1 Temmuz 2019 Pazartesi

Kübalılar Çernobil çocuklarını anlatıyor - Hatice İkinci / SOL

Chernobyl dizisine dair tartışmalar sürüyor. Öyle ki diziyi izledikten sonra “sorun santralde değil sosyalizmdeymiş” bakış açısına rahatlıkla sahip olabilirsiniz. Bu bakış açısı üzerine söylenecek çok şey olsa da biz bu hafta bu tartışmaları bir kenara bıraktık ve Küba’nın Ankara Büyükelçisi Luis Alberto Amoros Nunez ile dizide anlatılmayan sosyalizmi konuştuk.

Amerikan HBO kanalında geçtiğimiz aylarda yayınlanan Chernobyl dizisine dair tartışmalar sürüyor. 

Dizi hakkında çok şey yazıldı ve söylendi. Diziye dair bu tartışmaların temelini, yalan- yanlış verilere dayanan anti-komünist anlatım oluşturuyordu. 

Gerçekten de Çernobil nükleer santralinde yaşanan patlamanın hemen öncesi ve sonrasını anlatan dizide, kazanın tüm sebepleri ve sonuçlarının sosyalizmle ilişkilendirildiğini görürüz. Öyle ki diziyi izledikten sonra “sorun santralde değil sosyalizmdeymiş” bakış açısına rahatlıkla sahip olabilirsiniz.

Bu bakış açısı üzerine söylenecek çok şey olsa da biz bu hafta bu tartışmaları bir kenara bırakacağız ve Küba’nın Ankara Büyükelçisi Luis Alberto Amoros Nunez  ile dizide anlatılmayan sosyalizmi konuşacağız.

Büyükelçi Nunez ile sohbetimizi aktarmaya başlamadan önce, 26 Nisan 1986'da Çernobil'de yaşanan felaket sonrasında 26 binden fazla çocuğun Küba'ya tedavi görmeye gittiğini ve Küba Sağlık Bakanlığı'nın öncülük ettiği bu tedavi programının 1990-2011 yılları arasında devam ettiğini hatırlatalım. Ayrıca, Sovyetler Birliği’nin dağılması ve bölgedeki sağlık sisteminin çökmesinin ardından bunların bir sonucu olarak derin bir iktisadi krize sürüklenen Küba’nın, bu en karanlık döneminde 10 bin kilometre uzaktaki çocuklara yardım elini uzatmakta tereddüt etmediğini de söyleyelim.
-------------------------------------------------------------------------------------------------
Küba, bu tedavi programını başlatmaya nasıl ve hangi sebeplerle karar vermişti?
Program, o zamanki Sovyetler Birliği hükümetinin dünya kamuoyuna yaptığı yardım çağrısıyla başlatıldı. Yapılan çağrı ile nükleer patlamanın ülke nüfusu özellikle de çocuklarda açtığı yaraların sarılması amaçlanıyordu. Küba devriminin imza attığı bütün önemli olaylarda olduğu gibi Küba bu çağrıya da yanıt verdi.
1990’lı yılların başında sorunun büyüklüğünü ve ne tür bir yardımda bulunulabileceğini tespit etmek amacıyla bir grup Kübalı uzman Ukrayna’yı ziyaret etti. Uzmanlara eşlik eden tıbbi ve siyasi yetkililer daha fazla hastanın tedaviye ihtiyacı olduğunu tespit ettiler ve böylece bu iş birliğine karar verildi. Aynı yılın 29 Mart’ında hastalar Küba’ya gelmeye başladılar.
--------------------------------------------------------------------------------------------------
Çocukların bölgeden uzakta tedavi edilmesini hangi gerekçelerle önermiştiniz?  
Programın iki temel amacı vardı. Birincisi yaşanan felaket nedeniyle hastalanan çocukları tedavi etmekti. İkincisi ise ülkelerinde devam edilecek olan bakım hizmetlerinin belirlenmesi için gözlem altında tutulup tetkik edilebilecekleri temiz bir bölgeye getirmekti.
Karar verilirken 1981 yılında Küba’da ortaya çıkan kanamalı dang salgınında yaşanan deneyimden yola çıkıldı. Bu salgın da çocukları çok kötü yönde etkilemişti. Binlerce Çernobil çocuğunun tedavi gördüğü Tarara sayfiye yerinde 1981 yılında 75 bin Kübalı çocuğa interferonla immünolojik tedavi uygulanmıştı.
----------------------------------------------------------------------------------------------------
Havaalanında çocukları bizzat karşılayan Fidel Castro’nun yetkililere verdiği ‘basın önüne çıkılmaması’ direktifini sormak istiyorum, gerekçesi neydi?
Konuyla ilgili ayrıntıları bilmiyorum ancak Küba devriminin tarihi liderinin bu işin reklamının yapılmaması talimatını verdiğini biliyorum. Çünkü yapılan yardım, “Sovyet halkına, kardeş bir halka” karşı yerine getirilen temel bir görevdi. Bu yaklaşım Fidel Castro’nun özgeciliğinin ayrılmaz bir parçasıydı ve Küba devrimine daima böyle bir özgecilik rehberlik etti.
-----------------------------------------------------------------------------------------------------
Bu programın adı Tarara idi sanırım, Tarara programına kaç çocuk dahil edildi, tedavi başarısı olarak programın rakamsal sonuçları var mı elinizde?
Küba’nın muazzam siyasi iradesi sayesinde ülkemizde 1990-2011 yılları arasında 26 binden fazla hasta tedavi gördü. Bunların yüzde 84’ünü çocuklar oluşturuyordu. Çernobil’in acı dolu mirası konusunda kapsamlı, kitlesel ve ücretsiz bir sağlık programı geliştiren tek ülke Küba oldu.21 yıl boyunca Ukrayna’dan 16 bin çocuk, 3 bin yetişkin kabul edildi.
1990-1992 yılları arasında Rusya’dan 2715 çocuk, 213 yetişkin, Beyaz Rusya’dan 671 çocuk, 59 yetişkin geldi.Programdan Moldavya’dan 4 hasta, Ermenistan’dan da 11 hasta yararlandı.Program kapsamında gelen çocukların çoğunluğu Küba’da 45 günlük bir tedavi alırken azımsanamayacak sayıda çocuk ise Tarara sayfiye yerinde bir yıl veya daha uzun süreyle kaldı. Gelen çocukların yüzde 67’sinde tiroid, vitiligo, saçkıran ve sedef hastalığından kaynaklanan sorunlar görülüyordu.
-------------------------------------------------------------------------------------------------------
Programın detayları nelerdi? Tedavinin bilimsel katılımcıları ve önceliklerinden söz edebilir misiniz?
Daha önce de belirttiğim gibi programın iki temel amacı vardı: Çocukları tedavi etmek ve temiz bir alanda gözlem altında tutup tetkik etmek.

Programın özgül amaçlarıysa şunlardı: Hastaların sağlık durumunun tespit edilmesi, önleyici ve tedaviye yönelik tıbbi prosedür ile ağız ve diş sağlığına yönelik adımların belirlenmesi, fiziksel ve zihinsel rehabilitasyon programlarının uygulanması, hastalık seyrinin değerlendirilmesi ve hastaların uzun süreli olarak takip edilmesi.

Çocuklar klinik özellikleri bakımından dört gruba ayrılıyordu (bu sınıflandırmayı geldikleri ülkedeki Kübalı doktorlar ve o ülkenin doktorları yapıyordu): İleri derecede hasta olanlar ki bunlar doğrudan hastanelere veya araştırma enstitülerine geliyorlardı. Saçkıran ve sedef gibi psikosomatik olduğu düşünülen hastalıklara yol açan ileri düzeyde psikolojik rahatsızlık yaşayanlar, karmaşık semptomlara sahip olmayanlar ve görece sağlıklı çocuklar.

Başlangıçta Tarara’da 350 çocuk kapasiteli bir altyapı oluşturuldu, hastane yatakları yerleştirildi. Öne çıkan hastalıklar çerçevesinde uzmanlık alanları belirlendi ve bu alanlarda daimî şekilde hizmet verecek uzman hekim ve hemşireler tayin edildi.

Hastalara yönelik özel ağız ve diş sağlığı hizmetleri de planlandı. Bunun temelinde radyasyonun diş çürüklerine ve başka türlü ağız hastalıklarına yol açtığı yönündeki hipotez yatıyordu (nitekim çocukların büyük bir kısmında diş çürükleri mevcuttu). Gelen bütün hastaların taşıdığı radyasyon düzeyi Küba Radyasyon Hijyeni Merkezi’nde ölçüldü ve sonuca göre genetik muayeneye ihtiyaç olup olmadığı belirlendi.

Tarara’da saç dökülmesi ve sedef hastalığı nedeniyle plasenta histoterapi tedavisine ihtiyaç duyan çocuklar için ayrı bir bölüm açıldı. Bu bölümün direktörü, bu tür patolojilerin ve vitiligo gibi diğer bazı hastalıkların tedavisi için insan plasentası içerikli yirmiden fazla ürünü  geliştiren Dr. Carlos Manuel Miyares Cao’ydu. Çocuklara aynı zamanda bir psikolojik bakım programı da uygulandı
.
Verilen sağlık hizmetleri üç ayrı düzeyde yapılandırılmıştı. 
Birinci düzeyde Tarara’daki konutlarda kalan hastalara farklı klinik alanlarda aile hekimleri ve hemşireleri tarafından bütünlüklü bir tıbbi bakım hizmeti sağlanıyordu. Bu tedavi sürecine psikologlar ve diğer tıp uzmanlarının yanı sıra tercümanlar da eşlik ediyordu.

İkinci düzeyde Tarara Çocuk Hastanesi’nde kalan çocuklara sağlanan yatılı tıbbi bakım hizmetleri yer alıyordu.

Üçüncü düzeyde ise Havana’daki farklı çocuk hastanelerinde, uzman enstitülerde ve son teknolojiyle donatılmış çeşitli merkezlerde tedavi gören çocuklara verilen tıbbi bakım hizmetleri yer alıyordu. Bu hastane, enstitü ve merkezler arasında Hematoloji ve İmmünoloji Enstitüsü, William Soler Çocuk Hastanesi Kardiyoloji Merkezi, Uluslararası Nörolojik Restorasyon Merkezi (CIREN) ve Plasenta Histoterapi Merkezi gibi kurumlar yer alıyordu.
Küba devletine bağlı farklı kurum ve enstitülerden katılıma olanak sağlayan bu interdisipliner çalışma sayesinde tedavi süreçlerinin başarıyla sonuçlanması mümkün oldu.
----------------------------------------------------------------------------------------------
Kaç yıl sürdü bu program?
Farklı etapları olan bu program 21 yıl boyunca ücretsiz olarak yürütüldü. 2011 yılında sonlandırılmış olmasına karşın Ukraynalı ve Rus hasta gruplarının Küba’ya tıbbi amaçlı ziyaretleri devam ediyor. 2016 yılından bu yana bu hastaların büyük çoğunluğu Havana’nın batısında bulunan Siboney Uluslararası Kliniği’nde tedavi görüyorlar.
-----------------------------------------------------------------------------------------------
Küba halkının programın sürdürülmesi sırasındaki katkı ve fedakarlıklarından bahsedebilir misiniz?
Küba halkı, 1990’larda Sovyetler Birliği’nin yıkılması ve ABD ablukasının sıkılaştırılması sebebiyle, “Özel Dönem” olarak adlandırdığımız süre boyunca büyük fedakarlıklarda bulundu. Bununla birlikte, ekonomik açıdan çok zor koşullara karşın Küba “Çernobil çocuklarına” özel sağlık hizmeti sunmaya devam etti. İşçi sınıfı enternasyonalizmi ve dayanışmasına olan bağlılığımız bunu gerektiriyordu.

“Çernobil çocukları” programı siyasi irademizin, dayanışmacılığa ve insancıl bir bilinç yaratmaya dayalı ilkelerimizin bir ifadesiydi.
-------------------------------------------------------------------------------------------------
Dünyanın çeşitli bölgelerinden, özellikle savaş coğrafyalarından benzer yardım talepleri geliyor mu? Gelirse olanaklarınız aynı şekilde geçerli mi?
Küba halkı dünyanın dört bir yanına on binlerce uzman, özellikle de doktor yollayarak çok sayıda uluslararası dayanışma örneği sergiledi, sergilemeye devam ediyor. Birkaç yıl önce Afrika’da ortaya çıkan ebola salgınıyla mücadele için yollanan doktorları, kısa süre önce Mozambik’te olduğu gibi doğal afetlerden etkilenen yardıma muhtaç kesimlere hizmet vermek için yollanan sağlık personelini, “Daha Fazla Doktor” programı kapsamında Brezilya’da hizmet veren binlerce doktoru hatırlatmak yeter.

Dolayısıyla, Küba devriminin iş birliği ve dayanışma iradesi daimî bir uygulama halinde varlığını sürdürüyor. Çatışma bölgelerine yönelik insani yardım bu açıdan ayrıcalıklı bir durum teşkil etmiyor.
---------------------------------------------------------------------------------------------------
Tedavi edilen çocuk ve aileleri ile Küba’nın iletişimi halen sürüyor mu?
Evet. Küba’da kaldıkları döneme ilişkin çok hoş anılara sahip olan ülkemizle mükemmel bir ilişki sürdüren bu çocukların ve ailelerinin çoğunluğuyla iletişimimiz devam ediyor. Bu kişilerin kayda değer bir kısmı Küba’yla dostluk ve dayanışma hareketleri içinde çok etkin bir şekilde yer alıyor.
----------------------------------------------------------------------------------------------------
Dünyada hemen her ülkede bu tür (nükleer) program ve tehditler yaygın ve güncelken, kapitalist ülkelerde sizin programınıza eşdeğer bir program hazırlığı var mı?
Bildiğim kadarıyla Küba örneğine benzer bir deneyim yaşanmadı. Bana kalırsa Küba’nınkine benzer programların hayata geçmemesinin nedenleri bencillik, dayanışma kültüründen yoksunluk, önde gelen kapitalist ülkelerin çıkarları doğrultusunda işleyen eşitsiz ve adaletsiz dünya düzeni.

“Radyoaktif çocuklar” olarak adlandırılan Çernobilli çocukların Avrupa’da hiçbir ülke tarafından kabul edilmediğini, bu çocuklar karşısında yüreği sızlayıp onları kabul etme kararı alan tek ülkenin Küba olduğunu belirten yazarlar oldu.
-------------------------------------------------------------------------------------------------------
Küba olmasaydı bu çocukların tedavilerinin nasıl olacağına dair bir ortak fikir var mı?
Bu soruyu yanıtlamak için Küba devriminin lideri Fidel Castro tarafından 16 Nisan 2001 tarihinde dile getirilen şu sözleri tekrarlayacağım: “Sosyalizm olmasaydı, 1986 yılında meydana gelen Çernobil nükleer kazasından etkilenen üç ülkeden gelen 19 bin çocuk ve yetişkin tedavi olma imkanına sahip olamayacaktı; bu çocuk ve yetişkinlerin büyük çoğunluğuna Özel Dönem’in en zor koşullarında sağlık hizmeti sağlandı.”

Hatice İkinci / SOL

Osaka’da CEO’lar mutabakatı - Mehmet Ali Güller


Japonya’nın Osaka kentindeki G20 Zirvesi sırasında Erdoğan ile Trump’ın bir araya gelecek olması, haftalardır merakla bekleniyordu. Zira Türkiye S-400 alma kararlılığını ilan ediyor, ABD de S-400’den vazgeçmediği taktirde Türkiye’ye yaptırım uygulayacağını ve F-35 programından çıkaracağını söylüyordu. 

Gazeteler Erdoğan-Trump görüşmesini “yaptırım yok”, hatta “ABD geri adım attı” şeklinde verdi. Peki, öyle mi?

Trump’ın yaptırım kaldırma yetkisi yok.
Kuşkusuz Erdoğan’ın “Trump bugün yaptığı açıklamada yaptırım konusuna açıklık getirdi. Böyle bir şeyin olmayacağını kendisinden dinlemiş olduk” sözlerine bakarak görüşmeden “yaptırım yok” sonucu da çıkarılabilir; Trump’ın “Obama yönetimi Türkiye’nin Patriot almasına izin vermedi, bu sebeple başka füze almak zorunda kaldılar. Türkiye başka biriyle anlaşınca da ‘Tamam size satarız’ dediler. Bence Türkiye’ye adil davranılmadı” sözlerine bakarak “ABD geri adım attı” sonucu da çıkarılabilir... 

Ancak her iki sonuç da görüşmenin esas sonucunu vermez, eksik ve yanlı kalır. Şundan: Trump’ın “yaptırım yok” sözü olsa bile, böyle bir yetkisi yok! 

ABD Kongresi, “ABD’nin Düşmanlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele EtmeYasası”nı (CAATSA) Trump’a rağmen çıkardı. Çünkü Kongre, Obama döneminde uygulamaya konan yaptırımları güvenceye almak istiyordu. Trump yasayı Kongre’nin baskısı üzerine Ağustos 2017’de imzalamak zorunda kaldı. 
Yani CAATSA, fiilen ABD Başkanı’nın yaptırım kaldırma yetkisini sınırlandırmak için çıkarıldı! 

Dolayısıyla Trump’ın CAATSA yaptırımlarını kaldırma yetkisi yok, gerekçe gösterebilmesi şartıyla yaptırımların uygulanmasını 6 ay erteleme yetkisi var sadece...
Bu durumda Osaka’daki Erdoğan- Trump görüşmesinden çıkan esas sonuç ne oldu peki?
50 milyar dolarlık ‘yaptırım’
Özeti şu: Erdoğan ve Trump, iki devlet adamı olarak değil ama ülkelerini şirket gibi yöneten iki iş insanı olarak, iş konuştular, alışveriş mutabakatı yaptılar. 
Bunu da Erdoğan açıkladı zaten: “Bizim S-400 olayı bir taraftan yürürken Amerika’dan da Lockheed Martin’den Boeing uçaklarını alıyoruz. 100 adet Boeing alıyoruz Lochkeed Martin’den. Serbest piyasa ekonomisinin olduğu bir dünyada bunları birbirine karıştırmayacağız.
Yani fiilen Erdoğan yaptırımların “ertelenmesi” karşılığında, ABD’den 100 Boeing uçağı alma sözü vermiş oldu.

Trump’a! Yaptırımın mı, yoksa 100 Boeing almakla başlayacak alışverişin mi Türkiye adına daha az maliyetli olduğunu iktisatçılar hesaplayacaktır... 

Zira Erdoğan, Trump’a “stratejik ortaklıkları ve savunma sanayiine yapmak istedikleri  yatırım” nedeniyle “ABD ile 75 milyar dolarlık ticaret hacmine doğru ilerlediklerini” söyledi!
Şaşırıyoruz, çünkü Türkiye ile ABD’nin mevcut ticaret hacmi 20 milyar dolardır ve bunun 75 milyar dolara ilerleyebilmesi, ancak “ABD’den sürekli silah/uçak alımı” ile mümkün olabilecektir!  Ve eğer alacağımız Boeing’ler 747 modeliyse, tanesi 400 milyon dolardan 100 tanesi 40 milyar dolar yapar ve 20 milyar dolarlık ticaret hacmimiz 60 milyar dolara çıkar. Erdoğan’ın belirttiği 75 milyar dolara çıkmak için de Patriot almak gerekir ek olarak!
Trump’ın ‘güzel insanları’ 

Yani anlayacağınız Osaka’dan “krizi erteleme” karşılığında ABD’den yüklü uçak alımı sonucu çıktı esas olarak.

Trump’ın Türkiye heyetine “Ne kadar güzel insanlar. Bunlarla anlaşmak çok kolay. Hiçbir Hollywood setinde bu kadar güzel insanı bir arada bulamazsınız” diye seslenmesi ve Türk heyetinin “çuval” kadar incitici bu ifadeye gülümsemesi yeterince açıklayıcı... 

Nitekim Trump “güzel insanlarla” kolay anlaşmasına örnek bile verdi: “Erdoğan çetin biri ama ben kendisiyle iyi anlaşıyorum. PYD’yi vuracaktı, yapmamasını istedim, bunu yapmadı.” 

15 Mart 2015’te “Ben bu ülkenin şirket gibi yönetilmesini istiyorum” diyen ve “başkanlık sistemi” adı altında Türkiye’ye CEO olan Erdoğan’ın yönetim maliyeti, gün geçtikçe daha da ağırlaşıyor...

Mehmet Ali Güller/ CUMHURİYET

Madalyonun öteki yüzü - Ergin Yıldızoğlu

AKP’de temsil edilen siyasal İslamın iktidarının  yalnızlaşma  sürecinin iki düzeyde hızlandığına dikkat çekmiştim. Yenilenen İstanbul seçiminin sonuçları, yalnızlaşma sürecinin artık yalnızca halktan değil, egemen sermayeden de “rıza alma” kapasitesini yitirmenin ötesine geçtiğini gösteriyordu. Şimdi, hem yerli ve uluslararası egemen sermaye iktidara karşı bir tutum alıyor, hem de toplumu sarsmaya başlayan bir karşıt dalga var. Bu, bir karşıt-hegemonya odağını yaratma, yönetime taşıma potansiyeline sahip bir dalgadır.

Çok tehlikeli bir durumBu iki düzeye bir üçüncü düzeyi eklemek gerekiyor. AKP’de temsil edilen siyasal İslamın yönetici oligarşi içindeki ve lideriyle arasındaki uyumu yitirmiştir. Karşımızda, bir bozgun, panik havası, bu havadan kaynaklanan fevri ve çelişkili refleksler var.
Şimdi, ülkede iki açıdan çok tehlikeli durumlar var. 
Birincisi; bir hegemonya çöktü, iktidar bloku, rejim dağılıyor. Ancak, henüz yeni bir karşıt hegemonya odağı, iktidara aday “tarihsel blok” yok. Böyle kırılma dönemlerinde, Gramsci’den ödünç alırsak, “türlü canavarlar” kolaylıkla boy gösterebilirler. 
İkincisi, ya devlet başa ya kuzgun leşe... Acilen bir şeyler yapmazsak galiba daha çok kuzgun leşe” ruh halinde bir siyasi merkez, muhalefetin momentumunu kırmak, karşıt dalgayı söndürmek için kimi maceralara kalkışabilir (ilk anda akla Suriye, Doğu Akdeniz geliyor). 

Perşembe günü, bu tehlikeli durum içinde, egemen sermayenin seçenekleri üzerinde düşünüyordum. Bu yazıda, madalyonun öbür yüzüne, muhalefetin ve muhalefet içindeki sosyalistlerin, HDP’nin seçenekleri üzerinde düşünmeye çalışacağım.

Lider ve muhalefet dalgasıİki seçim arasında yükselen, hâlâ yankılanmaya devam eden dalga İmamoğlu’nu lider olarak kabul etmiş görünüyor. Ancak bu dalganın umutları ve beklentileriyle, “liderinin” kimliği ve hesapları arasında tam bir uyum olduğu söylenemez. Hatta, kimi kültürel konularda, özellikle laiklik, sivil toplum, haklar ve özgürlükler alanlarında liderin, kimi ifadeleri, liderin dalganın gerisinde kaldığını düşündürüyor. 

Ülke, önemli “reformlar” yapılmadan aşılması olanaksız bir ekonomik krizin içindedir. Bu “reformlar” egemen sermayeye kaynak transferine ilişkindir. Ekonomi-politik açıdan en mantıklı olanı, bu kaynakları, sistem dışına çıkarılmış servetleri geri getirerek, israfı önleyerek, devlet kaynaklarından beslenen asalakları tasfiye ederek yaratmaktır. Ancak, bunu başarmak için atılması gereken adımların getireceği riskleri, egemen sermaye almak istemeyecektir. Dolayısıyla, yükü omuzlamak halka düşecektir. Ya halk omuzlamak istemezse... 

Egemen sermaye, siyasal İslamın kurduğu rejimin araçlarının, söylemlerinin, muhalefeti denetlemek gerektiğinde, getireceği avantajları, en azından bu aşamada yitirmek,  “leğenin kirli suyuyla birlikte bebeği de atmak” istemeyecektir. 

Şimdi, muhalefetin, taleplerinde ısrar etmesi, liderini de bu taleplere sadık kalmaya zorlaması gerekiyor. Bunu başarmak, çeşitli sınıfsal, etnik, örgütsel ve kültürel farklılıkların çokluğu bir muhalefet dalgası için çok zor, ama olanaksız değildir. Bu, çok zor olanı başarmak açısından, laik halkçı Cumhuriyetçilere, sosyalistlere ve Kürt siyasi hareketine önemli görevler düşüyor. 

Muhalefetin, laik-halkçı Cumhuriyetçi kanadının, “AKP’nin fabrika ayarları” söylemine, siyasal İslamla uzlaşma girişimlerine, “Cumhuriyet Olayı” üzerine revizyonist Osmanlıcı tarih yorumlarına, Kürt siyasi hareketini muhalefet dışına itmeye, yalnızlaştırmaya yönelik provokasyonlara karşı uyanık olması gerekiyor. 

Sosyalistlerin ise siyasal İslamın kültür politikalarıyla, krizin yükünü emekçilere yüklemeye yönelik “reform” paketleriyle mücadele etmesi... Bunun için muhalefet içinde, en azından bir eşgüdüm yaratmanın, güçlerini birleştirerek etkilerini artırmanın yollarını bulmaları gerekiyor. 

Bu süreçte HDP’nin önemi ihmal edilemez. Ancak, HDP’nin, kendisini İmralı ve Kandil etkisinden yalıtmadan muhalefet bloku içinde şovenizme ve ayrımcılığa karşı bir antidot olmaya devam etmesinin, potansiyellerini gerçekleştirmesinin zor olacağı anlaşılıyor.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Yargılanacaklar - Murat Ağırel

Yazdığım yazılar ve katıldığım programlar sonrası okuyuculardan ve izleyicilerden gelen geri dönüşleri çok önemsiyorum. Yaptığım hata var ise hatayı görmemi ve düzeltmemi, eksik olduğum konuda ise tamamlamamı sağlıyorlar.

Birçok konuda geri bildirim alıyorum.

İçlerinde sıkça gelenler ise "Biz bilsek ne olur", "Yazdın da ne oldu? Sanki yargılanacaklar!", "Sen neden devamlı bu konuları yazıyorsun?", "Sana bu evrakları kim servis ediyor?" soruları oluyor.

Birincisi kimse bana bir şey servis etmiyor araştırıyorum. Herhangi bir yazımda okuduğunuz en ufak detayı doğrulamak için saatlerce bazen günlerce uğraşıyorum.

Ama en önemlisi…

Değerli okuyucular sizler bilince çok şey oluyor. Siyaset artık hayatımızın her noktasına kadar ulaştı. Ev misafirliğine, kahve sohbetine, maç keyfine her alanda üç kelimeden birisi artık siyaset…

Tam da bu noktada yazdığım yazılar sizler tarafından kaynak gösteriliyor. İktidar partilerinin destekçileri dahil gerçek bilgi ve belgeye dayalı haberleri önemsiyorlar. Dikkate alıyorlar. Dinliyorlar.

"Yazdın da ne oldu? Sanki yargılanacaklar" diye soruyorsunuz ya…


Evet yargılanacaklar.
Ben tarihe not düşüyorum.
Haramileri, nüfuz ticareti ile zenginleşenleri yazıyorum. Yazmaya da devam edeceğim. Şu anda yargılanmamaları, yargılanmayacakları anlamı taşımamaktadır. Eninde sonunda bu milletin kuruşuna göz diken her kim olursa Türk adaleti hesabını soracaktır.
Buna tüm kalbimle inanıyorum.
"Sen neden devamlı bu konuları yazıyorsun? Eline ne geçiyor?" diye soruyorsunuz ya…

Ben gençlik yıllarımdan itibaren kolay bir hayat yaşamadım. Devamlı bir mücadele içerisindeydim. Sokaktan gelen ve daima sokakta olan bir gazeteciyim. Gençlik yıllarım ve sonrası Uğur Mumcu, Doğan Avcıoğlu ekolünü takip etmek ile geçti. Yön ve Devrim dergilerinin şu andaki düşüncelerimin mimarı olduğunu da açıkça söyleyebilirim.

Daha önce mücadelemi sokakta verdim. 'Biz Kaç Kişiyiz' sivil toplum platformunun kurucularından biri olarak şu anda yaşadıklarımızı ve yaşayacaklarımızı uyarmak için herkesi bilgilendirmek ve haberdar etmek için il il, ilçe ilçe gezdim. Sonunda kumpas davası olan Ergenekon davasının içine atıp susturmaya çalıştılar.

Yine susmadım bu sefer hem sivil toplum örgütünde hem de siyaset sahnesinde mücadele verdim. Şimdi ise yazıyorum ancak yine sokaktayım. Beni bir gün oylarımızı korurken görürsünüz, diğer gün haksızlığa uğramış yurttaşların yanında, bir gün EYT'lilerin mitinginde yetişebildiğim her mücadele içinde varım.

Çünkü batıyoruz.

Bu cennet vatanın tüm kazanımları yok ediliyor.
2002 yılından itibaren yaratılan sahte cennet yerini artık cehenneme bırakmak üzere. Ekonomi damada teslim edildi çöktü. Tarım konusunda kendi kendimize yeten ülke konumunda iken saman ithal eden ülke pozisyonuna düştük. Coğrafi konum gereği tehdit ve baskı altındayız. Komşu ülkeler ile sırt sırta olmamız gerekirken düşman olduk. Ateş çemberi içindeyiz. Ülke topraklarının dışı bu durumdayken üniformalı teröristleri askeriyenin içine soktular şimdi de temizlemek için şanlı orduyu bitirme noktasına getirdiler.

Mondros Ateşkesinden sonra en büyük asker terhisini yaptık.

Ülkemizin kaynakları Saray'a yakın bir avuç yağdanlıklara peşkeş çekiliyor. Bu yağdanlıklar menfi çıkarları için ülkenin geleceği veya vatandaşların yaşadığı zorlukları umursamaksızın beslendikleri kaynakları yağmalamaya devam ediyorlar. Bunları çoğunlukla nüfus ticareti yolu ile yapıyorlar. Parti üyesi, onun akrabası bunun okul arkadaşı, şunun yeğeni, bu vakıf şu vakıf...

Hepsi aynı zümre.

Biz 5 adım geri çekilmek zorundayız. Tabloya dışarıdan bir göz olarak bakmak zorundayız. Yeniden toparlanmak için, ayağa yeniden kalkmak için yapılanları bilmemiz, yağmayı ve yolsuzlukları engellememiz gerekiyor.

Nasıl yapacağız?

Vakıflara, derneklere, cemaatlere oluk oluk para akıtmayacağız. Vakıfların yönetimde bulunan iş adamı, hacı, hoca, akraba, partili her kim olursa olsun imtiyaz sağlanmasına engel olacağız.

Damatlara, çocuklara, akrabalara şirketler kurdurup araç kiralama, organizasyon gibi makyajlar ile belediye kaynaklarını yağmalatmayacağız.

Belediyenin içerisinde resmi statü ile çalıştığı halde kendisine şirket kuran, akrabasına, eşine, dünürüne, arkadaşına şirketler kurdurup belediyenin ihalelerine girip, haksız şekilde kaynakların yağmalamalarına izin vermeyeceğiz. Kaynakların ihale yöntemlerindeki açıklar ile adrese teslim edilmesini önleyeceğiz.
Parti ve kişi ayırt etmeksizin tam bu noktada bu yapılanları belgeleyip sizlere aktarmak benim boynumun borcudur.

Bitmeyecekler biliyorum.
Her dönem olacak.
Ben de her dönem ifşa edeceğim.
Bu soyguncu, yağmacı kitle bitene kadar devam edeceğim.


Murat Ağırel / YENİÇAĞ

30 Haziran 2019 Pazar

30 yıl önce böyle bir parti olsaydı - Mehmet Kuzulugil


32 yıl öncesinden başlayayım. Pangaltı civarında bir sinema salonu: İnci Sineması. Sosyalistlerin yaptığı toplantılarla ünlü.

Metin Üstündağ'ın "panel karikatürleri" vardır. Pipolu at kuyruklu, atkılı sakallı ve gözlüklü tiplemesi çok standart olan, "Sosyalizmin sorunları" panelleri...
Elbette, İnci Sineması'nda yapılan toplantılar (en azından bu yazıda anılacak türde olanları) daha gerçek, daha hararetli ve daha devrimci oluyordu.

1987 ve 1989'da seçimlere bir platform oluşturup bağımsız adaylarla giren sosyalistlerin toplantıları da burada yapılmış olmalı.

BURJUVAZİDEN ÇALINMIŞ AYDIN
1987'de yapılan toplantıda, İstanbul'un bölgelerinden birinde milletvekili adayı olan troçkist Sungur Savran'a "siz burjuva kökenlisiniz, niye sosyalist aday oluyorsunuz ki" sorusu sorulmuştu. Savran, "işçi sınıfı devrimcileri burjuvaziden bir kişi daha çaldıkları için yalnızca sevinç duyabilir" demişti.

Bir sınıfın, bir başka sınıftan insan çalması! Tam da patronların, işçi sınıfına hortumu bağlayıp insan çaldıkları bir zamanda... Bu çok aydınlatıcı tanımlamayı not ederken, işin bu tarafı üzerinde çok düşünmemişim sanırım. Ne de olsa burjuvazinin işçi sınıfından çaldıkları henüz çalındıklarını bu kadar belli etmemişlerdi. 

Sendikacılar, akademisyenler, yazarlar, giderek partililer, komünist partililer... Bir kısmı aslında geri alınıyordu diye düşünemeyiz. Patronlardan çalınarak işçi sınıfı saflarına çekilmiş olanlar, isterse şu klişedeki Suadiye gençlerinden olsunlar, ancak geri çalınmış sayılabilirler.

1989 VE 'ÖZAL'A ATILAN TOKAT!'
1989'da aynı yerde yapılan toplantıda İstanbul Büyükşehir Bağımsız Belediye Başkan adayı vardı bu sefer sahnede...  Emek dergisi çevresinden. Teslim Töre'nin liderliği ile bilinen Türkiye Komünist Emek Partisi. Yılmaz Ekşi, 1967'den beri işçilik eden marksist bir sendika aktivistiydi. İşçi sınıfından çalınamamışlardan yani.

1989 yerel seçimleri Özal'ın ağır bir tokat yediği seçimlerdir. Ankara'da Mehmet Altınsoy'un yerine Murat Karayalçın, İstanbul'da Bedrettin Dalan'ın yerine Nurettin Sözen, İzmir'de Burhan Özfatura'nın yerine Yüksel Çakmur seçildi. Öncekilerin hepsi ANAP'lıydı, sonrakilerin hepsi SHP'li.

İşçi hareketinin yeniden ısındığı, özellikle devlet işletmelerinde sendikaların hareketlendiği ünlü 89'dan söz ediyoruz.

1989 seçimlerinde "bağımsız sosyalist tavır" diyenlerin sesi pek duyulmadı.
Oldukça geniş bir ideolojik yelpazeden sosyalistler oluşturuyordu bağımsız aday kampanyasını ama etkisi (sadece oyu kastetmiyorum) çok sınırlı oldu. Öyle ki, SHP dalgasının gazıyla coşmuş solculardan "ANAP'ın ekmeğine yağ sürüyorsunuz" diyen çıkmamıştı.

Etkisizliğin asıl nedeninin sayıca azlık olduğunu pek düşünmüyorum. Kimi Troçkist dergi çevrelerini dahi içine alan platformun sosyalist sol adına "yetkili" görülmemesi belki daha önemli bir nedendir. TİP ve TKP (TBKP olarak birleşmiş durumdaydılar) bu platformun dışındaydı ve zaten bu cenahta Behice Boran'ın ölümünden kısa süre önce söylediği sözlerin varabileceği absürt noktaya götürüldüğü bir zihniyet hakimdi: Türkiye'ye lazım olan sosyalizm mücadelesi verecek bir parti değil demokratik mücadele verecek radikal sol bir partiydi onlara göre. Komünist partiyi legalleştirme mücadelesi bile esasen Türk demokrasisinin sınırlarını genişletmek için şart görülüyordu. Sosyal demokrat rüzgardan etkilenmek bir yana pek çok unsuruyla SHP'nin içindeydiler. Devrimci demokrat kesimlerinse bağımsız sosyalist platforma değen unsurları olsa da burayı "halka uzaklık" gibi bir yerden küçümsediklerini tahmin etmek zor olmamalı. "SHP'nin içinde olma" konusunda da artık açıkça legal marksist adlandırmasını hakeden eski bilimsel sosyalistlerden geri durmuyorlardı.

Bir diğer önemli nokta, bu platformun siyasal önermesinin oldukça soyut kalması olabilir. Bağımsız sosyalist bir hattın inşası, sosyalistlerin partileşmesi... Bu gibi önermeler öne çıkıyordu ve "peki ülke nereye gidiyor" konusunda söylenenlerin en azından çarpıcı, keskin unsurlar taşımadığını söyleyebilirim.

Burda bir gariplik de yok. Ülkenin gidişatına ilişkin "önemli" tespitler yapıp, keskin görüş sergilemek için, bağımsız sosyalist hattın inşası değil varlığı gerekiyor! (Metüst'lük bir panel adı olabilir: Özne nesne diyalektiği)

Aradan 30 yıl geçmiş.

Sosyalist soldan ne kalmış geriye derseniz... Yıkılması gereken yıkılmış, dayanması gerekenin bir kısmı dayanamamış, bir kısmı direnmiş. Ve bazı şeyler yeniden kurulmuş!

En önemli fark Türkiye Komünist Partisi'dir.

"Bağımsız sosyalist bir hattın inşası için ayrı durmak, sosyalizmin bağımsız sesini yükseltmek gerekir" 30 yıl önce, bugün TKP'ye evrilmiş siyasal hattın da katıldığı sesti.

Bugünse ortada bağımsız hattın inşası için değil, büyütülüp örgütlenmesi için hamle yapıyor komünistler.

30 YIL SONRA KOMÜNİSTLER SES GETİRİYOR, CAN YAKIYOR
Bu yüzden 30 yıl önce duyulmayan ses duyuluyor. Hatta can yakıyor.
Bunun için geçiştirmek mümkün değil. Üzerine çullanmak gerekiyor. 
30 yıl önce "bir umut dalgası daha" diyerek seçilmiş olanlara ne olduğunu da hatırlatmadan geçmeyelim.

Üç büyük kentin üç sosyal demokrat başkanı, 5 yıl sonra yapılan seçimlerle yerlerini ikisi Refah Partisi'nden, birisi DYP'den (Çiller'in partisi) seçilmiş başkanlara bıraktılar.

Bu yenilginin solun ortak yenilgisi olarak kaydedildiğini söylemeye gerek yok.
Aynı suda iki kez yıkanılmaz.

Ve hiçbir şey bir başka şeyle aynı değildir.

Ve elbette teşbihte hata çok olur: Çünkü benzeyen ve benzetilenin özelikleri bir yana içinde var oldukları koşullar çok farklıdır.

Yine de 30 yıl önce böyle bir parti olsaydı... diyebilirim. Gerisini getiremem belki, Kim bilir? Neyi ne kadar değiştirirdi bu? Değiştirdikleri o yılların sert kuzey rüzgarına dayanabilir miydi? Çok kesin bir iddiada bulunamayız.

Ama şu kesin. Rahatça söyleyebiliriz: 30 yıl sonra artık böyle bir parti var!

Mehmet Kuzulugil / SOL

Barış Terkoğlu ile İstanbul'un tarikat haritasını konuştuk - Mehmet Kuzulugil

Barış Terkoğlu tarikatlerin 23 Haziran'da nasıl hareket ettikleri yolundaki sorumuza şöyle yanıt verdi: Oy kayması oldu mu oldu. En tipik kısmı Süleymancılar. Genel eğilimi merkez sağı desteklemek olan bu Cemaat son dönemde AKP ile pamuk ipliğine bağlı ilişkiler kurmuştu. 24 Haziran’da millet ittifakını desteklediklerini biliyorduk. Ama bu seçimde açıkça Ekrem İmamoğlu tarafında kaldılar. Bunun en bilinen nedeni İmamoğlu’nun da Süleymancıların içinden yetişmiş olması.

Gazeteci yazar Barış Terkoğlu ile İstanbul'un tarikat haritasını, tarikat ve cemaatlerin politik tercihlerini, seçimlere etkilerini ve siyasette tuttukları yeri konuştuk. Terkoğlu, cemaatlerin kontrol ettikleri oy büyüklüğünün abartılmaması gerektiğini, asıl etkilerinin bundan kaynaklanmadığını vurgularken de "toplasan yüzde 10'u geçmez" diyor ki aslında bu da küçümsenebilir bir sayı değil. 
Terkoğlu, siyasal islamla tarikatler arasında bir örtüşmenin AKP ile birlikte gerçekleştiğinin altını çiziyor ve bunu pragmatist olmalarına, "devleti yöneten tarafa yakın durma" ilkelerine bağlıyor.
-----------------------------------------------------------------------------
İstanbul'un tarikat haritasıyla başlamak istiyorum. Kimler var İstanbul'da? Bir de İstanbul'da etkili olan bir tarikatin merkezinin de İstanbul'da olması gibi bir kural var mı?
İstanbul’da hangi tarikat var derseniz, ben “hepsi var” derim. Tarikat ve Cemaat dediğimiz oluşumlar kuşkusuz dini bir programa sahipler, dünyanın her yerinden üye kabul ediyorlar. Ancak asıl güçlerini siyasete, ekonomiye, güç odaklarına hükmetmelerinden alıyorlar. Haliyle hemen hepsinin odaklandığı yer İstanbul. Nakşibendiliğin tüm kolları İstanbul’da etkin faaliyet yürütüyor. İstanbul’da etkili olan tarikatların merkezinin de İstanbul’da etkili olması gerekmez. Buna en önemli örnek Menzilciler. Adıyaman’ın bir köyündeki yapılanma İstanbul’da ciddi bir sermayeyi ve örgütlenmeyi kontrol ediyor.
-----------------------------------------------------------------------
TARİKAT VE CEMAATLERİN ASIL GÜCÜ KİTLESELLİKTEN GELMİYOR
Bunun ölçüsü çok değişgen olmalı ama etki alanları hakkında bir şey söyleyebilir misin? Mesela seçimlerde oylarını belirleyebildikleri bir cemaate sahip olduklarını varsayabiliyor muyuz? 
Cemaatler siyasette blok oy kullanma eğilimi gösteriyor. Bu da bugüne kadar sağ partiler için onları bir çekim merkezi haline getirdi. Nihayetinde binlerce kişi bir şeyhin, hocanın sözüyle aynı oyu veriyor. Ama ben İstanbul gibi bir yerde seçimleri ne kadar belirliyorlar sorusuna “hepsini toplasanız yüzde 10 olur mu emin değilim” yanıtını veririm. Bunların asıl gücü kitlesellikten değil. FETÖ bile Cemaat olarak seçime girse baraj altı kalacağını bildiği için başka partilere tutunarak yaşadı. Bu eğilim tüm cemaatlerde var. Mesela İsmailağa, Menzil gibi kalabalık Cemaatler tavırlarını AKP’den yana koydu. Ama bu kaybı engelleyemedi.
----------------------------------------------------------------------------
Tarikat ya da cemaat denildiğinde biz çoğunlukla bir şeyhin liderliğinde toplanmış bir topluluk olarak düşünüyoruz. Hep böyle mi? Yani bir tür dinsel monark mı belirleyici yoksa heyetlerden, belki bir tarikat oligarşisinden mi söz etmek doğru olur?
İkisi de var. Yani mesela İsmailağa’nın bugün lideri Mahmut Ustaosmanoğlu. Mahmut Hoca oldukça hasta. Bu konuda Cemaat içinde yaşlı hocaların oluşturduğu bir kurul var. Bunlar istişare ile tutum belirliyor. Ama buna rağmen aralarında çatlak sesler çıkabiliyor. Öte yandan genel Cemaat kültüründe lider bir tür “seçilmiş kişi” olduğu ve kararlarını bir anlamda “Allah için” verdiği için çoğunlukla tek kişilik yönetim söz konusu.
---------------------------------------------------------------------------- 
Tarikat - cemaat ayrımı ne kadar önemli? Büyük harfle Cemaat'ten söz etmiyoruz tabii! Yani bu sunni islam topluluklarını kesin bir biçimde tarikatler ve cemaatler olarak ayırabiliyor muyuz? 
Bu iki kavram birbirine çok karıştırılıyor. Aslında Nakşibendilik ana bir nehir gibi. Buna tarikat deniyor. Mesela Erenköy Grubu bir Cemaat. Bu nehrin bir kolu gibi. Ama iki kavram artık birbirinin yerine kullanılıyor. Ben bu ayrımı o kadar önemli görmüyorum. Nihayetinde 5 hem bir rakamdır hem de tek basamaklı sayıdır. Devamında şunu söyleyeyim, tarikat ve cemaatler İslam nüfusun içinde azınlığı temsil ediyor olsalar dahi aralarında kategorize edilebilecek kadar kalın çizgiler var. Hatta birçoğu birbirini hiç sevmez. Kendi grubunu en rafine İslam yorumu olarak tanıtır. Ayrımları ise dini yorumlayışlarından kılık kıyafetlere hatta zikir çekme usullerine kadar pek çok şey belirler. Sakal traşı olup olmayacağınız dahi mensup olduğunuz Cemaate göre değişir.
------------------------------------------------------------------------------
TARİKAT VE CEMAATLER OLDUKÇA PRAGMATİSTTİR
İstanbul seçimlerine gelmek istiyorum. Öncelikle bu seçimlerde tarikatlar cephesinde de bir "kesimsel oy kayması" oldu mu sence? Bunu somut olarak gözleyebiliyor muyuz? Ya da gözlenen, açıklanan tavırlara bakarak ne söyleyebiliriz?
Burada bence en kritik şey şu. Bakın AKP’den önce siyasal İslamı Erbakan’ın geleneği temsil ediyordu. Ama Erbakan’ın siyasi ömrü tarikat ve Cemaatleri kendisinde toplamaya yetmedi. Zira bu gruplar tercihlerini öncelikle devleti yönetme konusunda süreklilik arzeden merkez sağdan yana kullanıyorlardı. Siyasal İslamcılığın tarikatlarla asıl buluşması AKP döneminde oldu. Çünkü AKP devlet olmuştu ya da devlet AKP olmuştu. Bu anlamda tarikat ve Cemaatlar oldukça pragmatisttir.

Oy kayması oldu mu oldu. En tipik kısmı Süleymancılar. Genel eğilimi merkez sağı desteklemek olan bu Cemaat son dönemde AKP ile pamuk ipliğine bağlı ilişkiler kurmuştu. 24 Haziran’da millet ittifakını desteklediklerini biliyorduk. Ama bu seçimde açıkça Ekrem İmamoğlu tarafında kaldılar. Bunun en bilinen nedeni İmamoğlu’nun da Süleymancıların içinden yetişmiş olması. Süleymancıların İmamoğlu’nu desteklediğine ilişkin birçok emare sızdı. Bunu açıkça söylemeseler de biliyoruz ki son seçimde CHP’ye oy verdiler. Bunun dışında Mustafa İslamoğlu’nu lideri kabul eden Akabe Vakfı, Nurcu Yeni Asya, Furkancılar gibi iktidar ile sorunlu olan Cemaatler çoğunlukla İmamoğlu’na oy verdiler.
-----------------------------------------------------------------------------
Tarikat ve cemaatlerde siyasal tercihler, en azından seçmen tavrı konusunda bir serbestlik söz konusu olabiliyor mu? Yani birden çok partiye dağılmak gibi şeyler dışında, bireysel olarak da bir cemaat mensubu, cemaatin belirlenmiş kararı dışında hareket edebiliyor mu sence?
Bu konuda zamana ve tercihlere bağlı derim. Örneğin İsmailağa’da en çok etkili olan 3 parti var: AKP, Saadet, BBP. Ama İsmailağa Hocaları yayınladıkları bildiriyle Binali Yıldırım’a oy verme çağrısı yaptı. Yetmedi, Cübbeli Ahmet gibi hocalar neredeyse AKP dışındaki adaylara oy vermeyi İslami açıdan sakıncalı saydı.

AKP ÇÖZÜLÜRSE BU GRUPLAR DA YENİ SEÇİMLER YAPMAYA ZORLANIR
Sonuçta tuvaletinizi nasıl yapacağınızı bile katı kurallara bağlayan bir oluşumdan söz ediyoruz. Şuna oy ver dediğinde tüm müridlerine bunu kesin olarak vaaz ediyor. Kimi zaman önünde birden fazla joker görürse çok ata oynuyor ya da mensuplarını serbest bırakıyor. Bunun örneğine Refah, ANAP, DYP, BBP aynı anda seçime girdiğinde rastladık. Ama bu grupların zaten albenisi iktidara kazanacakları ayrıcalık karşılığında kitlelerinin oylarını vaad etmeleri. Bu nedenle eğer bir grubu destekleme kararı verdilerse pek de esnek davranmıyorlar. Hele bazı mensupları bu partilerden aday gösterilmişse.

Gelecek adına sorarsanız, AKP çözülürse emin olun bu gruplar da yeni seçimler yapmaya zorlanacak. Hem 23 Haziran hem AKP içindeki kırılmalar bunun sinyallerini veriyor.

Mehmet Kuzulugil / SOL

29 Haziran 2019 Cumartesi

‘Şehir Düştü’ - Miyase İlknur

Bizanslı tarihçi Yeorgios Françis’in İstanbul’un fethine ilişkin tanık olduğu olayları gün gün yazdığı ve Dr. Kriton Dinçmen’in eski Yunanca’dan dilimize çevirdiği “Şehir Düştü” kitabını geçmişte okumuş olmama rağmen, geçen ay kitaplıkta elime gelince yeniden okuyup gülmüştüm. Françis, II. Murat ölüp de yerine oğlu Sultan Mehmet’in geçtiğini öğrenince, “Hay aksi, tahta çıkan Mehmet şimdi bize savaş açacaktır. Bizans’ın ekonomik kriz ve borçlarla debelendiği bu dönemde bu savaşın hiç de sırası değil” diyor. “Keşke biraz ekonomimizi toparlayıp ihtiyaçlarımızı giderebilseydik de öyle savaş çıksaydı” temmenisinden sonra Françis, saray içinde birbirleriyle kıyasıya rekabet eden ve birbirlerinin felaketi üzerinden ikbal arayan saray eşrafına eleştiriler yöneltiyor. Son bölümde ise Bizans’ın korunaklı surlarında savaşanlara karşılık açık arazide savaşan Türklerin zırh ve top başta olmak üzere savaş teçhizatlarının kendilerine oranla çok zayıf olmasına rağmen nasıl olup da başarı kazanabildiklerine olan şaşkınlığını belirtiyor. 

Bu satırları okuyunca “aynı suda ikinci kez yıkanılmaz” diyen Herakliatos’a gel de kızma. Yöneticileri farklı olsa da şehir aynı şehir. Ve bu şehir aynı olayı ikinci kez yaşıyor.

RP, İstanbul Belediyesi’ni kazanmasına “İstanbul Fethi” gibi bir anlam yüklemişti. Bugünlerde şehri kaybeden AKP yandaşları da İstanbul, sanki düşmanın eline geçmiş gibi kahrolmakta. Ne 1994 Martı’nda İstanbul fethedildi ne de 23 Haziran’da şehir düşmanın eline geçti. Her iki düşünce de patalojik bir ruh hali. Bu seçim sadece şehrin hangi siyasal anlayış tarafından yönetileceğini tercihten ibarettir. Daha doğrusu öyleydi. Ancak, gerek 31 Mart gerekse 23 Haziran seçimleri bunun ötesine geçti. Bu iki seçime bir yerel yönetim seçiminin ötesinde anlam yükleyen bizatihi iktidarın kendisiydi. O nedenle uğradıkları seçim yenilgisinin ardından, “Canım sadece bir belediye 
kaybettik” ya da yandaş medyanın 24 Haziran günü manşetlerine attığı “İstanbul tercihini yaptı” türünden basit ve sıradan bir olay da değil.
Zira seçim öncesinde muhalefetin adayı kazanırsa “devletin bekası tehlikeye 
girer”“Kandil ve Pensilvanya kazanır”“Sisi kazanır”“İstanbul’u Pontuslu biri yönetir”“Mekke ve Kudüs de kaybeder” söylemleriyle seçimi kendileri ve temsil ettikleri siyasal İslam için bir referanduma dönüştürdüler. Madem bir yerel seçime bu kadar geniş bir anlam yüklemesi yapıldı, o halde sonuçlarını da öyle okumak gerekir. 

Kaybeden sadece AKP adayı Binali Yıldırım değildir elbet. Kaybeden tek adam yönetimiydi, yürütmenin tek adama bağlanmasıydı, yargının talimatla karar vermesiydi, iktidarın ekonomi ve dış politikasıydı, saray eşrafıydı, eş dost kayırmasıydı, israf yönetimiydi, kamu kaynaklarının aile üyelerinin kurduğu vakfılara peşkeş çekilmesiydi, günlük yaşamımız ve eğitim sistemimizin bir siyasi görüşe aktarılmasıydı. 

Sonuçlarda farkın açılması da zaten bunu gösteriyor. Bu sonuçlar sadece YSK’nin talimatla verdiği seçim yenilenmesi kararı ile açıklanamayacak kadar farklı mesajlar içeriyor. Siz bu seçimi sadece belediye seçimi mi sandınız?

***

Gezi olayları patladığında iktidar, “mesele üç beş ağaç meselesi değildir”demişti. Zaten Gezi’de sokağa çıkan on binler de “elbette değildir, üç beş ağacın kesilmesine itirazımız olarak başladı ancak asıl itirazımız dayatmacı bir yönetim anlayışınadır”  diyerek iktidarı teyit etmişti. 

Seçimin ertesi günü Gezi olayları ile ilgili davanın da duruşması vardı. Gezi’de daha önce yargılanmış ve haklarında beraat kararı verilmiş isimler yeniden “Türkiye Cumhuriyeti iktidarını ortadan kaldırmaya teşebbüs” suçlamasıyla hâkim karşısına çıktı. 

Bir iktidar neyle ortadan kaldırılır? Darbe ya da silahlı mukavemetle. Peki Gezi’de silah kullanıldığına dair bir kanıt var mı? Yok... Güvenlik güçlerinden yaralanan ya da ölen var mı? Göstericilerin saldırısı sonucu ölen yok. İnşaattan düşen ve gaz bombası panzerin içinde patladığı için gazdan etkilenerek yaşamını yitiren iki polis var...
Göstericilerden ölen var mı? Evet 7 kişi. 

Kavala, Gezi olaylarını nasıl finanse etmiş? İddaya göre göstericilere gaz maskesi alınması için para vermiş. Varsayalım ki öyle. Gaz maskesi bir saldırı değil savunma aracıdır. Savunma aracı ile iktidar devirmeye kalkışmak Gezi’de eylemcilerinin zekâsına hakarettir.

 Siz seçimi millettin zekâsıyla dalga geçen argümanlarla kaybettiğinizi hâlâ anlamadınız mı?

Miyase İlknur / CUMHURİYET

28 Haziran 2019 Cuma

Seçime Sultanbeyli’den bakmak - ÖZLEM YÜZAK

Sultanbeyli AKP’nin en önemli kalelerinden biri. AVM’leri ile, gecekonduları ile, yuvalanan tarikat evleri, dar sokaklara konuşlanmış sübyan okulları ile... Ama yanı sıra mülteci mahallesi, Alevi mahallesi ile bir nevi mozaik... Yoksulluğun derin ama aynı zamanda rantın yüksek olduğu...Tipik bir AKP ekseninde kalmış köy-kent dinamiği anlayacağınız. Çoğu mahallede sokakta, o kapalı fanus içinde yaşayan evlerin, ailelerin içine girmek ise hiç kolay değil. 

Ama kırılma Sultanbeyli’de de başladı. 

Önce bir iki rakam: 31 Mart seçimlerinde 51 bin 379 oy aldı Ekrem İmamoğlu. Toplam oyların yüzde 29’u. 23 Haziran’da yüzde 32.95’e çıkardı 56 bin 995 oy alarak. Biraz daha geri gidelim 2014 seçimlerinde CHP’nin oyu yalnızca yüzde 7 idi. Muharrem İnce rüzgârı ile yüzde 11.6’ya çıkmıştı.
Bunda, İmamoğlu’nun kişiliğinin, barışçı dilinin, azminin payı büyük. Bir o kadar pay da, başta Canan Kaftancıoğlu olmak üzere CHP il yönetimine, CHP merkez yönetimine... Derinleşen ekonomik kriz, İmamoğlu’na 31 Mart’ta yapılan haksızlığın insanların vicdanlarında yarattığı duygu, AKP üst yönetiminin kendi tabanından kopması... Ve tabii Tayyip Erdoğan’ın öfke dolu, kutuplaştırıcı söyleminden, bağırtısından artık birçok insanın bıkmış olması... İYİ Parti ve HDP’nin sağduyulu yaklaşımlarını da unutmayalım.
Ama... Evet işin bir de “ama”sı var...

Sultanbeyli Gönüllüleri
Tam bu noktada, kar kış, sıcak soğuk gözetmeden, hiçbir mazeret üretmeden Sultanbeyli’de dönüşümün ağlarını ilmek ilmek dokuyan bir avuç insandan bahsetmek istiyorum. Saygı ve hayranlık ile izliyorum onları son 4-5 yıldır. Sultanbeyli’ye Türkiye’nin farklı yerlerinden göç ederek yerleşen insanların yaşama tutunma çabalarının bir ucundan da onlar tutuyorlar kendi güçleri yettiğince... 

Geçen yıl yazmıştım; tekrarlamak istiyorum: Yoksulluk, cehalet, umutsuzluk kıskacındaki bu insanlara el uzatıyorlar. O el, kimi zaman bir küçük çocuğu tedavi etmek için arabayla haftada birkaç kez başka bir semtte bir devlet hastanesine taşıyıp, saatlerce pansumanı bekleyip yine arabayla çocuğu evine götürmek oluyor, kimi zaman okulunu çeşitli nedenlerden yarına bırakmaya hazırlanan bir genci ikna etmek. Kimi zaman iyi öğrencilere okumaları için burs topluyorlar, kimi zaman başka bir ilçede bir okulu kazanan bir öğrencinin yıllık servis parasını karşılıyorlar... 

Bu insanlar Sultanbeyli’de yaşamıyorlar. Hatta çok uzaklardan geliyorlar. Bazen birkaç kişi bir yerde buluşup tek bir arabayla hareket ediyorlar. Profilleri ağırlıklı olarak kadın, eğitimli, çalışan ya da emekli. Kimi bir sınıfın masal anlatıcısı oluyor; çocuklar öyle büyük ilgi gösteriyorlar ki başka okullardaki öğretmenlerden talep geliyor; kimleri kendi dost çevresini harekete geçiriyor ve bir anasınıfının kurulması için paralar toplanıyor, malzemeler alınıyor. Kimileri gönüllü matematik, İngilizce dersleri veriyor ihtiyacı olan çocuklara, kimileri ders verecek olan gönüllüleri Sultanbeyli’ye getirip götürmeyi üstleniyor. Kısacası dokunuyorlar karınca kararınca oradaki hayatlara. Hiçbir karşılık beklemeden... Hiçbir siyasi beklenti içine bile girmeden... Buram buram yoksulluk kokan sokaklarda, derme çatma evlerin içine giriyorlar. Kadınlarla sohbet ediyor, dertlerini dinliyor. 

Tüm bu sokaklar, bu evlere bugüne kadar sadece AKP’nin mahalle teşkilatları girmiş. Kadınların önlerine tek seçenek sunulmuş: Evlerde dini sohbetler, dualar... Erzaklar dağıtılmış. Çocukların önlerine de tatil dönemleri için tek seçenek çıkarılmış: Kuran kursları... Bu yüzden Sultanbeyli gönüllüleri bir yandan bu insanlara dokunurken bir yandan da o mahallelerde yerleşik bir imajı yıkıyorlar: Kendilerine yardım eli uzatan, bunu sadece para vererek yapmayan, ilgilenen ve bu ilgiyi sürekli kılan bu kişilerin çağdaş, aydınlık yüzlü kadınlar olduğu, onların da kendileri gibi ilgilenmek zorunda oldukları bir ailelerinin olduğu gerçeğinin farkına varıyorlar... 

Bu ülkedeki çağdaşlaşmayı; yakınan ya da oturduğu yerden ahkâm kesenler değil, bu yazıda anlattığım Sultanbeyli gönüllüleri gibi özverili insanlar gerçekleştirebilir ancak. Ve ne yazık ki bu insanların sayısı çok az. Güçlerini ve enerjilerini bir araya getirince ve de tabii ki isteyince nelerin başarılabileceğini ben bu insanlarda gördüm. 

İşte o güzel insanlar seçim bitip sonuçlar açıklanır açıklanmaz ne dediler biliyor musunuz: Daha yeni başlıyoruz ve daha yapacak çok şey var. Bence, Ekrem İmamoğlu matbatasını alıp göreve başladıktan sonra bir ara, Sultanbeyli’yi bir de bu gönüllülerden dinlemeli...

ÖZLEM YÜZAK / CUMHURİYET

Ne olacak şimdi? - ÖZDEMİR İNCE

Çok şey olacak! Çok şey olacak ama Ahmet Davutoğlu’nun, Abdullah Gül’ün, Ali Babacan’ın kuracakları partiler beni kesinlikle ilgilendirmiyor. 25 Haziran tarihli yazımda yer alan beş cümleyi fiil zamanını değiştirerek tekrarlayacağım:
“Arkalarına İslamı aldılar, aksırıncaya, tıksırıncaya kadar, çatlayıncaya kadar yediler. Mafya yasası gereği sonra amip gibi bölünüp birbirlerini yiyecekler ve birlikte çürüyecekler (çürüdüler). Benim bu tür mafyalardan korkum yok. Çünkü, kural gereği, İslamcı Al Capone’u, gene İslamcı Al Capon’e temizleyecek.”


Parti kurarlarsa Gül, Babacan ve Davutoğlu yeni Al Capon’e adayı olacaklar. Ama iktidara gelmelerinin artık olanağı yok. R.T. Erdoğan ve adamları gibi ve onlarla birlikte yok olacaklar. Nedenini biraz sonra yazacağım.

***

Oyumuzu verdikten sonra uçaktan inip köyümüze dönerken, seçim sonuçlarını büyük resam Muzaffer Aksoy telefonla haber verdi. Yüzde onluk farka hiç şaşırmadım. Son mürekkep damlası, demek ki, bardaktaki suyu kendi rengine boyamıştı. Evde, seçim sonuçlarını Tele1 ve Halk TV’den izlemeye başladık. Sonra NTV, Haber Türk ve yandaş kanallara baktım. 24 saat önce R.T. Erdoğan ağzıyla konuşan “Ben dediydimci” besleme tayfası halkın AKP’yi uyardığını söylüyorlardı. R.T. Erdoğan bu uyarıyı ciddiye almalıymış. 

Zavallılar, R.T. Erdoğan kendini biraz düzeltirse, Ekrem İmamoğlu’na oy veren muhafazakârların gelecek seçimde ona oy vereceğini sanıyorlardı. İmamoğlu’na oy verenlerin tamamı elbette CHP’ye oy vermeyecekler ama R.T. Erdoğan ve AKP’ye, ayrılıkçıların kuracağı partilere de asla oy vermeyecekler. İYİ Partililer, iyi bir merkez sağ parti olmaya başlayan partilerine oy verecekler. Bazıları CHP’de kalacak.
İyi bir merkez sağ parti şu anlama geliyor: Laik ve demokratik Cumhuriyetle, onun devrimleriyle hiçbir sorunu olamayan, dini siyasi referans yapmayan bir parti!

***

Laik ve demokratik karakterli HDP ise demokrasi ittifakının adayını destekleyerek bir bilinç sıçraması yaptı. Çok iyi! Kutlanmalı! PKK ile organik bir bağları var mı? Bilmiyorum. Ayrılıkçı bir parti mi? Sanmıyorum. Sol bir parti mi? Galiba. Bir Kürt ya da Kürdistan partisi mi? Sanmıyorum! Ama gelişmeye, demokratik açılıma açık bir parti. Türkiye’ye ve Cumhuriyete hasım bir parti değil. AKP hasım ama HDP hasım değil.

***

Gelelim Vehbi’nin kerrakesine: AKP’nin siyasal serüveni, 21. yüzyılda din referanslı bir partinin uzun süre ayakta kalamayacağını, tersine dönmesi olanaksız bir biçimde kanıtladı. İnancın başladığı yerde akıl durur. İnancımın olduğu yerde özgür akıl yaşayamaz. AKP bir inanç ve biat partisidir. R.T. Erdoğan’ın AKP kurulurken dediği gibi bu parti bir “Ortak Akıl” partisidir ve ortak aklı Erdoğan gibi bir tek adam temsil ediyor. Kendi yapısı içinde bir antidemokratik bir partidir. Aslında bir parti değil, şeyhin Erdoğan olduğu bir tarikattır. Üstelik İslam Kardeşliği ideolojisinin dünya lideri olmaya özenen bir selefi parti. 

Günah çıkarıp Cumhuriyete biat eder mi? Günah çıkarsa bile buna inanacak bir budala çıkar mı? Çıkmaz ama AKP’nin çanak yalayıcıları var. Onlar inanıyor.

***

CHP, 1950 yılında, iktidardan düştü. Arada bir kısa süreli hükümetler kurdu ama şöyle 70 yıldır gerçekten iktidara gelemedi. Bu 70 yıl içinde nice parti kuruldu ve yok oldu. Nihayet ülkenin en önemli üretici kentlerinin belediyelerinde iktidarda. Laik, demokrat Cumhuriyete inanıp savunduğu için ölmedi, çağının çağdaşı bir ideolojiye sahip olduğu için yok olmadı. Ama AKP’nin böyle bir kök hücresi ve DNA’sı yok; din ve inancı kullanarak ele geçirdikleri iktidarı bir “ganimet” olarak talan eden “harami” topluluğu. 70 yıl değil 70 ay bile muhalafette yaşayamaz!

***

Mehmet Atay bir sosyal medya mesajı göndermiş: “Seçimle gelen seçimle gider ama imamla gidenin geri geldiği görülmemiştir.”

Özdemir İnce / CUMHURİYET

Mansur Bey, önce AŞTİ'yi temizleyin!. - Ahmet TAKAN

Çağdaş, insanca yaşanabilir, temiz ferah ve refah bir Ankara özlemimizde değişiklik olmadı!.. İlk günden Mansur Yavaş'ı  acımasızca eleştirecek değilim. Daha süresi var. Şunun şurasında Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı koltuğuna oturalı -Haziran ayı sonu itibarıyla- 3 ay olacak. Ancak çok özledik; tertemiz, pırıl pırıl, her yeri mis gibi kokan bir Ankara'yı...

Geride bırakmak üzere olduğumuz ayda Ankara'ya mevsim normallerinin üstünde yağmur yağdı. Sokakları caddeleri sel götürdü, evleri su bastı, "battı çıktı" diye tabir edilen geçitler felç oldu, arabalar mahsur kaldı. Eskiden kalan kötü miras yüzünden yeni göreve gelen bir belediye başkanını bu yüzden "beceremedin", "çözüm bulamadın" diye eleştirmek haksızlık olur. Daha vakit var!.. "Vay seçim öncesinde vaat ettiğini şu projeleri neden yerine getirmedin" diye sual edecek de değiliz. Onlar için de vakit var!.. Mansur Yavaş'ın görevi devraldıktan sonra nasıl bir cehenneme düştüğünü, Melih Gökçek ve AKP'den kalan kadroların ne tezgahlar çevirdiğini, nasıl ayak dirediğini, Yavaş'ın hizmetlerine engel olmak için ne fırıldaklar çevirdiklerini uzaktan da olsa izliyoruz. Hala kadro kurmakla uğraşıyor Mansur Yavaş... Kendi  ekibini kuracak ki hizmetlerine yoğunluk verebilsin. Ancak bazı işler vardır, mazeret kabul etmez, ekip kurulmasını falan beklemez. Meramı mı anlatmaya çalışayım;

Başkentimize hizmet veren kısa adı AŞTİ olan Ankara Şehirlerarası Terminal İşletmesi'ni herhalde yolu Ankara'ya düşen hemen hemen herkes bilir. Melih Gökçek döneminde buranın yerine Mamak'a yeni bir terminal işletmesi yapılacağı konuşuluyordu. Gökçek görevden alındıktan sonra yerine gelen Mustafa Tuna, şehirler arası yolculuklarda otobüs yerine hızlı tren ve uçak kullanımının yaygınlaşmasıyla Ankara Şehirlerarası Otobüs Terminali'nin yükünün azaldığını, bu nedenle Mamak ilçesinde yeni otobüs terminali yapılmasının artık söz konusu olmadığını söylemişti. Geçenlerde, hatunu, İstanbul'a yolcu ederken yolum AŞTİ'ye düştü. Aman Allah'ım, gördüğüm manzarayı size tarif edemem!.. Ortalığı pislik götürüyor. Ya o değnekçi  terörüne ne demezsiniz... Adım atmakta zorlanıyorsunuz. "İstanbul... İstanbul... Hemen kalkıyoor...", "Abi Adana'ya mı?.. Hemen gönderilim abi... Ucuza bilet var abi...", "Abi nereye Edirneye mi?"...

Adım atmakta zorlanıyorsunuz. Güç bela yürüyorsunuz. Yanınızda bayan var falan demiyorlar. Üstünüze üstünüze bağrış çağrış geliyorlar.Birinden kutuluyorsunuz, diğeri saldırıyor... Akıl alacak gibi değil. Tam bir rezalet!. Ortalığa öyle bir pis koku yayılmış ki temizlik hak  getire... Burnunuzu sıka sıka yürüyorsunuz. Bir de gidin, "güvenlik" diye oraya konulan personelin halini görün. Terörist başı Abdullah Öcalan kapıdan geçse haberleri olmaz. Kimi cep telefonu ile oyun oynuyor kimi başka bir yerde bir arkadaşı ile muhabbet ediyor. Gelene gidene baktıkları bile yok... Zamanında kalkması gereken yolcu otobüsleri en az 15-20 dakika gecikiyor. Denetleyen yok... Bekleme koltukları Suriyeli mültecilerin ikameti olmuş. Aileleri ile birlikte sere serpe  yatıp uyuyorlar. Şöyle bir soluklanıp da dinleneyim demeye korkarsınız. Adım başı dilenciler, nefes aldırmıyorlar.. Başkent'e hiç de yakışmayan görüntüler!..

Mansur Bey, sizden vatandaş olarak ricam, AŞTİ'yi bir an önce denetlemeniz ve Başkent'e yakışır hale getirmeniz...  Siz, "gidip de bir bakayım" demeyin, tanırlar. Güvendiğiniz bir elemanınızı habersiz gönderin de gördüklerini size anlatsın. AŞTİ'yi temizletmek, değnekçi terörünü bitirmek, Suriyeli mültecilerin ikamet adresi olmaktan kurtarmak için yeni bir kadro da gerekmiyor üstelik!.. Orada vatandaşa hizmet veren büfelerin,lokanta ve diğer benzerlerinin pespayeliğine bakın lütfen!.. Yakışmıyor... Yakışmıyor Türkiye Cumhuriyeti'nin  Başkent'i  Ankara'ya...

Mansur bey, 10 tane proje gerçekleştirseniz, ülkenin en iyi kadrolarını şan olsun diye görevlendirseniz,inanın bana AŞTİ'deki o kötü görüntüleri örtmez. Vatandaş, günlük yaşadıklarını bilir ve ona göre notunu verir... Bir de, yine güvendiğiniz birinden rica edin, AŞTİ'ye gitsin, taksiye binsin, ve şoförle muhabbet edip orada hala döndürülen tezgahları anlattırsın. Benim duyduklarımdan eksik bir şey olursa gerisini  tamamlarım!.. Vatandaşın öncelikleri sizin öncelikleriniz beklemez!..

Lütfen sabırsızlığımız da doğal karşılayın. Ankara'ya deniz getirmenizi beklemiyoruz. Temiz,çağdaş bir Başkent'te yaşamak istiyoruz. Ve bu özlemle kavruluyoruz!..


Ahmet Takan / YENİÇAĞ

27 Haziran 2019 Perşembe

Öldükten sonra sosyal medya...- Elçin Poyrazlar

Teknolojik distopyayı anlatan bilim kurgu Black Mirror dizisinin beşinci sezonunda bir anne beklenmedik intiharı karşısında kızının sosyal medya hesaplarına girmek için çaresizce uğraşır.

Şirket, özel hayatın gizliliği ilkesi çerçevesinde kızının hesaplarına girmesini engellediği için kadın olası tüm şifreleri kalın bir deftere yazar ve neredeyse dini bir ayin gibi şifreleri her gün tek tek dener. Mutlu olduğunu sandığı kızının intiharını anlamak isteyen kadının günde üç deneme hakkı vardır.

Bunun sadece kurmaca bir eser olduğunu düşünüp gerçek olamayacağını sanmayın. Çünkü günümüz teknoloji şirketleri tam da bunu yapıyor. Sevdiklerimiz öbür dünyaya göçtükten sonra sosyal medya hesaplarındaki tüm bilgilere, fotoğraflara, yorumlara, yazılara kısacası tüm verilere şirket el koyuyor ve yakınlarına erişim hakkı sağlamıyor.


Yasalar gereği ölümle birlikte sosyal medya şirketiyle yapılan anlaşmanın da son buluyor olması gerekir. Ancak pratikte işleyiş böyle değil.

Ölülerin yaşamlarının gizliliği
Eğer bir yakınız vefat ettiyse, siz de Facebook, Google, Instagram gibi hesaplarına erişmek istiyorsanız büyük olasılıkla “Size yardım etmek isterdik ancak ölen kişinin hayatının gizliliğini korumak zorundayız” türünden bir mesajla karşılaşacaksınız. Bazı durumlarda konu mahkemelere kadar gidebiliyor.

İngiltere’de klinik psikolog Elaine Kasket All the Ghosts in the Machine (Makine'deki Tüm Hayaletler) isimli kitabında dijital çağda ölümsüzlük yanılsamasını inceliyor.

Kısa süre önce Facebook ölü kullanıcıları için yaş günü bildirileri gönderilmesini engellemek amacıyla yapay zekâ kullanmaya başladığını açıkladı. Yas tutmanın herkes için farklı bir anlamı olduğunu söyleyen Kasket, bir aile bundan üzüntü duyarken başka bir ailenin kaybını bu tür bildirilerle anmak isteyebileceğini söylüyor.

Elbette bu kadar kişisel bir meselenin Facebook gibi sadece kâr odaklı bir şirketin inisiyatifine kalmaması görüşünü de ekliyor.

İnternetteki hayaletler
Peki Facebook ya da diğer platformlar ölülerin hesaplarını geride kalanlara neden teslim etmiyor?

Bunun birkaç nedeni olabilir. Bazı insanlar sadece kaybettiği kişilerin anısı için sosyal medyadaki hesaplarını tutuyor. Hesabını kapatırsa ölü kişiyle temasın sonsuza kadar kopacağı endişesi taşıyorlar.

Öte yandan ölü biri Facebook’taki reklamlardan etkilenmeyecek bile olsa bu kullanıcının verileri analizler gibi şirketin kendi kullanımı için işe yarayabiliyor.

Son olarak hiçbir şey yapmamak Facebook gibi teknoloji devleri için en ucuz hamle de olabilir.

Bu arada yakınlarının sanal izlerine ulaşmak için pek çok kişi ya şifreleri kırıyor ya da ölü kişiymiş gibi davranarak bilgilere erişmeye çalışıyor.

İnternet sayesinde makinelerin içinde yaşamaya devam eden milyonlarca hayalet var bugün.

Ölülerin internette alışveriş yaptıkları ürün için yorumları, tatil tavsiyeleri, forumlardaki soruları ve gülümseyen yüzleri karşınıza çıkabiliyor.

Hatta ölülerle internet sayesinde iletişimde kalacağını düşünenler de azınlıkta değil.

Ölümden sonraki hayatın aslında internet üzerinden bir şekilde sürdüğü, mesajların “internet melekleri” sayesinde öbür dünyadaki sevdiklerimize ulaşacağına inananların sayısını görmek için ölü kişilerin hesaplarına gönderilen mesajlara bakmak yeterli.

Oxford İnternet Enstitüsü bu yüzyılın sonunda Facebook’ta 2 milyar hesabın ölülere ait olacağını tahmin ediyor. Sınırsız hırsın ve iktidarın temsilcisi çağımızın teknoloji şirketlerinin gerçek ile sanal arasında sıkışıp kalmış hayaletlere ve hiç bitmeyen yaslarını tutan kişilere bakarak ellerini ovuşturduğunu görmek nedense beni hiç şaşırtmıyor.

Elçin Poyrazlar / CUMHURİYET