12 Mart 2019 Salı

Vurun kahpeye - ORHAN GÖKDEMİR

“Vurun Kahpeye” bir Cumhuriyet romanı. 1923’te Cumhuriyetin ilan edildiği yılda Akşam gazetesinde tefrika edilmiş. Adına aldanmayın, bugünün havuz gazetesiyle hiçbir ilişkisi yok. O yıl, bir ülkenin topyekûn ayakta olduğu yıl. Gazetesi gazete, toprağı toprak, yazarı yazar, tefrikası tefrika. Başka türlüsü mümkün olabilir mi? Düşman sarmış dört bir tarafı. Dişe diş, kora kor bir mücadele. İçeride kompradorlar yol gösteriyor işgalcilere. Düşman neyse, içerdeki hainler fena yaralar insanı.

Üç yıl sonra 1926’da kitap olarak basılmış tefrika. Romanın arka planında milli mücadele yılları, açlık, yoksulluk, sefalet. Aydınlanmacı öğretmen İstanbullu Aliye olmayacak bir işi göze alıp Anadolu’da bir kasabanın yolunu tutuyor. Haliyle Milli Mücadele taraftarı Aliye, “Kuvayı Milliye”ci. Lakin halk Aliye kadar acık görüşlü değil olup biten karşısında, mütereddit, eski çürümüş düzenden umudunu kesmemiş hâlâ. Yobazlık ve bağnazlık da bizzat bu tereddütten besleniyor, karşılaştığı her yerde aydınlığa sallıyor kılıcını. Tek yol var geriye kalan; bir eğitim neferi olarak karanlığın ormanına yalın kılıç dalmak. Cehalete, ondan beslenen yobazlığa karşı savaş açmak.

Aliye yapıyor bunu, göze alıyor, savaş açıyor karanlığa. Kolay iş değil. Bedelini işgalcilerle işbirliği yapan yobazlarca taşlanıp öldürülerek ödüyor. Taşlanan, öldürülen Aliye değil aydınlanmadır.

Aliye’nin düşmanı kim? Hacı Fettah. İmam, işbirlikçi, hain... Kisvesini çıkardığında kişisel çıkarının peşinde bir üçkâğıtçıdan ibarettir aslında. Gerekirse işgalcilerle işbirliği yapar, sokağa hâkimdir, kışkırtır, karanlıktan beslenir. Haliyle Aliyelerin düşmanıdır. Aliye’yi pundunu bulup düşürmek için elinden geleni yapar. Düşürür de. Halkı da sürükler arkasından, Aliye’yi birlikte taşlarlar. Ama fırtına yaklaşmaktadır, ortalık yatıştığında kazandığını zanneden kaybedecektir.

***

Yazarı Halide Edip’tir. Eğitimci, öğretmen, romancı, yazar, mütefekkir, direnişçi, hemşire, Milli Mücadele’de nefer, sekreter, çevirmen, Hilal-i Ahmer gönüllüsü, onbaşı, çavuş, profesör, milletvekili ve elbette kadın… Ama 1908’den sonra ortaya çıkan devrimci kadınlardandır. Sıra dışı, asi, gözü kara, savaşçı.
1901’de Amerikan Koleji’ni bitiren ilk Türk kızıdır. Hürriyet Devrimi’ni 1908’de Burgaz’da haber alır, karanlığın dağıldığını görür. Tevfik Fikret’in başyazarı olduğu Tanin gazetesinde yazmaya başlamıştır. Yeni rejimin kadınları özgürleştirme tavrının yılmaz savunucusudur. Fakat 1909’de gericilik tekrar ayaklanır, 31 Mart sabahı İstanbullular silah sesleriyle uyanır. Halide kaçar, saklanır. Mısır’a sığınır, sonra İngiltere yollarına düşer.

Birinci Dünya Savaşında cephededir. Savaşın bitimine yakın Adnan Adıvar ile evlenir. İstanbul’a döndükten sonra bir süre İstanbul Üniversitesinde “Batı edebiyatı” dersleri verir. 1919’da İzmir’in işgaline tanık olur. Sindiremez. Haziran 1919’da Sultanahmet Mitinginde konuşmacıdır. O konuşmadan sonra bir efsaneye dönüşür.

1920’de İstanbul’un işgali üzerine Anadolu’ya geçer. Milli Mücadele’nin en ateşli zamanlarıdır, silah kullanmayı ve ata binmeyi öğrenir. Cepheye gider, üzerine düşen her türlü görevi tereddütsüz kabul eder. Yara sarar, yara açar. İzmir’e giren Milli Mücadele kuvvetleri arasında o da vardır. Gördüklerinden dehşete kapılır, duyduğu sadece yanık insan kokusudur.

Cumhuriyet’in ilanından sonra “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası”nın çekim alanındadır. Fakat genç cumhuriyet ayaklarının altındaki topraktan emin değildir. Mustafa Kemal’e suikast iddiasıyla açılan davalar büyük bir tasfiyenin vesilesi yapılacaktır. İstiklal Mahkemesi tarafından onun için de tutuklama kararı çıkarılmıştır. Mustafa Kemal meclis kürsüsünde hainlerin listesini açıklamaktadır. Halide’nin yedi yıl önce kendisine yazdığı "ehven-i şer Amerikan mandasıdır" ifadesinin geçtiği mektup da ihanetin delilleri arasındadır. Oysa o dönemde istinasız herkes mandacıdır. 14 yıl sürecek sürgün hayatının başlangıcıdır bu.
Turkish Ordeal (Türkün Ateşle İmtihanı) o yılların verimi. Aliye’dir ateşle imtihan edilen. Bunca acıya rağmen, ölümüne yakın kitabı Türkçeye çevirdiğinde Mustafa Kemal'e yönelik sert eleştirileri kitabına koymamayı tercih etmiştir.

***

Görüldüğü gibi Aliye, Halide Ediptir. Yeni kadının kaderi böyledir; Kimi yobazların taşlarına hedef olup can verir, kimi sürgünde çile çeker. Ama eksik veya fazla, Aliye de Halide de aydınlığın kadınıdır. Aliye’yi bugüne taşıyan Kuvayı Milliye’ye bağlılığı ise, Halide’yi bugüne taşıyan da Mustafa Kemal’e saygısıdır. Aliye’nin Kuvayı Milliye’ye, Halide’nin Mustafa Kemal’e düşman olması mümkün değildir.

İşbirlikçi, hain, ahlaksız Hacı Fettah kim peki? O da bugünün kahramanıdır. Yobazdır, üçkâğıtçıdır, ahlaksızdır ve işbirlikçidir. Düşmanla iş tutarken ezan, bayrak diye bağırır. Aliyeleri taşlayıp öldürmektir niyetleri, aydınlığı boğmaktır…

***

Fakat 1923’te, Akşam gazetesindeki o tefrikanın üzerinden çok uzun zaman geçti. Artık ne Aliye yalnız bir köy öğretmeni, ne aydınlık ışığı yeni parlamaya yüz tutmuş bir uzak fener. Çünkü Aliye’nin güçsüz Kuvayı Milliye’si yendi Hacı Fettah’ı, Milli Mücadele sürdü attı düşmanı, Cumhuriyet kör topal yürümeyi başardı. Binlerce, milyonlarca Aliye yeşerdi o aydınlıkta.

Kim ne derse desin, artık yedirmeyiz Aliye’yi Hacı Fettah’a. Aydınlık aydınlatmıştır bir kere kadim Anadolu toprağını. Işığın da sabahın da artık sahibi var!

Orhan Gökdemir / SOL

Kriz 4. çeyrekte resmiyet kazandı - HAYRİ KOZANOĞLU

Dün açıklanan rakamlara göre Türkiye ekonomisi 2018 yılı dördüncü çeyreğinde %3 daraldı. Böylelikle yılın tümünde %2.6’lık bir büyüme gerçekleşmiş oldu. Berat Albayrak da hemencecik “İktisadi faaliyette en kötü geride kalmıştır” şeklinde bir açıklama yaptı. Ancak Türkiye’nin geçmiş kriz deneyimleri, krizlerin bir çeyrekte aşılamadığını en az 4 çeyrek sürdüğünü gösteriyor.
Kaldı ki, 2001 krizi IMF ile bir anlaşmanın ertesinde enflasyonu önleme programının çökmesiyle sonuçlanmıştı. Hasar büyük ölçüde bilançolarındaki kamu kağıtları nedeniyle bankacılık sisteminde oluşmuştu. Bütçeye, dolayısıyla sade yurttaşa büyük bir maliyet yüklemesine karşın, bankalara sermaye takviyesiyle göreceli olarak onarım kolay olmuştu. 2008-2009’da ise küresel finansal kriz başka ülkelerin yanı sıra Türkiye’yi de etkisi altına almıştı. Her iki kriz de küresel likidite koşullarının uygun olduğu bir konjonktürde yaşanmıştı.
Şimdi hem dış koşullar olumsuz, hem de kriz borçlu on binlerce reel sektör şirketini etkisi altına almış durumda. Dolayısıyla Hazine ve Maliye Bakanı gibi iyimser bir değerlendirme yapmak kolay değil. Belki tek bir çeyrekte 2001’deki gibi yüzde 10, 2009’daki gibi yüzde 14.4’lük keskin küçülmeler yaşamayacağız. Ancak krizi geride bırakıp feraha çıkmak büyük olasılıkla 4 çeyrekten de uzun sürecek.

KİŞİ BAŞINA GELİR 2007’NİN GERİSİNDE

TUİK’in rakamlarına göre 2018’de kişi başına gelir 45.463 TL, 9.362 dolar olmuş. Bu 2007 düzeyinin bile gerisine düşmek anlamına geliyor. Diğer bir ifadeyle AKP rejiminde son 12 yılda bir arpa boyu yol gidilemediği ortaya çıkıyor. “Ekonomik başarı hikayesinin” altının tamamen boş olduğu bir kez daha devletin istatistikleriyle kanıtlanıyor. Buradan 2013-2014’te TL’nin değerli olduğu dönemde kişi başına dolar geliri üzerinden “mucize” yorumu yapanlara da bir selam göndermek gerekiyor. 

SANAYİ DARALDI İNŞAAT DURDU

Rakamların biraz ayrıntılarına inince 2018’in son çeyreğinde tarım sektörü katma değerinin %0.5, sanayi sektörünün %6.4 ve inşaat sektörünün %8.7 azaldığı görülüyor. Hizmetlerde ise %0.3’lük bir küçülme var. Ticaret, ulaştırma, konaklama ve yiyecek hizmeti faaliyetlerindeki sınırlı daralmanın daha vahim bir sonucu önlediği anlaşılıyor. Ancak deneyimlerimiz hizmetler sektöründe kriz etkilerinin daha geç hissedildiğini, toparlanmanın ise daha yavaş gerçekleştiğini gösteriyor.

HANEHALKI HARCAMAYI KISTI

2018’in son 3 ayında hanehalkının nihai tüketim harcamalarının %8.9, sabit sermaye yatırımlarının ise %12.9 azaldığı, devletin nihai tüketim harcamalarındaki %0.5 artışın durumu kurtarmaya yetmediği anlaşılıyor.

İŞGÜCÜ ÖDEMELERİNDE REEL GERİLEME VAR

İşgücü ödemelerinin 2018 yılı son çeyreğinde bir önceki yılın aynı çeyreğinde %16.5 arttığı görülüyor. Bu sonuç ücretlerin enflasyonun altında artışının ve çalışma saatlerinde azalmanın ortak etkisini yansıtıyor. Nitekim işgücü ödemelerinin katma değer içerisindeki payı da %34.4’ten %33.9’a gerilemiş. Emek kesimi krizin faturasını şimdiden ödemeye başlamış.
HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Her şey halk için! - Zülal Kalkandelen

Hükümet, seçim öncesinde halk için tam anlamıyla seferber oldu. (!) 


O kadar ki sadece sebze meyve fiyatlarını değil, her türlü ihtiyaç malzemesinin fiyatını indirmeye çalışıyor. 

Mesela son olarak ham kürkler, tabaklanmış ve aprelenmiş kürklerde Özel Tüketim Vergisi (ÖTV) sıfıra düşürüldü! Böylece vatandaşlar, 20 tilki ya da 30 tavşan katledilerek üretilen bir kürk mantoyu alıp sırtına daha kolay geçirebilecek. 

Hayvanların kürkleri parlak olsun, derilerinden bütün halinde yüzülebilsin diye kafalarına vurularak ya da zehirlenerek öldürüldüğünü kimse konuşmuyor ya da konuşmak istemiyor ama gerçek bu. 

Tüm dünyada en ünlü moda firmaları bile, hayvan hakları savunucularının protestoları sonucunda, kürkü koleksiyonlarından çıkarıyor.
 
Ama Türkiye gibi halkın önemli bir bölümünün açlık sınırında yaşadığı bir ülkede hükümet, bu lüks vahşeti teşvik ediyor. Ama iktidarın lüks tüketime yönelik teşviği bununla sınırlı değil. AKP, daha önce de elmas, pırlanta, yat ve teknede de uygulanan ÖTV oranlarını sıfıra indirmişti.

Ekmek pahalanmış kimin umurunda? Ekmek bulamıyorlarsa pasta da yiyebilirler!
Ekmek buğday unundan yapılırsa ve katkı maddesi yüzde 5’i geçmezse vergi oranı yüzde 1. Ama başka bir üründen yapılırsa veya katkı maddesi yüzde 5’i geçerse vergi oranı yüzde 8.

Buğday, arpa, çavdar, mahlut, yulaf, mısır çeşitleri, pirinç, kuş yemi, bütün makarna çeşitleri ve bebek mamalarında vergi oranı da yüzde 8. 

Temel ihtiyaçlar mı dediniz? Örneğin doğalgaz, elektrik ve internette durum nasıl? 
Su kullanımında 5 çeşit, elektrik ve internet kullanımında 7 çeşit, doğalgaz kullanımında 6 çeşit ekstra bedel veya vergi ödeniyor. 

Elektrikte işin içinde yine oyun var. 2018 yılında vergi/fon/paylar dahil elektrik fiyatlarına yüzde 33.3 zam yapıldı. 2019’da konut kullanıcılarının faturalarında yüzde 10 indirim olacağı söylendi. 

Ardından Elektrik Mühendisleri Odası Yönetim Kurulu, dağıtım bedelleri artırılarak şirketlerin kârını koruyacak düzenleme yapıldığını açıkladı. Anlaşılan elektrik inmiş, dağıtım yükselmiş, yüzde 10 hikâye olmuş... 

2018 yılında doğalgaza ise (KDV dahil) yüzde 29.3 oranında zam yapıldı. Elektrikte olduğu gibi, 2019 yılı başından itibaren doğalgazda yüzde 10 indirim yapıldığı açıklandı. Ancak faturalar incelenince, indirim oranının yüzde 8’de kaldığı görüldü. 
İnternet derseniz, BTK’nin dünyada eşi olmayan internette Adil Kullanım Kotası uygulamasına son vermek için aldığı karar 1 Ocak’ta yürürlüğe girdi. 

İnternet sınırsız olacak sanılırken, neredeyse fiyatlar sınırsız oldu. Aynı paraya aldığımız internetin megabit hızı yere çakıldı. Hızı düşürmek istemeyenler artık fahiş paralar ödemek zorunda. 

ÖTV’de dönen oyunlara bakınca, sanırım hükümet halka şu mesajı veriyor: 
Giyin kanlı kürkleri, takın elmas ve pırlanta takıları, atlayın yata, dolaşın kıyılarda! Arada sahile çıkar, tanzim satıştan patates, soğan alırsınız. Duşunuzu deniz suyuyla alın; interneti de boş verin. Ne yapacaksınız haberleri okuyup? Cahillik mutluluktur! 
Zaten her şey çalışanlar için, emekçiler için! 
Daha ne yapsın bu iktidar, kürk ve yat için de tanzim satış mı yapsın?

Zülal Kalkandelen / CUMHURİYET

10 Mart 2019 Pazar

Dert defterleri - Mine G. Kırıkkanat

Fransa’nın uzun tarihinde, değişen rejimlere karşı değişmeyen devlet gelenekleri vardır. Bu geleneklerden belki de en özgün ve ilginci; devletin ciddi anlamda başı sıkışınca açtığı Doleans Defterleri’dir.*
Hem şikâyet, hem dilek anlamına gelen ve astın üstüne iletisi tanımını içeren Fransızca ‘doleans’ sözcüğünün, Türkçe ve hatta Osmanlıcada tekli bir karşılığı yok.

Fransa’da 14. yüzyıldan beri açılan Doleans Defterleri, kamu yönetiminde yeri ve kuralları olan bir halk yoklaması.

Devlet “Şu tarihten şu tarihe açılacak!”  dediğinde; mezrasından megapolüne tüm yerel yönetim birimleri halkın dertlerini, eleştirilerini, talep ve dileklerini serbestçe yazdığı defterler açarlar. Sonra yetkili merci iletileri konulara göre ayırır, kimlik, yer ve tarih belirterek sıraya koyar, kitap haline getirir ve Paris’teki merkezi yönetime gönderir. 
Sosyal bilimciler için paha biçilmez bir kaynak oluşturan bu defterler, aynı zamanda halkın bizzat yazdığı Fransa tarihidir! Örneğin 1789 başında açılan Doleans Defterleri, birkaç ay sonra patlayacak büyük devrimin habercisidir: Vergiler altında ezilen halk, mutlak monarşi istemiyoruz, soyluların ve papazların ayrıcalıkları kaldırılsın, demektedir. Yıl sonuna gelindiğinde, hemen her kararı halka danışan devrim konseyinin açtıklarıyla birlikte, Fransızların doldurduğu defter sayısı 60 bini aşmış ve sürecin eşsiz bir tutanağını oluşturmuştur.
***
Cumhuriyet rejimi oturana kadar 19. yüzyılı kanlı kalkışmalarla geçiren ve 20. yüzyılda 68 Mayıs ayaklanmasını dünyaya ihraç eden Fransa’da, 17 Kasım 2018’den beri hızı azalsa da süren yeni bir hareketlenme var: Sarı Yelekler
Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, taşranın isyanı Sarı Yelekler sorununu diyalogla çözmeye çalıştı. Ama lider çıkarmayı reddeden hareket içinde muhatap bulamayınca; çareyi Büyük Ulusal Tartışma başlığı altında Doleans Defterleri açtırmakta buldu. 
Hazır açılmışken Sarı Yelekler’in yanı sıra tüm yurttaşların derdini dinlemeyi ve önerilerini almayı amaçlayan defterler için dört tartışma konusu belirlendi: Çevreciliğe GeçişVergiler ve Kamu Harcamaları. Demokrasi ve Yurttaşlık.Devlet Yapılanması ve Kamu Hizmetleri. 

Macron’un geçen ocak ayı başında başarılı bir ulusa seslenişle ilan ettiği ‘doleans’ süreci 15 Ocak’ta başladı, 15 Mart’ta bitiyor ve sentezi, nisan ayı içinde yapılacak. 
Yeni teknolojiler sayesinde tabii ki çok daha hızlı ve interaktif gelişen halk yoklamasında, artık yurttaşlara kalem değil mikrofon veriliyor. Her belediye, 15 Mart’a kadar saptanan dört konuda halka açık toplantılar düzenlemekte yükümlü. 
Videoya çekilen toplantılarda dile getirilen dertler, şikâyetler ve öneriler; bölge yönetimi tarafından tıpkı eskiden olduğu gibi yazıya dökülüyor, DoleansDefterleri olarak basılıp hükümete teslim edilecek.
***
Geçen hafta, toplam yirmi ilçeden oluşan Paris’in en büyük idari bölgesi olan 15. İlçe’nin görkemli belediye sarayında bu toplantıların ikincisine katılmak keyfini yaşadım. 
Saat 19’da, yani insanların işten çıkıp gelmesi gereken toplantıya kaç kişi akşam yemeğini feda eder, diye merak içindeydim. Sarayın önünde oluşan kuyruğu görünce, inanamadım. İki bine yakın insan, büyük bir vakar içinde güvenlikten geçip, devasa boyutlardaki iki salonu tıka basa doldurdu, bazıları ayakta kaldı. 

Belediye Başkanı Philippe Goujon, kısacık açılış konuşmasında, ilçe milletvekilleri ve belediye meclisi üyelerinin toplantıda hazır bulunduğunu, ama hiçbirinin söz almayıp yurttaşları dinleyeceğini vurguladı. 4 saat süren birinci toplantının, daha şimdiden 300 sayfalık bir doleans defteri oluşturduğunu bildirdi ve kürsüden indi.

Tartışmayı yönetenler, barkovizyon tekniğiyle birbirini gören iki salondaki katılımcılara dönüşümlü olarak söz veriyorlardı.

Hayatımda hiç bu kadar bilinçli eleştiri ve akılcı öneri yapan insan topluluğu görmedim. Kimse sözü uzatmadı, kendini anlatmadı, birbirine laf atmadı, ama herkes eteğindeki taşları uygarca döktü. 

Katılımcılar arasında Arap asıllı Fransız sayısı, nedense yok denecek kadar azdı!
Bitimini bekleyemediğim toplantıyı ikinci saatin sonunda terk ederken; uygar olmadan yurttaş, yurttaş olmadan cumhuriyet olunamadığını, yaşayarak kavramıştım.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

* Cahiers de Doléances

Aşk kim siz kim! - Işıl Özgentürk

İstanbul’u kuşatan bir afiş var. Adım başı afiş size sırıtıyor. Afişin bir köşesinde  Binali Yıldırım öbür köşesinde Tayyip Erdoğan. İkisini de photoshopla (fotoşop okunur), yirmi yaş gençleştirmişler. Olgun ve görüp geçirmiş iki yakışıklı adam. Gelip geçene haykırıyorlar: “İstanbul Bizim İçin Bir Aşk Hikâyesi.” Öncelikle bu sloganı bulan ve fotoşop operasyonunu düzenleyen ajansın çalışanlarını kutlamak istiyorum. 

Bu sloganı nasıl buldunuz arkadaş, vay canına bu iki adamdaki İstanbul aşkına şaşıp kaldım. Ve ardından 17 yıldır iktidarda bulunan bu iki adamın, İstanbul’a yaptığı eziyetleri düşünmeye başladım. Hani insan sevdiğini dövermiş derler, bu iki adamda da öyle bir aşk var ki, İstanbul’u bırakın dövmeyi haşat ettiler. 

İnsan âşık olduğunun böğrüne o kocaman kocaman binaları diker mi? Diker bu iki adam ve temsil ettikleri partinin elemanları hiç kimsenin anlayamadığı bir aşka düşmüşler. Buldozerlerin keskin bıçağının toprağı delerken çıkardığı ses onlara, bir aşk şarkısı gibi gelmiş. Sevgililerinin asırlardır kıskançlıkla koruduğu o muhteşem görüntüsüne, acımasızca kıymışlar, çünkü âşıklar ve âşıklar mutlaka altın gerdanlık, bilezik takmak zorundalar. Bu nedenle örneğin Ataköy sahilini betondan bir gerdanlıkla taçlandırmışlar.
 
Ah aşk insanın gözünü kör eder. Tabii bu iki âşığın, âşık oldukları kentte sadece iki tane havaalanının olması çok zorlarına gitmiştir. İki tane havaalanı, yazık yazık aşkın kentine yazık. Öyleyse gelsin bir havaalanı daha! Dedik ya, aşkın gözü kördür, millet uyarıyor, arkadaş yeni bir havaalanına ihtiyaç yok. Kullanılan havaalanları büyütülerek bu iş çözülür. Hayır İstanbul’a bunu yapamazlar. Başlayın yeni havaalanına. Evet, bu aşkı kıskanan çok. O yüzden birbirinden beter dedikodular üretiyorlar. “Neymiş efendim yeni havaalanı kuşların yolu üstündeymiş, olsun kuşlara ‘Lan durun burası bir aşk yuvası başka yerden uçun!’ der işi bitiririz, neymiş efendim zemin bataklıkmış, ‘Arkadaş sen benim aşkıma bataklık diyerek hakaret edemezsin! Haddini bil!’. Uçak pistlerinin yeri yanlış yapılmış, hem rüzgâr çokmuş hem de Anadolu’ya gidecek uçaklar önce Bulgaristan hava sahasından geçmek zorunda kalacaklarmış. Ne olmuş yani biz aşkımızdan hiçbir şey sakınmayız, bastırır hava parasını öderiz! Yeter ki, aşkımız bize kucak açsın.” 

Kocaman kocaman adamlar bu ikilinin ve yakınlarının İstanbul aşkını bir türlü anlamıyorlar. Oysa âşıklara teşekkür etmeleri gerek, Atatürk Kültür Merkezi’ni yıktıkları için. “Neymiş efendim, dünya kentlerinin mutlaka bir opera binası olurmuş. Kim söylemiş bu lafı, işte muhteşem bir cami yapıyoruz, adetaOrtadoğu’nun hac merkezi olacak. Öyle muhteşem ve aşkımıza layık! Ve artık hiç kimse bizim Taksim Meydanımızı kullanamayacak. O bizim aşkımızın meydanı!” 

Aşkımızı hiç anlamayanlar, tutturmuşlar kentin deprem için ayrılmış alanlarına AVM yaptırdık diye. Bir defa AVM’ler kenti olmak İstanbul’u bir kat daha zengin ve görkemli kılıyor. Artık insanlarımız dünyaca ünlü markaların mallarını almak için yurtdışına gitmek zorunda kalmıyorlar. Gir bir AVM’ye, bas parayı al karoyu. Deprem toplanma alanları bazı bilim adamlarının uydurdukları bir şey. Zaten deprem olduğunda hiçbir şey yıkılmayacak! Çünkü bu kentti demir ağlarla ördük. Çünkü biz bu kentte âşığız.” 

Yani kardeşim bir aşk kalmıştı suyunu çıkarmadığınız,oysa aşk yoğun bir emek ister, aşk bilgi ile donatılmak ister, aşk tertemiz bir vicdan ister, aşk gelecek günleri güzelleştirmek ister. Oysa sizin bu aşk hikâyeniz sadece gösterişten ibaret. Sahte, suni. Benden söylemesi, bilmediğiniz işlere kalkışmayın, aşk kim siz kim? Öyle olmasaydı bu güzelim kenti, harap bir köye çevirmezdiniz. Bir de böyle düşünün. Ajans çalışanı arkadaşlar size de kıyak yapıyorum. Aşk diye bir takla atmadığınız kalmış. Aldığınız paralar ananızın ak sütü kadar helal olsun. İnsanları epey güldürdünüz. Düğüne bekleriz efendim. Bu arada Binali Yıldırım’ın aşk hikâyesi afişini en olmadık bir yere asmışlar. Ben de alıverdim.

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

Fasulyeden başkan olacağına fasulyeci başkan ol - Miyase İlknur

Ovacık, Tunceli’nin en büyük yüzölçümüne sahip olmasına karşılık nüfus yoğunluğunda üçüncü büyük ilçesi. Toplam nüfusu sadece 7 bin. İlçenin adı, arazisinin çoğu dağlık Tunceli’nin tek ovasına sahip olmasından geliyor. Ova dediysek öyle komşu vilayetler Elazığ ve Erzincan’ın ovalarıyla kıyaslamayın. Erdoğan’ın çocuklarının sahip olduğu devasa gemilerin sonuna bir “cik” eki koyarak küçültmesi gibi de değil; gerçekten küçük bir ova. Hepi topu 80 bin kilometrekarelik bir alandan söz ediyoruz. İşte bu küçük ovanın yetiştirdiği en önemli ürün fasulye. Siz bakmayın İspir fasulyesinin ününe. İspirliler, gelsin de -daha doğrusu yesin de- fasulye görsün. Biz oranın deyimiyle İspirliler et yememiş ciğere bayılmış. Ovacık fasulyesi taneleri küçük olmakla birlikte inanılmaz bir lezzete sahiptir ve çabuk pişmesi ile ünlüdür. İşte Ovacık halkının en büyük gelir kaynağı bu fasulyedir.
 
Elbette bu yazıdaki muradımız Ovacık fasulyesinin nimetlerini anlatmak değil.

 Ovacık’taki gibi bir belediye başkanına sahip olmanın nimetlerini anlatmak için fasulye ile girizgâh yaptık. Evet Mehmet Fatih Maçoğlu’ndan söz edeceğiz bugün. 2014 yerel seçimlerinde Ovacık Belediye Başkanlığı seçimini kazanınca bir anda ilgi odağı oldu. Daha icraatını görmeden popüler olmasının nedeni TKP gibi Türkiye genelinde oy oranı 0.11 olan bir partinin tek belediye başkanı seçilmesiydi. Ama o ilginin ömrü de bir, bilemediniz iki haftayı geçmez. Maçoğlu, asıl icraata başlayınca dikkatleri üzerine çekti. Nüfusu 7 bini geçmeyen bu ilçede yoksul halkın ödediği emlak, çöp ve benzeri vergilerin toplamı 3 milyon 658 bin TL. Belediyenin 2018 yılı geliri 3.5 milyonu bir parmak geçiyor. Bu para, İstanbul’da orta ölçekli bir belediyenin sadece makam aracı ihalesine ödediği paranın bile altında kalıyor. Araç ihaleleri İstanbul’un ilçelerinde 4 milyon TL’den başlıyor. Çöp ihaleleri ise 100 milyon TL’den başlayıp 150 milyon TL’ye kadar tırmanıyor.

Ovacık Belediye Başkanı Mehmet Fatih Maçoğlu’nun toplam geliri olan para İstanbul’da bir ilçe belediye başkanın aylık makam arabasının kirası kadar yani. Maçoğlu’nun makam arabası bile yok. İlçe halkı gibi ya yürüyerek ya da toplu taşıma araçları ile makamına gidip geliyor. Ha bu arada unutmadan belirtelim; Ovacık’ta toplu taşıma araçları ücretsiz. Büyük kentlerde bayram süresince dört günlük toplu taşıma ücretsiz olunca bırakın belediye başkanlarını, Başbakan bile halka bayram müjdesi veriyor. Sizin anlayacağınız Ovacıklıya her gün bayram. Maçoğlu, ilçede Hazine’ye ait boş yatan toprakları da halk adına kamulaştırdı. Eh ne de olsa serde komünistlik var. Ovacık’ta Migros kamyonu olmadığı için onu halk adına kamulaştırıp içindeki malları halka bedava dağıtma imkânı yok tabii ki. Hoş, gezici Migros kamyonları da kalmadı ya.. İşte o kamulaştırılan Hazine arazilerine de Ovacık’ın ünlü fasulyesini ekti. Hasadı da halkla birlikte yaptı, paketleyip internet üzerinden satışa sundu. Böylece biz de her Tunceli ziyaretlerimizde olduğu gibi eşin dostun siparişlerini yerine getirelim diye zahireci dükkânı açacak çuval dolusu fasulye ile yolculuk yapmaktan kurtulduk. 

Sadece fasulye mi, ertesi yıl da fasulye ile birlikte nohut ekti. Online satış sitesinde fasulyeden nohuta, baldan Pülümür tuzuna kadar çeşitli ürünleri pazarlayarak önemli bir gelir elde etti. Bu gelirleri belediyenin bütçesine ekleyip makam otosu almadı. Makam odasının tefrişatını da yapmadı. Bu paralarla TEOG birincisi olan ilçenin öğrencilerine burs verdi. 
“Ne var bunda, her belediye kendi ölçeğinde bölgedeki öğrencilere burs yardımı yapıyor” denebilir. Ama o ilçelerde verilen burs paraları, belediyenin ne kendi bütçesinden ne de imece usulü yapılan bir üretimden geliyor. Belediye ile iş yapan müteahhitlere salma salınıyor. O salmayı ödeyen müteahhitlerin de ufak tefek ricalarının ne olduğu cümlemizin malumu. 

Ovacık gibi yoksul bir ilçede her çocuğun düşüdür bir bisiklete sahip olmak. Maçoğlu, bir saat kitap okuyan çocuklara belediyenin satın aldığı bisikletlere iki saat ücretsiz binme ödülü koymuş.
 
Maçoğlu, belediyenin yıl sonu bütçesini de dev bir pankartla belediye binasına astı. 642 bin lira borcuna karşılık kasasında 600 bin TL nakiti var Ovacık Belediyesi’nin. Metropol belediyeleri de sözüm ona kendi internet sitelerinden gelir gider tablolarını yayımlıyor ya da belediye meclisinde açıklıyor. Yürekleri yetiyorsa yaptıkları ihalelerin tutarlarını, ne kadarının gerçekten o işin bedeli olduğunu, ne kadarının avantaları gizlemek için şişirildiğini bir açıklasalar ya. Sadece çöp ve araç ihalelerini açıklamaları yeter. 
Fasulye ve nohut ekip biçtiği için Maçoğlu’na “Fasulyeci ya da nohutçu başkan” diyerek kafa bulanlara sözümüz o ki, fasulyeden başkan olacağınıza fasulyeci başkan olun, başımıza taç yapalım sizi. Maçoğlu şimdi Tunceli Belediyesi başkan adayı. İnşallah seçilecek. 

Tunceli’de seçmen olsaydım gözü kapalı verirdim oyumu.

Miyase İlknur / CUMHURİYET

9 Mart 2019 Cumartesi

Basuristan tarihi - ORHAN GÖKDEMİR

Gezi iddianamesi denilen şeyi gördünüz. Olaydan ancak beş yıl geçtikten sonra başardılar dava açmayı. “Beş benzemez”i bir araya getirdiler, bir ucunu 27 Mayıs hareketine, bir ucunu Soros’a bağladılar. İçinde darbe suçlaması var, yağma var, mezarlığa saldırı var, ateşli silahlar yasasına muhalefet var, başbakanı devirme var. Ama öldürülen çocukların hesabı yok, üstü çıplak 70 erkeğin türbanlı bacımızın üzerine gündüz vakti siymesi yok, orantısız polis şiddeti yok, Gezi parkının son kırıntılarını yok etme Vandalizm’i yok. Öyle bir belge ki elimizdeki, üzerine devletin resmi mührünü basmadan gidip bir kahvehanede okusan saçmaladığın için çay vermezler adama.

Sonuçta 11 milyon yurttaşın, Bayburt hariç 80 ilde sokakta gösterilere katıldığı, ölçüsüz AKP iktidarını protesto ettiği, sınırsız polis şiddetine direndiği bir hareketi bir-iki tutuklu, üç beş siyasi göçmenin üzerinden yargılamaya kalkışıyorlar. İddiaları saçma, davaları hukuksuz, lafları tutarsız, kurguları mantıksız.
Bunu görmedikleri varsayamayız yalnız. Peki, neden böyle? Ellerindeki malzeme bu kadar da ondan. Liyakati bütünüyle yok ettiklerinden Fethullahcı mendilcilerden öğrendikleri kadar ülke ve toplum hakkında bildikleri. Davanın avukatlarından biri “bu bir dava değil, amaçları bu dava üzerinden resmi tarih yazmak” diye özetledi durumu.

Ne tarihi yazacaklar? Tabii ki Fesli Kadir tarihi. Tıpkı iddianamesi gibi tarihleri de uyduruktur, bezdiricidir. Kaldı ki bu ucube düzeninin resmi tarihçisi olan Fesli bile pes edip, sağlık sorunları nedeniyle tarih uydurmaya süresiz ara verdiğini ilan etti. Ölçüsüz uydurmak basura yol açar!

***
Aynı şeyi Ergenekon ve Balyoz davaları ile de yapmaya çalıştılar daha önce. Devleti ölü ele geçiren Fethullahcı çete, AKP’nin desteğiyle Laik Cumhuriyetten geriye kalanı silmek için harekete geçmişti. Uydurup uydurup yazıyorlar, adına iddianame diyorlardı. “Falanca davanın iddianamesi kabul edildi” türü haberler de o dönemde moda oldu. Çünkü içinde yazılanlar hiçbir hukuk kuralına sığmayan şeylerdi. Sonra bu uydurmaları kabul eden hâkimlerin de Fethullahcı olduklarını öğrendik. Savcıları uydurup hâkimlere fırlatıyor, hâkimleri de fırlatılanları tutup dava yapıyordu. Yedi Sekiz Hasan Paşa’dan sonraki en meşhur paşamız olan Mağdur İlker Paşanın ordusunu böyle perişan ettiler.

Fakat Nakşibendi tarikatının, Nurcu kolunun, “Kirlipeçeteyiyengiller” familyasının iddianamelerle tarih yazma planı birdenbire kendi üzerine çöktü. Ortalıkta ne tarih kaldı ne iddianame. Tarih onların yazmaya çalıştığını değil, devleti ele geçiren bir organize suç şebekesinin kirli peçete yiyip, kirli don toplayarak ülkeye darbe yapmaya kalkıştığını yazacak.

***
Bir de havuz medyasında var bu cüret. Devlete atanıp bürokrat olamayan, ihale kapıp inşaata girişemeyen, okuma yazması kıt düşkünleri alıyorlar buraya. Bunlardan adı “Takvim” olanı 8 Mart’ı Abdülhamit’in çoraplarını hatırlatarak kutladı dün. Gazete, Abdülhamit için "çoraplarını eşine giydirtmekten sakınırdı" dedi.
Küçüksediğim sanılmasın, belki de Hamit’in marangozluğu dışındaki tek meziyeti budur. Kimin aklına gelir ki? Zaten sayın “meslekkaşlarımız” (“daş”lığı midem kaldırmaz) sözü edilen haberde TRT'de yayımlanan Abdülhamit dizinin görsellerini kullanmışlar ve engin tarih dizisi bilgisini habere yedirmişlerdir.
Çorap giyme mevzusu, malumunuz, Türk siyasal hayatında önemli bir ritüel. Yakın tarihte önemli bir siyasetçimizin gizli kamera görüntüleri düşmüştü ortalığa. Çorapları ayağındaydı fakat. Pratik çözüm, çıkarmazsan kimseye giydirmek zorunda kalmazsın.

Hamit de öyle mi yapıyordu bilemiyoruz. Fakat bildiklerimiz var. Mesela devrimci tarihçimiz Doğan Avcıoğlu şahane bir Abdülhamit portresi çizer “Türkiye’nin Düzeni” çalışmasında. Öncelikle Hamit, kahraman falan değil dağılmanın eşiğine getirdiği imparatorluğun 1 numaralı kompradorudur. Varlığını Batılı büyük güçlerle işbirliği yaparak, onlara hizmette kusur etmeyerek sürdürebilir ancak. Komprador bir bürokrasinin şefi olarak bir anlamı vardır zaten o varlığın. Tanzimat’ın “Batılılaşma” ortamında yetişmiştir, Sarayında Avrupai bir ortamda yaşamaktadır. Gecelerini Tarabya'da metresi Belçikalı tuhafiyeci Flora Cordier ile geçirir. Sabah çorapları giydirildikten sonra büyük bir şirketin Genel Müdürü olan İngiliz komşusu Mr. Thomson ile yarenlik eder. Borsa oyunlarına tutkundur. Galata’daki bankaların önünde görülür sık sık. Rum Bankacı Zarifi ve Ermeni borsa simsarı Assani ile dost olmuştur o sayede. Böyle böyle epey bir servet de edinmiştir. Herkes onu o da herkesi kullanmaktadır, sırrı budur.

Bugün onu her fırsatta övüp, nevzuhur bir kahramana dönüştürmeye çalışanların aklında belli ki başka bir kişilik vardır. Zamanımızın büyük kahramanına pek benzemektedir Hamit. Ya da zamanımızın kahramanı Hamit’e benzemeye çalışmaktadır. Her ne hal ise, ben olsam çorapları konunun dışında bırakmayı tercih ederdim.

***
Fesli Kedir’i geçtin, Gezi İddianamesi ile Ergenekon davası arasından ilerleyip, Takvim gazetesinden sağa döndün mü karşına Akit gazetesi çıkacak. Havuzun en yobazı ve en eğlencelisi burasıdır. Abdül Dilipak onun yazarıdır. Vaktiyle laik Toktamış Ateş ile kol kola girip Fethullah Gülen’in etrafında fır döner, türban üzerinden kendine has bir demokratlık vaaz ederdi. Hatta “liberal-sol” Şanar Yurdatapan ile birlikte çarşaf giyip gösteri yaptıkları bile vakidir. Çok şükür demokrat görünmeye ihtiyaç kalmayan günlere geldik dayandık. Hacamat, sülük, kenevir derken, dün 8 Mart’ta yürüyen kadınların fahişe olduğunu ilan etmeye vardırdı işi. Allah vere aralarında türbanlı bacılarımız olmaya!

Devletin resmi ideolojisini dillendirmektedir. Kaldı ki söyledikleri inancına uygun, ancak akla ve mantığa aykırıdır âdemin. “Ben eğitime, spora, kültüre ve aydınlanmaya karşı biriyim” demişti vakti zamanında. İnancı da eğitime, spora, kültüre ve aydınlamaya karşıdır. Fakat sorun şu ki, bunlara karşı olduğunda yazacağın tarih de tez zamanda basura yol açmaktadır. Sonu Fesli Kadir’e benzemesin!

***
Okur-yazarları bunlar olunca mecburen dizilerden öğreniyorlar tarihi. Öyle ki, Engin Altan Düzyatan adlı damat kontenjanından TRT oyuncusu “Kaptan Amerika” ile “Diriliş Ertuğrul”u kıyaslıyordu geçen gün. Tabii, tarihte “Diriliş Ertuğrul” adlı bir şahsiyet yok, aynı adlı diziyi kılıç kalkanı eşliğinde izleyen muhafazakâr vatandaşlarımız var sandığı için söylüyorum. Ertuğrul Gazi o. “Gaza” ile iştigal ederdi arkadaş. Gaza dediği çapuldur. Uygun zamanı kollayıp saldırıyorsun Bizans köylerine, ne bulduysan alıp yüz geri kaçıyorsun. Böyle böyle tutunmayı başardılar Bizans topraklarında. Bir süre sonra Bizans’ın zulmünden yılan Rumlar da katıldı aralarına. Gazi Evrenos, misal, Rum’du ama gaziydi, çapula çıkardı bu arkadaşlarla.

Peki Müslüman mıydılar. Ne gezer? Kurucu kabilede uzun süre İslam’ın izine rastlanmaz. Kahramanlarımızın adları da kanıtıdır. Ertuğrul, Orhan İslami adlar değildir. Osman ise sonradan uydurulmuş ve yakıştırılmıştır; aslı Otman’dır. Batılılar o yüzden “Ottoman Empire” derler.

Peki, bizim “Diriliş” Ertuğrul’un ne işi var Bizans topraklarında? Çünkü Moğollar kovalamıştır. Kaça kaça gelip Bizans topraklarına sığınmakta bulmuşlardır Moğol gazabından kurtuluşun yolunu. Üzerinize afiyet atalarımız düztabandırlar biraz!
Kaptan Amerika ne, alavere dalavere tarihidir, bize de pey yakışır. Hem işin içinde Orhan Bey gibi Bizans tekfurunun kızı Nilüfer’le evlenip damat kontenjanından gazaya çıkanlar da vardır.

Demem o ki, Kaptan Amerika ile Diriliş Ertuğrul’u karşılaştırıp ucuz yoldan kahramanlık yapmaya kalkışıyorsun ama görüntü Sarı Selim’den ileri gitmiyor. Çıkar dizi için kafana geçirdiğin kavuğu, tıpkı o!

***
CHP bıraksa uzaya gidecekseniz ama bu kadar olanağa rağmen toplaşıp iki satır tarih yazamıyorsunuz. Biçare İlber Ortaylı’yı önce Topkapı Sarayına memur, sonra bakanınıza danışman atayıp sildiniz tarihçilikten. Elde kaldı Fesli Kadir ile “koca ayak” Abdül Dilipak! Sonra iddianame ile tarih yazmaya kalkış…

Tarih böyledir, ele avuca sığmaz. Hep güçlüden yana meylettiğini, hep zulüm edeni yazdığını sanırsın ama öyle değildir. Bir de bakmışsın elinden kayıp gitmiş, kafana kafana iniyor sopası. Kim derdi ki Edirne’den Selanik’e sürülen gariban posta memuru Talat’ı, ordunun sıradan subaylarından yetim Yarbay Mustafa Kemal’i, Karadeniz’de boğazlanıp denize atılan Mustafa Suphi ve yoldaşlarını, gencecik üniversitesi öğrencisi Deniz Gezmiş’i yazacak diye.

İstidat tamam ama tarihin kaydedeceği hiçbir meziyetiniz, bilginiz ve sanatınız, yok. Bu durumda yapabileceğiniz tek şey uydurmak. İte kaka resmi tarih yazsanız ne olacak? 
Basur kadar hükmü var!

Orhan Gökdemir / SOL

Aleksandra Kollontay: 8 Mart neden ve nasıl örgütlendi?(ÇEVİRİ) - Eren Karaca

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü'nde, 1917 Ekim Devrimi'nin öncülerinden Aleksandra Kollontay'ın 1920 yılında kaleme aldığı bir 8 Mart yazısının çevirisine yer veriyoruz: Militan bir kutlama...

Aleksandra Kollontay - 1920
Militan bir kutlama
Kadınlar Günü ya da Emekçi Kadınlar Günü, uluslararası bir dayanışma günüdür; proleter kadınların gücünü ve örgütlülüğünü yeniden değerlendirme günüdür.
Ancak yalnız kadınlara özgü bir gün değildir. 8 Mart, işçiler ve köylüler, tüm Rus işçileri ve tüm dünya işçileri için tarihi ve unutulmaz bir gündür. 1917 yılında bugün, büyük Şubat devrimi gerçekleşti. [2] Bu devrimi başlatan Petrograd'ın işçi kadınlarıydı; Çar ve ortaklarına muhalefet bayrağını kaldırmaya ilk karar verenler onlardı. Bu yüzden emekçi kadınların günü bizim için çifte kutlamadır.
Peki eğer bugün tüm proletarya için bir bayram ise neden “Kadınlar Günü” diyoruz? Neden kadın işçilere ve köylülere yönelik özel kutlamalar ve toplantılar düzenliyoruz? Bu durum işçi sınıfının dayanışmasını ve birliğini bozmaz mı? Bu soruları cevaplamak için, Kadın Günü'nün nasıl gerçekleştiğini ve hangi amaçla örgütlendiğini geçmişe giderek anlamak zorundayız.

Neden ve nasıl örgütlendi?
Kısa bir zaman önce, yani on yıl önce, kadınların eşitliği sorunu ve kadınların erkeklerle birlikte siyasete katılıp katılamayacağı sorusu ateşli bir şekilde tartışılıyordu. Tüm kapitalist ülkelerin işçi sınıfları, işçi kadınların hakları için mücadele etti. Burjuvazi bu hakları kabul etmek istemedi. İşçi sınıfının parlamentodaki ağırlığını güçlendirmek burjuvazinin çıkarına değildi; her ülkede işçi kadınlara hak tanıyan yasaların kabul edilmesini engellediler.
Kuzey Amerika'daki sosyalistler, oy hakkı taleplerinde ısrarcıydılar. ABD’nin kadın sosyalistleri 28 Şubat 1909’da, emekçi kadınlar için siyasi haklar talep ederek, tüm ülke genelinde büyük gösteriler ve toplantılar düzenlediler. Bu gün, ilk “Kadın Günü” oldu. Bir kadın günü örgütleme girişimi Amerika'nın emekçi kadınlarına aittir.

1910'da, İkinci Uluslararası Emekçi Kadınlar Konferansı'nda Clara Zetkin, Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü belirleme konusunu gündeme getirdi. Konferans, her yıl, her ülkede, aynı günde “kadınlar için oy hakkı sosyalizm mücadelesinde gücümüzü birleştirecek” sloganı altında bir “Kadınlar Günü” kutlanması gerektiği kararına vardı.

Bu yıllarda, parlamentonun daha demokratik hale getirilmesi, yani oy hakkının genişletilmesi ve oy hakkının kadınlara da verilmesi sorunu çok önemli bir konuydu. Birinci dünya savaşından önce bile, işçiler Rusya hariç tüm burjuva ülkelerde oy kullanma hakkına sahipti. Yalnızca akli dengesi yerinde olmayanlar ve kadınlar bu hakka sahip değildi. Ancak aynı zamanda, kapitalizmin acı gerçekleri kadınların ülke ekonomisine katılımını gerektiriyordu. Her yıl fabrikalarda ve atölyelerde ya da hizmetçi ve gündelikçi olarak çalışmak zorunda kalan kadın sayısında artış oluyordu. Kadınlar erkeklerle birlikte çalışıyordu ve ülkenin zenginliği kadınların elleriyle artıyordu. Ancak kadınlar oy kullanma hakkından mahrumdu.

Ancak savaştan önceki son yıllarda, fiyatlardaki artış en barışçıl ev kadınların bile siyasete ilgi duymasına ve burjuvazinin yağma ekonomisine karşı yüksek sesle protestoya katılmalarına neden oldu. “Ev kadınları ayaklanmaları” gittikçe sıklaştı ve Avusturya, İngiltere, Fransa ve Almanya'da farklı zamanlarda alevlendi.
Çalışan kadınlar pazardaki tezgahları kırmanın ya da tüccarı tehdit etmenin yeterli olmadığını anladılar: Bu tür bir eylemin yaşam maliyetini düşürmediğini fark etmişlerdi. Hükümetin politikasını değiştirmek zorundalardı. Ve bunu başarmak için işçi sınıfı, oy hakkının genişletildiğini görmek zorundaydı.
Çalışan kadınların oy kullanması için bir mücadele biçimi olarak her ülkede bir Kadın Günü olması kararlaştırıldı. Bu gün, ortak hedeflere yönelik mücadelede uluslararası dayanışma günü ve sosyalizm başlığı altında emekçi kadınların örgütlü gücünü yeniden gözden geçirme günü olacaktı.

İlk uluslararası kadınlar günü
İkinci Uluslararası Sosyalist Kadınlar Kongresinde alınan karar kağıt üzerinde bırakılmadı. İlk Uluslararası Kadınlar Günü'nün 19 Mart 1911'de yapılmasına karar verildi.

Bu öylesine seçilmiş bir tarih değildi. Alman yoldaşlarımız bugünü Alman proletaryası için tarihi öneme sahip bir gün olduğu için seçtiler. 1848 devrim yılının 19 Mart günü, Prusya kralı silahlanmış halkın gücünü ilk kez tanımış, proleter bir ayaklanma tehdidi karşısında boyun eğmişti. Verdiği ama sonrasında asla tutmadığı sözler arasında, kadınların oy hakkının tanınması da vardı.
(...)
İlk Uluslararası Kadınlar Günü, 1911 yılında gerçekleşti. Emekçi Kadınlar Günü’nde Almanya ve Avusturya köpürüp coşan bir kadınlar denizi oldu. Her yerde toplantılar organize edilmişti, küçük kasabalarda ve hatta köylerde bile kadınlar salonları o kadar çok doldurmuşlardı ki erkek işçilerden yerlerini kadınlara vermeleri istendi.

Bu emekçi kadınların ilk militan gösterisiydi. Erkekler bir değişiklik yapıp çocuklarıyla birlikte evde kaldılar ve eşleri, evden çıkmayan o kadınlar toplantılara gitti. 30 bin kişinin yer aldığı en büyük sokak gösterilerinde polis göstericilerin pankartlarını kaldırmaya çalıştı; kadın işçiler direndi. Ardından gelen itiş kakışta meclisteki sosyalist temsilcilerin sayesinde kan dökülmesi engellendi.
1913’te Uluslararası Kadınlar Günü 8 Mart olarak değiştirildi. Bu gün, emekçi kadınların militan günü olarak kaldı.
(...)
Emperyalist savaşta uluslararası kadınlar günü
Birinci Dünya Savaşı başlamıştı. Her ülkede işçi sınıfı savaşın kanıyla boyanmıştı. 1915 ve 1916’da ‘Emekçi Kadınlar Günü’ yurtdışında zayıf geçti –Rus Bolşevik Parti’nin görüşlerini paylaşan sol kanattaki sosyalist kadınlar 8 Mart’ı emekçi kadınların savaş karşıtı bir gösterisine dönüştürmeye çalıştılar. Ancak Almanya’da ve diğer ülkelerde sosyalist partiye ihanet edenler, sosyalist kadınların toplantılar örgütlemesine izin vermeyeceklerdi; emekçi kadınların, burjuvaziye karşı uluslararası dayanışma güçlerini göstermek için düzenledikleri etkinliklere katılacak olan sosyalist kadınlara pasaport verilmedi, kadınların tarafsız ülkelere girişi engellendi.

1915’te Kadınlar Günü’nde uluslararası bir gösteri düzenleyebilen tek ülke Norveç’ti. Rusya’dan ve tarafsız ülkelerden temsilciler de gösteriye katıldı. Çarlık iktidarı ve silahlı makinesi yüzünden Rusya’da bir Kadınlar Günü örgütlemek düşünülemiyordu.

Ve büyük 1917 yılı geldi. Açlık, soğuk ve savaş mahkemeleri, Rusyalı işçi ve köylü kadınların sabrını taşırmıştı. 1917 8 Martı’nda (23 Şubat), Emekçi Kadınlar Günü’nde, kimisi işçi kimisi asker eşi kadınlar “Çocuklarımız için ekmek” ve “Kocalarımız siperlerden geri dönsün” talepleriyle cesurca Petrograd sokaklarına çıktılar. Bu belirleyici bir an oldu; emekçi kadınların protestoları öylesine bir tehdit oluşturmuştu ki Çar’ın kolluk güçleri ayaklananlara karşı her zamanki önlemleri almaya cesaret edemediler, halkın öfkesine şaşkınlıkla bakakaldılar.

1917 Emekçi Kadınlar Günü tarihte unutulmaz bir ana dönüştü. Rus kadınlar o gün proleter devrimin meşalesini yükseltip dünyayı ateşe verdiler. Şubat Devrimi işte o gün başladı.

Çeviri: Eren Karaca / SOL

Bizimkisi zor iş!.. - AHMET TAKAN

"Kelin merhemi olsa başına sürer", doğruluğuna en çok inandığım deyişlerimizdendir. Gazeteciler bunu her gün yaşarlar. "Gazeteciler" derken, bağımsız, bağlantısız ve bu işi hakkını vererek yapanları, kapı kulu olmayanları kastediyorum. Malum basın tarafında çalışan iliştirilmişler, merhemi bolca bulduklarından sadece kafalarına değil oralarına buralarına sürerler!..

İşçinin, memurun, emeklinin düşük maaşının artırılması için biz yırtınırız. Her türlü diktanın hüküm sürdüğü koşullarda, ezilen, bastırılan, tehdit ve şantaja maruz kalan sessiz kitlelerin yılmaz avukatlarıyızdır. Mağdurun yanında durur zalime kafa tutarız. İktidarın yanına hiç uğramayız, muhaliflik sanki babadan kalma mirastır bize... Çocuklarımıza, falanca iktidarın yaptığı yolsuzluk ve usulsüzlükleri nasıl bulup belgelediğimize, zalimlere karşı nasıl direnip mücadele ettiğimize dair haber ve yazılarımızı miras bırakıp sessizce göçüp gideriz bu dünyadan... Bir zamanlar TRT'nin gece bülteninde yalan dünyaya veda eden sarı basın kartı sahibi gazetecilerin kısacık da olsa vefat haberleri verilirdi. Şimdi o da yok!..

Gazetecilik avukatı olmayan tek meslek koludur. Herkesin sıkıntısı ile dertleniriz de kendimize sıra getirmeyi hiç akıl etmeyiz!.. Diğer taraftan, mesleğimizin içinde bulunduğu yozlaşmışlıkları, kokuşmuşlukları, çıkmazları da nedense gün yüzüne çıkarmayı pek tercih etmeyiz. Öz eleştiri pek nadir uğrar bizim buralara...
CHP Genel Başkan Yardımcısı, İstanbul Milletvekili Prof. Dr. Fethi Açıkel'in, partisinin Ar-Ge, Bilim, Yönetim Kültür Platformu tarafından hazırlanan "Otoriterleşen Türkiye'nin Çölleşen Medyası" başlıklı raporunu okurken iğnenin kaba etlerimize battığını hissettim. O rapordan bazı alıntılar yapayım, siz de görün hal-i pürmelalimizi;

Gazetecilik tehlikeli meslek
"* Türkiye, Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi'nde 2002 yılında 99. sıradayken, 2018'de 157. sıraya gerilemiştir.
* 2018 Uluslararası Basın Enstitüsü Raporu'na göre, hormonlu bir biçimde sektörü tekelleştiren AKP iktidarının medyayı kontrol etme oranı %95'lere kadar yaklaşmıştır.
* Bir yandan Türkiye'nin nesnel gerçeklerini yansıtmaya çalışan medya organları finansal ve siyasi baskılara maruz bırakılırken, diğer yandan iktidarın güdümlü medyasının finansörleri kamu kaynaklarından haksız ve hesapsız bir biçimde yararlandırılmaktadır.
* Bağımsız medya kuruluşları haksız cezalarla boğuşurken, yandaş medya kuruluşları ise adeta kuralsızlık ve cezasızlığın keyfini sürmektedir.
* Havuz medyasında seçim dönemlerinde yerli icatlar ve petrol-doğal gaz keşiflerine dair haberlerin sayısında astronomik artış yaşanmaktadır.
* AKP rejiminin, yaşanan vahim olayları, kazaları ve politik skandallarını örtmekte en sık kullandığı yöntemlerden biri de yayın yasağı kararı çıkartmasıdır. AKP rejimi terör saldırıları, dava süreçleri, yolsuzluk haberleri, tren kazaları, iş kazaları, inşaat göçükleri gibi pek çok önemli gelişmenin ardından mahkemeler kanalıyla ya da yürütme tarafından hızla yayın yasağı kararları çıkartmaktadır. Yayın yasakları ile bu konularda haber yapılması engellenmektedir. Sadece 2011 ile 2018 yılları arasında 468 habere yayın yasağı getirilmiştir. 2019 yılının ilk iki ayı içinde ise 34 yayın yasağı kararı verilmiştir.
* Basın etiği doğrultusunda hareket eden ve halk için çalışan medya mensupları, AKP yöneticileri tarafından hedef gösterilmekte ve yaptıkları haberlerden ötürü siyasi davalarda yargılanmaktadır. Önemli bir bölümü tutuklu yargılanan gazeteci ve yazarlar, uzun dava süreçlerinde haklarında kesinleşmiş hüküm olmaksızın cezalandırılmaktadır. Temel görevi kamu çıkarlarını gözeterek 'soru sormak' olan gazeteciler, partizan savcılar ve hâkimlerin tarafgir sorularına maruz bırakılmaktadır.
* Medyaya karşı yürütülen sindirme ve baskı politikalarının sonunda, Türkiye'de gazetecilik faaliyetleri oldukça tehlikeli hale gelmiştir. 2018 yılında 80'e yakın gazeteci, Türk Ceza Kanunu ve Terörle Mücadele Kanunu kapsamında gazetecilik faaliyetlerinden ötürü mahkûm edilmiştir. Gazeteciler, hapis cezalarının yanı sıra astronomik tazminat davalarıyla da karşı karşıyadır. Yasal müeyyidelere ek olarak, pek çok gazeteci ya doğrudan iktidar tarafından ya da havuz medyasınca hedef gösterilmekte, tehdit edilmekte ve türlü hakaretlere maruz kalmaktadır.
* AKP iktidarının baskıcı medya politikaları neticesinde gazetecilerin 'özel haber' yapmaları riskli olmaya başlamıştır. Özel haberlerle ülkenin sorunlarının tartışılmasını sağlayan gazeteciler ya işinden atılmakta ya da bu gazetecilik faaliyetleri yüzünden yargılanmaktadır. Türkiye Gazeteciler Sendikası'nın verilerine göre AKP döneminde, ülkemizdeki yaklaşık 24 bin gazetecinin üçte birinden fazlası işini kaybetmiş durumdadır.
* Cumhuriyetimizin önemli kurumlarından olan SEKA Kâğıt Fabrikası'nın AKP tarafından özelleştirilmesi sonucunda, Türkiye kâğıt temini konusunda ithalata bağımlı hale getirilmiştir. AKP'nin maksatlı ve beceriksiz politikaları sonucunda kâğıt gibi stratejik bir üründe ülkemizin ithalata bağımlı hale gelmesi medyada büyük bir ekonomik darboğaza neden olmuştur. Ağustos 2018'den itibaren TL'nin aşırı değer kaybetmeye başlaması ile birlikte matbaa, yayıncılık ve basın sektöründe derin bir kriz yaşanarak, ton bazında gazete kâğıdı fiyatları yaklaşık %100 artmıştır. Kâğıt fiyatlarının artması, medyada mevcut pek çok sorunu derinleştirmiştir. Okurlar haberlere daha yüksek ücretlerle ulaşırken, gazeteler artan kâğıt ve baskı maliyetleri nedeniyle sayfa sayılarını da düşürmek zorunda kalmaktadır. Satış fiyatlarının artması, yaşanan kriz ortamında tirajların düşmesi anlamına gelmektedir. Önemli sayıda gazete, kâğıt temini konusunda yaşanan sorunlar neticesinde kapanmış veya küçülmeye gitmiştir. AKP'ye yakın medya kuruluşları kamu kaynakları ile desteklendiği için krizi görece hafif atlatırken krizden etkilenen asıl kesim bağımsız medya organları olmuştur."

İşte böylee!..

Ahmet Takan / YENİÇAĞ

İzlemeye devam...- MURAT AĞIREL

Geçtiğimiz günden bu yana gündem, Burhan Kuzu'nun Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan fotoğrafı oldu.
Fotoğrafta Burhan Kuzu'nun bulunduğu yemek masasında İranlı uyuşturucu baronu Naci Şerifi Zindaşti de yer alıyordu.
Orada dikkat çekmeyen çok önemli bir ayrıntıyı Cuma günkü (dünkü) yazımda aktardım.
Neydi o hatırlatayım. Yayınlanan fotoğrafta Burhan Kuzu ve Zindaşti'nin yanı sıra bir kadın kimsenin dikkatini çekmemişti. İsmi Aliye Uzun olan bu isim AKP İlçe teşkilatında görevli.
Zindaşti'nin ifadesine göre kendisi ve arkadaşlarına kadın ayarlayan, vatandaşlık alması için kendisinden 500 bin lira para isteyen bir isimdi Aliye Uzun.
Zindaşti'nin ifadesinde bir bilgi daha yer alıyordu aslında.

O da Ömer Erdal Akkartal...
Bu yazımda da ondan bahsetmek istiyorum.
Çünkü Zindaşti'nin yat almak istediği sırada Aliye Uzun'un tanıştırdığı Akkartal ile ilgili ilginç bilgilere ulaştım.
Ama önce Zindaşti'nin ifadesinden yat mevzusunun nasıl anlatıldığını aktarayım.
Zindaşti, geçen yıllarda bir yat almak istediğini Aliye Uzun'a bildiriyor. Aliye Uzun da kendisinin Ömer Erdal Akkartal isimli bir arkadaşı olduğunu ve onun da yatını sattığını söylüyor. Zindaşti ile birlikte yatı görmek için Güzelce Marina'ya gidiyorlar. Yatı almak için 1 milyon 300 bin euro karşılığında anlaşıyorlar.
Erdal Akkartal parayı bankadan değil de nakit isteyince işler karışıyor. Zindaşti bu durumdan şüpheleniyor araştırma yapıyor ve şahsın kendisini dolandırmak istediğine kanaat getiriyor.
Aliye Uzun'a durumu aktarıyor. Aliye Uzun da korkutmak bahanesi ile "Erdal, Türkmenistan Cumhurbaşkanı'na suikast düzenleyen ekibin başı" diyor ve bir video izlettiriyor. Zindaşti bu olaylardan sonra Erdal ve Aliye ile arayı açıyor.
Aliye Uzun sonraki zaman içerisinde kimlik ile gelişme var bahanesiyle Zindaşti'ye ulaşmaya çalışınca Ekrem Öztunç isimli yeğeni görüşüyor. Zindaşti'nin uygunsuz resimlerini paylaşmak ile tehdit ediyor ve fotoğraf gönderiyor.
Zindaşti ödemeyince de devreye Erdal Akkartal giriyor. Restleşmeden sonra Zindaşti ve 3 adamı Erdal Akkartal'ın verdiği adrese gidiyor ve çatışma yaşanıyor. Zindaşti'nin bir adamı vuruluyor ve olay yerinden kaçıyorlar.
Zindaşti polise gitmiyor doğal olarak Erdal Akkartal da benim aranmam var polise gitmeden kapatalım diyerek olayı kapatıyorlar.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan...
Gana'yı ziyaret ediyor. Ziyaretten sonra Sabah gazetesinde bir haber yer aldı.
"Akkartal Grup, 98 milyona Kara Kıta'da organik tarım üssü kuracak. Hedefte hayvancılık da var. Kendisi ziraat mühendisi olan Akkartal Grup Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Aliye Uzun, bu yatırımla Türkiye'nin gıdadaki gücünü artıracaklarını söyledi."
Grup ismi size de tanıdık geldi değil mi?
Evet.
Bahsedilen gruba ait firmalar; Akkartal Tarım Hayvancılık Şirketi 21 Kasım 2012 tarihinde, Akkartal Sigorta 2 Mart 2012'de, Akkartal İthalat İhracat İnş. 27 Haziran 2013'te, Akkartal Özel Sağlık hizmetleri de 26 Nisan 2012 tarihinde kurulmuş.
Yönetim kurulu başkanı olarak da Zindaşti'ye yat satmak isteyen ve silahlı çatışmaya girdiği iddia edilen Erdal Akkartal gözüküyor.
Toplam sermayeleri 1 milyonu dahi bulmayan grup şirketi adına Gana'da 98 milyon liralık yatırım yapacaklarını açıklayan Aliye Uzun'un Ticaret Sicil Gazetelerinin hiç birinde grup firmalarında bir yetki aldığı bilgisine ulaşamadım. Ancak Sabah gazetesinin 11 Mart 2016 tarihli haberinde Aliye Uzun'un Grup yetkilisi olduğu belirtilmiş.
İlginç...
Yani, Cumhuriyet gazetesinin yayınladığı Burhan Kuzu fotoğrafında aslında görülmeyen çok ilginç ilişkiler ağı bulunuyor.
Burhan Kuzu'nun bu kirli ilişkilerden haberi var mı?
Neden böyle bir buluşma gerçekleşti?
Masada ticari konular görüşüldü mü?
Ve en önemlisi...
Bu fotoğrafın çekildiği yemek AKP için gerçekleştirilen kurumsal bir görüşme miydi?


Murat Ağırel / YENİÇAĞ

8 Mart 2019 Cuma

‘Yazsan ne olur, yazmasan ne olur!’ - ALİ SİRMEN

İranlı uyuşturucu baronu ve Zekeriya Öz’ün gizli tanığı Zindaşti ile ilişkisi olduğu, bu şahsın tahliye edilmesinde aracı rol oynadığı ileri sürülen eski AKP milletvekili ve TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Burhan Kuzu asla tanımam” dediği kişiyle birlikte yemek yedikleri fotoğrafını bulup yayımlayan arkadaşımız Zehra Özdilek’in sorusu üzerine bu kez tanışıkığı yadsıyamamış, “Evet doğrudur, doğrudur ama çok büyütüyorsunuz, yazın, manşetten  verin, ben rahatsız olmam” diyerek kestirip atmış: 
- Yazsanız ne olacak, yazmasanız ne olacak!
Doğrusu içinde bulunduğumuz durumu Burhan Kuzu’nun bu sözleri kadar veciz anlatan başka bir ifade bulamazsınız. 

Her türlü yolsuzluğun, yasadışılığın, zulmün, hırsızlığın, cinayetin, nüfuz suiistimalinin bu kadar alıp yürüdüğü, iktidarın üç erkinin de tek kişinin elinde bulunduğu, siyasi, hukuki, cezai denetim ve yaptırımların hiçbirinin işlemediği bir ortamda, sen yolsuzluğu, hukuksuzluğu, karanlık ilişkileri ortaya koyan belgeleri açıklayıp yazsan ne olur, yazmasan ne olur! 
Çoktan olan olmuş bile zaten.
***
Açıklama 
5 Mart tarihli 1 Mart tezkeresi ile ilgili yazımla ilgili olarak, değerli hukukçu dostum Av. Turgut Kazan aradı ve şu hususun altını çizdi:
1 Mart 2003 günü tezkerenin geçmemesinin ardında Anayasa Mahkemesi’nin Refah Partisi Başkanı Necmettin Erbakan’ın, Mesut Yılmaz Hükümeti’nin güvenoylaması konusunda açtığı davayla ilgili, Anayasa Mahkemesi kararı vardır. Mesut Yılmaz Hükümeti için güvenoylaması yapıldığında, evet oyları hayır oylarından fazla çıktığından, güvenoyu alınmış, sayıldı. Bunun üzerine Necmettin Erbakan haklı olarak oylamada güvenoyunun verilmiş olduğunun kabulü için evet oylarının hayırlar ve çekimserlerin toplamından fazla olması gerektiğini ileri sürmüş ve AYM bu görüşe katılarak, güvenoyu alınamadığı kararını vermişti. 

1 Mart 2003 oylamasında da, tezkereye evet oyları, hayır oylarından fazla idi. Ne var ki, hayırlar ile çekimserler bir arada evetlerden fazlaydı ve AYM kararı ışığında, o zamana kadar yapılan uygulamanın aksine oylamanın sonucunun olumsuz olduğuna hükmedilmişti. Yani sonucu tayin eden çekimser oylar olmuştu. Bu yönde oy kullananlar öyle görünüyor ki, oylarının ne anlama geldiğinin tam farkında değillerdi.

***
Turgut Kazan, Ecevit iktidarının devrilmesiyle ilgili olarak da eski Enerji Bakanı Zeki Çakan’dan dinlediği şu ilginç anıyı nakletti. 
Eski Enerji Bakanı, Ocak 2002 ABD ziyaretiyle ilgili olarak şunları söylüyor:
Beyaz Saray’da Başkan ile konuşmamız sırasında konu Irak’a gelince Amerikan tarafı ortak deklarasyonda şöyle bir ibare önerdi: 
‘Taraflar bu konuda askeri müdahale dahil, her konuda stratejik ortaklığın gereklerini yerine getireceklerini....’ 
Tam bu noktada Ecevit söze girdi ve ‘Bir dakika! Sayın Başkan takdir edersiniz ki, Türkiye bu ülke ile komşudur ve ...’ 
Birden etrafın buz kestiğini hissettim. Son derecede iyi ve sıcak geçen görüşmelerin seyri değişmişti. Bizi adeta bir an önce, oradan göndermek isteyen bir tavır içine girdiler. 
Havayı sezen Bülent Bey, ‘Sayın Başkan sizi daha fazla rahatsız etmeyelim’ diyerek görüşmeyi sonlandırdı. 
Ben hükümetimizin düştüğünü o anda, orada gördüm.” 

Bu arada, onuncu Cumhurbaşkanımız Sayın Ahmet Necdet Sezer ile bir telefon görüşmemiz oldu. Tezkerenin reddedilmesinin ardından zamanın Başbakanı Abdullah Gül ile dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, Sezer'den randevu talep etmişler; Sezer de 3 Mart Pazartesi gününe randevu vermiş. Çankaya’ya çıkan Gül ve Özkök, Sezer'den "Olağanüstü Milli Güvenlik Kurulu'nu toplamasını" talep etmiş. Sezer'in bu talebi reddettiğini telefon görüşmemizde öğrenmiş oldum. Okurlarımla paylaşırım.

Ali Sirmen / CUMHURİYET