18 Şubat 2019 Pazartesi

Yeni seçkinler! - SELÇUK CANDANSAYAR

Üniversite hastanesinin Radyoloji bölümü. Zamane kodaman siyasetçisi yanında korumaları  Manyetik Rezonans (MR) çekimi için gelmiş. Doktor, her hastada olduğu gibi çekim öncesi bilgilendiriyor. Sürecin aşamalarını anlatıp, yaklaşık 15 dakika süreceğini söylüyor. Kodaman, biraz sitemkar, soruyor, “bize de mi 15 dakka!” Doktor ilkin anlamıyor, soran gözlerle bakıyor. Kodaman mütebessim, “yani doktor bizimkini de herkesi çektiğin kadar mı çekeceksin?”
Kodaman, kendisine çekilecek MR’ ın diğer hastalardan farklı olması gerektiğine inanıyor!  Doktorun zihninden “olur mu sizin çekimde çok özel bir çözünürlük kullanacağız, normal hastalara kullanmıyoruz, özel ve değerli hatta biraz da gizli bir teknoloji…” gibi bir şeyler söylemek geçiyor. Ama hızla çıkarıyor aklından, hekimlik meslek ahlakı, hastayla ne olursa olsun alay edilmemesini öğütlüyor. 
Bu hikayedeki birinci çoğul şahıs dili AKP’ lilerin alameti farikası. Onlara herkese yapılandan daha farklı bir işlem yapılması gerektiği ve sıradan insanlar için geçerli kuralların onları bağlamayacağı inancı da. 
Bilindik ve anlaşılabilir bir iktidar şımarıklığı ya da güç sarhoşluğundan, ayrıcalık hissinden daha derin bir “karakter örüntüsü” var, sayısı çoğaltılabilecek bu örnekte. Kibir, elbette temel özellik, ama o kibrin gerisindeki doyurulamayacak açlık, haset ve dünyayı görme hali daha belirleyici. Kibir asıl meselenin yüzeyindeki bir çiğlikten öte değil. 
İlkin, şu “ben” yerine “biz” ve onun ayrılmaz bileşeni “benim bakanım, benim bayan polisim” söylemi. Biz, kendini büyük görmekle ilgili olmaktan çok, ben sadece ben değilim ben “Akparti kitlesiyim”  demek. Karşısındakine, sakın beni bir kişi gibi görme, ben iktidarın ayrılmaz bileşeniyim, deme uyarısı. Kendisinden biz diye söz edenin, o bizin dışında kalmama gayreti, bizin bir parçasıyım deme ihtiyacının da belirtisi. Bizin dışında kalırsa kendisinin sıradan biri hatta hiç bir şey olarak görülmesi korkusu. 
İkincileyin ise o “biz” in topluma, sıradan insana bakma biçimi. Toplumda “doğal” ve “kaçınılmaz” bir hiyerarşi olduğuna dair derin ve köklü bir yargıya sahip olunduğunun kanıtı. Öyle ki, hiyerarşinin aşağısında olanların hakları ve onlara sağlanacak olanlarla, hiyerarşinin üstünde olanların hakları ve   onlara verilecek olanlar arasında fark olması gerektiğine olan inanç. 
Biraz da bu yüzden kendisine de herhangi bir hastaya çekilen gibi MR çekilmemesi gerektiğine inanıyor. Demem o ki cahilliğinden değil bu beklentisi, yargısından. “Ejder meyveli smoothie, starex meyvesi eşliğinde aloevera ve efuli” menüsü de bu yüzden. Herkesin ulaşabileceği olamaz, olmamalı. 
Aynı zamanda eskiden yukarda olduğunu düşündüklerinin “nasıl yaşadıklarına” dair tahayyüllerinin de tanıtı. Boğazda viski yudumlayanlar söylemi de buradan kaynaklı, Çankaya köşkündeki yemek sofralarının eskinin Harem’ indeki işret meclisleri gibi olduğunun sanılması da 
Hiyerarşi, hakikat olarak kabul edildiğinde bir tepesi de olmak zorunda. Bizlerin en üstteki! O da dışarıya konuşurken aynı şekilde biz, Biz’ in üyelerinden söz ederken ise  “Benim” diyor. Biz’ e katılanları “mülkü” olarak görüyor. Hepsi en üstteki O sayesinde Biz olabildiğinden de, bu mülkiyet devrini gönüllü olarak yapıyor. İki taraf da haklı. Biz’ e katılanları ihya edecek tüm musluklar O’ nun elinde çünkü. Ben, beslemezsem  bir hiçler diyor, onlar da beslenmezlerse, Biz’ in bir parçası olmazlarsa bir hiç gibi hissediyorlar. Tabi sadece manevi anlamda değil somut maddi anlamda da. 
Topluma, seçmenlere “göbeğini kaşıyan adamlar” olarak aslında kimin baktığı da ortaya çıkmıyor mu? “Size 250 gramlık çay paketleri dağıtılacak evlere bunlarla girin, keyifle çay için, millet bahçesinde yatıp yuvarlanın, millet kıraathanelerinde bedava çay için, kek yiyin” diyen,  tanzim satışları kurarken, dağıtın şunlara ucuz domates, biber, patlıcan keserler seslerini, diye düşünmüş olamaz mı?
Faşizm, öyle ilan edilen, yasaya yazılan, resmi rejim olduğu açıklanan bir ideoloji değil. O “bize de mi onbeş dakka” olarak bilinçten sürçen zihniyet. Beka da beka tutturması da bu yüzden. Kaybederlerse parçalanacağından korktukları da memleket değil. Hiyerarşideki yerleri. 
SELÇUK CANDANSAYAR / BİRGÜN

Omurgasızların siyasetine itiraz - GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN

Çok değil, bundan 5 yıl önce CHP’den Milas Belediye Başkanı Adayı olan Saylak bu seçimlerde partisinden aday gösterilmeyince AKP’ye geçti. Hâlbuki kendisi 2014’te CHP’nin teklifini nasıl kabul ettiğini açıklarken, CHP’li doğduğunu ve öyle de öleceğini açıklamıştı. İşin ucunda menfaat olunca CHP’liliği kendi tahmininden dahi kısa sürdü. AKP’ye geçme aşamasında ise aynı şahıs Erdoğan’a ağzını doldura doldura “reisim” diye hitap ederek, onun baştacı olduğunu, elini öpmeye geleceğini söyledi. 
Saylak tek örnek değil şüphesiz. Hem AKP-MHP kanadında hem de muhalefette aday gösterilmediği için partisinden istifa eden sonra da eski partisine demediğini bırakmayan çok sayıda yerel siyasetçi var. Ancak göze batanlar daha çok CHP’liler oluyor. Zira iktidar medyası omurgasız siyasetçileri ana muhalefete karşı kullanmakta tereddüt etmiyor. Örneğin daha önce tukaka ilan ettiği Beşiktaş eski belediye başkanı Haznedar’ı CHP eleştirileri üzerinden manşete taşıyor; partiden istifa edenlerin Erdoğan övgülerini “doğru yolu buldular” diyerek haber yapıyor.
Bir de ülke siyasetinde zerre kadar karşılığı olmayan fakat seçim zamanlarında küskünlerin adresi olan DSP gibi partiler var. Seçim sonuçlarına olası etkileri muhalefetin oylarını bölmekten ibaret. Avcılar’da, Şişli’de vb. eğer işler sarpa sararsa bunun siyasi sorumluluğu yalnızca omurgasız siyasetçilere değil, onlara yer açan siyasi fırsatçılığa da kesilmeli.
Merkez sağ ve sol siyasetin üç beş parça olduğu 1990’ların Türkiye’sinde değiliz. Bugün saflar çok daha belirgin. Bir yanda yeni rejimi kurumsallaştırmak isteyen güçler diğer tarafta buna direnen yurttaşların oy vermek zorunda kaldığı siyasal aktörler. Seçmen bu netliğin kendini hem makro siyasette hem de yerel seçimlerde göstermesini bekliyor. Adayların demokratik mekanizmalarla seçilmesini, yerelde iktidarın saldırılarına bariyer kuracak isimlerin tercih edilmesini talep ediyor. Ancak CHP başta olmak üzere 16 Nisan’da Hayır’ın bileşeni olarak görülen siyasetlerin aday seçimi bu beklentiye uygun değil. İYİ Partililer MHP’den kopanları partiye çekmekle meşgul. İdeolojik-politik hat yoksunu CHP yönetimi ise aday belirleme sürecini yönetemediğinden tabandaki küskünlüğe çare bulamıyor. 
CHP’nin Siverek adayı Bucak çok uç bir örnek olduğu için bu denli ses getirdi, belki geri adım atılacak ancak seçmenin ağzının tadı kaçtı bir kere. İstanbul, İzmir gibi kilit şehirlerde ilçe bazında seçmenin tanımadığı, onunla bağı olmayan bir çok isim aday olarak belirlendi. Maltepe örneğinde olduğu gibi tabana rağmen istenmeyen başkanların yeniden aday yapılması ilçe teşkilatlarını tarumar etti. İlçe teşkilatının küstüğü bir beldede CHP seçimi nasıl kazanacak, sandıklara nasıl sahip çıkacak? 
İktidar nasıl olsa yönetemediği bir ekonomik krizle seçime gidiyor kolaycılığına kapılmanın kimseye faydası yok. Pirus zaferleri aldatıcıdır; kendi gerçekliğine yabancılaşmaktır, zaaflarını görmemek demektir. Seçmenini ikna edemeyen, heyecanlandıramayan, politik iddiasını aday profili ve söylemi ile perçinleyemeyen bir siyasetin yerelden yükselerek iktidarı almak gibi bir hedefi olamaz. Bugün AKP ile derinleşen siyasetteki çürüme ile mücadele etmek önce kendi evinin önünü temizlemekten geçiyor. O temizliği yaparken maaşım kesilir mi korkusuyla yaşayan emeklinin, işsiz gençlerin, merdiven altında sigortasız çalışanların, iflasla yüz yüze olan milyonların sesine kulak vermek ve cesur olmak şart.
GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN / BİRGÜN

17 Şubat 2019 Pazar

Medenî Kanun 2019 - ÖZDEMİR İNCE

Bugün Türk Medenî Kanunu’nun çıkartılmasının doksan üçüncü yılı. Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile birlikte Cumhuriyetin en önemli yasası, onun orta direği, kilit taşı. Yasanın anlamını tam anlamıyla kavramak için Fransızcasına gitmemiz gerek: “Le Code Civil”. “Code”: Yasa, yasalar, yasa dergisi anlamında. Ama “civil” çok önemli bir sıfat ve isim: İç, yurttaşlar arası; medenî, yurttaşlıkla ilgili; dinsel olmayan, dinsel törensiz... 

Demek ki 1926 yılında çıkartılan Türk Medenî Kanunu’nun gerçek anlamı şu: Dinsel Olmayan (Laik) Yurttaşlık Yasası. Şu anda yürürlükte olan Cumhuriyetin orta direği yasa! AKP’nin önünde Çin Seddi gibi duruyor.

***



MEDENİ KANUN’UN KABULÜ (1) Mustafa Kemal Paşa, 1 Kasım 1925 günü TBMM’nin İkinci Dönem Üçüncü Yasama Yılı’nı açarken “genel hayatımızı yenibaştan düzenleyecek yasalar”ın haberini veriyordu. 

Hükümetin “Adli Reformlar” konusunda hazırladığı tasarı, 24 Aralık 1925’te TBMM’ne sunuldu. Ve bu tasarı 17 Şubat 1926 tarihinde “Türk Medeni Kanunu” adıyla TBMM’nde kabul edildi. 4 Ekim 1926’da yürürlüğe girdi. Her şey 11 ay 3 gün gibi kısa bir sürede oldu, tasarı gerçekleşti.

Sağıyla solunu karıştıran “Entello” tayfası Cumhuriyetin Medeni Kanunu İsviçre’den, Ceza Yasası’nı “Faşist” İtalya’dan aldığını söyleyerek dalgasını geçer. Taze Cumhuriyetin kuruluşundan 2 yıl 3 ay 19 gün sonra çıkardığı yasayı, TBMM ancak 1 Ocak 2002 (2) tarihinde değiştirebilmiştir. Tamamen değiştirmekten çok yenilemiştir. 
1 Mart 1926’da çıkartılan Türk Ceza Kanunu, 12.10.2004 tarihine kadar yürürlükte kaldı. 1889 İtalyan Zanardelli yasası esas alınarak yapılan bu yasa ancak 2004 yılında tamamen değişti. Bugün konumuz değil ama 1889 tarihinde İtalya’da faşizm mi vardı? 
Cumhuriyete atılan pis iftiralar fos çıktıkça midem bulanıyor. Tıpkı şu anda olduğu gibi!

***
Türk Medeni Kanunu ile: 
• Ailede kadın-erkek eşitliği sağlandı.• Evlilikte resmi nikâh zorunluluğu getirildi.• Erkekler için tek eşle evlilik esası getirildi. • Kadınlara, istedikleri mesleğe girebilme hakkı tanındı. 
• Mahkemelerde tanıklık yapma, miras ve boşanma konularında kadın-erkek eşit hale getirildi.• Patrikhane’nin din işleri dışındaki yetkileri kaldırıldı. 


Ve Türk Medeni Kanunu’nun doğal sonucu olarak, kadınlara siyasal alanda haklar tanındı:
• 1930’da Belediye seçimlerine katılma hakkı.
• 1933’te Muhtarlık seçimlerine katılma hakkı.
• 1934’te milletvekili seçme ve seçilme hakkı.

***


Türk Medeni Kanunu’nu hazırlayıp çıkartan insanlar, günümüz entellolarıyla İslamcıları, yeni mürtecileri ile kıyaslanmayacak oranda bilgili ve entelektüel idiler. Yasanın mimarı, Adliye Vekili Prof. Dr. Mahmut Esat Bozkurt’un hazırladığı gerekçede Cumhuriyetin temel perspektifi toplumsal ilerleme ve gelişme idi: “Yasaları dine dayanan devletler, kısa zaman sonramemleketin ve milletin isteklerini tatmin edemezler. Çünkü dinlerdeğişmez hükümler ifade ederler. Hayat yürür, ihtiyaçlar sürekli değişir, din kanunları, mutlaka ilerleyen hayatın huzurunda şekilden ve ölü kelimelerden fazla bir değer, bir anlam ifade etmezler. Değişmemek, dinler için bir zorunluluktur... Esaslarını dinlerden alan yasalar uygulanmakta oldukları toplumları, (gökten.Öİ) indikleri ilkel devirlere bağlarlar ve gelişmeye engel belli başlı etken ve unsurlar sırasında bulunurlar.” (Ferit İlsever, Cumhuriyet Devrimi Kanunları, Kaynak Yayınları, S.54)
***

Benim ekleyecek bir şeyim yok! Ama bir sorum var: Ruh ve kafa sağlığı yerinde bir kadın kendisini esaretten kurtaran bir yasa yapan Cumhuriyete nasıl karşı olur?

Özdemir İnce / CUMHURİYET

(1) Hürriyet, 17 Şubat 2009 
(2) Ecevit’in 57. koalisyon hükumeti

Cebini doldurmayı seven muhterem halkımız! - Işıl Özgentürk

Bugün yazıma “dost acı söyler” diyerek başlamak istiyorum. 

Görülen o ki, hepimizde bir aldırmazlık söz konusu. Geçenlerde bir arkadaşım dedi ki, “bu aldırmazlık haresinin içinde galiba kendi akıl sağlığımızı az da olsa korumak  istiyoruz”Ben de bu sözü epey düşündüm. Acaba nerede bir yanlış var, neden, biz böyle aldırmaz bir hale nasıl geldik?
 
Sevgili dostlarım, dünyayı yöneten 400 uluslararası şirket, ülkelerin özellikleri hakkında inanılmaz araştırmalar yapıyorlar. Çünkü bu ülkelerdeki insanlar onlar için sadece bir sayı. Ne kadar çok tüketirlerse o kadar iyi. Bu ülkelerde demokrasi yokmuş, insan hakları sürekli çiğneniyormuş asla umurlarında değildir. Öyle gözükmeleri bile oyunun bir parçasıdır.
 
İşte bu mekanizma Türkiye için de geçerlidir. Bir yerlerde (bizim bilmediğimiz) Türkiye’de yaşayan insanların özellikleri anbean tespit edilmektedir. Yani bir zamanlar Mao’nun dediği gibi “Kapitalizm kâğıttan bir kaplan” değil, çok güçlü, ölmemek için her şeyi yapan bir uluslararası mekanizmadır. 

Şimdi gelelim, bizim çok az bildiğimiz ama uluslararası şirketlerin çok iyi bildiği 80 milyonluk ülkemiz halkının ana özelliklerine. Durum hiç de iç açıcı görünmüyor. Yıllar önce bir blucin firması uçaktan Sultanahmet’e uyduruk blucinler atmıştı ve ahali ağaçlara takılan blucinleri elde edebilmek için ağaçları kırmış, birbirlerini örselemişlerdi. 


Bugün bu özelliğimiz katlanarak büyüdü. 2 gramlık çay poşeti için kuyruğa girenler az değil. Ülkenin en varlıklı caddesinde bile ben gözlerimle gördüm, hayır lokması için bir kilometre kuyruk vardı. Üstelik o kuyruktakiler az ötedeki baklava dükkânından bunu rahatlıkla alabilirlerdi. 

Biraz canınız mı sıkıldı, öyleyse daha da sıkmalıyım. İlaçlara 26.5 zam geldi. Bu şu demek, artık bedavaya yakın ilaç alanlar, epeyce bir katkı payı ödeyecekler. Doğrusu ben çok memnun oldum, çünkü eczacı arkadaşlarımın dükkânında, ara sıra yardıma giderim, tuhaf bir gerçeğe tanık olmam bu nedenledir. 

Şöyle ilk zamanlarda devlet pek çok takviye ürünü de parasız veriyordu. C vitaminleri gibi. Buraya kadar iyi. Sonra bu ülkenin muhterem insanlar işi sadece reçete yazmak olan aile hekimlerine gidip sadece kendisi için değil, eşi, dosttu için de suda eriyen C vitaminleri yazdırmaya başladılar. O kadar çok C vitamini tüketiliyordu ki, ben de merak edip sordum. Yürekli biri şöyle söyledi: “Ayol biz bunu altın günlerinde meyve suyu niyetine millete sunuyoruz.” 

Sonra ne oldu, C ve benzeri vitaminlerin katkı payı ortadan kalktı. Yani alıyorsan parasını cebinden ödeyeceksin. Sırada Bepanten adlı bir ilaç var, biliyorsunuz yanıklar ve örselenmeler için kullanılır. Ama genç yaşlı pek çok kadın her seferinde dört-beş tane bu ilaçtan alıyorlardı. Gene sordum söylediler, yüzlerine “maske yapmak için kullanıyorlarmış”

Bir süre sonra o da parayla oldu, sırada antibiyotikler ve antidepresanlar geliyor. O kadar çok kişi antidepresan ve her burnu aktığında antibiyotik kullanmaya başladı ki, bu ilaçlar da raporla verilmeye başlandı. Yani almak için her seferinde doktora gideceksiniz.
 
Şimdi beklenen ilaç zammı geldi. Zaten dışardan ithal edilen ilaç bizim paramızla acayip zamlandı. Bir de üstüne bu zam. Şimdi aile hekimine avuç avuç ilaç yazdıranların ne yapacağını merak ediyorum. Bu arada gerçekten ilaca muhtaç kişilerin de bu ilaçlara ulaşmasını elbirliğiyle engellemiş olduk.
 
Dikkat ederseniz bu ülkede tuhaf bir hal var. Doymak bilmeyen bir insan topluluğuyuz. Vallahi bu ara nereye gittimse, insanların çoluk çocuk cumartesi pazar günleri serpme kahvaltı veren cafelerde sıra beklediklerine tanık oluyorum. 

Yahu bizdeki bu durum ne? 

Ya millet param yok diye yalan söylüyor ya da çok para var. Örneğin İngiltere’de önemli bir olay kutlanmayacaksa kimseler kahvaltıya ya da yemeğe dışarı gitmez. Biz galiba bu dönemde aldırmazlığın dibine vurduk. Yani öleceksek ölelim. 

Bu arada muhalefet partileri muhteşem bir algı yönetimi yapıp tanzim satışlarına başlayan AKP’yi hiç eleştirmesinler. Keşke kendileri başlatsaydı vallahi de billahi de oyları artardı. 

Bırakın dini mini, muhterem halkımız sadece cebini ve midesini doldurmayı seviyor.

 Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

Hikmetinden sual edilmeyen sultanlık! - Mine G. Kırıkkanat

On yedi yıldan beri iktidarda olan AKP, Türkiye’yi zaten zararsız konumundan pek hoşnut, karnı tok, sırtı pek muhalefet yokluğunda; tüm eleştirilere kulaklarını tıkayıp “dediğim dedik, çaldığım düdük” zihniyetiyle yönetiyor. 

Bu yönetim biçimi ve muktedirleri, Cumhuriyetin halk aç kalmasın diye var ettiği tüm kurumlarını satıp savdıktan, düzeneklerini yıktıktan, zor yıllardaki karne ve kuyruklarıyla yıllarca alay ettikten sonra; uzun kuyrukların oluştuğu fiyat tanzim satışları düzenliyor. Üstelik temel ihtiyaçların 2 kg ile sınırlandığı bu satışların gördüğü rağbetle övünüyorlar! 

Daha doğrusu, övdürüyorlar. 

Yandaş medyanın yayımladığı röportajlara bakılırsa, yurdumuzda ucuz yiyecek alabilmek için saatlerce sıra beklemekten çok mutlu ve iktidara tanzim satışları için övgüler yağdıran bir kitle var. 

Nüfusun kuşkusuz hiç de azımsanmayacak yoksul ve üretim çarkının dışında kalan yüzdesini oluşturan bu kitleyi; “Hak etmediğini düşündüğü temel ihtiyaçlarını,  kuyruğa girip saatlerce bekleyerek alınca, emek verip çile çekerek hak ettiğine inanan halk” diye tanımlamak, sanırım yanlış olmaz.

***

Osmanlı Devleti’nde, vergilendirilen halka “reaya” denirdi. Sizlerin de çok iyi bildiği gibi tebaa statüsündeki reaya tabanını oluşturan ümmet; memur, asker, zanaatkâr, çiftçi ve köylüleri kapsardı.

Bu tebaa içinde elbette tüccarlar da vardı. Ama büyük çapta ticaret, seri imalat gibi kapsamlı ekonomik ve finansal etkinlikler, önce kendiliğinden, sonra dış dayatmayla gayrimüslim azınlıkların ayrıcalıklı alanı olmuştu. 

Padişah, devlet demekti. Tüccar ve imalatçı olmayan Müslüman tebaanın can sahibi; kulluğundan hoşnutsa paşalık, han hamam, toprak ve ekmek veren efendisiydi. Kâh velinimet, kâh “zalim kısmet” olabilirdi. Hoşnut değilse hem verdiklerini geri, hem de kellesini alır, sıkışınca vergi salıp iyi gününde ulufe dağıtırdı.

***

1789 Büyük Fransız Devrimi’nden sonra dünyaya yayılan “yurttaşlık” algısı, zaten matbaa ve sanayi devrimini de ıskalayan Osmanlı mülküne uğramadı.
Ticaret ve imalat yapan reaya, her şeyden önce çoğu gayrimüslim olduğu, yani İslam halifesine kulluğu içselleştirmediği; büyük ölçüde de dünyayı izlediği ve yaptığı iş gereği zekâsı geliştiği için yurttaşlık bilinciyle buluştu. Hakkını savunmayı, sonuçta pek kazanamasa da öğrendi. 

Ama paşasından marabasına, sahip olduğu her şeyin Padişah/devlet tarafından bazen keyfi olarak alınıp verilmesine koşullanan Müslüman tebaa; hak etmek nedir, neye hakkı vardır, neye yoktur pek bilemedi... 

Hatta liyakati, çoğu zaman verilen rütbe ya da makama değil; rütbe ve makamı “lütfeden” efendiye vefa hizmeti sandı! 

Hak etmeden ihsan, nimet, lütuf dağıtımına; bazen de küfür kıyamet ya da dayak yiyip soyup soğana çevrilmeye alıştı...
***

Cumhuriyet, matbaa ve sanayi devrimini ıskalayan bu reayadan okumuş yazmış bir halk yaratmayı hem de çok kısa zamanda başardı. 

Ticaret ve finans dünyasının gemlerini gayrimüslimlerden alıp Müslümanlara vermek için, çok acımasız yöntemler de kullandı! 

Kulluğa koşullanan çok etnili bir ümmetten, “Türk” kimliği altında özgür bir millet yarattı. Kadını ve erkeği yasa önünde eşitledi, ulus ve yurttaşlık bilinci aşılamaya çalıştı. 

Müslüman ümmet, el hak, ticarette pek yetenekli çıktı. Nüfusun yoksul bile olsa görerek öğrenen ya da okuyup yazınca gözü açılan yarısı, kulluğu kolayca terk etti, yurttaşlığı özümsedi ve hakkını aramayı da öğrendi. 

Ama geniş genelinde dindar, muhafazakâr ya da eril aşiret/ aile baskısından kurtulamayan ve zaten kurtulamaması için cahil bırakılan bir nüfus, toplumsal  belleğine yer eden kulluk zihniyetini değiştirmediÇünkü bu zihniyeti terk etmek, kadının erkeğe eşitliğini de kabul etmeyi gerektiriyordu ki; kendisi de sultanın eril otoritesine kayıtsız koşulsuz boyun eğen erkek otoritesine dayalı muhafazakârlığın hiç işine gelmedi!
***

Aslında aynı çevrede yetişen, zaten aynı zevksizlik ve görgüsüzlüğü paylaşan; ama az çok eğitim, epeyce de oportünist kurnazlıkla sınıf atlayan AKP muktedirleri, sefalarının ancak “kullanışlı cahiller” sayesinde süreceğini biliyorlardı. İçinden çıktıkları halk tabanına, genetik belleğindeki kulluğauygun davrandılar. İşsiz güçsüz bırakıp, din ve diyanetle uyuşturdukları yığınları, zaten alışık oldukları ihsan ve ulufe ile geçinmeye koşulladılar. Yandaş medya sayesinde haberlerden bile habersiz, yalan dolanla coşup durulan bir cahiller ordusu yarattılar.

Ve bugün, o kuyruklarda üç kuruşa daha ucuz hıyar alıyoruz diye saatlerce beklemekten mutlu insanlar; ne saçmalarsa saçmalasın hikmetinden sual edilmeyen bir sultanlığa inanıyorlar.

 Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

İşçi kongresindeki küçük Türkiye (İZLENİM) - IŞIK KANSU

Geçmişte çok sendika kongresi izlemiştik, dün yıllar sonra Yol-İş Kongresi’nin açılışına gittik. Eski kongrelerde, Türk-İş başkanları, günün iktidarı ile muhalefetini; emek hak ve çıkarları açısından eleştirirlerdi. İktidar ve muhalefet parti temsilcileri de en ön sırada yer alırlar, işçiye bakışları açısından birbirlerini yererler, zaman zaman çetin, sert tartışmalar yaşanırdı.

Dün, Yol-İş Kongresi’nde iktidardan Çalışma Bakanı değil, İçişleri Bakanı vardı. Süleyman Soylu, reisi en az üç çocuk yapılmasını öneren parti adına dünya nüfusunun artmasından yakınarak, yakında insanlığın suya bile erişiminin zorlaşacağından söz açtı. Kenevir yetiştirilmesine önayak olan bir parti iktidarının bakanı olarak da uyuşturucu kullanımının yaygınlaşmasının yaratacağı tehlikelere değindi. Muhalefet adına İYİ Parti, SP vardı. Reis ittifakından BBP vardı. CHP’den temsilci yoktu. Çok önemli bir işi çıkmış olmalı ki, işçi sendikalarından sorumlu CHP Genel Başkan Yardımcısı Veli Ağbaba da kongreye katılamamıştı. Kemal Kılıçdaroğlu, telgraf göndermişti.

Açılış konuşmalarını dinledik.

Türk-İş Başkanı Ergün Atalay, asgari ücretin 2 bin 4 lira yapılmak istendiğini bunun 2 bin 20 liraya çıkarılması, yani 16 lira artması için Çalışma Bakanlığı’nda yaptıkları mücadeleyi anlattı.
Yol-İş Başkanı Ramazan Ağar, taşeron işçileri konusunda verdikleri haklı mücadele ve kazanımlara öncelik tanıdığı konuşmasında, “Artan eşitsizlik; ekonomi, demokrasi, sosyal uyum, çalışma barışı açısından büyük bir tehlike haline dönüşmektedir” dedi.

Zaten “demokrasi”ye değinen bir başka konuşmacı da olmadı.

Kongreye çağrılı kalabalık bir grup yabancı sendika temsilcisi, Türkiye’de hiçbir demokrasi sorunu olmadığı kanısına varmış olabilirler diye düşündüğümüzden; İnşaat ve Ağaç İşçileri Federasyonu Genel Sektereri Amber Yuson’a, Türkiye’deki demokrasi ve özgürlük ortamı ile ilgili ne düşündüğünü sorduk. O da taşeronlaştırmadan söz açtı, işçilerin doğrudan ve güvenceli bir istihdama kavuşmaları gerektiğini anlatıp, “İktidar ve işverenler güvencesiz işçi çalıştırarak sendikal hareketi tehdit ediyorlar” diyordu ki...

Bir sendika görevlisi gelip bizim Yuson ile yaptığımız söyleşiyi kesti.

Gerekçe: İçişleri Bakanı geliyordu ve biz onun geçeceği koridorun bir köşesinde söyleşi yapıyorduk!

İçişleri Bakanı’nın olduğu yerde, hem de Bakan’ın yolu üzerinde, ona buna demokrasi ve özgürlük soran meraklı gazeteci olmak çok büyük bir hadsizlik sayılabilirdi.

Ne yapalım, biz de gidip bulabildiğimiz, üstünden kovulmayacağımız bir sandalyeye (birkaç sandalyeye oturmaya kalkınca, delegeler bizi kaldırdı: Arkadaşları sigara içmeye gitmişler, geri geleceklermiş...) tünedik.

İşçi kongrelerinde eskiden basın için ayrı yer ayrılır, o yer de tıklım tıklım dolardı. Dünkü kongrede, “medya”nın işçilere ve işçilerin sorunlarına ilgisizliğinden olacak, basına özel bir bölüm ayrılma gereği duyulmamıştı.

Yol-İş kongresi bize, bir küçük Türkiye fotoğrafı sunmuştu aslında.

Benliği ile övünen iktidarı ve ortada görünmeyen muhalefeti ile hakkını yeterince arayamayan, baskılardan yakınamayan, demokrasiden söz edemeyen, medyası emekçilerle tüm bağlarını kesmiş, basınına özgürce çalışma olanakları tanımayan Türkiye’nin fotoğrafını...

Işık Kansu / CUMHURİYET

16 Şubat 2019 Cumartesi

Sana dilenci muamelesi yapıyorlar - ERK ACARER

Eğitime müdahale ile toplumu yavaş yavaş dönüştürürken, medyayı ise dönüşüm süresini kısaltma aracı olarak kullandılar. Şalterin kapanması ile karanlıkta kalan halka kızmak ise kolaycı bir tavır.
AKP tüm kurguyu bugünler için yaptı. Gazeteler, televizyonlar, radyolar, dergiler gasp edilerek toplumun elinden alındı. Medyanın büyük bölümü de dönüştürülerek iktidarın sesi oldu, propoganda aracı haline getirildi. AKP tarafından izlenen bu hoyrat yolun “kendi bekaları” açısından ne denli efektif bir yöntem olduğu da görüldü.
Yoksulluğa mahkûm edilen yurttaş tanzim satış kuyruğunda, 40 yıl önceki tüp kuyruğundan şikâyet ediyor. Eğitime müdahale ile toplumu uzun yıllar dönüştürmeyi hedeflediler. Medyaya müdahale ise bu dönüşümü kısa süreye yayıp, kolay yoldan yaptı. Bu açıdan basına yükledikleri işlevi bir elektrik şalteri gibi görmek mümkün. Toplumu gerçek haberden yoksun bırakmak adeta nefes borusunu tıkamak oldu.
Halka kızmak kolay, anlatmak çok zor. Soğan zenginin yiyeceği, patlıcan lüks gıda maddesi, domates ulaşılmaz olunca Tanzim Satış Yerleri gündeme getirildi. Toprağı zehirleyen, samanı ithal eden, patatesi 9 yıldır iç savaştaki Suriye’den almaya yeltenen, üretimi, üreticiyi doğal sonucu olarak tüketiciyi bitiren AKP, tanzim satışını bir “iyilik” gibi sunuyor.
Seçim sonrası bitecek formül üç günde bulundu. Halkın tüm sorunları, sanki bir kamyon patates, soğanla çözülmüş gibi gösteriliyor. 17 yıldır neoliberal politikaları topluma dayatan AKP değilmiş gibi serbest piyasa ekonomisi suçlanıyor. Kabahatli kabzımal, satıcı, manav. Artık bunlardan terör örgütü çıkarmak bile mümkün.
Halkı pahalılık, zam, vergi girdabına sokan iktidar, hiçbir sorumluluğu yokmuş gibi davranarak sanal düşmanlar, hayal mahsülü hainler yaratmaya devam ediyor. Savaş Cizre ve Afrin’den pazar yerine yayıldı. Elllerindeki medya ile yel değirmenlerine saldırıp “başarı” sağlıyorlar. Toptancı “terörist”, eleştiren toplumun ucuz meyve sebze yemesini istemeyen halk düşmanı oldu! Parantez açarak AKP’nin artık başarıdan anladığı yegane şeyin seçim kazanmak olduğunu anımsatalım. Başarı, toplumun refahı, mutluluğu ya da her gün ısıtıp sundukları beka sorunu değil. Bir beka kaygısı varsa o da kendi bekaları!
Ama gel de bunları… Gel de halka, bir yılda mazota yüzde 85, gübreye yüzde 110, tohuma yüzde 95, zirai ilaca yüzde 100, elektriğe- suya yüzde 85 oranında zam yapıldığını anlat. Sanki üretici, tohum; aracı, mazot; satıcı ise elektik kullanmıyormuş gibi.
Tanzim satış yerleri, toptancı hallerini ve pazarlamacıyı aradan çıkarıyor. Bu nedenle düşük fiyata vatandaşa satış yapılıyor gibi görünüyor. Ancak satın alma maliyeti, ulaşım, aracı halkın vergileri ile finanse ediliyor. Yani AKP iktidarı ucuza sattığının maliyetini de bizden çıkarıyor.
Soru açık; kimin parası ile kime iyilik yapıyorsunuz?
Önceki gün ilaca da yüzde 26 oranında zam yapıldı. İlaç depoları, eczacılar ile arasındaki bağı kopardı. Eczaneler, depolara sipariş veremiyor. Halk sağlığı tehlikede. Tanzim satış yerlerinden ilaç almak, doğalgaz, su ya da elektrik çekmek mümkün olmadığına göre, AKP iktidarının ucuz soğan vererek, bu krizi atlatması da imkan dahilinde görünmüyor.
Kurnazca karanlığa mahkum edilen bir halka ışık tutmak lazım. Mevcut enerjiyi kızgınlıkla tüketmek kimseye yaramıyor. Sorunun kaynağı, kendi kendine yeten yedi tarım ülkesinden biri olan Türkiye’yi yoksulluğa mahkum eden; domatesi, soğanı, patlıcanı bitiren, ülkeyi emperyalizme peşkeş çekmek için tütün, kayısı ekimini yasaklayan iktidar.
Elde kalan mevcut imkanlarla bağırmalı; “Kardeşim sana dilenci muamelesi yapıyorlar, teyze senin malını sana satıyorlar, amca cebinde 2 TL olsa bir dilim pastırma alıp yiyeceksin, bak doğalgazın kesik battaniye altındasın, abla çocuğuna ilaç alamıyorsun.” Usanmaman, ayırmadan. Anlatmanın bir yolunu bulmak şart. Kızmak kolay, anlatmak çok zor olsa da.
Erk Acarer / BİRGÜN

DİSK-AR'ın işsizlik raporu yayımlandı: Geniş tanımlı işsiz sayısı 6 milyon 646 bin - SOL

DİSK-AR tarafından TÜİK, İŞKUR, SGK ve AÇSHB verileri değerlendirerek hazırlanan İşsizlik ve İstihdam Raporu yayımlandı.


Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Araştırma Dairesi (DİSK-AR) Türkiye İstatistik Kurumu'nun (TÜİK) 15 Şubat 2019 günü açıkladığı Kasım 2018 dönemi Hanehalkı İşgücü Araştırması'nı, İŞKUR tarafından açıklanan Ocak 2019 dönemi verilerini, Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) tarafından açıklanan Kasım 2018 dönemi sigortalı istatistiklerini ve Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler (AÇSHB) tarafından açıklanan Ocak 2019 verilerini değerlendirdi.

Ekonomik krizin istihdamda yarattığı tahribat giderek çok daha net biçimde görülüyor. DİSK-AR raporuna göre "İşsizlikte adeta bir deprem yaşanıyor".

İŞSİZ SAYISI 700 BİN ARTTI, İSTİHDAM 1 MİLYON AZALDI
Son bir yılda işsiz sayısı 700 binden fazla artarken, Ağustos-Kasım 2018 döneminde istihdam bir milyon kişi azaldı. Sanayi üretiminde ve büyümede yaşanan gerilemenin sonucu olarak işsizlikte deprem yaşanıyor. TÜİK, SGK, AÇSHB ve İŞKUR gibi çeşitli kurumlar tarafından açıklanan işgücü piyasaları ile ilgili verilerin tümü krizin işsizlikte ciddi bir artış yarattığını ve bu eğilimin devam edeceğini gösteriyor.

TÜİK'e göre Kasım 2017 döneminde yüzde 10,3 olan dar tanımlı (standart) işsizlik 2 puan artarak Kasım 2018'de yüzde 12,3'e yükseldi. Kasım 2017'de 3 milyon 275 bin olan dar tanımlı işsiz sayısı bir önceki yıla göre 706 bin kişi artarak 3 milyon 981 bine yükseldi. Böylece dar tanımlı işsiz sayısı 4 milyon sınırına çok yaklaşmış oldu.

GENİŞ TANIMLI İŞSİZ SAYISI 6 MİLYON 646 BİN
Geniş̧ tanımlı işsiz sayısı 6 milyon 646 bine yükselirken,  geniş̧ tanımlı işsizlik oranı ise yüzde 19,3 olarak hesaplandı. Kasım 2017'ye göre geniş̧ tanımlı işsiz sayısı 665 bin arttı.

Sanayi üretimindeki büyük daralmaya paralel olarak istihdamda da daralma devam ediyor.  Türkiye ekonomisinin yıllık yeni istihdam yaratma kapasitesi krizle birlikte ciddi biçimde geriledi. Kasım 2017'de  28 milyon 515 bin olan toplan istihdam 201 bin azalarak Kasım 2018'de 28 milyon 314 bine geriledi.  Ağustos 2018 ile Kasım 2018 arasında ise istihdamda 1 milyon 4 bin azalma yaşandı.
İşsizlik açısından öncelikle dikkate alınması gereken tarım dışı işsizlik oranı da geçen yılın aynı dönemine göre 2,1 puan artarak yüzde 12,2'den yüzde 14,3'e yükseldi. Tarım dışı işsizlikteki hızlı artış dikkat çekici.

GENÇ İŞSİZLİĞİ YÜZDE 23,6'YA YÜKSELDİ
Genç işsizliği Kasım 2017'ye göre 4,3 puan artarak yüzde 19,3'ten Kasım 2018'de yüzde 23,6'ya yükselirken, kadın işsizliği Kasım 2017'ye göre 1,3 puan artarak 13,4'ten 2018 Kasım ayında 14,7 olarak gerçekleşti.
Tarım dışı kadın işsizliği ise yüzde 18,4'e yükseldi.

NE ÇALIŞAN NE DE OKUYAN GENÇLERİN ORANI YÜZDE 24,3
Ne eğitimde ne istihdam olan gençlerin (NEET, boşta gezer) oranı ise yüzde 24,3 olarak açıklandı. 

İŞSİZLİK SİGORTASI BAŞVURULARINDA REKOR
Ekonomik krizin yarattığı işsizlik depreminin bir diğer göstergesi işsizlik sigortası başvurularındaki artış. İŞKUR verilerine göre Ocak 2019'da işsizlik ödeneği başvurularında rekor başvuru yaşandı.

Başvuru sayısı Ocak 2018'de 145 bin iken yüzde 77 oranında artarak Ocak 2019'da 257 bini aştı. Aylık toplam işsizlik ödeneği alanların sayısı Ocak 2018'de 439 bin iken yüzde 50 artarak Aralık 2018'de 655 bine yükseldi.

İŞKUR'A KAYITLI İŞSİZ SAYISI 3,8 MİLYON
İŞKUR verileri de işsizliğin arttığını ortaya koymakta.  İşsizlikteki deprem İŞKUR'un kayıtlı işsiz sayılarına da yansıdı. İŞKUR'a kayıtlı işsiz sayısı 2018 Ocak ayında 2,4 milyon iken, Ocak 2019'da 3,8 milyona yaklaştı.
Kayıtlı işsiz sayısındaki artış işsizlikteki yükseliş eğilimi ile paralel.

YÜKSEK ENFLASYON VE YÜKSEK İŞSİZLİK BİR ARADA
Raporda şu ifadeler kullanılıyor: "Türkiye bir yandan yüksek enflasyon ve diğer yandan yüksek işsizliğin birlikte görüldüğü bir ekonomik kriz yaşıyor. Ekonomideki durgunluk ve küçülmeye yüksek işsizlik ve enflasyon oranları eşlik ediyor.
Böylece İşsizlik Sigortasının Fonunun keyfi kullanımına dayalı devasa teşviklerle yürütülen istihdam seferliğinin işe yaramadığı ve krizin en vahim sonucunun işsizlik depremi olarak ortaya çıktığı görülüyor."

SOL

Kabızlık-kabzımallık - Miyase İlknur

Nokta Dergisi’nde çalıştığımız yıllarda sanırım 1992’ydi, bir sabah kalktık dergi el değiştirmiş. Bülent Şemiler, derginin yeni sahibi olmuş. Tabii yayın politikası da yayın yönetmenleri de değişmişti. Pazartesi toplantılarında artık liberallerin Türkiye gündeminde tartışılmasını istediği dosya haberler öneriliyordu. Niyeyse ille de bana dayatılıyordu bu haberler. Bu ilginç dosya konuları Altangiller’den geliyordu genelde. 

Önerilen konulardan biri “Kemalist misiniz- Demokrat mı?”ydı mesela. Sanki iki kavram birbirinin antiteziymiş gibi. Kemalist ve liberal olan kanaat önderlerine bu soruyu soracak ve yanıtlarını yayımlayacaktık. 

Bir başka gündem toplantısına getirilen konu da “Tarımda sübvansiyonlar kaldırılsın. Üç ay çalışıp dokuz ay yan gelip yatan köylüyü beslemeyelim” şeklinde bir tezdi. İtiraz ettim, AB ülkelerinde de tarımın sübvanse edildiğini, üretmeyen bir toplumun gelecekte açlığa mahkûm olacağını ve köyden kente göçün hızlanacağını, kente gelip varoşlara konuşlanacak olan bu insanlara devletin götürmek zorunda kalacağı alt ve üstyapı hizmetlerine yapılacak harcamanın tarıma verilen sübvansiyondan daha maliyetli olacağını söyledim. 

Tabii bir köy çocuğu olarak çiftçinin sanıldığı gibi üç ay çalışıp dokuz ay yatmadığını da... Ama Özal döneminin ucuz ithalatın cazibesine kapılmış olan bu güruhu ikna etmek kolay değildi. “Şekerim ucuza ithal etmek varken niye daha pahalı et, tahıl ve meyve-sebze yiyelim”den başka argümanları yoktu. 

Her konuda bilirkişi olan liberal kardeşlerimiz için ne yerli tohumun önemi vardı ne GDO’lu ürünlerin piyasayı istila etmesinin. Tarımda üretim, bu kafaya göre, ilkellikten öte bir şey değildi. Sanki tarımı önemseyenler sanayileşmeye karşıymış gibi, “Siz kabız solcular domates, patlıcan üretmeyi, Sümerbank’ın basma, pazen üretmesini 
marifet sanıyorsunuz” derlerdi. Akıllarınca Cumhuriyet döneminin devletçilik anlayışına ve planlamacı yatırımlarına dudak büküyorlardı. Bu kafaya göre, devlet manifaturacılık, belediyeler manavlık yapıyormuş. 

Oysa bir bilseler ki, Cumhuriyeti kuran kadroların şeker, çimento, demirçelik, madencilik, Sümerbank, lastik, sigara, kâğıt, petro-kimya tesislerini ülkenin tüm bölgelerine adil bir şekilde kurduklarını ve bu fabrikaların bahçesine lojman, kreş, sinema ve tiyatro kondurduklarını, bu sayede bölge halkının hem istihdam, hem eğitim, hem de kültür ihtiyacını karşıladığını. “Efendim, devlet özel sektörün girmediği alanlara ve girmediği bölgelere yatırım yapmalı. Piyasalardan elini çekmeli, piyasanın rekabetçi ortamı kendiliğinden fiyatları da üretim miktarını da arz talebe göre düzenler” türküsünü yıllarca çalıp çığırdılar.

Ne oldu? 

Bin bir zorlukla Anadolu ve Trakya’nın dört bir yanında kurulmuş fabrikaları özelleştirdiler. Fabrikaların büyük bir kısmı değerli arsaları yüzünden kapatıldı, işçileri de kapının önüne konuldu. Halen faaliyette olanlar ise piyasada rekabeti bırakın fiyat tekeli oluşturdular. Güya arpalık olarak kullanılan KİT’ler özelleşince verimlilik artacak fiyatlar düşecekti. Tam tersine üretilen ürünlerin fiyatı yükseldi ve Adam Smith’in piyasaları düzenleyecek olan görünmez sihirli eli ise tüketiciye tokatlamaktan başka bir işe yaramadı. 

Adam Smith, adam olsaydı kâr hırsından başka bir şeyi gözü görmeyen piyasaların görünmez eli yerine devletin piyasaları düzenleyen görünen elinin daha rasyonel olacağını kavrardı. 

Kuruluşunda ve iktidarının ilk yıllarında liberallerin desteklediği AKP iktidarı da Özal’ın başlattığı özelleştirme rüzgârına kendini kaptırdı. Cari açığı kapatmakta kullandığı tek argüman “babalar gibi satmak”tı. Hem özelleştirme listesine alınan tesisleri yandaşlara peşkeş çekerek hem de satıştan elde edilen gelirleri bütçe deliklerini yamamada kullanmak işlerine geldi. Ama artık deniz bitti. Dünyada sıcak para da kalmayınca bir yerlerimiz açıkta kaldı.
 
Seçim nedeniyle dövizi baskılayarak tutmak kolay da mutfağa girmesi zorunlu domates, biber ve patlıcandan vurgun yiyince suçlu da bulundu. Pahalı zerzevatın sorumlusu kabzımallarmış. Gübre fiyatını, pahalı yakıt nedeniyle nakliye fiyatını dizginleme, sonra da kabzımalları günah keçisi ilan et. Üretici günlük ya da haftalık alım yapan tanzim satışlara ne kadar mal verecek ki? 

Ekim zamanında kendisine kredi veren ve malını tarlada bir yıl öncesinden kapatan dev marketler ve haldeki kabzımallar yerine günlük alışveriş yapan birine mal vermez, verse de o günkü fiyattan alacağın için alacağın ürünü markettekinden daha pahalıya mal edeceksin. Açığı da bütçeden, yani bizim cebimizden karşılayacaksın. 

Oh ne âlâ alışveriş... Bir cebimizden girecek öbür cebimizden çıkacak.

Miyase İlknur / CUMHURİYET

Soçi Zirvesi ve ABD’nin karşı hamleleri - Barış Doster

Suriye sorununa çözüm bulmak amacıyla, Rusya’nın inisiyatifi, Türkiye ve İran’ın katılımı, cephe gerisinde Çin’in desteğiyle ilerleyen Astana süreci, Soçi zirveleriyle devam ediyor. Soçi’de önceki gün düzenlenen üçlü zirvede, Türkiye’nin Rusya ve İran’la arasındaki görüş ayrılıkları dikkat çekti. İran’a yönelik yeni bir terör dalgası başlatan ABD ise müttefiklerini daha fazla cepheye sürmeye çalışıyor.

Soçi’de Rusya, Türkiye ve İran’ın buluştuğu hafta, 3 önemli gelişme daha yaşandı. 

Birincisi; İran’da İslam Devrimi’nin 40. yıldönümünün kutlandığı günlerde, Sistan-Belucistan eyaletinin Zahidan şehrinde, Devrim Muhafızları’na yönelik saldırıda 27 kişi yaşamını yitirdi. 

İkincisi; Hindistan ve Pakistan arasındaki en önemli sorunlardan birini oluşturan Keşmir’de, Pulwama kentinde, Hindistan güvenlik güçlerine yönelik saldırıda 40 kişi öldü. 

Üçüncüsü; Polonya’nın başkenti Varşova’da toplanan ve İran’ı hedef alan “Ortadoğu’da Barış ve Güvenliğin Geleceğini Desteklemek” başlıklı konferansta ABD temsilcileri, “İran’la yüzleşmeden barış ve güvenlik sağlanamaz”  dediler. 

Avrupalı müttefiklerini İran’la imzalanan nükleer anlaşmadan çekilmeye davet ettiler. Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri dahil 60 ülkenin katıldığı konferansta İsrail Başbakanı, İsrail’i tanımayan Arap ülkelerinin temsilcileriyle görüştü. İran’a karşı işbirliği önerdi.

Çözümün anahtarı Türkiye’deABD’nin Avrasya’ya yönelik saldırganlığı, bölge ülkelerinin birlikte davranmasını engelleme çabası yeni değil. Astana sürecini baltalamak istiyor. Türk-Çin ilişkilerini bozmaya çalışıyor. Rusya’yla gerilimi tırmandırıyor. İran’a, İsrail ve Suudi Arabistan eliyle yükleniyor. Ayrıca, Pakistan ve Afganistan gibi sınır komşuları üzerinden terör eylemleriyle sıkıştırmaya çalışıyor. (Böyle bir adım atabileceğini daha önce bu sütunda yazmıştık. “ABD heyeti niçin geldi?”, 09.01.2019). 

Bu noktada Türkiye’nin tavrı öne çıkıyor. Rusya ve İran’la, güvenli bölge, İdlib’in tümüyle silahsızlandırılmasının sağlanamaması, cihatçı grupların hepsinin tamamen silah bırakmaması, onlara yönelik bir Rusya-Suriye ortak harekâtı, Türkiye’nin Münbiç ve Fırat Nehri’nin doğusuna yapmayı düşündüğü askeri müdahale gibi konularda tam bir uzlaşma olmaması, çözümü geciktiriyor. Ayrıca Moskova ve Tahran; Ankara’nın bir an önce Şam ile temas kurmasını istiyorlar. Bu amaçla arabuluculuk öneriyorlar. Rusya ve İran’la birlikte, Suriye’nin bağımsızlığı, bütünlüğü, egemenliği ve siyasal birliğinin garantörü olan Türkiye’nin güvenlik endişelerinin giderilmesinin, yeni bir sığınmacı akınının önlenmesinin yolunun, Suriye’yle görüşmesinden geçtiğini vurguluyorlar. 

ABD’de başkanın, güvenlik bürokrasisi ve kongre ile arasında Suriye’den asker çekilmesi konusundaki görüş ayrılığı sürerken, Arap dünyasının önemli ülkesi Mısır ile Suriye arasında temaslar sıklaşıyor. Birleşik Arap Emirlikleri, Şam’daki büyükelçiliğini 7 yıl aradan sonra yeniden açtı. Sudan Cumhurbaşkanı El Beşir ve Moritanya Cumhurbaşkanı Abdülaziz Şam’ı ziyaret etti. Tunus, Irak ve Lübnan’dan sonra, Suriye’nin Arap Birliği’ne yeniden kabul edilmesini isteyen üçüncü ülke oldu. Yani, zaman ve koşullar, Şam yönetiminin ve Astana sürecinin bileşenlerinin lehine işliyor. 

Kıssadan Hisse: Bölge ülkelerinin ulusal birliği ve toprak bütünlüğü, Türkiye’nin birliğini ve bütünlüğünü güçlendirir. Gücünü, etkinliğini, nüfuzunu pekiştirir.

Barış Doster / CUMHURİYET

The Economist dergisinden çok konuşulacak sosyalizm tespiti - CUMHURİYET

The Economist, milenyum (Y-kuşağı) gençlerinin sosyalizme ilgisini ele aldığı yeni sayısında 'sosyalizmin tekrar moda olduğunu' yazdı.


Derginin kapağına da taşıdığı ‘Y kuşağı sosyalizmi' başlıklı analizi Sovyetler Birliği'nin çöküşünden 30 yıl sonra sosyalizmin özellikle 1980 ve sonrası doğan gençler arasında tekrar ‘trend' olduğunu ve yeni bir sol doktrinin doğmakta olduğunu öne sürüyor.

Sputnik'in aktardığına göre 'Kapitalizm kazanmıştı ama aradan 30 yıla yakın bir süre geçti ve şimdi sosyalizm tekrar moda oldu' ifadelerine yer verilen analiz özetle şöyle:
"Sovyetler Birliği'nin çöküşüyle uzun süredir devam eden ideolojik savaşın galibi belli oldu. Kapitalizm kazandı ve sosyalizm ekonomik başarısızlık ve siyasi baskı ile yanyana kullanılan bir terim haline geldi.

Aradan 30 yıla yakın bir süre geçti ve şimdi sosyalizm tekrar moda oldu. Amerika'da yeni seçilen bir kongre üyesi Alexandria Ocasio-Cortez kendisini demokrat bir sosyalist olarak tanımlayınca sansasyon yarattı. ABD 2020 başkanlık seçimlerinde demokrat adaylar da sola meylediyor. Birleşik Krallık'ta İşçi Partisi'nin muhafazakar lideri Jeremy Corbyn Downing Street 10 numaranın anahtarlarını kazanabilir.

Sosyalizm tekrar bu kadar gündemde çünkü batı toplumlarında neyin yanlış gittiğine dair isabetli eleştiriler getirdi. Sağcı siyasetçiler genelde fikir tartışmalarından uzaklaşıp şovenizm ve nostaljiye yakın dururken, solda eşitsizlik, çevre, gücün elitlerden vatandaşa aktarılması gibi konulara odaklanıldı.

Fakat tekrar doğmakta olan sol doktrini bazı konuları doğru anlamış olsa da modern dünyaya dair çok karamsar bir yaklaşımı var. Yeni solun politikalarındaki sorunlar ise bütçe, bürokrasi ve iş dünyası gibi konulardaki naifliğinden kaynaklanıyor."

Cumhuriyet

Salihli halkı JES'e direniyor! - Murat AĞIREL

Anayasamızın 56. maddesi "Herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir'' der.

Manisa Salihli'ye bağlı Kabazlı, Hacıbektaşlı, Yılmaz mahallelerinde yaşayan yurttaşlar ''Toprak da canlıdır, bin bir emekle alın terinizle işlediğiniz bire bin veren bereket kaynağıdır'' şiarı ile Anayasa'nın kendilerine yüklediği bu görev gereği topraklarına sahip çıkmaya seslerini duyurmaya, geleceklerine sahip çıkmaya çalışıyorlar. Çalışıyorlar çünkü karşılarında gözleri para hırsı ile bürünmüş dev şirketler, siyasi rant uğruna hukuksuzluklara göz yuman resmî yetkililer ve olayın ciddiyetini anlamamış olan yurttaşlar var.

Nedir JES ve Jeotermal Enerji?
Enerji için kullanılan JES yeraltının bin ila 4 bin metre derinliğinden su değil jeotermal akışkan sıvı çekilir. Bu sıvının içerdiği kimyasallar ise bor, cıva, arsenik, kurşun, amonyak, antimuan, lityum, karbondioksit, hidrojen sülfür ve tuzdur.
Isınma için kullanılan JES ise yer altının 200-300 metre derinliğinden tedarik ediliyor. Bu mesafeden çıkan sıvı içerisinde bulunan elementler ise sağlığa zararlı değil.

JES protestolarını yapan yurttaşların isyanı da tam bu noktada başlıyor. Çünkü 200-300 metre derinlikten çekilen bu sıvı ısınma amaçlı kullanıldıktan sonra toprak altına kolayca gönderilmektedir.

Enerji için kullanılan JES ise bin ila dört bin metreden çekildiği için kullanıldıktan sonra aynı derinliğe gönderil(e)miyor. Bu yüzden sıvının alındığı alanda boşluk olduğundan sismik hareketler meydana geliyor. Sıvı 300-400 metre derinliğe kadar gönderildiği için hem doğal kaynak sularına, hem tarım sulamaya, hem bu sulama ile yetiştirilen ürünlere sirayet ediyor.

Kaynak sıcaklıkları 160-245°C aralığındaki jeotermal kaynakların yoğuşmayan gaz (NCG) oranı %1,5-2,3 aralığındadır. Bu aralıkta üretim yapan JES'ler, Çevre Bakanlığı'nın izni ile hareket ediyor. Bu halde bile, Salihli ve çevresindeki 100 kuyudan çıkan yoğuşmayan gazların toplamı saatte yaklaşık 30 ton olacak!
Saatte 30 ton, yaklaşık 15 milyon arabanın Salihli'nin içerisinde hiç durmadan çalışıp egzoz gazı çıkartmasına eşit.

Çevre, Şehircilik Orman Bakanlığı Su Yönetimi Genel Müdürlüğü konunun vahametini görüp bir çalışma yapıyor ve sonucu İzmir Valiliği, Manisa Valiliği'ne yazmış olduğu resmî yazı ile bildiriyor. Aynen şunları belirtiyor;
 ''Malumlarınız olduğu üzere Manisa ili içme suyunun tamamını, İzmir ili ise %40 oranında içme suyunu Gediz havzası yer altı suyu kütlelerinden temin etmekte, özellikle içme suyu temin edilen yeraltı suyu kütlelerinde arsenik seviyelerinin yüksek olması insan sağlığını ciddi şekilde tehdit etmektedir. Havza'da yeraltı sularına temin edilen içme sularında arsenik seviyelerinin yüksek olması cilt kanseri, sinir sistemi rahatsızlıkları, dolaşım sisteminde kansızlık kalp yetmezliği kan kanseri ve lenf sistemi kanseri, anneden bebeğe geçerek doğrudan sakatlıklar, gelişmemiş bebek doğumları, akciğer kanseri böbrek yetmezliği ve mental hastalıklar gibi önümüze önemli sorunlara yol açmakta tarımsal sulamada kullanılan sularda artık seviyesinin yüksek olması bitkisel ürün kalitesini düşünmekte ve dolaylı olarak tüketilen bu ürünler artı bir insan vücudunda biyobirikime sebep olmakta ve sonuç olarak yukarıda değinilen söz konusu sağlık sorununa yol açmaktadır.

Gelecekte yaşanması öngörülen iklim değişikliği ve kuraklık etkisi sebebiyle yer üstü suyu kaynaklarında önemli azalmaların olacağı öngörülmektedir. Bu durumda miktar ve kalite açısından yeraltı suları insani tüketim amaçlı içme suyu temininde tek ve en güvenilir kaynak olması bakımından geleceğimizin sigortası konumundadır.

Bu bağlamda yazımız ekinde yer alan ve kırmızı renkte gösterilen yeraltı su yüklerindeki arsenik değerinin bu parametre için birilerinin eşiklerin altına düşürülmesi maksadıyla havzadaki yeraltı suyu kütlelerinde jeotermal ve madencilik faaliyetlerine yeni izin ve ruhsatların verilmemesi gerekmektedir.''
Çevre, Şehircilik Orman Bakanlığı Su Yönetimi Genel Müdürlüğü 14.08.2017 tarihli yazısında ise; ''Gediz Havzası Örnek Çalışmasında, aşılmaması gereken arsenik seviyesi 53 ppb olarak belirlenmiş ancak yapılan 3 dönem izlemeler neticesinde havzadaki değerin 3000 ppb üzerinde değere ulaştığı görülmektedir. Bu kirliliğin sebebi jeotermal ve madencilik faaliyetleridir.''

Bu açıklamayı bizatihi konunun muhatabı olan kurum yapıyor. Kanser oluyoruz, şayet bu uygulamalara son verilmez ise geleceğimiz yok olacak diyor. Jeotermal ve maden ruhsatı vermeyin diyor.

Valilik, Belediye ne yapıyor peki?

Yeni kuyuların yapılması için ihale açmaya devam ediyor.


Murat AĞIREL / YENİÇAĞ