbiye ederiz" gibi standartlaşmış klişeler de eklenebilir. Sonbahardaki "enflasyonla topyekün mücadele" gösterisinin kapsamında yüzde 10 indirim kampanyası olsun, Ocak ayında marketleri suçlu ilan etmek olsun hepsi bu bütünün parçaları. Bu bakımdan işin bir yönü seçimlere endeksli; 1 Nisan'dan sonrası o kadar önemsenmeyebilir.

Ancak belki de önemsenmek zorunda. Çünkü gıda fiyatlarında -dünyadaki eğilimlerin tam tersine- hızlı bir fiyat artışı yaşanan Türkiye'de bu tablonun 1 Nisan'dan sonra sürdürülmesi de sorunlu. Çünkü temel gıda ürünleri, ücret mallarının önemli bir bölümünü oluşturuyor. Dolayısıyla emek-sermaye arasındaki bölüşüm ilişkilerinin önemli bir değişkeni rolünü oynuyor. Ücret mallarındaki fiyat artışı üstelik tarımla da sınırlı değil; çok daha geniş bir ürün yelpazesini ilgilendiriyor.

Dolayısıyla konu, seçime iki ay kala halkın hoşnutsuzluğunun zirve yapması meselesini aşıyor. Ücretlere, emekli aylıklarına zam taleplerinin gündemden düşmemesine, sermayenin ve siyasi iktidarın karşılamakta zorlanacağı diğer toplumsal taleplerin de bunlara eklenmesine, böylece siyasi iktidarın meşruiyet üretiminin de sekteye uğramasına yol açabilecek potansiyeller taşıyor.

Oğuz Oyan / SOL

İşçiler Seattle’ı yönettiğinde...- Çeviri: Özgür Cem Boynueğri

Bu hafta, Darrin Hoop, 6-11 Şubat 1919'da yani tam yüz yıl önceki Seattle Genel Grevi'nin büyük ölçüde bilinmeyen tarihini anlatıyor. Bu önemli deneyimi, Özgür Cem Boynueğri soL okurları için çevirdi...

Yüz yıl önce, Seattle’daki işçiler şehirlerini sadece genel grevle kapatmakla kalmadı, aynı zamanda 6-11 Şubat 1919’da da beş gün boyunca şehri yönettiler de. Dünyanın en zengin ve örnek sınıf mücadelelerinin yaşandığı en sık unutulan bir ülkede, ABD’de, işçilerin gücünü gösteren en iyi örneklerden biri, 1919'daki Seattle Genel Grevi'dir.

İlham verici Los Angeles öğretmenlerinin grevinin zaferle sonuçlanmasının ardından, ve Batı Virjinya öğretmenlerinin “kızıl devlet öğretmenlerinin” birçok eyaletteki grevinin birinci yıldönümüne yaklaştığımız bu günlerde, her türden işçi, 100 yıl önce Seattle’da olanlardan öğrenilecek dersleri ciddiye almak için gayret göstermelidir.

Seattle Genel Grevi, 1917’de 2.933.000 artışla 4.160.000 işçinin aktif olarak katıldığı 3.630 grevin ilan edildiği bir dönemde Amerika Birleşik Devletleri’nde Birinci Dünya Savaşı sonrası sınıf mücadelesinin doruk noktasını belirledi.
Grevin kökenini anlamak için, geriye dönüp Kuzeybatı Amerika'nın radikal tarihini incelemek faydalı olacaktır.

1897'den başlayarak, Puget Sound bölgesi olarak bilinen bölge, Washington'dan büyüyecek olan sosyalist “koloniler” inşa etme hedefi olan sosyalist bir kooperatif hareketine ev sahipliği yaptı. Kuzeybatı eyaletleri boyunca 1886'da sekiz saatlik iş günü mücadelesini savunan, başta Seattle Daily Call olmak üzere bir dizi sosyalist gazete dağıtımdaydı.

Bölgede yaygın olarak desteklenen iki ana sol parti vardı: Sosyalist Parti (SP) ve Dünya Endüstri İşçileri (IWW). 1915’te SP’ye olan halk desteğinde Washington eyaleti Oklohama’dan sonra ikinci sırayı aldı. Seçim kampanyalarına ek olarak, SP üyeleri Birinci Dünya Savaşı’na karşı örgütlendiler, grevleri desteklediler ve IWW ile yakın çalıştılar.

IWW, 1909 baharında başlayan Washington Spokane'deki Endüstri İşçisi adlı çalışmasını yayınladı. Yayınlanan çalışma, Kuzeybatı'daki birçok serbest tartışmaya vesile oldu, IWW üyelerinin sokak köşelerinde gidişat hakkında konuşma yapmaktan tutuklandığı ve kereste endüstrisinde militan grevler düzenlendiği bir dönem oldu.

1918'de Union Record, Amerika Birleşik Devletleri'nde ilk çalışanların bizzat üretimi günlük gazete oldu. 50.000’lik tirajıyla, Seattle’da ana akım basına rakip oldu.

Bu dönemi anlamak için önemli olan nokta, 1919'dan önceki en az yirmi yıl boyunca, çeşitli türden sosyalistlerin ve IWW üyelerinin Seattle işçileri arasında örgütlenmesi ve yayınlarının dolaştırılması olmuştur.

Büyük devlet baskısı ile karşı karşıya kaldılar, birçok mücadeleyi kaybettiler, bazılarını kazandılar, ama en önemlisi süreç boyunca değerli deneyimler edindiler. Bu genel radikal tarihin yanı sıra genel grevin kendisini anlatan bir klasik olarak, okunması gereken kitap, Harvey O'Connor’ın “Seattle’daki Devrim”idir.

1919'da Seattle bir sendika-işçi birlikleri şehriydi. O zamanlar 250.000 olan toplam nüfusun 60.000'i sendikadaydı, ki bu da yüzde 25'in biraz altında bir oran anlamına geliyor. Bu ülke ortalamasının iki katıydı.

Birçok yönden, Seattle emek hareketinin kültürü, Amerikan Çalışma Federasyonu (AFL) muhafazakar başkanı Samuel Gompers tarafından teşvik edilenin karşıt kutubuydu. Seattle General Strike adlı mükemmel kitabında Robert Friedheim şöyle anlatıyor: “Seattle emek hareketi, AFL liderlerinin başını çok ağrıttı. Siyaset, işçi sendikacılığı ve kilit endüstrilerin millileştirilmesi... Samuel Gompers'in reddettiği her şeyi işçiler savundu.”

Birinci Dünya Savaşı sırasında Gompers grevleri yasakladı ve ABD hükümetinin ücretleri belirlemesine izin verdi. Buna karşılık AFL, çalışanların devlet yetkisi altında sendikalaşma hakkını “kazandı(!)”. Bununla birlikte, büyük ölçüde yetenekli beyaz adamların temsil hakkı bulduğu, dar tanımlanmış, iş kolları arasında kesin ayrımlar tarif eden sendika modeli altında çalışanları örgütledi. AFL; kadınları, göçmenleri, siyahileri veya vasıfsız işçileri sendikalara örgütlemeyi reddetti.

Seattle'daki emek hareketinin en büyük ve en organize bölümü gemi inşa sektöründe yoğunlaşmıştı. Birinci Dünya Savaşı sırasında inşa edilen ABD savaş gemilerinin dörtte biri Seattle'dan çıktı.

Genel grev için ilk kıvılcım, 21 Ocak 1919'da başlayan tersane işçilerinin grevi oldu. Savaş sırasında işçiler, maaşlarını doğru düzgün alamamış olsalar bile greve gitmemeyi kabul ettiler. Savaş sona erdiğinde, patronlar yalnızca vasıflı işçilere maaş zammı önererek vasıfsız işçilere karşı çıkmaya ve çalışanları birbirine düşürmeye çalıştı.

Buna cevaben, 35.000'i Seattle’da, 15.000’i Tacoma’da olmak üzere on binlerce çalışan dayanışmaya başladı. Ertesi gün, Seattle Merkez Çalışma Konseyi, yerel üyelerini tersane işçilerine destek olmak üzere genel grev teklifi konusunda oylama yapma talimatı verdi. Bir hafta içinde 24 yerel organizasyon, üyelerinin greve hazır olduğunu bildirdi.

Ek olarak, ırkçılığa bağlı olarak AFL'ye kabul edilmeyen Japon sendikalarındaki işçiler, genel grevin arkasında durdular. 2 Şubat’taki olağanüstü sendika temsilcileri toplantısı, 6 Şubat'ı genel grev başlangıcı olarak belirledi.
4 Şubat Salı günü, Union Record, sosyalist Anna Louise Strong tarafından yazılmış, tarihinin en ünlü editoryal yazısını yayınladı. Okumaya başlandı:
Perşembe günü saat 10:
Çok fazla tezahürat olacak ve korkanlar da olacak. Bu duyguların her ikisi de yararlıdır, fakat ikisinin de fazlası iyi değildir. Bu ülkede emeğin şimdiye dek yaptığı en büyük harekete önderlik edecek bir mücadeleyi üstleniyoruz.
Bizim histeriye ihtiyacımız yok. Çelikten emek yürüyüşüne ihtiyacımız var.

EMEK HALKI BESLEYECEK
Grev süresince on iki büyük mutfağımız olacak ve onlardan yiyecekler, esnaf tarafından herkese düşük maliyetle dağıtılacak.

EMEK BEBEKLERİN VE HASTALARIN BAKIMINI ÜSTLENECEKTİR
Süt arabası sürücüleri ve çamaşırcılar, bebeklere, hastalara ve hastanelere süt sağlama ve hastanelerdeki çarşafların temizliği için planlamalarını yapıyorlar.

EMEK DÜZENİ SAĞLAYACAKTIR
Grev komitesi, güvenliği sağlayacak ekipleri düzenliyor. Arabaların da durmasının insanları evde tutacağı beklenmektedir.
Bazı boşboğazlar, grevcilerin yalnızca beslenme gereksiniminin sağlanması gerektiğini söyleyerek mızmızlanıyorlar. Bu tür önerilerin insanlık dışı olmasından dolayı, buna cevabımızı anlayacakları dilden verelim.

GREV EMEĞİN GÜCÜNÜN GERİ ÇEKİLİŞİ İLE DEĞİL, TÜM İDARENİN GREVDEKİ EMEKÇİLERİN İKTİDARINDA OLMASIYLA KAZANILIR

Seattle’daki şalterlerin indirilmesi, kendi başına, bu doğulu beyefendileri fazla etkilemeyecek. Ancak kapitalist olarak idare edilen Seattle endüstrisinin şalterleri indirilirken, aynı anda çalışanlar insanları beslemek, bebeklere ve hastalara bakmak, düzeni sağlamak için organize olursa... Ancak bu onları harekete geçirecek, çünkü bu onlara işçilerin iktidarı devralmasının bir provası gibi görünecek.

Emek güçleri endüstrileri yalnızca KAPATMAYACAK, üretim alanlarını uygun işkolu yönetimi altında, halk sağlığını ve kamusal barışı korumak için gerekli faaliyetler gözetilerek tekrardan açacak.Grev devam ederse, Emek güçleri, giderek daha fazla üretim alanını faaliyete yeniden açarak halkın acı çekmemesini sağlayacak,

Ancak bu sefer KENDİ YÖNETİMİN ALTINDA!

Seattle'daki işçilerin gösterdiği örgütlenme ve demokrasi, işçilerin toplumu patronlar olmadan yürütebilecek kadar akıllı olmadıkları fikrini yerle bir ediyordu. Sendikaların - hepsi toplam 110 - her biri bir Genel Grev Komitesi'ne (GSC) üç delege seçti. Daha sonra grevin ayrıntılarını planlamak için 15 kişilik bir yürütme kurulu seçildi. Ancak, 330 kişilik GSC, 15 Kişilik Komite tarafından önerilen herhangi bir işlemi veto edebilirdi.

Komite, Labor Temple’da grevle ilgili endişelerini dile getirmek isteyen herkese yönelik günlük toplantılar yaptı. Tüm sendika yetkililerinin maaşları grev süresince durduruldu.

Tanıtım, finans, taktik ve grev muafiyeti gibi özel hususları ele almak için alt komiteler kuruldu. Şehri kapatmak, ancak nüfusu güvende ve işçi sınıfının yanında tutmak için kritik acil durum hizmetlerini de sürdürmek istiyorlardı.
Özel bir muafiyet örneği, “Atık vagon sürücüleri talimatlar istiyor. Salgın yaratma eğiliminde olan, ancak kül veya kâğıt olmayan çöpleri taşıyın gibi... Bu çöp vagonları büyük işaretler taşıyorlardı; ‘Grev Komitesi tarafından muaf tutuluyor.’” Reçete hizmetleri dışında eczaneler kapatıldı. Hastanelere temiz çarşaf sağlayanlar dışında özel çamaşırhane hizmetine izin verilmemektedir.
O’Connor şöyle yazıyor: "Grevin dişlileri umduğumdan çok daha verimli çalışıyordu. Otuz beş süt istasyonu mesken bölümlerinde çalışıyordu; 21 kafeterya, sendika mensuplarına 25 kuruş, 35 kuruşa yemek sunarken; hastaneler çarşaflarını ve yakıtlarını alıyordu. Bir sendika üyelik kartı, 25 kuruşluk yemek için tek kimlik bilgisiydi ve bir IWW kartı L'nin AF'si kadar iyiydi.Otel ve restoran çalışanlarından oluşan Japon İşçi Birliği, onları hiç tanımayan, hatta sendikacılığın bir parçası olarak kabul etmeyen emek hareketine sempati duydu."

Grevciler ve destekçileri grev sonunda günde 30.000 öğün yemek verdiler. Ana akım medya, titizlikle grevin bölünmesi girişiminde kendi rolünü yaptı. Seattle Star, genel grevi Rusya Devrimi ile karşılaştıran “Hangi Bayrak Altında?” manşeti ile çıktı. Belediye Başkanı Ole Hanson, bir devrim gerçekleşiyormuş gibi davrandı, 600 ilave polisi görevini tam yapmamakla itham etti ve 2.400 kişiyi daha görevden aldı.

Savunma Devlet Konseyi Başkanı, Washington Üniversitesi (UW) Başkanı Henry Suzzallo, Savaş Sekreteri'ne federal birlikleri gönderme çağrısında bulundu. UW'den gelen öğrencilere, “dünyayı Bolşevikler'den kurtarmaya yardımcı olmak için” ROTC üniformalarında gardiyanlık yapmaları için para verildi.

Rich Seattleites malları stokladı, birçoğu belediye başkanının ve medyanın öngördüğü üzere kan döküleceğini bildiği için Portland'a kaçtı. Belediye başkanı Hanson şehre yaptığı çağrıda “Bu topluluktaki anarşistler, istedikleri gibi at koşturamazlar.” diyerek grevcilere grevcileri şikayet ediyordu. ABD ordusu, Hanson’un isteği üzerine Seattle’a 1500 asker gönderdi.

Aslında, grevciler mükemmel bir düzen sağladılar. GSC, grevde yasa ve düzeni sağlamak için İşçi Savaş Gazileri Muhafızlarına 300 usta asker sağladı. Sadece beyaz kurdeleler ve iş arkadaşlarını ikna edebilme yetenekleriyle donanmışlardı.
Onüçüncü Tugay’ın birliklerinin başındaki Binbaşı General J.D. Leitch, büyük bir karmaşa ve kaos beklediği şehrin böylesine sessiz ve herşeyin düzgün işlediği halini gördüğünde şaşırdığını açıkça ifade etti.

Grevin ilk iki günü boyunca, Seattle’da 100.000’den fazla işçi (sendikasız ve sendika üyesi) bir araya geldiğinde, inanılmaz bir dayanışma hüküm sürdü ve işçi sınıfı gücünü hissetti.

Fakat üçüncü günle birlikte, çatlaklar ortaya çıktı ve bazı sendikalar işe geri dönmeye başladı. Belediye Başkanı Hanson, 15 Kişilik Komite'ye grevin derhal sonlandırılmasını veya sonu belirsiz olaylarla yüzleşmelerini emretti.

Birçok grevci, genel grevin gücü ve birliğinin patronlarının taleplerini yerine getirmeleri konusunda ikna edeceğine inanıyordu. Ancak, savaşın sona ermesi ile savaş gemilerine duyulan ihtiyaç azaldı. Ayrıca, ülkenin dört bir yanındaki gemi inşa merkezleri grev süresince kapatılmadığından California, Körfez ve Doğu Kıyılarında üretime devam edildi. Seattle’ın tersanesi, savaş sırasındaki önemine rağmen, harcanabilirdi.

8 Şubat öğleden sonra, 15 Kişilik Komite greve son vermek için oy kullanma çağrısı yaptı, ve biraz tartışmadan sonra, iki gün içinde, büyük grev komitesi aynı kararı kabul etti. 11 Şubat günü, beş gün sonra, genel grev sona erdi.

Genel grev sona erdiğinde, tersane grevi devam etti. Ne yazık ki, birçok tersane işçisi savaş sonrası durgunluk ve işten çıkarmalar nedeniyle işlerine hiç geri dönmedi.

Grevin zayıf yönlerinden birkaçına değinmek gerekirse;
  • Grev liderleri işçilere grev sırasında evde kalmalarını emretti
  • Geniş katılımlı toplantılardan kaçındılar ki bu, grevdeki safların grev boyunca pasif katılımcı olarak kaldığı anlamına geliyordu.
  • Birbirlerinden ve dolayısıyla kendi kolektif güçlerinin anlamlarından izole edilmişlerdi...
Union Record, grevin ilk birkaç günü yayınlanmadı. Bu durum Seattle’daki işçileri ortak taleplerden ve iletişim araçlarından mahrum etti, egemen sınıf basının yayılmasının önünü açarak grev hakkında yalanların yayılmasına sebep oldu.

Ayrıca, Genel Grev Komitesi'nin düzeni geri almak için çağrılan federal birliklerle başa çıkmak için uzun vadeli bir çözümü yoktu. İşçi Savaş Gazileri Muhafızları şiddet veya düzensizliğin olmamasını sağladı, ancak federal birliklerin baskıcı mevcudiyeti, şehir genelinde stratejik olarak yerleştirilmiş makineli tüfek yuvalarıyla sendikaların zayıflamasına yol açtı.

Anna Louise Strong'un belirttiği gibi, “Gerçek bir çatışmaya girilebileceği hiç düşünülmemişti. Genel Grev, silahlar hariç, kentin örgütlü yaşamını elimize aldı. Sadece ateş açılana başlayana kadar dayanabilirdik.”

Irkçılık ve cinsiyetçilik, grev sırasında dayanışmayı zayıflattı. Sendikalar renk çubuğunu resmen kaldırmış olsalar da, pratikte, sık sık Siyahları ve diğer renkli insanları dışladılar, Japon işçiler ise kendi sendikalarını örgütlemeye zorlandılar. Genel Grev Komitesi’ne katılmalarına izin verildi, ancak oy hakkı yerine yalnızca söz hakkında tanındı.

Kadınlar, telefon operatörleri gibi bazı sendikalara hükmederken, cinsiyetçi fikirler -kadınların eşleri ilgilenmesi ve sendika hareketi ile ilgili olmaması gerektiği veya işgücüne giren kadınların “erkeklerin işlerini” çaldığı fikri gibi- dayanışmayı baltaladı. 

Son olarak, AFL'nin satın alınabilecek yöneticileri grevi etkisizleştirmede kilit bir rol oynarken, SP ve IWW'nin rollerine de eleştirel bir gözle bakılmalıdır. Her iki grubun da grevden önceki on yıldan fazla bir süredir bölgede örgütlenmiş olmasına rağmen, işçi sınıfında grev için bağımsız bir rota çizebilecek kadar derin kökler bile geliştirmemişlerdi.

Kötü sona rağmen genel grev, işçilerin toplumu yönetme gücünü gösterdi. Grev, beş gün boyunca, işçi sınıfının 30.000 kişiyi nasıl besleyebileceğini, barışı koruyabildiğini, hastaneler gibi temel hizmetleri nasıl yürütebileceğini ve tüm bunları kâr amacı gözetmeksizin yapabileceği hakkında kısa süreli bir örnek teşkil etti.

Tarih kendisini asla aynı şekilde tekrar etmiyor ve son yüzyılda ABD işçi sınıfında birçok değişiklik oldu. Ancak, işçi sınıfı ve grevler ABD'de yeniden ortaya çıktıkça, Seattle genel grevinin ilham verici tarihinden öğrenebileceğimiz birçok ders var.

Çeviri: Özgür Cem Boynueğri / SOL

İslam devriminin 40. yılında İran-ÖZGÜR ŞEN

İran'da mollalar 1 Şubat 1979'da Humeyni'nin sürgünden dönüşüyle başlayan ve 10 gün sonra iktidarı aldığı kabul edilen islamcı devrimin 40. yılını kutluyorlar. Devrimden 40 yıl sonra İslami rejim İran'da gücünü koruyor. Bu gücün en büyük kanıtı ise İran'da kendisine taban bulabilen muhalefetin de devrimin temel niteliklerine sahip çıkıyor oluşu. İran İslamcılığı muhalefeti de kendi içinden çıkaracak denli etkili.

İran İslam Devrimi, iki ana prensipe dayanıyordu. Birincisi, dinin devlet yönetiminde ve toplumsal yaşantının düzenlenmesindeki rolüydü. Devrim, Şahın tartışmasız bir ABD kuklası olması nedeniyle Amerikan karşıtı bir söylemi benimsedi ve bunu sürdürdü. Ancak devrilen rejimin karakteri nedeniyle takip edilen Batı karşıtlığı her zaman devrimin dinsel ideolojisiyle bağlantılandırıldı.
Batı düşmanlığı hiçbir zaman bir tür kapitalizm karşıtlığına dönüşemezdi. Çünkü devrim, Şah yanlısı sermayeyi tasfiye ederken bunun yerine mollaların kontrolünde bir sermaye birikim modelini tercih edecekti. Şahçı patronlar gitmiş ama onların yerine mollalar geçmişti. Mollaların dinsel saltanatları, yine mollaların elinde biriken paranın saltanatıyla bir bütündü. İran'ın tüm zenginliklerinin halkın değil mollaların ağırlıkta olduğu bir patron sınıfının elinde olması İran Devriminin ikinci prensibiydi.

Parayla kurulan bu ilişki ve İran'ın islamcı rejiminin içeride kurduğu kendine has tonlar taşıyan piyasa mekanizması Batıyla olan gerilimde de belirleyiciydi. Amerikan ambargosuyla karşı karşıya kalan İran, bu ambargoyu önceAvrupalı şirketlerle işbirliği yaparak aştı, sonra yakın zamanda Çin'in küresel ölçekte iddiasını artırıp oyuna girmesiyle tablo biraz değişti. Ama yine de bugün Avrupa Birliği, Çin'le birlikte İran'ın en önemli ticaret ortağı olmayı sürdürüyor.
İran muhalefetinin temel ekseninin "reform" oluşu da İran devriminin ilkeleriyle bağlantılı aslında. İran'da rejimin içinden çıkan muhalefet dinin devlet yönetimindeki ağırlığını tartışmıyor mesela. Ama birtakım uygulama farklılıkları, toplumsal yaşantıda bazı kuralların esnemesi doğal olarak gündeme geliyor.
İktisadi alanda da rejimin temel niteliği hiç sorgulanmıyor. Ancak tamamen mollaların kontrolündeki bir ekonomiden daha fazla pay isteyen grupların olduğu da sır değil. Bu temel niteliğe ters bir şekilde İranlı emekçilerin taleplerini temsil edecek bir güç ise ülkede yok.

Batı yanlısı gruplarınsa ister bunu bir tür monarşi özlemiyle yapsınlar, isterse daha liberal tonlarla, İran'da bir toplumsal tabanları bulunmuyor.

İran'ın Batı'nın parası ve sermayesiyle bir derdi yok. Ama mollaların İslamcılığının Batı ve ABD karşıtı bir söyleme bugün hâlâ ihtiyaçları var.

İran'ın Amerikan karşıtı söylemine cevap olarak ABD de İslami rejime genelde istediğini veriyor. İran'a yönelik yaptırımların sertleşmesi, yöneltilen askeri tehditler, rejim karşıtı küçük ve İran'da bir tabanı olmayan grupların açıktan desteklenmesi, içeride mollaların elini kuvvetlendiriyor.

Aslında nasıl mollaların ABD'nin parasıyla bir derdi bulunmuyorsa, ABD'nin de İran devriminin iki prensibiyle, dinin ve paranın saltanatıyla bir derdi yok. Para kısmını konuşmak dahi lüzumsuz. Dinsel rejimlerle ise ABD'nin gayet iyi anlaşabildiği çok sayıda somut örnek nedeniyle gayet iyi biliniyor. Bu nedenle ABD, İran'da iktisadi ve siyasi çıkarlarıyla barışık bir gerici iktidara dünden razı.

Ama hem mollalar hem de ABD açısından bu gerilimin çözümü pek kolay değil. İran'daki islamcı hareketin yıllar içinde siyasi bir ihtiyaca denk düşecek şekilde gelişen geleneksel ABD karşıtlığı bir yana, bölgenin Rusya ve Çin'in de dahil olduğu karmaşık dengeleri de gerilimi azaltmıyor, tam tersine yükseltiyor.
Böylesi bir ortamda İran'a dönük Amerikan yanlısı müdahalelerin mollaları zor durumda bıraksa dahi İran halkının aleyhine olması nedeniyle ABD'nin her tür adımına karşı çıkılması gerekiyor.

İran İslam Devrimi 40. yılında esas gücünü dinin ve paranın saltanatından almayı sürdürüyor. İran'daki bu karanlığı dinle ve parayla bir derdi olmayan Batı'nın ya da yine ikisiyle barışık olan başkalarının dağıtamayacağı ortada.

Peki ya bunlarla gerçekten derdi olan seküler İran solu ne yapıyor? İran İslam Devriminin büyük bir öfke ve kıyıcılıkla saldırdığı İran solunun, ayağını tekrar İran topraklarına basarak yükselmesi için biraz daha zamana ihtiyacı var.Ancak İran'daki karanlık rejimi devirebilecek tek gücün İran solu ve onun liderlik edeceği İran emekçi halkı olduğundan hiç şüphe duyulmaması lazım.

Sol, ne zaman bağımsız davranmazsa, ne zaman emekçi halkın gücüne güvenmezse, büyük felaketlerle karşılaşıyor. Bunun en büyük örneklerinden birisi de Amerikancı ve despot Şahla hesaplaşırken ülkeyi İslamcılara kaptıran İran'ın bizzat kendisi zaten.

Özgür Şen / SOL