Çelik Gülersoy, “İstanbul yaşanmış ama yazılmamış bir şehirdir” derdi hep. Bundan bağımsız olarak da pek çok yerde “söz uçar, yazı kalır” derdi.
6 Temmuz 2003’te bu dünyadan göçüp gidişinin üzerinden 16 yıl geçen merhum Çelik Gülersoy, yukarıdaki başlığı beğenmezdi diye tahmin ediyorum. Bunu, o kibar İstanbul beyefendisi üslubu ile ifade de ederdi. Çünkü, bir seferinde Nedim’in bu şiiri üzerine konuşurken “Ne demek bir taşına tüm Acem yurdu fedadır, evladım. Gel bunu bir de Acemlere sor” dediğini dün gibi hatırlarım.
Fakat, diğer taraftan bu başlıkla, “Çelik Gülersoy bu şehrin yetiştirdiği, kendine en hayırlı evlatlardandır” demek istediğimi o kıvrak zekâsı ile hemen gördüğünde, yüzünü sessiz bir gurur kaplardı, şüphem yok.
Bugün Çelik Gülersoy’u, sadece sihirli elinin değdiği parklardan, köşklerden, evlerden, mezarlıklardan, çeşmelerden bahsederek değil, yazdıkları ile de anacağım bu köşede. Çelik Gülersoy, “İstanbul yaşanmış ama yazılmamış bir şehirdir” derdi hep. Bundan bağımsız olarak da pek çok yerde “söz uçar, yazı kalır” derdi. Bundan dolayı, kendisi hep yazardı. Annesinin deyimi ile “gecesi gündüzü okumak ve yazmakla geçmişti”.
Çelik Bey’in kitapları, monografları, bir yayıncı olarak yayımladığı, çevirttiği kitaplar, Hürriyet İstanbul ekinde, Cumhuriyet’te yazdığı yazılar. Ve tabii ki, İstanbul Kitaplığı, İstanbul’un mirasına, kültürüne ve tarihine kazandırılmış başlı başına hizmetlerdir. Ve bana sorarsanız, bu diyarlarda sadece söz değildir uçan: O köşkler, binalar, parklar, restorasyonlar da uçtu gitti nerede ise. Ama yazdıkları kaldı. Okumalı, okutmalı onları. varki onlarda.
Öğrenecek o kadar çok şey
Çelik Bey’in 73 yıllık hayatı üç şeye adanmıştı: İstanbul, kitaplar ve çok sevdiği anacığı. İstanbul’a adanmışlığı sadece kültürel mirasını elinden geldiğince korumakla kalmadı. Yazarak ve yayımlayarak da, yazılmamış İstanbul’u kayda geçirmeye adamıştı kendini. Bu, hem bir adanmışlık, hem de bir sorumluluktu. Kendini yetiştiren Cumhuriyete, parçası olduğu Cumhuriyet nesline ve de çok sevdiği Atası’na karşı sorumluluktu. Bunu ifade de ederdi. Tahmin ederim, bu duygu sadece Çelik Bey’e has bir sorumluluk duygusu değildi. Hani 1968 nesli, 1980’ler nesli falan deriz ya. Bu da o Cumhuriyet nesli idi, belki. Rivayet odur ki, 1970’lerde merhum Nejat Eczacıbaşı ve ekinine karşı çok az farkla kazandığı Turing Kongresi’nde, kendisine, “Çelik Beyciğim kaybedecek miyiz, nedir” diyen bir üyeye, “merak etmeyin üstat, ben anasının hayır duasını almış evladım” demiştir. Aynı sorumluluk duygusunu, hayırlı işler yapma arzusunu, insanların hayır duasını alma güdüsünü hayatının her alanında gözlemlerdiniz.
Çelik Bey’in İstanbul üzerine yazılmış 40’ın üzerindeki kitap, monograf, ve yüzlerce makalesi de yine bu sorumluluğun bir parçası idi. İstanbul yaşanmış, ama yazılmamış bir şehirdi ve bu şehrin Çelik evladı kendine düşeni yapacaktı. 1961’de henuz 31 yaşında başladığı yazı hayatına, Sosyal Turizm (1961), Seyahat Acentacılığı (1963), Türkiye’nin Turizm Propagandası (1964), Yıllık Ücretli İzin (1964) gibi monograflar yazarak başlar Çelik Gülersoy.
Turistlerin rehberi
Fransızcası 1966’da, İngilizcesi 1967’de yayımlanan İstanbul Rehberi, İstanbul için bir ilk olup, o yıllarda Türkiye’ye gelen turistlerin tek başvuru kaynağı idi, büyük ihtimal. O nedenle olsa gerek, dünyanın pek çok yerinde ikinci el kitpaçıların Türkiye, Ortadoğu veya seyahat bölümünde hâlâ nüshalarına rastlarsınız. O zamanlar Lonely Planet, Eyewittness rehberleri henüz icat olmamış idi, ve rehberler, gidilecek lokanta, gece klübü veya konaklanacak otelden çok, derin bilgiler içeren kaynaklardı. Çelik Bey’in İstanbul Rehberi de dolayısı ile bugünkü turist rebherlerinden çok daha farklı bir kitaptır.
1970’lerde yazmaya devam eden Çelik Gülersoy, bu on yılın sonlarına doğru çok farklı bir katkıya da imza atmıştır: 1970’lerin ikinci yarısında, Amerika’daki sinemacılık eğitiminden dönen yakını Suha Arın ile birlikte bir dizi belgesel üretimine dalarlar, Çelik Bey’in teklifi ile. Bu ortak üretimin sonuçları Safranbolu’da Zaman, Kapalı Çarsı’da Kırkbin Adım ve Urartu’nun Dört Mevsimi gibi belgesellerdir. Çelik Gülersoy’un etkileyici ve şiirsel dili, Arın’ın usta yönetmenliği ile birleşmiştir. Ve şu sözler dökülmüştür ekrana, Çelik Bey’in kaleminden: “Anı olur zaman içinde Safranbolu. Sevinç olur. Kimi zaman hüzün olur. Kimi zaman öğünç olur. Sokağı ile, evi ile, hayatı ile zaman içinde tarih olur. Kimbilir belkide çocukların düşlerinde gördükleri damları şekerden, duvarları pastadan, pencereleri çikolatadan yapılmış konutları ile masal olur, evvel zaman içinde Safranbolu.” Safranbolu’da ilk restorasyonu gerçekleştirecek olan da yine Çelik Bey olacaktır, Asmazlar Konağı ile.
Kapalıçarşı’da Kırk Bin Adım belgeseli, on yıllardır çarşı içinde yürüyerek bir elinde gümüş, ucu bir kuğu boynu zarifliğindeki ibriği ile şerbet satan bir şerbetçinin dilinden Kapaliçarşı’yı anlatır. “Gümüşler.. Siz bana bakarsınız ben de size. Bir zamanlar kesede para, yelekte köstekli saat, cepte tütün tabakası, belde kemer, elde ayna olan gümüşler..” Bu belgeseller de bir ilktir Türkiye için ve büyük ses getiren eserlerdir. Hazır, Suha Arin, ve belgeseller demişken, su anıyı nakledeyim.
Bir akşam televizyonda tesadüfen, yine bir Suha Arın yapımı olan Cahit Arf belgeseline rast gelince, Çelik Bey, duygulandı ve bana “Suha’yı arayıp, Cahit Arf’in adresini al evladım. Tahminim iyice yaşlanmıştır. Malta Köşkü’nden büyük bir sepet yaptırıp götür” demişti. O akşam öğrendim, vefa sadece İstanbul’da bir semt adı değildi. Yukarıda işlemeye çalıştığım sorumluluk, hayır dua alma vasıflarının bir değişik şekilde yüze vurumuydu bu: Bu sefer, memleketin yetiştirdiği bir dehaya, değere olan vefa ve sorumluluk.
Öyle bir insandı Çelik Bey.
Benzersiz hizmet
1980’lerin ortasında Çelik Gülersoy, Karadeniz Teknik Üniversitesi’nin kendisine vereceği fahri doktora sebebi ile Trabzon havaalanına iner ve o zaman henüz yeni birleşmis olan SHP’nin başkan ve başkan yardımcıları Aydın Güven Gürkan ve Erdal İnönü’ye rastlar. Bu kısa sohbet sırasında Gülersoy’dan fahri doktoranın mimarlık dalından verileceğini öğrenen Gürkan, “edebiyattan vermelilerdi, Çelik Bey” der.
1978’de yayımladığı, ve 1980’lerde genişleterek yeniden basılan “Boğaziçi: Sorunlar, Cözümler” kitabında, Boğaz’daki çarpık imarlaşmaya karşı neler yapılabileceğini, Boğaziçi’nin dokusunun nasıl korunabileceğine dair ciddi öneriler üretmiştir. Öne sürdüğü imar moratoryumu, ve bazı önemli öneriler 1980’de gelen askeri idarece kabul edilmiştir. Fakat, her seçimin bir imar furyası olduğu memleketimizde bu da derde deva olmamıştır.
İstanbul’u yazmak bir şey. Ama İstanbul üzerine, kimi 12. yüzyılda yazılan, binlerce kitabı toplayıp onları İstanbul Kitaplığı olarak araştırmacılara, halka açmak bir başka şey. Bunun dünyada başka örneği var mıdır bilmem. Varsa da çok azdır diye tahmin ederim. Ama bu hizmetin kıymeti nasıl ölçülür, nasıl teslim edilir? Varsın İstanbul’un yeni şehr-emini düşünsün.
Çelik Bey keşke daha uzun yaşasa idi de anılarını bir kere daha gözden geçirse idi diye düşünmüşümdür pek çok kere. Kırk Yıl Olmuş (1988)’de yazılmayan, yazılamayan pek çok konu “Türkiye’ye Bir Işıktı” (1995) kitabında biraz daha açılır. Ama yine de tam değildir. Mesela Çelik Bey üzerinde çok tesiri olan, Nejat Eczacıbaşı ile olan mücadelelerini, daha detaylıca anlatır mıydı? Siyasetçilerle arasındaki, sadece yakın çevresine anlattığı, pek çok kez hayal kırıklığı yaşatan münasebetlerinden bahseder miydi? 6-7 Eylül’de, Çicek Pasajı’nın üzerindeki ablası ve eniştesine ait terzi dükkânından gördüklerini anlatan bir kitap. Ya da askerliğini yaptığı dönemde gidip geldiği Yassıada Mahkemeleri anıları.
Neyin gamı idi bu?
Bu ülkenin sorunlarına da hiç uzak değildi Çelik Bey. Çelik Bey’in Turing’deki efsanevi öğle yemeklerinde, İstanbul’un “kim kimdir” misafirleri ile hep memleket konuları konuşulurdu. Analizler yapılır, tartışılırdı. Ama genelde karamsar bir sonuca bağlanırdı konular. Çelik Bey de kendisine karamsar diyenlere, gerçekçi olduğunu söylerdi. Gençliğin verdiği ateşle karşı çıktığım pek çok konuda, zamanla Çelik Bey’e katılır olduğumu gördüm.
Ölümünün ardından, beraber o muhteşem belgeselleri çektikleri Suha Arin, “duvarı nem, yiğidi gam yıkar” yazmıştı, Çelik Bey için.
Memlekette her alanda olduğuna inandığı yozlaşmanın gamı. Hani daha iyisini biliyorsanız, yaşamış iseniz, kötüsü insanı daha çok etkiler ya. Onun gamı. Annesini kaybetmiş olmanın gamı. Ve en önemlisi de çok hak ettiği değeri, kadri görmemenin ötesinde sürekli önüne çıkarılan engellerin verdiği gam. Yaptıklarını yıllarca beğenmeyen, burun kıvıran kimi mimarlardan tutun da, “restorasyonu iyi ama işletmesi kötü” diye “hınç alırcasına” hayatında işletmecilik vs. yapmamış, köşelerinden ahkâm kesen gazetecilere. Kaynağını sürekli kesen, işlettiği kurumları elinden alan siyasetçilere.. Çelik Bey istemez miydi, eli daha fazla eski binaya, köşke, konağa hayat versin, daha fazlasını kurtarabilsin. Ama bu imkân, bir kaç siyasetçi dışında kendinden hep esirgenmiştir.
Solcusuyla, sağcısıyla.
Çelik Bey bu dünyada çok üretmiş, çok yazmış, çok okumuş ve de “hayırlı” bir evlat olarak ayrıldı: anacığının, Cumhuriyetin, ve İstanbul’un pek hayırlı bir evladı olarak. Ama kadri pek bilinmeden ayrıldı, ne yazıktır. Suha Arın, “bu memleket öl ki sevem memleketidir” derdi. Keşke öyle olsa idi. Bu hafta sonu, bir Çelik Gülersoy kitabı alın: Tepebaşı, Büyükada, Dolmabahçe, Çırağan Sarayları, Kayıklar, eski İstanbul Mezarlıkları, eski İstanbul Arabaları, Beşiktaş, Batı’ya Doğru. Bambaşka bir dünya, Türkiye ve İstanbul ile karşılaşacaksınız. Tabii zaten o eski dünyayı, Türkiye’yi ve İstanbul’u yaşamış olan şanslı ve sayısı giderek azalan nesilden değilseniz.
Çocuğunuza, çocuklarınıza okuyun ya da. Onlara çok büyük iyilik etmiş olursunuz.
Nur içinde yatın, aziz Çelik Bey.
ÖZER KARAGEDİKLİ
Ekonomist
CUMHURİYET