16 Mayıs 2019 Perşembe

İzmir'in işgalinin 100'üncü yılı(Söyleşi): Bir asır önce emperyalizmin savaş makinesi yine çalışıyordu.- Tülay Gül - Tolga Binbay

15 Mayıs 2019. İzmir'in emperyalizm tarafından işgalinin 100'üncü yıl dönümü. Bundan tam bir asır önce emperyalizmin savaş makinesi bu topraklarda yine çalışıyordu. Yunan işgalini, emperyalizmi, cumhuriyetin kuruluşuna gidecek olan mücadeleyi ve burjuva ideolojisinin yansımalarını Prof. Dr. Engin Berber ile konuştuk...


İçinden geçtiğimiz günler birçok tarihsel olayın 100'üncü yıl dönümüne denk geliyor.

Aslında bir süre önce başladık bu tarihsel yıl dönümlerini yaşamaya: Ekim Devrimi, I. Dünya Savaşı’nın sona ermesi, Komintern'in kurulması... Tüm bu tarihsel sürecin içinde Türkiye için öne çıkan dönüm noktaları da var. Bunlar arasında hiç kuşkusuz 15 Mayıs 1919’da İzmir’in işgal edilmesi ve 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışı da yer alıyor.

Yunan işgalini, emperyalizmi, cumhuriyetin kuruluşuna gidecek olan mücadeleyi ve burjuva ideolojisinin yansımalarını Prof. Dr. Engin Berber ile konuştuk...

'İZMİR İŞGAL EDİLDİĞİNDE ERZURUM VE KAZALARINDAN ONLARCA TELGRAF: BU İŞGALİ KABULLENMİYORUZ!'
Sayın Berber, bir süredir hazırlığını yaptığınız bir serginin ilk gününe denk geldi söyleşimiz: “İşgalden Kurutuluşa Milli Mücadele” sergisi. Nasıl şekillendi bu sergi?
Böyle bir sergi yapma düşüncesi bir yıldır vardı. İşgal, 15 Mayıs 1919’da İzmir’den başladı ve 9 Eylül 1922’de İzmir’de sonlandı diyebiliriz. Yunanistan askerlerinin Anadolu’dan çekildiği tarih aslında 18 Eylül ama İzmir’in kurtuluşu bir sembole dönüştü. Bu nedenle bir dönüm noktası olarak anılıyor. O dönemde İzmir hakikaten de Anadolu’nun göz bebeği. Aslında İzmir’den önce işgale uğrayan, hem de haksız ve hukuksuz işgale uğrayan başka yerleşim yerleri de vardı: Mesela Musul işgal edilmişti, İskenderun işgal edilmişti ama bu kentlerin işgal edilmesi toplumsal bir karşı çıkışa, toplumsal bir direnişe neden olmamıştı.
İzmir’in işgali ise bütün Türkiye’de çok derinden bir acı olarak hissediliyor ve önemli bir tepkiyi de tetikliyor. Mesela Erzurum ve kazalarından onlarca telgraf gitmiş saraya, “Biz bu işgali kabullenmiyoruz!” diye. Orada bile bu işgalin acısı çok derinden duyumsanmış. İzmir farklı o anlamda: Anadolu’nun göz bebeği ve ihracat iskelesi.

'İZMİR'İN İŞGALİ MİLLİ MÜCADELE FİŞEĞİNİ ATEŞLEYEN EN ÖNEMLİ ETKEN'
İzmir’in işgali ayrıksı duruyor yani, öyle mi?
Kesinlikle. İzmir’in işgal edilmesi milli mücadele fişeğini ateşleyen en önemli konulardan bir tanesidir. O nedenle, zaten bir süredir Anadolu’ya geçmeyi düşünen Mustafa Kemal seyahatini çabuklaştırıyor ve işgalden sadece dört gün sonra Samsun’a çıkıyor. O süreci biliyorsunuz: önce yerel kongreler sonra oradan 23 Nisan 1920’de açılan ve mücadeleyi meşru kılan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşu. Ondan sonraki süreçte de mücadele zaten daha ziyade Batı Cephesi’nde, emperyalizmin taşeronu olan Yunan ordusuna karşı veriliyor.
Bu nedenlerle işgalin ve kurtuluşun şehrinde, İzmir’de, 100'üncü yılı anlamlı bir kültürel etkinlikle anmamak gerçekten büyük bir eksiklik olurdu. Bunu düşündüğümüz için bir yıldır ilgili kurumlar nezdinde bir takım girişimlerde bulunduk. Serginin küratörlüğü bana ve düzenlemesi Hür Efe Müzecilik’e aittir ama Askeri Müze, İnönü Vakfı, TBMM Kütüphanesi, Balıkesir Kent Müzesi ve özellikle Konak Belediyesi’nin de çok önemli katkıları oldu. Zaten aslında İzmir diyoruz ama işgal Konak’ta başladı ve Konak’ta da bitti.

BU SERGİ NEDEN AÇILDI?
Serginin amacında ne var? Çünkü bu tür yıl dönümleri emperyalizmi ve halklar arasında nefreti kışkırtan mülkiyet değişimlerini örten bir milliyetçilikle malul oluyor.  
Şimdi, serginin amacı da bence çok önemli. Bu tür sergiler genelde kaba milliyetçilik dürtüleri ile yapılır ama bu sergide benim için önemli olan şey şuydu ve bunu da açış konuşmamda özellikle vurguladım. Bu sergi de nefret söylemi yok! Coğrafya, tarih iki halkı, Türk ve Yunan halkını bir denizin iki kıyısına yerleştirmiş. Ne biz bunu değiştirebiliriz ne de suyun karşı tarafındaki Yunanistan bunu değiştirebilir.

Fakat Yunanistan’da egemen sınıflar Avrupa emperyalizmine uşaklık ettiğinden ve maşa olduğundan Yunanistan, Türkiye ile hiç alakası olmayan topraksız Yunan köylüsüne üniformayı geçiriyor ve Anadolu’ya getiriyor. 300.000 kişilik bir savaş makinesi Anadolu’ya geliyor. Bakın burası çok önemli, çünkü Dünya Savaşı galiplerine “Anadolu’da Kemalistlere operasyon yapacağız” deseniz bu sayının yarısını bile çıkaramazlar. İngiltere, Fransa zaten dört yıllık savaşta çok yorulmuş ve yıpranmış.

Ama genç Yunan burjuvazisi kendi yoksul halkını Anadolu’ya getirmeye hazır. Niye? 
Çok net: Yunanistan’ın alanı dar, ekonomik çıkarları Avrupa sermayesince sınırlanmış. Aslında Yunan burjuvazisi buraya gelirken ayak bileğine Avrupa sermayesinin taktığı prangayı kırmak üzere geliyor. Batı Anadolu’nun verimli ovalarının ürünleriyle başını kaldırmak istiyor. Venizelos’un başında bulunduğu Liberal Parti’nin –ki burjuvazinin en önemli siyasi temsilcisidir- yayın organındaki yazılar “eğer biz iktidar olarak Anadolu’ya gitmezsek Yunanistan’da iktidarda kalmamız mümkün değil, bizim geleceğimiz ancak Anadolu’nun verimli ovalarını Yunanistan ile birleştirirsek mümkün olabilir.” diyor. Bu genç ve hırslı burjuvazi için durum açık ve net.

Neticede Yunanistan’daki topraksız köylüyü önce bir burjuva ideolojisi olan Helen milliyetçiliğinin etkisine soktular, sonra da Anadolu’ya getirdiler. Gelenlerden 100.000’i Yunanistan’a hiç dönemedi. Bu büyük bir yıkımdır ve Yunan burjuvazisinin yol açtığı bir yıkımdır: Gelen ordunun üçte biri Anadolu’da kaldı. Dağlar taşlar genç Yunan askerlerinin cesetleri ile doldu. Ve mezar bile yapılamadı bu kayıplara. Bu sergide onların bazılarının yıllar sonra bulunan fotoğrafları da var.

'EMPERYALİZM BU COĞRAFYADA BENZER OYUNLARA DEVAM EDİYOR'
Aslında günümüzü de andıran bir tablodan bahsediyorsunuz…
Çok doğru. Bakın, şimdi burada neyi vurgulamak istiyoruz? Birincisi, kendi insanımız için: Egemen sınıfların aleti, maşası olmayın! Yunan halkı burjuvazinin maşası oldu ve ağır bir bedel ödedi. Ayrıca işgale uğrayan tüm yerleşim yerleri de ağır bir bedel ödedi, Türk halkı da çok ağır bir bedel ödedi. İkincisi sınıfların da bir kişiliği oluyor ve bazen tek tek bireylere bile sirayet ediyor. Çok ilginç bir örnek anlatayım: İşgalden sonra Yunan Kralı geliyor İzmir’e. Karşıyaka’da, İplikçizadelerin köşkünde kalıyor. Kral köşke çıkarken hemen girişte yere Türk bayrağı seriyorlar. Herkes bayrağa basıyor geçiyor. Sonra devran dönüyor. Kurtuluştan sonra aynı köşkte Mustafa Kemal’i ağırlıyorlar. Mustafa Kemal ve beraberindekiler bir bakıyorlar, merdivenlerde bir Yunan bayrağı. Kızıyor ve “bunu derhal kaldırın buradan” diyor. “Efendim,” diyorlar, “Yunan Kralı buradan bir Türk bayrağına basarak çıkmıştı.” Mustafa Kemal diyor ki: “Bayrak bir milletin şerefidir, O yanlış yapmış ben aynı yanlışı yapamam!” Şimdi o tarihlerde bunu dünyada söyleyecek bir önderlik de pek yok aslında. Nitekim Yunan ordusunu burjuvazi adına Anadolu’ya taşıyan Venizelos 1934’te yeniden başbakan oldu ve Mustafa Kemal’i Nobel Barış ödülü için önerdi. Bu önerinin kendisi bile son derece anlamlı.
Uzun lafın kısası bu sergide hiç nefret söylemi yok, panolarda böyle bir şey göremezsiniz. Burada tarihin, coğrafyanın birbirine mahkûm kıldığı komşu halkların emperyalizmin oyununa gelmeden kendi coğrafyalarında dostluk ve barış içinde yaşamaları gereği vurgusu var. Açılışta ben onu söyledim. Aradan yüzyıl geçti emperyalizm bu coğrafyada aynı oyunu oynamaya devam ediyor. Suriye’de düne kadar komşu olan halklar birbirlerini katlediyorlar. Komşuları Suriye ile mücadele ediyor. Suriye bir savaş alanı haline geldi. Bundan kim en çok nemalanıyor. Savaşı başlatanlar ve yürütmekte fayda görenler. Taktikler değişmiş olabilir ama bu oyuna gelmemek lazım. Bu serginin ana fikri o: kendi halkımız için farkındalık yaratacağız. Tarihin üstünü örterek daha iyi bir gelecek kurgulayamayız.
     
SERGİDE NELER VAR?
Peki, neler yer alıyor sergide?
Sergide yaklaşık 200 parça eser var. Bu eserler içinde tabii ki sergiyi daha kıymetli kılan benzeri olmayan malzemeler var. Mesela 9 Eylül günü Türk Süvarileri Mimar Kemalettin Caddesi’nden geçerken yerlere kadar sürünen bir Yunan bayrağı görüyorlar. Hemen o bayrağı kaldırıyorlar ve yerine, üç farklı kumaşın elde dikilmesi ile yapılan, ay yıldızın çarşaftan kesilip üzerine dikildiği 3x5 metrelik bir Türk bayrağı asılıyor. İşte o bayrak var bu sergide. Ödemiş Yıldız Kent Arşivi ve Müzesi’ne bağış olarak gelmişti bu kıymetli miras ve şimdi sergide, yeniden İzmir halkının karşısında.

Yine Ödemiş’teki Yunan Garnizonu’nun 18. Piyade Alayının mızıka takımından üflemeli bazı çalgılar sergileniyor. Salihli’de kazıda çıkan Yunan Efzon askerinin kabaralı ayakkabısı da orada sergilenmektedir. Ve tabii ki İnönü Vakfı’nın çok katkısı oldu. Daha önce ziyaretçiye hiç çıkmamış olan ve İstanbul halkının İsmet Paşa’ya hediye ettiği altın kakmalı bir kılıç var. Bir de Paşa’nın ayaklı sahra dürbünü var. Bunlar dışında çok değerli başka aksesuarlar da var. Böyle bir sergiyi kolay kolay bir araya getirmek mümkün değil. Mutlaka ziyaret edilmesini öneririm.

'ACI BİR TARİH...'
"İşgalin iki halka ödettiği bedeller" dediniz. Burada toplu göçlere değinebilir miyiz? Sanırız bölgedeki hareketlenmeler, yani göçler Balkan harbi sırasında başlıyor.
Çok özet geçeceğim ama I. Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı, Yunanistan hükümeti ile görüşmeler yapıyor. Anadolu Rumlarıyla Trakya Türklerinin değiştirilmesi için daha o tarihte bir takım müzakereler var. Bu durum Lozan’da mübadele ile başlayan bir şey değil. Zaten Anadolu’daki Rumların önemli bir kısmı –tabii sayı veremeyiz istatistik bulmamız zor- Helen milliyetçiliğinden etkilenmiştir. Tabii istisnalar vardır. Mesela Muğla Rumları daha mesafeli duruyorlar Helenizme. Ama genelde hem Karadeniz’de hem Batı Anadolu’da hem de Trakya’da yaşayan Rum nüfus 19. Yüzyıl sonunda Helenize olmuştur.

Aslında Anadolu’daki Rum nüfusunun tamamı Bizans bakiyesi değil. Yani göçler hep var. Tanzimat Dönemi’nden itibaren Rumlar Anadolu’ya önce mevsimlik çalışmak için geliyorlar, sonra da kentlere yerleşiyorlar. Yani Milli Mücadeleden sonra mübadele ile gidenlerin çoğunluğu aslında en fazla üçüncü kuşak burada olanlardır diyebiliriz. Bizans bakiyesi olan bir Rum halkı burada var, onların bir kısmı varlıklarını muhafaza da etmişler ama büyük bir kısmı asimile olmuştur. Hem Helenleşmişlerdir hem de Müslümanlaşmıştır.

19. yüzyıl sonunda İzmir’de yayımlanan gazetelerin vilayet haberlerine baktığınız zaman her hafta onlarca insanın din ve mezhep değiştirdiğini görürsünüz. Rum Ortodoks olup Müslümanlığı kabul etmiş olanlar açıkça görünüyor. Yani Anadolu’ya bakarken, göç hareketlerine bakarken durağan, yüzyıllardır değişmeyen kalıplardan bahsetmiyoruz. Ama I. Dünya Savaşı başlayınca nüfus değişimindeki mesele yarım kalıyor. İttihatçılar da ordu savaşırken Helenize olmuş Rumların itilaf devletlerine yardımcı olacaklarını düşünüyorlar ve yine o dönemde muhtarları kullanarak Rumları kayıt altına alıyorlar. Osmanlı Devleti savaşa katılmadan üç ay önce Batı Anadolu Rumlarını adalara ve Yunanistan’a gönderiyor. Yaklaşık 120 bin Batı Anadolu Rumu. Yerlerine de Rumeli’den gelen Müslüman muhacirler yerleşiyor. Acı bir tarih.

Öyle ki dört yıl sonra, bu sefer Yunan Ordusu Anadolu’ya çıktığında yaptığı ilk iş Rumların evlerine ve arazilerine yerleşmiş olanları Anadolu içlerine sürmek oluyor. İşgal dönemindeki iç göç daha ziyade Rumeli göçmenlerini vuruyor.

Yani işgal Batı Anadolu’daki köylü Türkleri değil de göçle gelenleri mi vuruyor daha çok?
Evet. Yunan idaresi mülkiyetin devamını ve tabii ki üretimi garanti altına almayı gözetiyor. Yunan ordusu geldiğinde yanlarında milisler var. Silahlanmış yerli Rumlardan oluşuyor bu milisler. Bir kısmı adalardan geri dönmüş, bir kısmı da göç etmemeyi becerip kalmış. Milislerle birlikte ilerliyor Yunan ordusu ve milisler de rehberlik ediyor. Türklerde o dönemde milliyetçilik yok gibi. Çünkü İttihatçılar Türk milliyetçiliğini I. Dünya Savaşı bittikten sonra aktif olarak kullanmaya başladılar. Milliyetçiliğin imparatorluğu dağıtacağını düşünüyordu İttihatçılar. Onların “İttihadı Anasır” diye bir formülleri vardı. Unsurların beraberliği, yani herkes Osmanlı sancağı altında toplanacak, padişah en yüce sadakat odağı olacak ve Osmanlı devleti devam edecek.

Ancak her ulusun kendi devletini kurduğu bir dönemde ittihadı anasır gerçekçi olmaktan çıkıyor. İttihatçılar, I. Dünya Savaşı’ndan sonra bunu daha net anladılar. Çünkü Müslüman olan Araplar bile savaşta İngilizlerin yanında oldular. Bunları görünce Türkçülük fikri ortaya çıktı ama zamanı kaçırmışlardı. Zaten kaybedilmiş bir savaşın sorumlusu olarak görüldükleri için artık yeni bir ideoloji uygulayacak şansları da kalmamıştı. O Kemalistlere nasip oldu. Onların bıraktığı yerden Kemalistler aldılar. Tabii İttihatçılar eski düzen devam etsin istiyorlardı, en fazla meşruti bir monarşi istiyorlardı ama Kemalistler öyle değil. Onların kafasında Cumhuriyet fikri var: babadan oğula geçmeyecek bir iktidar düşüncesi var. Ayrıca halifelik gibi bir şey asla yok. “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” düşüncesi var.
Türklerde Rumlara karşı öfke işgal nedeniyle oluşuyor. Ama Rumlarda “megali idea” düşüncesi var. Çünkü Yunanistan’ı orada var eden, burjuvazinin sürekli pompaladığı büyük ve güçlü Yunanistan düşüncesidir. Bu düşünce Anadolu’da Osmanlı tebaası olan yerli Rumları da çok etkilemiştir.

İşgale karşı direniş nasıl şekilleniyor?
Kimin direndiğine bakmamız lazım. Kurşun atanlar aydın ve entelektüel insanlar. Hasan Tahsin bir dönem sosyalistti ama mütareke yıllarında İzmir’de yayımladığı Hukuki Beşer’de yazdığı yazılara bakarsanız çok milliyetçi bir söylemin egemen olduğunu görürsünüz. Çok keskin, çok kararlı bir dil var: İşgali asla kabul etmeyeceğiz. Ülkesinin işgale uğrayacağını anladığı için yurtsever olan bir tutum olarak da bakabiliriz. Onun yanında işgalcilere kimlerin silah attığını bilmiyoruz. Ama 15 Mayıs günü Konak’a Yunan birliği gelmezden birkaç saat önce, Milli Kütüphane’nin yanında, bugün otopark olan yerde, bir askeri hapishane var. O hapishanenin kapısını kırıyorlar. Mütareke Dönemi’nde Yunanlılara hakaret etmekten tutuklanmış Osmanlı subaylarının tamamını serbest bırakıyorlar. Polis deposuna gidip bütün silahları alıyorlar ve dağıtıyorlar. 200 kadar tüfeğin dağıtıldığı söyleniyor.

İlk çatışmada ölenlerin sayısına baktığımız zaman orada ateş edip bomba atanın sadece gazeteci Osman Nevres yani Hasan Tahsin değil, kalabalık bir grup olduğunu anlıyoruz. Ve bunların çoğu muhtemelen subaydı, eğitimli insanlardı. Ben sıradan insanların kurşun attığını zannetmiyorum. Bunlar İzmir’deki Türk halkının kalburüstü adamlarıydı. Yani işgali ideolojik anlamda kabul etmeyecek orta sınıflardı.

Ama sonra, arası devletle asla iyi olmamış, devletin otoritesine yıllardır meydan okuyan ve böyle olduğu için de halkın hem sahip çıktığı hem de korktuğu efelerin mücadeleye dâhil oluyor. Aslında efelerle devleti barıştıran şey Milli Mücadele olmuştur. Bunlar yıllardır dağlarda gezinip duruyorlar. Arazi onlara savaş adına çok şey öğretmiş, pusuyu, baskın taktiğini çok iyi biliyorlar. Hayatları bu olmuş. Yani efelerin mücadeleye dâhil oluşu, bunların yanında I. Dünya Savaşı’nda yedek subay olanların dâhil oluşu, onların halkı örgütlemeye çalışması direnişin arka planını oluşturuyor.

Halk kongreleri oluşmaya başlıyor. Balıkesir’de Alaşehir’de, Nazilli’de halk kongrelerinin toplanması. Bu kongrelerin sürekli toplantı halinde olması mümkün değil ama tabii toplantı halinde olmadıkları dönemde onlar adına konuşacak Heyet-i Temsiliye dediğimiz mikro hükümetler ortaya çıkıyor. Bunların vergi salması, asker toplaması, Kuvay-i Milliye birliklerinin iaşesinin sağlanması: ortaya yaklaşık 20 bin kişilik, asker üniforması giymeyen ama arkasında halkın vergileri ile edinilmiş bir varlığı maaş olarak alan ve görevi Yunan Ordusunu rahatsız etmek olan bir askeri birlik ortaya çıkıyor. Vurup kaçan düzensiz bir kuvvet.

Bu düzensiz kuvvetlerden düzenli orduya geçilmedi mi?
Bu düzensiz kuvvet, Yunan Ordusu gibi düzenli bir orduya karşı zafer kazanamazdı. Ama şuna hizmet etti: bir, bölge halkının örgütlenmesinde rol model oldular; iki düzenli ordunun kurulmasına imkân sağladılar. Çünkü düzenli ordu İnönü’de, Bilecik’te vardı. İlk defa Yunanlılar Aralık 1920 saldırısı ile İnönü sırtlarında, Bozöyük’te düzenli bir ordu ile karşı karşıya geliyorlar ve şaşırıyorlar. 6000 kişilik küçük bir birlik ama kök söktürüyor. 20 bin kişilik bir orduyu İnönü sırtlarında durduruyor ve Yunanlılar geriye çekiliyor. Yunan Genel Kurmay Başkanlığı’nın kendi kitaplarında iç yazışmalara bakarsanız “Buradaki kuvvet şimdiye kadar gördüğümüzden çok farklıdır. Savaşma isteği çok yüksek, emir komuta zincirine bağlı, küçük ama kararlı bir kuvvetle karşı karşıyayız” yazmaktadır. Kayıplar o kadar ağır ki devam etmek istemiyorlar. Tabii Türk kuvvetlerinin de ağır kayıpları var. Hatta bir ara Türk Kuvvetleri çok sıkışıyor Meclis Muhafız Taburunu trenle yetiştiriyorlar oraya. Elde ne varsa göndermişler oraya ve orada durdurmuşlar Yunan ordusunu. Bu tabii güven veriyor TBMM’ye.

Ama Ankara yakınlarına kadar da geliyor Yunan ordusu!
Yunan Ordusu ikincisinde yeni sınıfları silâh altına alıp bu sefer 40 bin kişi ile geliyor İnönü’ye ve o duvarı yine yaramıyorlar. Hücum taburları erimeye başlayınca geri çekiliyorlar. Sürekli gidip çarparak yenemeyecekleri anlayınca yeni bir plan yapıyorlar. O plan farklı bir plan. Sonrasında zaten Eskişehir-Kütahya’da biz yeniliyoruz. 1921 Haziran Taarruzu’nda Yunan ordusu sarma hareketi yapıyor ve yeniliyoruz. İki koldan birden, müthiş bir kuşatmadır Yunan Kurmayı’nın yaptığı. İnönü Sırtlarının arkasına sarkıyorlar. Bu durum karşısında Mustafa Kemal diyor ki “100 km birden geri çekilin!” Oradaki 40 bin kişilik kuvveti kaptırmamak için diyor ki “derhal cepheyi boşaltınız (İnönü siperlerini)”. Türk ordusu Sakarya’nın doğusuna geçiyor.

Bu sırada yeni askerler silah altına alınıyor, Doğudaki bütün kolorduyu getiriyorlar. Sayıyı 73 bine çıkartıyorlar. Sonra da Sakarya Meydan Muharebesi başlıyor. Sakarya sıradan bir muharebe değildir: dünyada subay kaybının daha yüksek olduğu bir muharebe yoktur. Bakın piyade alaylarına yedek teğmenler komuta etmektedir. Normalde bir yedek teğmen bin kişilik bir alayı komuta edemez, böyle bir şey olmaz ama subay kalmamış. Subay kaybı bire dokuzdur. 9 ere bir subay şehit düşmüştür. Yunan birlikleri için de aynı şey geçerli, çok ağır kayıplar vermişlerdir.

Bugün Yunanistan Meclisi’nin önünde çok büyük bir avlu vardır. O avluda Yunan halkının Antik dönemden bugüne kaderini belirleyen savaşlar birer kalkanla simgelenmiştir. O kalkanlardan bir tanesi Sakarya’dır. Orada Yunan halkının kaderi değişmiştir. Eğer geçebilselerdi cepheyi, Eskişehir-Ankara demiryolu hattını tahrip edeceklerdi ve Ankara’daki bütün silah imalathanelerini tahrip edeceklerdi. Yolları bozup Eskişehir’e tekrar döneceklerdi. Mustafa Kemal orduyu kaptırmasa bile böyle bir ordunun ikmal yapmadan ayakta tutabilmenin ve cepheye taşıyabilmenin imkânı yoktu. Ama yapamadılar. Bozkırın soğuğu, büyük bir ordunun doyurulması sorunu ve Türk tarafındaki askeri öngörü Yunan ilerleyişini orada durdurdu. Büyük bir dönüm noktasıdır. İki tarafın kayıplarından tepeler oluşturacak kadar büyük bir dönüm noktasıdır.

'YUNAN KOMÜNİSTLERİ BU İŞGALİ ASLA KABULLENMİYOR'
Yunanistan Komünist Partisi ve sosyalistleri ne yapıyor bu sırada?
Yunan komünistleri asla kabul etmiyorlar bu işgali. Yunan ordusu Anadolu’ya gelirken Yunanistan Komünist Partisi’nin çok güçlü sesi çıkmıyor. Her şey çok yeni ve burjuva ideolojisi toplumda çok güçlü. Ama YKP 1920 yılından itibaren sesini yükseltmeye başlıyor. Atina’da bir miting düzenliyor: Eve dönsünler, diye. O zaman Liberal Parti iktidarda; Venizelos çok şiddetle karşı çıkıyor: “bizi arkadan ve içten vurmayın” diye. Giderek sesi yükseliyor komünistlerin.

Ben, Yunan komünistlerinin Anadolu’da elle çoğaltarak çıkardığı bazı gazetelerin resimlerini ve yazdıklarını yayımlamıştım. Komünistler bildirilerini resmi olarak matbaada bastıramıyorlar ama özellikle deniz kuvvetlerinde çok örgütlüler. Elle gazete çıkarmışlar ve bunları çoğaltıp dağıtmışlar. Üç, dört tane gazeteleri var. Sonrasında da bildiriler basıp bunları siperde dağıttıklarını biliyoruz. Hatta ben doktora tezimde bunlardan bir tanesinin yayımlamıştım. Bizim Genelkurmay Başkanlığı arşivinde bulmuştum onu: “Buralar senin toprakların değil asker. Eve dön!” gibi ifadeler var. Buna da “eve dönüş” kampanyası diyorlar.

Bir başka ilginç olay anlatayım. Türk ordusu İzmir’e doğru ilerlerken, 7 Eylül 1922’de Trakya’dan bir tümen getiriyor Yunan tarafı. Gelen iyi bir tümen. Tümeni Alsancak’a çıkarıyorlar ama kontrol edemiyorlar. Bazı bölükler, 1. Kordon’da ve 2. Kordon’da dolaşıp “Yaşasın Lenin!” sloganları atıyorlar. Bazı birlikler de gemiden inmeyi reddediyor ve hep bir ağızdan “Eve, Eve, Eve!” diye tempo tutuyorlar. İnenlerin bir kısmı bazı dükkânları yağmalıyorlar. Çünkü kontrol falan kalmamış artık İzmir’de, otorite tükenmiş. Sadece bir tabur Menemen istikametine gitmiş, o kadar. Yunan askeri artık savaşmak için bir gerekçe bulamıyor. Türklerin ise bir gerekçesi var: özsavunma yapıyorlar. Çünkü buradan başka gidecek bir yer yok. Direnişin bu kadar güçlü olmasının sebebi de bu aslında.

Küçük Asya Harekâtı ile ilgili Yunan Marksistlerinin yayınladığı bazı çalışmalar var. Onlarda da şöyle bir eksiklik var. Tüm yaşananların emperyalistlerin oynadığı bir oyun olduğunu söylüyorlar; orada bir sıkıntı yok. Bu trajediden ağırlıklı olarak Yunanistan burjuvazisinin sorumlu olduğunu da söylüyorlar. Ancak sanki Yunanistan Anadolu’ya bir bütün olarak itilmiş gibi davranıyorlar. Buna mecbur bırakılmışlar gibi davranıyorlar. Hayır, Yunanistan’da iktidarın etekleri sevinçten zil çalıyordu buraya gelirken. Yani iktidar çok gönüllüydü. Yoksul emekçi kitleler de bu sevincin peşine takıldılar. Mecbur bırakılmış değildiler yani.

Ankara ordusuna ise Sovyetler’den yardım geliyor aynı dönemde…
Evet, Genelkurmay Başkanlığı’nın yayımladığı bir kitap var. O kitabın arkasında Sovyetler’den alınan tüm yardımlar var. Genelkurmay yayımlamış ben söylemiyorum. O kitaba baktığınız zaman zaten Sovyet yardımı olmasaydı bu mücadelenin kazanılmasının pek de mümkün olmadığını anlarsınız. TBMM orduları yedi farklı türde piyade tüfeği kullandı.    En çok kullandığı tüfek Mosin-Nagant’tır. Bu tüfek Alman mavzerinin Rus versiyonudur. Ve tamamen Sovyet Ordusundan hibe edilmiştir bize. Çok sayıda top da gelmiştir, çok sayıda topçu mühimmatı ve el bombası da gelmiştir. Ayrıca bir miktar Sovyet altını da gelmiştir. Dolayısıyla Sovyetler'in maddi ve lojistik yardımı olmasaydı bu mücadelenin kazanılabilmesi mümkün değildi. Bunu Türk resmi makamları da saklamamıştır.
Sadece Mustafa Kemal’in Nutuk kitabında yok bu durum. 1927’de Nutuk yazıldığında TKP yer altına inmişti. Dönemin koşulları ile alakalı olabilir. Mustafa Kemal Nutuk’ta ondan bahsetmiyor ama Mustafa Kemal’in Nutuk’ta bahsetmediği çok şey var. Nutuk biliyorsunuz Mustafa Kemal’in gözünden milli mücadeledir. Biraz milletiyle hesaplaşması da vardır. Farklı ihtiyaçlarla yazılmıştır. Ama işgalden kurtuluşa giden süreçte hayati, eşine az rastlanır bir rolü vardır.

PROF. ENGİN BERBER KİMDİR? 
Tarihçi, akademisyen Engin Berber 23 Nisan 1963'te İzmir'de doğdu. 1983'te Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu. Ege Üniversitesi Tarih Bölümünde 1985'te yüksek lisans yaptı. 1993'te Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlke ve İnkılapları Tarihi Bölümünde doktorasını tamamladı. 1984'te aynı üniversitede Tarih Bölümünde araştırma görevlisi, 1995'te Ege Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesinde yardımcı doçent, Uluslararası İlişkiler Bölümü Siyasi Tarih Anabilim Dalı başkanı, 2001'de doçent oldu. Ege Üniversitesi Ege Stratejik Araştırmalar Merkezi Yönetim Kurulu üyeliği,  E.Ü. İzmir Araştırma ve Uygulama Merkezi Yönetim Kurulu, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Bölüm başkan yardımcılığı, Siyasi Tarih Anabilim Dalı başkanlığı yaptı. 2007'de profesör oldu. 

1998'te Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı Afet İnan Tarih Araştırmaları Ödülünü aldı. İzmir'in Sağlık Tarihi Kongresi Düzenleme ve Bilim Kurulu üyeliği ve koordinatörlüğü, Karşıyaka Kültür ve Çevre Sempozyumu Bilim Kurulu üyeliği, bazı sempozyumlarda yayın kurul üyeliği yaptı. Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları ve Ege Akademik Bakış dergilerine hakemlik yaptı. 

Makalelerini Kebikeç, Tepekule Tarih, Toplumsal Tarih, Osmanlı, Tarih ve Toplum, Askeri Tarih Bülteni, Tarih İncelemeleri Dergisi, Atatürk Araştırma Merkezi dergilerinde ve Cumhuriyet gazetesinde yayımladı.   

Söyleşi: Tülay Gül - Tolga Binbay / SOL

Diktatörlük zor zanaat - Mine Söğüt

Sabah sarayda kalkacaksınız. 
Önce artık anlaşamadığınız işbirlikçilerinizi boğduracaksınız. 
Sonra medyada size dil uzatanları... 
Sonra aleyhinize konuşan birkaç sanatçıyı... 
Hadsiz işadamlarını ve politikacıları... 
Belki biraz çoluk çocuk, asker, öğrenci falan... 
Sonra tek başınıza bir anayasa yapacaksınız, tek başınıza kararlar alacaksınız, tek başınıza her şeye hâkim olacaksınız. 
Seçim kurulları, mahkemeler, üniversiteler, tüm devlet kurumları falan hepsi elinizin altında olacak. 
Sandıktan her nasılsa hep ama hep sizin istediğiniz sonuçlar çıkacak. 
Halk, siz başta olmazsanız ülke batar sanacak ve ülkenin siz baştasınız diye batmakta olduğunu epey bir süre hiç anlamayacak. 
Sonra bir gün birden hiç beklenmedik bir şey olacak. 
En mühim kale kontrolünüzde sandığınız bir seçimle elinizden kayıp gidiverecek. 
Küplere bineceksiniz, “O kaleyi kimselere yedirmem ben!” diyeceksiniz. 
Ve sahne!
Siz o kadar yıl dişinizi tırnağınıza takın, mağdur edebiyatının kitabını yazın.
Time’lara kapak olun. Tüm dünya sırtınızı sıvazlasın.
Ülkedeki aydınların bile aklını başından uçurun.
Onlarca yazar, çizer, felsefeci, akademisyen, sanatçı falan sizi müthiş demokrat sansın.
Onları önünüze katın, Batı’yı ardınıza alın, halkın tepesine binin.
Siz çalın onlar oynasın, nereden geldiği belirsiz paralar ülkeye oluk oluk aksın.
Herkes, sizi ekonomi tıkırında diye rahatsınız sansın.
Terör nedir, terörist kime denir, emrinizdeki sözlükler ha bire başka şey yazsın.
Bu arada savaşlar çıksın, size roller dağıtılsın.
Kimini hakkını vere vere oynayın, kiminde aklınız karışsın.
Savaşlarda joker olun, silahlar alın, bombalar atın, sınır ötelerine harekâtlar yapın, şehit edebiyatında çığırlar açın.
O hengamede, dün arkanızdayken bugün karşınıza geçen ve ipliğinizi pazara çıkartmaya yeltenen herkesi hapse atın.
Bu arada dünyanın en antidemokratik anayasasını güle oynaya hazırlatın, en olmayacak başkanlık sistemini davul zurnayla ülkeye dayatın.
Orduyu hacamat edin, hukuku maymun edin, akademik dünyayı talan edin...
Satılmadık kaynak bırakmayın.
Yaptıklarınıza, ettiklerinize de kimseleri karıştırmayın.
Derken... Birden...
Her şey tam istediğiniz gibi... istenildiği gibi olmuş bitmişken...
Hiç beklenmedik bir şekilde ülkedeki en büyük şehirde alelade bir yerel seçimde... iktidar kayıp gidiversin elinizden.
***
E bu durumda ne yapsanız haklısınız.
Tam da, “Ne güzel durağa geldiydik, demokrasi tramvayından indiydik” derken...
İstiklal Caddesi’ndeki o nostaljik tramvaya, seçim bozgununun sersemliğiyle tabii ki tıpış tıpış bineceksiniz.
Ve sadece sizin değil, seçmeninin de yalan olduğunu bildiği, muhalefetin sloganından devşirme o güdük lafı sanki büyük bir lafmış gibi edeceksiniz.
Daha güzel olacak” diyeceksiniz.
Daha güzel olacak”.
Oysa, herkes farkında;
Eğer bu ülkede adalet bir an önce yerini bulmazsa her şey hem sizin için hem ülke için daha berbat olacak.
Her şey berbat olacak.
Zira en iyi siz bilirsiniz, şu kahrolası diktatörlük zor zanaat.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

15 Mayıs 2019 Çarşamba

"Hasan Tahsin" aslında kimdi ? - Ahmet Mehmetefendioğlu / ODATV

Hayatını 15 Mayıs 1919 Yunan işgal kuvvetlerine karşı İzmir’de ilk kurşunu atarak kaybeden ve Osmanlı istihbarat örgütü Teşkilat-ı Mahsus adına Balkanlar’da İngilizler lehine çalışan Buxton kardeşleri takip etme görevi aldığı tarihten şehit edildiği tarih ve bugüne kadar görev kimliğiyle yani Hasan Tahsin olarak bilinen ve anılan Osman Nevres Recep Bey 1888 yılında Selanik’te dünyaya geldi. 

Fevziye Mektebinde tanıştığı Cavid Bey’in aracılığıyla İttihat ve Terakki’ye katıldı. Bir süre sonrada bir grup öğrenciyle beraber üniversite eğitimi için Fransa’ya gönderildi. Osman Nevres Sorbonne’da siyaset ve sosyal bilimler bölümüne kaydoldu. Fransa’da bulunduğu yıllarda Paris’in çok renkli ve entelektüel ortamı düşünce yapısını ve dünya görüşünü çok etkiledi.







* Hasan Tahsin, kız kardeşleri, eniştesi ve yeğeni





Osman Nevres Bey, Fransa’da bulunduğu sürede Avrupa’da okuyan ve dil bilen birçok Türk öğrencisi gibi dönemin Osmanlı İstihbarat örgütü Teşkilat-ı Mahsusa’da görev aldı. Bu doğrultuda haber alma, muhaliflerin takip edilmesi ve dönemin bazı tanınmış Avrupalı gazete yazarlarını etkileme ve Türk tarafının tezlerini anlatma görevlerini aldığını bilmekteyiz. Osman Nevres bu yeni misyonu doğrultusunda yakın ekip arkadaşları Dr. Mazlum Boysan ve Ertuğrul Baykan ile birlikte tüm Avrupa ülkelerini dolaşmıştır.
SİLAHÇI TAHSİN


* Osman Nevres'in kimliğini aldığı Silahçı Hasan Tahsin




Osman Nevres’in 1914 yılından itibaren ismini kullandığı kişi ise kendisi gibi Teşkilat-ı Mahsusa kadrosu içinde yer alan ve başlangıçta İttihat ve Terakki örgütü adına çalışmalarda bulunan ve daha çok Silahçı Tahsin olarak bilinen Hasan Tahsin Bey’di. 1883 yılında İstanbul’da doğan Hasan Tahsin Bey.  Harp Okulu’ndan Mustafa Kemal’in sınıf arkadaşıdır. Hasan Tahsin daha sonrasında askerlik görevinden ayrıldı ve basın hayatına atıldı. Silah ve Salah isminde kısa ve uzun ömürlü gazeteler çıkaran Hasan Tahsin bu dönemde yazdığı ağır ve hakaret dolu yazılardan dolayı yargılandı.
Dönemin birçok önde gelen dergi ve gazetelerinde yazıları çıkan Hasan Tahsin, kurulmasından kısa bir süre sonra Osman Nevres gibi Teşkilat-ı Mahsusa’ya katıldı. İlk görev yerlerinden birisi Teşkilat-ı Mahsusa’nın çok önem verdiği Balkanlardı. Bu doğrultuda Teşkilat-ı Mahsusa Hasan Tahsin’e Trakya ve Makedonya’da bazı görevler verdiyse de bu görev Hasan Tahsin tarafından yerine getirilmedi. Hasan Tahsin kısa bir süre sonrada Teşkilatı-Mahsusa tarafından görevini yerine getirmediği ve görev yerini izinsiz terk ettiği gerekçesiyle cezalandırılarak öldürüldü.
“HASAN TAHSİN’İN KİMLİĞİ OSMAN NEVRES’E VERİLDİ.”
1914 yılı başında hayatını kaybeden Hasan Tahsin’in kimliği Osman Nevres’e verildi. Osman Nevres ya da artık yeni kimliğiyle Hasan Tahsin’in yeni görevi, Birinci Dünya savaşının patlak vermesinden sonra Romanya’yı savaşa sokmak göreviyle çalışan ve İngiliz istihbarat örgütleriyle de yakın ilişki içinde bulunan Balkan Komitesi’nin önde gelen iki üyesi olan Charles Roden ve Noel Buxton kardeşleri takip etmekti.
Hasan Tahsin ilk olarak Tasvir-i Efkâr gazetesinin muhabiri olarak bir ziyaret için Buxton kardeşlerinde bulunduğu Bulgaristan’a gönderildi. Aslında Hasan Tahsin Buxton kardeşlere suikastı Sofya’da Balkan Komitesi şerefine verilen bir konserde gerçekleştirecekti. Ancak çok kalabalık olan konser salonuna giremeyen Hasan Tahsin suikast girişiminde başarılı olamadı.         
EN UYGUN ZAMANI BULMAYA ÇALIŞTI      
Buxton kardeşlerin peşini bırakmayan Hasan Tahsin, Buxton kardeşlerin Bulgaristan’ı terk etmesi sonrasında aynı trenle Romanya’nın başkenti Bükreş’e geldi. Bükreş’te Buxton kardeşlerin tüm görüşmelerini çok yakından takip eden Hasan Tahsin, suikast için en uygun zamanı bulmaya çalışır.
Romanya’da soğuk karşılanan ve Romen Kralı Carol’dan bekledikleri ilgiyi göremeyen Buxton kardeşler tüm gayretlerine rağmen Romen hükümetini İngiliz hükümetinin istekleri konusunda ikna edemediler.
Hasan Tahsin Buxton kardeşlere karşı suikast için uygun zamanı 15 Ekim 1914 sabahı Athena Palace Oteli’nden yanlarında eski Bulgaristan Başbakanı Geşof’un oğluyla birlikte ayrıldıktan kısa bir süre sonra bulur. Kalabalığın arasından sıyrılan Hasan Tahsin at arabasında bulunan gurubun üzerine yedi milimetrelik bir tabancayla ateş eder.

Suikast sonrasında Romen polisi tarafından çekilen fotoğraf



Bükreş’in Charles Buxton göğsünden, kardeşi Noel Buxton ise çene kemiğinden yaralanır. Bir kurşunda eski Bulgaristan başbakanı Geşof’un oğlunun şapkasına isabet eder. Buxton kardeşlere olay yerinde yapılan ilk müdahaleden sonra hastaneye kaldırılır.
Dönemin Balkan ve Avrupa basınında geniş bir şekilde duyurulan bu suikast girişimini yabancı basın ve özelliklede Romen basını Osmanlı istihbarat servisinin bir operasyonu olarak değerlendirdi. Avrupa basını Türklerin Balkan komitesini iki üyesini iki Balkan savaşına sebep olmasından dolayı cezalandırıldığını yazdı.
DEŞİFRE OLMADI
Olaydan hemen sonra tutuklanan Hasan Tahsin Romen polisinin tüm araştırmaları ve soruşturmasına rağmen gerçek kimliğini söylemedi. Suikastı kendi inisiyatifiyle ve hiçbir kuruma bağlı olmadan gerçekleştirdiğini söyledi. Sorgulamalarda yanıltıcı bilgiler verdi. Bu doğrultuda yargılama sürecinde Romen yetkililerin Avrupa’nın tüm başkentlerinde ve İstanbul’da Hasan Tahsin ‘in gerçek kimliğini öğrenmek için yaptıkları araştırmadan da sonuç alamadılar.                     
Osman Nevres gerçek kimliği deşifre olmadan Hasan Tahsin kimliğiyle yargılanarak 1915 yılında beş sene hapis cezasına çarptırıldı. Yargılamayı yapan mahkeme suikast girişimini siyasi bir eylem olarak değil kişisel bir eylem olarak değerlendirdi.                    
1916 yılında Türk Ordusu’nun Bükreş’e girmesiyle birlikte serbest bırakılan Hasan Tahsin buradan İsviçre’ye geçti.1918 yılına kadar burada kalan Hasan Tahsin burada bulunduğu süre içerisinde de yine Teşkilat-ı Mahsusa adına çalışmalarda bulundu.


* Bastırılan o kartvizit


1918 yılı başında yine özel bir görevle geldiği İzmir’de kartvizitlerini “Hasan Tahsin Buxton” olarak bastıran Osman Nevres, çıkardığı Hukuk- Beşer gazetesindeki makaleleriyle kamuoyunu aydınlatan yazılar yayınlarken aynı zamanda da gizli yer altı çalışmalarını sürdürdü.


Osman Nevres'in (Hasan Tahsin) mezarı





İzmir’de bulunduğu süre içerisinde yayınladığı Hukuk-u Beşer gazetesinde yazdığı yazılarla işgale karşı Türk halkını hazırladı.15 Mayıs 1919 da İzmir çıkan Yunana birliklerine karşı ilk kurşunu sıkarak hayatını kaybeden Hasan Tahsin Türk bağımsızlık savaşının simgesi olmuştur.
Ahmet Mehmetefendioğlu / ODATV

İlişkilendirme - Mustafa Türkeş

Türkiye’nin önünde çok sayıda sorun var: İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı (BBB) seçimleri, finansal kriz, borç döndürme, reel sektörün üretimden koparılması, diz boyu işsizlik, dış politikada giderek kötüleşen sıkışmışlık, S-400 alımı, Filistin meselesinde damat, ABD’nin İran politikası, İsrail’in İran stratejisi, Doğu Akdeniz'de ağız dalaşı, Ege’de it dalaşı, Karadeniz’de fırtına öncesi sessizlik, AB-Türkiye ilişkisinde uzaktan sevişme, Suriye üzerinden ABD ile pazarlıklar, İdlib üzerinden Rusya ile yeni bir pazarlık ve diğerleri…

İktidar bu sorunları nasıl çözmeye çalışıyor? Hepimiz merak ediyoruz doğrusu. Tahminim, iktidarın uzun süredir izlediği politika burada da yeniden üretilecek. Çözüm bulma arayışında değiller. İktidarın böyle bir kaygısı olmadığını düşünmek için yeterince veri var. Basit bir soru soralım: İktidar yukarıda sıralananlardan hangisini çözdü? Dürüstçe verilebilecek tek cevap, hiçbiri.

Peki, iktidar ne yapmaya çalışıyor? İktidar, sorunlar arasında ilişki kuruyor. İktidarın elinde herhangi bir manivela olduğu sürece sözünü ettiğim ilişkilendirmeyi kurnazca yapıyor.

Bir örnekle bakalım: İstanbul BBB seçimi iktidar için vazgeçilmez öneme sahip, elinden kaçırmak istemiyor. Bu nedenle seçim zarfından kokarca çıkardı, sonuçları geçersiz kılmak için YSK’yı hukuksuzluğa sürükledi. Basit bir saptama yapalım: YSK’ya itiraz başvurusu tam kanunsuzluk üzerinden yapıldı, fakat YSK olağanüstü itiraz süreci üzerinden değerlendirme yaparak seçimi iptal ve yenileme kararı aldı. Bunu hukukçular tartışıyor, eminim çok kıymetli değerlendirmeler yapılacak ve çok öğretici sonuçlar da çıkacaktır. Bu süreçten çıkan bir başka sonuç şu olabilir: İktidar İstanbul BBB’nı elinden çıkarmamak için tuhaf denklemler kurabilir (kazanamadığı durumda ertelemeden tutun çok sayıda seçenek mevcut). Burada iktidar için önemli olan sorun çözmek değil, demokratik değerlere sahip çıkmak hiç değil; yeni sorunlar pahasına iktidarını sürdürebilir kılmak. Bu amaç için her yola başvurabilir.

Bir başka olay, örneğin S-400 ihalesi üzerinden bakalım; iktidar S-400 savunma silahlarını niçin almak istiyor? Askeri teknoloji transferi yapmak istediğini söyleyenlerin iyi niyetli olduğunu varsaysak dahi sonuç, Nasreddin hocanın göle yoğurt mayası çalması gibi. ABD ve NATO da Rusya Federasyonu da askeri teknolojisini, hele yeni bir teknolojiyi asla transfer etmez, silahları satar. Bu hikâyeye inanan olmaz. İktidar bunu elbette biliyor. Peki, iktidar ne yapmak istiyor? İlişkilendirmeye çalışıyor. Neyi neyle ilişkilendirmek istiyor? S-400, PYD/YPG, İdlib arasında ilişki kurmaya çalışıyor.

Konuyu biraz açalım: S-400 satımı ve teslimi hususunda Putin çok cömert davranıyor. Yeter ki Türkiye bunu alsın; iyi bir reklamı olur diye düşünüyor sanırım. ABD yönetimi ise Türkiye’nin Batı silah ticareti sisteminin dışına çıkmasını istemediği için ABD’nin çeşitli yaptırım mekanizmaları üzerinden RTE’ye baskı kuruyor. Rus yapımı değil, ABD yapımı silahları, patriotları, bizim belirlediğimiz koşullarda alacaksın diyor. ABD yönetimi, RTE’nin PYD/YPG konusunda gösterdiği hassasiyeti umursamıyor; burada kendisine ağırlıklı olarak Kürt gruplardan oluşan yeni bir güç dayanağı oluşturuyor ve bunları havadan destekli koruma altına aldığını gizlemeden söylüyor. Suriye savaşı, ABD’ye burada güç dayanağı oluşturma fırsatı sundu. Irak’ta daha önce kurduğu yapıyı buraya da sirayet ettiriyor. Rusya ile ABD yönetimleri Suriye krizinin başında, 2013 yılında, Suriye hava sahasında birbirinin uçağını düşürmemek üzere ikili düzeyde uzlaşıya varmışlardı. Türkiye bu denklemin dışında; hem Rusya hem ABD ile karşı karşıya gelme riski mevcut, ama imkân ve kabiliyeti buna yetmiyor. Bunları karşı karşıya getirmek istediğinde ise karşı taraflar bunu yutmuyorlar. Bu durum yukarıda sözünü ettiğim iktidarın sorunlar arası ilişkilendirme yeteneğini zayıflatıyor. Daha vahimi, Türkiye’yi ikisine de bağımlı hale getiriyor (Liberaller buna karşılıklı bağımlılık der, fakat karşılığı yoktur).

Rusya yönetimi için esas olan cihatçıları Rusya sınırları dışında imha etmek ve Akdeniz havzasında kalıcı güç dayanağı oluşturmak. Suriye krizi ve savaş koşulları Rusya’nın iki amacına hizmet etti. Rusya Suriye’nin en önemli ortağı, ABD ise Kürt gruplara dayanan yeni bir güç dayanağı oluşturma peşinde.
RTE, Rusya ve ABD’yi aynı denklem içinde tutmaya çalışıyor, bunu sorunlar arası ilişki kurarak gerçekleştirmeye çalışıyor. S-400 alımı ile Putin’i memnun ederken Trump’a "tek seçenek değilsin" mesajı vermeye çalışıyor ancak Trump Türkiye’yi yalnızlaştırarak karşılık verip RTE’nin mesajını boşa çıkarıyor.

Gelinen nokta itibarıyla can alıcı soru şu: S-400 alımı konusunda bir manevra yapacak olsa, RTE, Putin’i nasıl ikna edecek? İhalenin iptali, alınıp kullanılmaması, alımın ötelenmesi vb. olasılıkların her biri yeni bir pazarlık ve ödün anlamına gelir. Bu noktada İdlib’in önemi ortada. Türkiye ile Rusya’nın işbirliği ve aynı zamanda gerginlik yaşadığı önemli bir bölge. RTE’nin Esad yönetimine yaklaşması da kolay olmayabilir. Türkiye’nin Suriye politikası kendi kendini cendere içine soktu.

S-400 silahlarını alırsa ABD’nin tepkisine nasıl karşı koyacak? PYD/YPG konusunda taviz vererek üstesinden gelmek de mümkün olmaktan çıktı, zaten ABD RTE’nin pozisyonunu çok dikkate almıyor.

Sorunlar arası ilişkilendirme iç politikada uzunca bir süre çalıştı, dış politikada ise başlarda kaçış için imkan sunmakla birlikte, hiçbir çözüm üretmedi, gelinen noktada döndürülemez hale ulaştı. AB seçeneği mi dediniz? Heveslileri olabilir, hatta liberaller buna atlayabilir de ama AB kendi derdinde. Hayyam misali, "… hekim hasta kime gitmeli?".

Mustafa Türkeş / SOL

14 Mayıs 2019 Salı

Ulemanın Ramazan incileri, faiz, döviz ve hurafeler - TURAN ESER

Dinci iki yüzlülük bu ülkenin yüzleşmesi gereken önemli konudur.
Kişisel ya da siyasal ihtirasları uğruna dini duyguları istismar ederek, halka vaaz ettiklerinin tersini yaşayan yüzsüzlüklerle yüzleşilmelidir.
Halka “faiz haramdır”, “dolarınızı bozdurun” ve “haram yemeyin” derler, ama cami ibadeti, kurban, fitre ve hac parası için döviz isterler. Alevinin, Gayri Müslimin ve ateistlerin Diyanete haram ettiği vergilerini yerler! “İsraf etmeyin ve aza kanaat getirin” derler ama, aza kanaat getirenlerin, vergileriyle lüks, şatafat içinde yaşarlar ve milyonluk Mercedes’e binerler. Makamlarının gücü ve din istismarı ile din adına bağırırlar. En üst perdeden halka uymaları gereken fetva, nasihat, hutbe ve ders verirler. Ama kendilerini bu yollardan muaf tutarak yaşarlar. Anlattıklarına kendileri inanmaz ve uymazlar! Her dönem “yolarını” bulurlar. Seslerinin kibirli, buyurgan ve bir o kadar da yüksek çıkması bu nedenledir.
Diyanet, camilerde; “Faiz yiyenler, kabirlerinden şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Oysa Allah alışverişi helal, faizi haram kılmıştır…” diye hutbe okuyor. O zaman “Faiz haramdır” diyen Diyanet, 2017’de 514.1 milyon TL, 2018 yılında ise 256 bin 806 lira 46 kuruş faiz haramı yememeliydi! “Faiz haramdır” diyerek, “kul”dan fitre isterken her yıl enflasyon-zam-faiz farkı hesabı yapmamalıdır! Geçen yıl kişi başına 19 Türk Lira olan fitre fiyatı, yüzde 21 enflasyon, faiz hesapları ile zam yapmamalıydı.

DİYANET, DOLAR VE CAMİ

Sürekli “yerli ve milli” edebiyatı yapıp, Hac organizasyonu ve Hac paralarını avro ve dolar üzerinden düzenlemeyecekti! 2014 yılında avrodan vazgeçip, dolara dönmeyecekti! Ekonomik kriz sonucu, Türk Lirası karşısında artan dolara karşı, “Dolardan vazgeçtik” demeyecekti! Siyasi iktidarın yarattığı ekonomik kriz karşısında, “Döviz bozdurun, Türk Lirasına geçin” diyen Diyanet değil mi? Belli ki Diyanet’in de döviz karşısında kafası karışık. Ramazan ayı sohbetleri vesilesiyle, döviz konusunda da değerlendirmeler ile döviz ve dinen caizliği ya da haramlığı konuşuluyor.

DÖVİZ ARTARSA SEVAP ARTARMIŞ

Önce Zaytung haberi sandım ama değilmiş. Bir kaç gün önce Diyanet İşleri Başkanlığı Başkanlık Müşaviri Prof. Dr. Mustafa Karataş’a sormuşlar; “Camiye dolar bağışlansa, dolar arttıkça sevabımız artar mı?” Hocanın cevabı kısa ve net olmuş; “Döviz arttıkça sevap da artar!” Anlayamadığım şey şu: Ramazan sohbetleri kardeşlik, birlik, beraberlik, adalet, eşitlik, sevgi, paylaşım ve dayanışma olması gerekirken, her fırsatta sohbetlerin dönüp dolaşıp para ve oy toplamaya gelmesi manidar değil mi?
Halk neden camiye bağış yapsın ki? Diyanet devasa bir bütçeye sahip değil mi? Bütçeden aldığı aslan payı yetmiyor mu ki, “Camiye döviz vermek sevaptır” deniliyor. Yahu dövize endeksli sevap olur mu? Neymiş “Döviz arttıkça sevap da artar”mış! Peki ya döviz düşerse ne olcak? Sevap azalacak mı? Türk lirası değer kaybediyor diye, TL ile bağış yapanın sevabı değer mi kaybedecek? O zaman, bu zihniyet yapısına göre, her devalüasyon sonucu TL ile bağış yapan günaha bile girebilir. 10 milyar TL gibi devasa bütçe, 100 bin cami ve 150 bin imam ile halktan daha iyi konumda yaşayanlara soruyorum; iktidarların sözcülüğünü yapmaktan, mezhepçi bir kurum inşa etmek için, milyonlarca yoksulun ve milyonlarca işsizin cebine din istismarı ile göz dikmek dinen caiz mi?
TV’lerdeki Ramazan sohbeti programları ile ceplerini, dolar ile dolduran ulemanın ya da dolar milyarderi, dolar milyoneri olan İslami sermayenin dünyasındaki “sevap hesaplarına” bakma zahmetine katlandınız mı? Camileri ibadet haneden, ticaret ve siyaset haneye dönüştürmeyi hizmet mi sandınız. Artık bu gidişle, camilere entegre edilmiş marketler, cafeler, kuyumcular ve mağazaların yanına döviz büroları açılır, döviz kurları tabelasının yanı da sevap fetvası astırırsınız.
Ama merak etmeyin, “Ölmüş babanız yaşıyor mu” diye soran entelektüel cari açığı kapatacak, laiklik hedefimiz ölmedi, halen yaşıyor.
Turan Eser / BİRGÜN

AKP iktidarı eroin gibi - ÖZGÜR ŞEN

İstanbul seçimine doğru giderken patronlardan gelen birkaç sinyal Erdoğan'ı sinirlendirmeye yetti ve cumhurbaşkanı alışık olduğumuz üslubuyla herkes işine baksın dedi. AKP lideri merak etmesin, patronlar işlerine bakıyorlar. Hem de gayet güzel bakıyorlar...

Malum şirketlerin ilk üç aylık rakamlarını açıkladığı aydayız. Koç ve Sabancı'nın dudak uçuklatan kârları gösteriyor ki bu insanlar için işler yolunda. Yine rakamlar gösteriyor ki, apar topar medya şirketlerini satan, D&R'ı devreden Doğan'ın da kazandığı para artmış. AKP'nin baskı yaptığı söylenen, arasının kötü olduğu iddia edilen Doğan bile enerji ve e-ticaret şirketlerinin sayesinde kârını yükseltmiş.

Borsada işlem gören şirketlerin bilançolarına bakıldığında da genel tablo farklı değil. Bu şirketlerden 20'sinin kârları geçen yıla göre artarken 11'inin kârları azalmış. Yanlış anlaşılmasın bu 11 şirket zarar etmeye başlamamış, ama kazanılan para geçtiğimiz yıla kıyasla düşmüş. 16 şirketin kârı ise herkesin beklentisinden dahi yüksek gerçekleşmiş.

Tekrar etmekte hiçbir sakınca yok, Türkiye'de çok parası olan insanlar krizden etkilenmiyor. Rakamlar bunun açık ispatı. Emeğiyle hayatını kazanan insanlar gözlerini patatesin soğanın fiyatından ayıramaz, kara kara ayın sonunu nasıl getireceğini düşünürken onlar servetlerini artırmaya devam ediyor.

Evet patronların işleri yolunda ama gelen sinyaller yersiz değil ve açık ki huzursuzlar. Peki madem para kazanmaya devam ediyorlar, neden huzursuzlar?

Birkaç nedeni var...

Birincisi, düzenin işleyişindeki genel sorunlardan rahatsızlar. Türkiye'nin yapısal sorunları hep vardı, ama önemli olan bu sorunların çözülmesi değil yönetilebilir halde tutulmasıydı. Şu an yaşanan derin kriz düzenin bütününe dair yönetilememe işaretleri verdiği için düzenin devamlılığına dair şüpheler uyandırıyor. Bu dünyada patronlar için bu düzenin devam etmesinden daha önemli bir şey olamaz ve onlar da şimdilik çok büyük problem yaratmasa da bu yönetememe halinin derinleşme ihtimalinden huzursuzlar.

İkincisi... Ekonomi ve somut olarak kazanç elbette çok önemli. Ama hayat karmaşık bir bütün ve yalnızca ekonomiden ibaret değil. Üstelik ekonomi hayatın diğer alanlarını etkilediği gibi, sadece siyaset değil toplumsal yaşantı, kültür gibi alanlar da ekonomiyi etkiliyor. Buralarda bir türlü çözülemeyen problemler de aslında krizin bir parçası ve zenginleri bunlar da rahatsız ediyor. Yanlış anlaşılmasın, patronların dertleri daha iyi işleyen bir demokrasi, hukukun üstünlüğü, insanların yaşam tarzlarının korunması değil. Bunların hepsinin birden bir kriz başlığı haline gelmesi düzenin sürdürülebilirliği açısından geniş toplumsal kesimlerde soru işaretleri uyandırıyor ve rahatsızlık kaynağı tam olarak bu.

Üçüncü husus ise doğrudan çok kazanmakla ilgili... Evet bugün patronlar kazanıyor. Ama soru şu; niye daha çok kazanmasınlar? Bu düzen sermaye birikimi açısından bakıldığında sınırsız isteklerin yönlendirdiği bir düzen. Üstelik başkası çok kazanırken, diğerinin nispeten az kazanması, az kazanan açısından ilerisi düşünüldüğünde rekabet bağlamında bir varlık sorunu. Türkiyeli patronlar da bu açıdan yalnızca birbirlerine bakmıyor, kendilerini küresel bir sistemin içinde değerlendiriyor ve bu rekabette geri kalmak istemiyorlar.

Üstelik bu açıdan AKP onlara eşsiz olanaklar sundu. Türkiye ekonomisi geçmişte örneğin yüzde 5'in üzerinde büyürken, bu büyümeden emekçiler faydalanmadı. Büyüyen sermaye çevreleriydi. Patronlar zenginleşti, yeni zenginler ortaya çıktı. Dahası Türkiye hızla dışarı açıldı, zenginlere alternatif ve farklı olanaklar yaratıldı. Kamu kaynakları talan edildi, içeride emekçiler örgütsüzleştirildi ve ideolojik olarak gericiliğin baskısı altına alındı.

Bu tablo doğal ki patronlar için bağımlılık yaptı. Gericilik ve baskı olduğu yerde duruyor. Ama kamunun kaynakları sınırlı artık, dolayısıyla talan da eski hızında değil. Dışarıda aranan maceraların bir kısmından sonuç alındı, ama bazılarının kötü sonuçlanmasının da etkisi büyük oldu. Her şey istedikleri gibi gitmedi ve şimdi sermaye çevreleri tıpkı bir eroin bağımlısı gibi o ilk günlerin şatafat ve mutluluğunu özlüyorlar. O yüzden gözleri onlara zamanında o mutluluğu veren AKP ve Erdoğan'ın üzerinde...

Paraya, talana, gericiliğe, emekçilere dönük baskıya bağımlı patron sınıfının bugün verdiği karmaşık sinyallerin sebebi bu. Bir yanda İstanbul'u yeniden kazanacak sosyal demokrasinin huzursuzluk başlıklarının bazılarında geçici bir rahatlama sağlayacağı gerçeği, diğer yanda AKP gibi kullanışlı bir aracı kaybetmeme isteği...

Tekrarlanacak İstanbul seçimleri öncesi ve sonrasıyla bu konularda bir eğilimi gösterecek elbette.

Ancak tüm bu süreçte kritik bir konu sakın gözden kaçmasın. Patronların huzursuzlukları da, kararsızlıkları da, arayışları da kendi çıkarlarına dair ve o çıkarların hayatını emeğiyle kazanan insanların çıkarlarıyla aynı olması imkansız. Onlar kazanıyorsa biz kaybediyoruz demektir. Patronlar ne yapıyorsa bu gözle izlemekte ve uyanık olmakta fayda var.

Özgür Şen / SOL