19 Temmuz 2019 Cuma

Gitse Fethullah, gelir Methullah - ALİ SİRMEN

Barış Terkoğlu hepsi de son derece dikkate değer yazılarının dünkünü şöyle bitiriyordu:
- Bir 15 Temmuz’u daha idareyi maslahatlarla, vasat siyasi kavgalarla geçirdik.
Gerçekten de 15 Temmuz girişiminin üçüncü yıldönümünde FETÖ’nün ardındaki gerçeklere ulaşılabilmesi açısından içler acısı durumdayız.

Baksanıza, şimdi de kafasına esenin komisyonun önüne gelmediği, hazırlanışı açısından da tartışma götüren Meclis’in araştırma raporu ortada yok. 

Lafı gevelemenin de gereği yok. Bu iktidar FETÖ olayını araştırmaz, araştıramaz.
Başını en büyük özelliği laiklik karşıtlığı olmak olanların çektiği, yıllar boyunca, iç ve dış güçler tarafından kotarılarak, 21. yüzyılın başında, sivil darbeye hazır hale getirilen bu iktidar, büyük bir koalisyondur. 

Başlarda, liboşların da “yetmez ama evet!” sloganıyla cazgırlığına soyundukları bu koalisyonun beyin takımı ve en değerli parçası ise, Fethullah Bey’in (Hoca) takımı idi.

***
Yavaş yavaş parti içindeki rakiplerini ustaca manevralarla tasfiyede mahir olan Tayyip Bey ile Fethullah Bey’in adamlarını birbirlerinden ayırmak kolay, hatta mümkün bile değildi. Çoğunluk, iki Bey’in de adamı konumundaydı. O dönemlerde kimin eli kimin cebinde belli değildi. 

Dönem, “beraber yürüdük biz bu yollarda, beraber ıslandık yağan yağmurda” dönemiydi. Nasıl olsa ortak hedefe doğru yürünüyordu.

Yıllar içinde deneyimlerini zenginleştirmiş olan Hoca, laik Cumhuriyetin altını oymakta mahirdi. Fethullah Bey’in yardımları olmasa, hedefe bu kadar kolay varılamazdı.
Aydınlanmacı Cumhuriyetin kör topal da olsa yürüyen yapısının yerine biat yönetiminin egemen kılınması projesinin şevk ile yürütüldüğü o dönemde, Fethullah Bey’in adamları ne istedilerse verildi. (İfade bizim değil. Bizzat Tayyip Bey’indir.) 

Ancak bu yolda yürürken, aynı yağmurda ıslananlar arasından kendi iktidarına rakip olduğu kadar ortak olmak isteyenleri de tasfiye eden Tayyip Bey, “Ee, nerede bizim payımız?” diye avuç uzatılacağını da bildiğinden, uyanık davranıyor ve belli bir ölçünün ötesinde güç paylaşmayı istemiyordu.

Orhan Bursalı’nın erken teşhisçilerinden biri olduğu kavga, alttan alta başlamıştı.
AKP’nin önderi, aynı ipte iki cambazın oynayamayacağını zamanında anlamıştı.

***
15 Temmuz darbe girişimi, taraflardan treni kaçırmakta olduğu izlenimine kapılanının aceleye getirilmiş atılımıydı. İktidar darbeyi hain olarak niteledi. Laik Cumhuriyetin yandaşları açısından ise hainlik açısından tarafların ikisi arasında herhangi bir fark yoktu. Tek mesele ümmete dönüştürülmüş milletin egemenliğini kimin elinde tutacağıydı. 

Çatışma acımasız oldu. Fethullah Bey ile Tayyip Bey birbirlerini tasfiyeye girişmişlerdi. Ama kim nasıl tasfiye edilecekti?.. 

Tayyip Bey’in adamlarının çoğu, aynı zamanda Fethullah Bey’in adamlarıydılar. Zorluk bir türlü aşılamıyor, FETÖ’ye terfi ettirilmiş olan Fethullar Bey’in örgütü ile mücadele doğru dürüst yapılamıyordu.

Yapılamaz da, AKP eliyle FETÖ’yle mücadele, “İngiliz Muhipleri” aracılığıyla Kurtuluş Savaşı vermek gibi imkânsızdır. 

FETÖ ile mücadele, laiklik mücadelesinin aydınlanma savaşımının, demokrasi kavgasının ayrılmaz bir parçası olduğu zaman başarıya ulaşabilir.


Asıl amacı, milleti ümmete çevirme olan davanın erleri arasında ayırım yapılamaz.
FETÖ’yü engellemek için başka cemaatlerle ittifak arandığında da yine ümmet yandaşlarıyla kol kola yürünmesi zorunluluğu değişmeyecektir.

Bu durumda ne fark eder ki? 

Yani “gitse Fethullah, gelir Methullah” durumları...

Ali Sirmen / CUMHURİYET

THK’nin ‘hurda uçakları’ bakın neler yapmış! - Tuncay Mollaveisoğlu

*Suriye’nin Türkiye sınırına yakın bölgesinde orman yangını çıktı. Yangına Türk Hava Kurumu’nun (THK) uçakları müdahale etti.

*Başbakan Erdoğan’ın talimatı ile 2 adet CL-215 amfibik yangın söndürme uçağı İsrail’deki büyük yangına müdahale etti. İsrail Başbakanı, THK Ateş Kuşları ekibinin büyük desteği için teşekkür etti.

*Cumhurbaşkanı Erdoğan Türk Hava Kurumu’nun yangın söndürme uçaklarını Gürcistan’daki orman yangını için görevlendirdi. 4 pilot ve 6 teknisyenin başarısı üzerine Gürcistan Başbakanı teşekkür etti.

*Ukrayna Başbakanı Poroşenko, yangınlara THK’nin söndürme uçakları ile destek sözü veren Erdoğan’a teşekkür etti. “Dost kara günde belli olur” dedi...


*Arnavutluk olası yangınlara karşı Türk Kuşu’ndan destek istedi.

*İtalya THK’den uçak kiralamak için masaya oturdu...

Farklı tarihlerde, Türk Hava Kurumu’na ait uçakların bölgemizdeki yangınlara yaptığı müdahalelerden birkaçı sadece bunlar...

Komşu ülkeler yangınlara karşı Türk Hava Kurumu’ndan destek isterken, Orman Bakanlığı’nın Muğla’daki yangında THK’ye “size gerek yok” demesi garip değil mi?

Türkiye’nin son bir haftadır gündemine oturan Muğla’daki orman yangını ile ilgili soru işaretlerini gündeme getirmiş, THK uçaklarının yangına neden müdahale etmediklerini sormuş, Orman Bakanlığı’nın yangın söndürme işini beton ve mimarlık işi yapan bir şirkete nasıl verdiklerini gündeme taşımıştım.

Orman Genel Müdürlüğü Cumhuriyet gazetesinde birkaç gün boyunca deşifre ettiğim, Meclis’te soru önergelerine konu olan haberle ilgili açıklama yapmış. 

Demiş ki: THK’ye ait uçaklar çoğunlukla 1970’li yıllarda üretilmiş ve günün ihtiyaçlarını karşılayacak teknolojik donanıma sahip değil.

İyi ama: 2009 yılında o dönemde başbakan olan Erdoğan’ın talimatı ile THK’ye yangın söndürme uçakları alınmıştı. Yani Erdoğan hurda uçakları mı satın aldırdı?

Madem bu uçakların teknolojisi çok geri, nasıl oluyor da komşu ülkelerdeki yangınlara müdahale edebilecek performans gösteriyor?

Orman Müdürlüğü açıklamasında pahalı olan uçakların yerine helikopterleri tercih ettiklerini söylüyor. Yangın söndürme işinde hem uçak hem helikopter kullanılır. Uçak ve helikopter arasında “bütçeye bakarak” tercih nasıl yapılır? İki farklı hava aracı birbiri ile nasıl kıyaslanır?

Müdürlük açıklamasında, haberde yer alan, uçakların su taşıma kapasitesinin helikopterlere oranla 4-5 kat yüksek olduğu bilgisine de itiraz ediyor. Müdürlüğe göre helikopterler THK’nin uçaklarının yarısı kadar su taşıyabiliyor.

Oysa bu bilgi de gerçeği yansıtmıyor. Uçakların kullanım kılavuzunda 6 ton su taşıma kapasitesine sahip oldukları yer alıyor. Buna karşın helikopterler 1.5 ton su taşıyabiliyor.

Yine orman müdürlüğü, helikopterlerin türbülans nedeni ile özellikle çam yangınlarını daha fazla körüklediği bilgisini de “gülünç” buluyor. On binlerce ağacın, kuşun, sincabın, ceylanın, masum savunmasız binlerce hayvanın can verdiği bir olayda ben “gülünç” olabilecek bir meseleye rastlamadım.

Tersine 30 yıllık orman bölge müdürlüğü yetkilileri, uzun yıllardır yangınlara müdahale eden usta pilotlar bu gerçeğin altını çiziyor. Helikopterler çam yangınlarında türbülansa neden olup yangını körükler... Yangınlara helikopterlerden önce yangın söndürme uçakları müdahale eder. Helikopterler daha çok “soğutma” sürecinde kullanılır.

Meselenin “ihale” bölümüne burada girmiyorum bile... Önceki yazı ve haberlerimde yer verdim...

Bence bakanlık ve müdürlüğü savunma yapmak yerine şapkayı önüne koymalı ve hâlâ yangın ihtimali olan cennet bölgemizde bir sonraki yangına nasıl müdahale edeceklerinin bilimsel, gerçekçi planını yapmalı...

Tuncay Mollaveisoğlu / CUMHURİYET

18 Temmuz 2019 Perşembe

‘Asya Yüzyılı’ ve G3 - Mehmet Ali Güller

İçinde bulunduğumuz çağın en önemli gerçeği şudur: ABD’nin “21. yüzyılı Amerikan Yüzyılı yapma” hayali bitti. 21. yüzyıl, Asya Yüzyılı oluyor...

Kuşkusuz emperyalist ABD bunu kolayca kabul etmeyecek, etmiyor. Çin-Rusya ortaklığına karşı ABD Hindistan ittifakı kurmaktan, Çin’le “ortak liderliğe” kadar pek çok seçeneği önünde tutuyor. Fakat ABD açısından sorun şu ki, bu seçeneklerin birçoğu seçenek olmaktan uzak.

Çünkü asıl mesele üretim meselesi ve “yaşlı kapitalizm” miadını dolduruyor. Kapitalist dünyanın merkezinde, artık insanlar umudu başka yerde arıyor: Sosyalizmde!
National Interest’in yayımladığı Harris Poll araştırması önemli: 1981 ile 1996 yıllarında ABD’de doğan 23-38 yaş arasındaki “Y” kuşağı gençlerinin yüzde 49.6’sı, yaşamlarını  sosyalist bir ülkede sürdürmek istiyor. Amerikalıların dörtte üçü sağlığın, üçte ikisi de eğitimin ücretsiz olmasını istiyor. 

Yani kapitalizm artık kendi merkezinde reddediliyor!

ABD’nin Çin’e karşı müttefik arayışı
Aslında tablo ABD açısından sürpriz değil. Zira ABD’li uzmanlar daha 1990’ların başından itibaren Çin’le ABD arasındaki makasın kapanacağını görüyorlardı. Fakat bu kadar hızlı olacağını hesaplayamadılar. 1990’larda ekonomik büyüklükle ilgili makasın 2050’de kapanacağını hesapladılar, 2000’lerin başındaki hesaplarında bunu 2030’a çektiler. Fakat makas 2014’te kapandı! 

Şimdi ABD üretim, ticaret ve ekonomik büyüklükteki gerilemesini, çok önde olduğu silah gücüyle dengeleme arayışında! 

Stratejik düzeyde ise tablo şu: ABD, 1990’larda Çin’e karşı “daha geniş Batı” stratejisi uygulamak istedi. Çin’i dengeleyecek “daha geniş Batı”da Rusya olmalıydı: Rusya-AB ilişkileri, NATO-Rusya ortaklıkları denendi ancak olmadı. Tersine Rusya, Çin’le stratejik ortak oldu! 

ABD’nin işi artık daha zordu. Bu kez sadece Çin’e karşı değil, Çin-Rusya ittifakına karşı da terazide ağırlık yapacak bir müttefike ihtiyacı vardı.

O müttefik ise ancak Hindistan olabilirdi. Çin’e yetişen nüfusu ve hızla büyüyen ekonomisiyle Hindistan, “çok merkezli dünya”nın ABD, AB, Çin ve Rusya’dan sonra beşinci merkeziydi.

Pentagon’un Hint-Pasifik strateji raporu
Soğuk Savaş boyunca ABD ya da SSCB kampında yer almayarak Bağlantısızlar Hareketi’ne liderlik eden Hindistan, aslında o konumuna yakın bir pozisyonda durabilmeye çalışıyor: ABD’yle de, Çin’le de iyi geçinmeye çalışıyor. 

ABD’nin Hindistan planına karşı hamle yapan Pekin ve Moskova, Yeni Delhi’yi tarihsel sorunlar yaşadığı Pakistan’la birlikte Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üye yaptı. 

ABD ise Hindistan’dan vazgeçme lüksüne sahip değil. Pentagon’un 1 Haziran’da açıkladığı “Hint-Pasifik Strateji Raporu”, daha adından başlayarak, bunun en somut örneği. Kavram olarak “Asya-Pasifik”i kullanan Pentagon, artık “Hint-Pasifik” kavramını kullanıyor. 

64 sayfalık raporun özeti ise şu: ABD, kendi batı kıyılarından Hindistan’ın batı kıyılarına kadar olan bölgeyi “ABD’nin geleceği için en kritik bölge” ilan ediyor. Çünkü “dünyanın en büyük 10 ordusundan 7 tanesi Hint-Pasifik’te bulunuyor. Bölgedeki 6 ülkede nükleer silah var. Dünyanın en işlek 10 limanından 9’u burada. Dünya deniz ticaretinin yüzde 60’ı buradan yapılıyor.” 
Pentagon raporuna göre “ekonomik, siyasi ve askeri yükselişiyle 21. yüzyılın en belirleyici unsuru” olan Çin ise ABD’nin esas rakibidir. 

Ya müttefik? 

Rapora göre ABD’nin 2016’da “büyük savunma ortaklığı” statüsü verdiği Hindistan!

G20’de iki G3
Japonya’daki son G20 Zirvesi, esas bu yönüyle önemliydi: Hindistan önümüzdeki dönemin büyük çarpışmasında nerede olacak?
G20’de o nedenle iki de G3 Zirvesi yapıldı:
1. G3: Çin-Rusya-Hindistan zirvesi.
2. G3: ABD-Japonya-Hindistan zirvesi.
Kısacası iki G3’ün ortak bileşeni olan Hindistan’ın pozisyonu, büyük güçlerin büyük stratejilerinin en önemli sorunu olacak. ABD “kritik bölge”de duyduğu ihtiyaç nedeniyle, hem ŞİÖ’de hem de BRICS’te Çin ve Rusya’yla birlikte hareket eden Hindistan’ı yanına çekebilmek için çok uğraşacak.

Mehmet Ali Güller / CUMHURİYET

Ekrana ‘kriz’ golü - ARİF KIZILYALIN

Kulüpler Birliği, TFF ve yayıncı kuruluş arasındaki para kavgasının arkasında ülkenin bozulan ekonomisi var!

Geçen sezonun sonundan bu yana TFF, kulüpler ve yayıncı kuruluş beIN Sports arasında yaşanan ‘ödeme krizi’nin perde arkasında bozulan Türkiye ekonomisi çıktı. Yaklaşık 2 aydır yapılan toplantılarda uzlaşamayan taraflar, birbirlerini ‘yerine getirilmeyen sözler’ nedeniyle suçlarken, beIN Sports’un zarara karşın 1 yıl daha taahhütlerini yerine getireceği ancak gelecek yıl Türkiye pazarından ayrılabileceği öne sürüldü. 

Önceki yıllarda, bireysel satışların yanı sıra toplu maç izlenen kafe, restoran, lokal, otel gibi alanlardan parar kazanan yayıncı kuruluş, yüklü ödeme yapan bu kurumların geri çekilmesiyle önemli bir zarara uğradı. Ayrıca geçen sezonlarda dönem dönem Fenerbahçe, Beşiktaş, Galatasaray ve MKE Ankaragücü taraftarlarının başlattığı, “dekoderler iade” hareketinin de önemli bir zarara yol açtığı yayıncı kuruluşa yakın kaynaklarca doğrulandı. 4 büyük kulübün yöneticileri arasındaki gerginliğin yol açtığı dekoder iadeleri de eklenince beIN Sports, yıllık 100 milyon doların üzerinde zarar etmeye başladı.

Kaotik ortam soğuttu
Bağımsız denetçilere göre; Avrupa’nın naklen yayınlara en fazla ücreti ödeyen ülkesi olan Türkiye’ye 3 yıl önce Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ricası ile yatırım yapan Katarlı şirket beIN Sports, o günlerde sezonluk 321 milyon dolar sınırında olan yayın ücretini 500 milyon dolara çıkardı ve Süper Lig’in yayıncısı oldu. Ancak işler istenildiği gibi gitmedi. Türk futbolunda kulüpler arasında yaşanan rekabetin yarattığı kaotik ortam nedeniyle, şampiyonluk yarışından kopan kulüplerin taraftarları şifre çözücülerini iade etmeye başladılar. 

Bu kaosher yıl farklı bir kulübün başını çekmesiyle devam ederken, 24 Haziran 2018 sonrası döviz kurunda yaşanan dalgalanma, maddi olarak da spor seyircisini olumsuz etkiledi. Maçları naklen yayınlayıp para kazanan kafe, restoran, otel, lokal gibi alanların zarar ederek yayıncı kuruluşla olan sözleşmelerini iptal etmeleri, beIN Sports’un hesaplarını altüst etti. Bu süreç içinde TFF ile ters düşen yayıncı kuruluş, Yıldırım Demirören federasyonundan dijital pazarlama, ek paket satışı konusunda da istediği yardımı alamadı. Kulüplerin, maç yayını öncesi ve sonrasında çıkardığı zorluk da reklama umudunu bağlayan yayıncı kuruluşun zararını katladı.

Kulüpler rest çekti, TFF zorda
Geçen sezonun sonunda bıçak kemiğe dayandığında Katarlı şirket, yaşadığı sorunları önce TFF, sonra Kulüpler Birliği ile paylaşıp indirim ve döviz kurunun tamamının sabitlenmesini istedi. 

Kulüpler, indirim konusuna sıcak bakmayınca yayıncı kuruluş ekonomik darlığı gerekçe göstererek geçen hafta yapılması gereken ödemeyi gerçekleştirmedi. TFF’nin yeni yönetimi kasasındaki rezerv paranın Yıldırım Demirören döneminde kulüplere verilmesi nedeniyle “mahsuben ödeme” yöntemini işletemeyince Kulüpler Birliği, transfer döneminin en sıcak günlerinde yaşanan para krizi nedeniyle, “Gerekirse teminat mektubu kullanılsın” kararı aldı. Sözleşme gereği TFF’yi muhattap kabul eden Kulüpler Birliği Vakfı’nın.

TFF’nin zararı 80 milyon dolar
TFF ve kulüplerin yaşadığı zorluğun bir nedeni de yıllarca öncesine dayanan ek paket yayın hakkı konusunda yaşanan anlaşmazlık. TFF ile yayıncı kuruluş 80 milyon dolarlık ek paket ödemesi nedeniyle mahkemeleşmiş, TFF faiziyle 90 milyon doları geçen bu davayı kaybetmişti. Söz konusu parayı peşin alıp kulüplere dağıtan TFF’nin, kaybedilen bu dava nedeniyle rezerv para sorunu yaşadığı biliniyor.

Arif Kızılyalın / CUMHURİYET

Kamu emekçisinin sendikal esareti devam ediyor - Alpaslan Savaş

Kamu emekçileri sendikalarının üye sayılarını gösteren Bakanlık istatistiği 6 Temmuz 2019 tarihli Resmi Gazete’de yayımlandı. İstatistik yılda bir kez Temmuz ayında yayımlanıyor.

TKP Emek Merkezi bugün yayımladığı bir raporla istatistiği değerlendirdi. Son bir yıl içinde çalışan sayısı, sendikalı sayısı ve sendikalaşma oranlarındaki değişimin yorumlandığı çalışmada ilgi çekici bulgular yer alıyor. Tek cümle ile özetleyebiliriz: Kamu emekçisinin sendikal esareti devam ediyor. Üstelik uzun zamandan beri…

Kamu emekçilerinin başında, AKP döneminde palazlanan bir Memur-Sen belası var. Bu bela kimi zaman enflasyon altında zamma, kimi zaman üye olmamak için direnene sürgün cezasına neden olabiliyor. AKP iktidara gelmeden hemen önce üye sayısı 41 bin olan, şimdi ise 1 milyonu devirmiş bir kontrol aparatı bu.

Yaklaşık sayıları vereceğim; 2,5 milyon çalışan kamu emekçisinin 1,7 milyonu sendikalı. Yüzde 70’e dayanmış bir sendikalılık oranı demek bu. Gören, duyan Türkiye’de güçlü bir memur hareketi olduğunu zanneder. Oysa durum başka. Kamu emekçileri sendikalı ama örgütsüz! Sendika eliyle sendikasızlaştırma diye de adlandırabiliriz. İşçi sendikalarında da çok örneği var.

Söz konusu sarı sendikalarsa, tek ata oynandığı görülmemiştir. Memur-Sen’den önce Türkiye Kamu-Sen vardı. KESK’in yükselişine karşı bu konfederasyon devreye sokulmuştu. Hâlâ var. Memur-Sen yükselirken Türkiye Kamu-Sen yedekte tutuldu. Biri badem, diğeri çengel bıyıklı sendikadır. Yıllar sonra ilkinin üye sayısındaki artışın durduğunu, diğerinin ise ilk kez üye sayısını en fazla arttıran konfederasyon haline geldiğine tanık oluyoruz. Emek Merkezi’nin raporu Kamu-Sen’deki bu büyümenin altını çiziyor. MHP’nin meyveleri toplamaya başladığını söyleyebiliriz.

KESK ise yangın yeridir. OHAL’den bugüne üyelerinin yüzde kırkını kaybetmiş durumdadır. Ve artık kimse bunun tek nedeninin hükümetin konfederasyona karşı yürüttüğü sistematik saldırı olduğunu söylememelidir. KESK en az bunun kadar tasfiyeciliğin ve Kürt hareketinin sendikal alandaki pragmatizminin bedelini ödemektedir. BES, SES, BTS, Eğitim-Sen… Her biri Türkiye memur hareketinin kilometre taşıdır ve bugün üye sayıları kamu emekçileri içinde yüzde 2 ile 6 arasında değişmektedir.

Bu tablo altında kamu emekçileri için 5'inci dönem toplu sözleşme görüşmeleri başlayacak. Açıklanan istatistiklere göre 11 hizmet kolu için toplu sözleşme masasında temsiliyet bu yıl da Memur-Sen üyesi sendikalarda olacak. Geçtiğimiz hafta kamu işçileri için yüzde 5 zam teklif eden hükümetin devlet memurları için 1 Ağustos’ta başlayacak sözleşme görüşmelerinde bundan farklı bir yaklaşımda bulunmasını kimse beklemiyor. Üstelik Memur-Sen bir önceki dönemde altışar aylık dilimler için bu oranın bile altına imza atmıştı. Şimdi bu ekip yüzbinlerce kamu emekçisinin hakları için sözde pazarlık yürütecek! 


İş güvencesi ortadan kaldırılmış. Toplu pazarlık hakkı yok. Grev hakkı yok. Çalışanın her şeyi kurumdaki siyasi otoritenin iki dudağı arasına sıkışmış. Ama ortada koca koca sendikalar, yüzde 70’lere varan sendikalaşma oranları, on binlerce üyesi olan konfederasyonlar var. 

Büyük bir statüko oluşturuldu ve tüm aktörler bu statükonun parçası haline geldi. Kamu emekçilerinin önemli mücadeleler sonucu elde ettiği sendikal haklar böylece kullanılamaz duruma geldi.

Kimse “ben de bir yer kaplıyorum” diye düşünmesin. Kamu emekçilerinin sendikalaşmasında esas mücadele bu statükoya karşı verilmelidir. Bir de unutulmamalıdır. Büyüğüyle küçüğüyle statüko statükodur.

Alpaslan Savaş / SOL 

17 Temmuz 2019 Çarşamba

FETÖ’cülükle nasıl mücadele edilir? - BARIŞ DOSTER


“Tarihimizle yüzleşelim”, “geçmişimizle hesaplaşalım” gibisinden sözler, bir zamanlar numaracı Cumhuriyetçilerin ve FETÖ’cülerin en sevdiği laflardı. 

Darbeye kalkışan, Meclis’i bombalayan, halkın üzerine tankla yürüyen, 251 yurttaşı şehit eden bir terör örgütünü, uzun süre “hizmet hareketi”“emekli vaizin liderlik ettiği cemaat”“sivil toplum kuruluşu” olarak pazarlamışlardı. 

Cemaatin kanallarına çıkar, gazetelerinde yazar, Abant’ta toplanır, bol bol sivil toplumculuk oynarlardı. Demokrasi, özgürlük, insan hakları nutukları atarlardı.  

Atatürk’e, Cumhuriyete, Kemalizme söverlerdi. O günler iktidar blokuyla aralarından su sızmazdı. FETÖ’cülerin beslediği bu zevat, eğitim ve sağlık kurumlarından holdinglere, medya organlarından bürokrasiye, işçi sendikalarından spor kulüplerine dek geniş bir alana yayılan örgütün gücünü, aldığı dış desteğin çapını, mali kaynaklarının çeşitliliğini hiç sorgulamazdı.

Ne zaman ki, 15 Temmuz 2016’da FETÖ darbeye kalkıştı, Türkiye o zaman gerçeği anladı. Arkasına emperyalizmi alan, bir darbe girişiminin ötesinde, Türkiye’yi işgal etmek, iç savaş çıkarmak için programlanan darbecilerin siyasette, iş dünyasında, sivil-asker bürokraside nasıl örgütlendiklerini öğrendi. 

Peki, geçen sürede darbecilerle hesaplaşmak, bir daha darbe yaşamamak için gerekli dersler çıkarıldı mı? 
Tarihsel muhasebe yapıldı mı? 
Siyasal ve toplumsal özeleştiri verildi mi? 

Birlikte tartışalım...

Birincisi; darbecilerle mücadele için etkin ve yetkin bir hukuk sistemi, tarafsız ve bağımsız bir yargı düzeni, halka güven veren, hızlı, saygın bir adalet mekanizması şart. Bu olgunluğa ulaşmış bir hukuk devleti, Batı’nın hukuk ve insan haklarını gerekçe gösterip, Türkiye’nin içişlerine karışmasını da baştan engeller. 

İkincisi; devlet yönetiminde, bürokraside ehliyeti, liyakati, Cumhuriyete, millete sadakati, hukukun üstünlüğüne bağlılığı esas alan bir işleyiş zorunlu. Devlet yönetiminin, bürokrasinin tarikat-cemaat kota ve kompartımanları üzerinden parsellenmesi; tarikat aidiyetinin, cemaat mensubiyetinin, parti vesayetinin öne çıkması, bürokrasinin siyasallaşması, devleti işlemez hale getiriyor. Yurttaşın devlete olan güvenini, saygısını, bağını zayıflatıyor.

NATO’culuk ve FETÖ’cülük
Üçüncüsü; Atatürk’ün “Cumhuriyet bilhassa kimsesizlerin kimsesidir” diyerek vurguladığı gibi, Cumhuriyetin halkçı, kamucu, eşitlikçi, toplumcu karakterine dönmesi gerekli. Yoksul ailelerin zeki, akıllı, başarılı çocuklarına devletin okulları, yurtları sahip çıkmazsa, bu çocukların kimlerin eline düştüğünü, nasıl yetiştirildiğini, beyinlerinin ne ölçüde yıkandığını 3 yıl önce yaşadı Türkiye. 

Dördüncüsü; emperyalizm destekli tüm terör örgütlerinin yurtdışı destekleri ve mali kaynakları çökertilmeli. 15 Temmuz 2016’dan beri darbecilerin ABD ve Almanya tarafından nasıl kollandığı malum. Darbe gecesi İncirlik Üssü’nde Türkiye aleyhine ne dolapların çevrildiği biliniyor. NATO’culukla hesaplaşmadan, FETÖ’cülükle mücadele eksik kalıyor.

Beşincisi; laikliğin, laik eğitimin, laik toplumun, laik devlet yapısının zayıf düşmesiyle, ABD destekli FETÖ’nün güçlenmesi arasındaki ilişki doğru kurulmalı. Aklı ve bilimi dışlayıp, dini özünden uzaklaştırıp, kerameti kendinden menkul tarikat şeyhlerinin önünü açınca, ülkemizin başına ne belaların geldiğini, hem 15 Temmuz gecesinden hem çocuk istismarından, tacizden, tecavüzden, badeci şeyhlerden biliyoruz. 

Sözün özü; Cumhuriyetten uzaklaşmak, darbeleri önlemiyor. Tersine, önünü açıyor.

Barış Doster / CUMHURİYET

İmamoğlu-Babacan partisi - Volkan Algan

Adam en son 4 yıl önce bir tweet atmış. Sonra mı? Gören duyan yok. Gel gör ki şimdi herkesin dilinde, 23 Haziran sonrasındaki tüm senaryolarda adı geçiyor. Ama hâlâ tek kelime etmedi. Olsun, onun adına konuşmaya hevesli çok kişi var. 

Demek artık konuşmadan da, hatta görünmeden de siyaset yapılabiliyor. Tabii bu durum yönetimine talip olduğu memleket için böyle. Yoksa dünya sermayesiyle ilişkiler alabildiğine sürüyor. En son G20 raporunun hazırlanmasında imzası olanlar arasında adını duyduk. Erdoğan yönetiminin Batı sermayesiyle gerilimli ilişkisi sürerken, aileden birisinin onun kontrolü dışında böyle işlere girmesinin canını sıktığını tahmin etmek zor değil. Tıpkı emperyalizmin isim tercihlerinin tesadüf olamayacağını tahmin edebileceğimiz gibi.

Ali Babacan’dan bahsediyoruz. Ziyadesiyle sıkıcı, bırakın lider olmayı en fazla görev adamı olabilecek piyasacı bir ekonomist. Normalde en önde olacak bir kumaş taşımadığı belli. Ama bu yüzden de uygun bir isim olduğu anlaşılıyor. En önde mi olur orası ayrı, o kadar da mühendislik tutmaz bu işlerde, ama bir rol almasının istendiği belli.

Davutoğlu böyle ol(a)madığı için aynı ekip tarafından istenmiyor. Kifayetsiz muhterisliği, fazla ideoloji yüklü olması nedeniyle iktidarın geçmiş günahlarına ortak olduğu gerçeğini gizlemesi zor Davutoğlu’nun. Babacan'ın renksizliği ve sıkıcılığı ama en çok da piyasa ile diyaloğu nedeniyle, AKP iktidarının suçlarına en az Davutoğlu kadar ortak olmasına rağmen, gözlerden kaçabileceği düşünülüyor. Arkasındaki gücün Gül olduğu gerçeği de bu söylenenleri tamamlıyor. Birbirlerine çok yakışıyorlar.

Erdoğan’ın hareketin önderi, devletin başında olması, sanılanın aksine onu daha kararsız, zaman zaman uzlaşmacı ve genelde ittifaklara açık bir pozisyona itti. Oysa Gül ekibinin böyle bir sorunu pek olmadı. Perde gerisinden, Erdoğan’a göre daha rahat bir ajandayla hareket etme, hem emperyalizme hem de gerici ilişkiler ağına daha sadık olma imkanına sahip oldular. Erdoğan’ın pozisyonuysa herhangi bir ittifaka uzun süreli sadakate izin vermiyor.

Geçtiğimiz günlerde Barış Terkoğlu’nun eski AKP’li bakanlardan Erkan Mumcu’yla Odatv’de yayınlanan röportajı, kendi bilgilerimizle tabloya bakınca söylediklerimizi doğruluyor.

Mumcu, Gül’ün Cumhurbaşkanı seçildiği seçimlerde Erdoğan’ın askerlerle bir başka isimde ortaklaşmaya hazır olduğunu, ancak Gül ve Arınç ikilisinin Cemaat’in de desteğiyle 367 krizini tetiklediğini ve Gül’ü köşke çıkaran süreci yönettiğini iddia etti.

Mumcu’nun röportajda Erdoğan’ı kollamasındaki amacın ne olduğunu şimdi bir kenara bırakalım. O ayrı bir konu.

Gül’ün Erdoğan’a kıyasla Cemaat’le daha istikrarlı bir ilişkisi olduğunu anlıyoruz. Bunun aynı zamanda ABD ve AB ile de daha “uyumlu” olmak anlamına geldiğini düşünebiliriz. Bunu görebiliyorduk.

Aslında bu tür ifşaatlarda, belli bir akıl süzgecinden geçirdikten sonra, doğruluk payı olduğunu kabul etmekte sakınca yok. 
Çünkü birbirlerini gammazlıyorlar. 

Gelelim bugüne...
Bu renk vermeyen sinsilerin zemininin olgunlaşmasında Erdoğan’ın önemli bir payı var. 

Onun lider rolünün yönetim sistemindeki değişiklikle birlikte giderek tek ve yalnız adamlığa evrilmesi sürecinden bahsediyoruz. 

“Halkın demokratik özlemleri var”, “tek adamlığa tepki var” gibi sığ değerlendirmeleri liberallere bırakalım. Öyle olsa AKP çoktan gönderilirdi. 
Kapitalizm bu, eninde sonunda ekonomi tekleyecek, çatışmalar çıkacak, insanlar ölecek, birileri hapse girecek, baskı olacak. Bugün değilse yarın. Dolayısıyla sistem teklemeye başlayınca bir zamanlar Erdoğan’la iktidarı paylaşanların bile “demokrasi” havarisi kesilebileceği bir zemin ortaya çıktı. Zaten uzun süredir aportta bekliyorlardı.

Söylemiştik, Gül’ün kendini temize çekmesi, ya da öyle olduğunun kabulü Erdoğan’ın arkasında saklanmasıyla mümkün olabilmişti. Şimdi tüm bir sistem Erdoğan’ın arkasında kendisini temize çekmeye çalışıyor. 

Cumhurbaşkanlığı sisteminin Meclis’i işlevsizleştirmesi, yürütme ile partiler ve dolayısıyla kitleler arasındaki bağı zayıflatması, Türkiye gibi çok dinamikli bir ülkede dengeleri tutmakla yükümlü hukuk ve bürokrasinin altını boşaltması ve son karar mercii olarak tek kişiyi tarif etmesi, icrayı siyasetten kopardı. 

Özetlersek siyaset kurumunu alabildiğine tasfiye edip, daha apolitik, piyasayı önceleyen ve denetlenmesi asgariye indirilmiş bir yürütme sistemi Türkiye’ye dayatıldı.

Şimdi bu sistem tartışmaya açılıyor, aksaklıkları düzelteceklermiş. Ama sermaye için asıl önemli olan özü yerinde kalması kaydıyla. Kılıçdaroğlu da eskiye dönmek istemediklerini belirtmişti. 

Oysa Erdoğan’ın anlamadığı ya da kabul etmek istemediği şey bu sistemdeki önemli aksaklığın kendisi olduğu gerçeği. 

Siyasetin etkisizleştirildiği, denge mekanizmalarının ortadan kaldırıldığı bir devlet sistemi kuracaksınız, bunun başında da gelmiş geçmiş en köşeli ve politik figürlerden birisi olacak! 

Siyasetin kanallarını tıkayacaksınız, ama beri yandan memleketteki tüm siyaset damarlarını canlı tutacak bir figür orada durmaya devam edecek. 
Bu olmazdı, olmuyor da. 

Bu çelişkiyi Erdoğan kendisi yarattı. Belki de buraya ittirildi. Bunun bir önemi yok. Buradan dönebilir mi? Müneccimlik yapamayız, bu saatten sonra zor, ama manevra kabiliyeti yüksek bir siyasetçi olduğunu da biliyoruz. Hâlâ gücü var.
Sonuç olarak devlet yönetiminin kişiselleştirildiği ve apolitikleştirildiği bir mekanizma hazırlanmış oldu.

Sermaye açısından apolitikleşmede sorun yoktu. Ama kişiselleştirme, hele ki bu kişi Erdoğan’sa handikaplı.

İmamoğlu, Babacan vs... İsimler değil ama onlara yüklenen anlamlar tartışmaya değer. Çünkü isimler değişebilir, üç günde sahneye çıkabildikleri gibi, aynı hızla uzaklaşabilirler.

Genelde kimin iktidara geldiğinin daha az önemli olduğu bir politik atmosferde mutabık kalındığı anlaşılıyor. Normalleşme-kucaklaşma dedikleri bu. O yüzden bu seçenekler arasında da belirgin farklar olmaması, ama piyasanın ihtiyaçlarının öncelenmesi şimdilik tercih sebebi. En azından Erdoğan’a kıyasla böyle denebilir. Zira kapitalizm suni ayrımlar yaratarak esas olanı gizlemede beceriklidir.

Bu pilav daha çok su kaldırır. Kolay çözümse, çözümsüzlüğün devamını garanti altına alıyor sadece. 

Volkan Algan / SOL

Kıbrıs etrafında sorunu dönüştürmek - Mustafa Türkeş

Kıbrıs adası etrafında bulunduğu ve/veya var olduğuna inanılan fosil yakıt rezervleri üzerinden yaşanan gerginlik giderilemiyor, ilgili ilgisiz diğer aktörlerin devreye girmesiyle taraflar mevzi kazanmaya çalışıyorlar.

Geçtiğimiz ay AB Konseyi Türkiye’yi Kıbrıs adası etrafında petrol ve doğal gaz arama faaliyetlerini uluslararası hukuka aykırı olarak yürütmekle itham etti. İki gün önce biraz daha ileri giderek, AB Konseyi dışişleri bakanları toplantısında, Türkiye’ye karşı yaptırım uygulama kararı alındı.


Türkiye dışişleri bakanı yaptırımları ciddiye almadığını açık bir dille belirtti ve "oraya daha çok arama gemisi göndereceğiz" dedi. 

Hamasi duyguları okşama ve körükleme yalnızca bizimkilere mahsus değil, Yunanistan’ın merkez sağ hükümetinin yeni dışişleri bakanı da benzer bir tutum takındı. AB Konseyi dışişleri bakanları toplantısında Türkiye’ye karşı yaptırım kararı alınmasından övgüyle bahseden Yunanistan dışişleri bakanı Türkiye’yi AB üzerinden cezalandıralım demekte.

Bütün bunlar yaşanırken Kıbrıslı Türk lider Mustafa Akıncı, Kıbrıslı Rum lider Anastasiadis’e BM’nin Kıbrıs özel temsilcisi üzerinden fosil yakıtların paylaşımı konusunda bir öneri sunduğu haberi yer aldı.
  
9 Maddeden oluşan öneri şunları kapsıyor: (Bkz: Akıncı’nın 9 maddelik önerileri)
“Öneride, adanın iki ortak sahibi olarak Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıslı Rumların doğal gaz kaynaklarında da eşit haklara sahip oldukları ve her iki toplumun da bu kaynaklardan eş zamanlı olarak adilane bir şekilde yararlanması gerektiği vurgulanıyor.”

“Kararların uzlaşı ve oybirliği ile alınacağı, iki toplumun eşit temsil edileceği, BM gözetiminde ve AB’nin gözlemci olarak katılacağı ortak bir hidrokarbon komitesi kurulması öneriliyor. Komiteye ayrıca gerek görülmesi halinde uluslararası bağımsız enerji uzmanlarının davet edilebilmeleri de yer alıyor.”

“Hidrokarbon konusunda varılacak bir uzlaşmanın, Kıbrıs sorununun kapsamlı çözümüne ilişkin Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum taraflarının mevcut pozisyonlarına halel getirmeyeceğinin” altı çiziliyor.

Öneride çakışan deniz yetki alanlarındaki “lisanslandırma, arama ve çıkarma faaliyetlerine” ilişkin bazı öneriler var.

Çıkarılacak doğal gaz ve petrol gelirlerinin nasıl dağıtılacağını kararlaştırmak üzere bir komite oluşturulması ve yapılacak ilk toplantıda bu komitenin bir oran belirlemesi gerektiği belirtiliyor.

Öneride, oluşturulacak ortak komitenin çıkarılacak doğal gaz ve petrolün dünya pazarına nasıl ulaştırılacağı hakkında planlama yapmaya yetkili olmasının altı çiziliyor.

Önemli bir başka madde de doğal gaz ve petrol “gelirlerinin toplanacağı ortak bir fonun oluşturulması ve gelecekte bu fonun önemli bir kısmının kapsamlı çözüm çerçevesinde mülkiyet sorununun çözümü ve iki tarafın dengeli gelişimine yönelik projeler için kullanılması önerisi” bulunuyor.

Akıncı’nın önerisi rasyonel gözükmekle birlikte karşı tarafın, Rum yönetiminin, bu öneriyi kabul etmeyeceği baştan biliniyordur. 

Rum tarafı hiçbir koşulda tek, üniter devlet modelinden vazgeçmiş değil, bu nedenle böyle bir öneriyi tartışmaya açacağını varsaymak mümkün değil.
Akıncı’nın önerisi Rum yönetimi tarafından hızla reddedildi.

Ortada ciddi bir sorun var, fakat çözülemiyor.

Peki, bu sistem içinde böylesi bir konu çözülebilir mi?

Hiç ihtimal yok.
Kapitalist sistem içinde üreteceğiniz önerisi ne kadar adilane olursa olsun sorunu çözmez, olsa olsa sorunu bir formdan başkasına dönüştürür.

Bu örnekte görüldüğü üzere Yunanistan tarafı AB’nin desteği üzerinden kendi pozisyonunu sağlamlaştırmaya çalışmakta, Türkiye tarafı ise adada bulunan Türklerin mağduriyeti üzerinden hak talebinde bulunuyor ve bu haktan vazgeçmeyeceğinin altını çiziyor.

Bölgede fosil yatakların olduğu kokusunu alan enerji devleri devreye girerek durumu kendi çıkarlarına dönüştürmek istiyorlar. 

Kısaca, sorun yalnızca ikili, Rum-Türk; Yunanistan-Türkiye veya üçlü, Türkiye, Yunanistan, İngiltere; arasında bir mesele olmaktan çıkıp, İsrail, Mısır, Katar, Almanya ve Rusya’nın dâhil olduğu ve daha vahimi ABD, İngiltere, İtalya, Fransa kökenli dev enerji tekellerinin devreye girdiği çoklu çıkar çatışmasına gebe büyük bir soruna dönüşmesidir. 

Kapitalizm bu sorunu çözemez, emperyalizm ise bölge aktörlerini çatıştırır, hatta halkları birbirine kırdırır. Bu sorun ancak kapitalizme alternatif bir sistem içinde çözülebilir. Aksi halde dönüştürülmüş sorunlarla boğuşmaya devam eder, dışarda emperyalizm, içerde hamasete boğulur kalırız.

Mustafa Türkeş / SOL

S-400’ler kimi vuracak? - Kemal Okuyan

Bir hükümetin iç politikası dış politikasından tamamen farklı bir doğrultuda gelişebilir mi? Esas itibariyle halk düşmanı olan bir siyasi iktidar, uluslararası alanda mazlumların yoksulların çıkarlarını savunup, dünyadaki eşitsizliklere karşı konum alabilir mi?

Kestirme yanıt yanlışa götürse de, hemen her örnek için geçerli bazı önermeleri baştan sıralayabiliriz.

Bir hükümet, gündüz insan gece kurt adam olamaz. Onun bastığı sınıfsal zemin içeride de dışarıda da aynıdır. Dolayısıyla bir ülkenin içinden bakıldığında iç politikası olumsuzlanan bir hükümete dış politikada bir erdem yakıştırmak ancak ve ancak milliyetçi bir kirlenmenin ürünü olabilir. Milliyetçilikle yurtseverlik arasındaki farkı ısrarla vurguluyoruz: Milliyetçilik, “benim sömürücüm, benim hırsızım, benim zorbam iyidir” demekken, yurtseverlik “memleket sevgisini ülkeyi sömürücülerden, hırsızlardan, zorbalardan temizleme iradesi”yle taçlandırmaktır.

Bir kural olarak, hiçbir hükümet iç politikasından taban tabana zıt bir dış politika pratiği geliştiremediği gibi, iç politika ile dış politika arasında sanıldığı kadar ciddi bir kopukluk da bulunmuyor. Dış politika iç politikanın uzantısıdır.

Ancak…
İç politikada, bazen kağıt üzerinde kalsa da, tek bir otorite, tek bir iktidar odağı vardır. Dış politika ise, çok sayıda aktörün iradesinin karşı karşıya geldiği ve bu iradelerin her birinin meşruiyet kaynağını şu ya da bu ölçüde uluslararası hukuktan aldığı bir ortamda yürütülür. Dolayısıyla bir hükümet iç politika tercihlerini olduğu gibi dış politikaya taşıyamaz. Kuşkusuz iç politikada da hükümetleri kısıtlayan toplumsal, siyasal, ideolojik faktörlerden söz edebiliriz ama uluslararası alanda bu kısıtların karakteri değişir. Dış politika, her biri tanımlanmış sınırlar içinde bir silah tekelini elinde bulunduran ve olağanüstü durum ve örnekler dışında meşruiyeti uluslararası alanda kabullenilmiş onlarca, hatta yüzlerce birimin var olduğu bir platformda sürdürülür.

Bu platformun bir hiyerarşisi vardır, en güçlü emperyalist ülkeler hiyerarşinin tepesindedir ancak en güçlüsünün dahi otoritesinin ya da iktidarının sınırları vardır ve bu hiyerarşik yapıda kesintisiz bir rekabet, zaman zaman açık çatışmaya dönüşen bir rekabet söz konusudur.

Şimdi bu önermelerden hareketle, AKP örneğini değerlendirebiliriz. İçeride AKP’ye karşı olup, dış politikada AKP’yle birlikte davranmak, onu desteklemek tutarsızlıktır, dahası içeride AKP’ye sanıldığı kadar “muhalif” olmamaktır. Bununla birlikte uluslararası alandaki hiyerarşik yapı ve bu yapı içindeki çelişkileri göz önüne almadan iç politikanın bakış açısını uluslararası alana taşımak çoğu kez yanlış sonuç verir.

Örnek olsun, AKP’nin Latin Amerika’daki bazı ilerici iktidarlarla iyi geçinmeye çalışmasının siyasal ve ekonomik nedenleri olduğu açıktır. Sürekli olarak bu nedenleri vurgulamak ya da Türkiye burjuvazisinin bencil çıkarlarına işaret edip, uluslararası kamuoyunu uyarmak yeterli değildir. Yeterli değildir çünkü uluslararası alanda devrimci hareketin çıkarları tek bir ülkede sürmekte olan mücadelenin ihtiyaçlarıyla değil, çok farklı dengelerin hesaplanmasıyla belirlenebilir. 

Bir ülkede devrimci hareket, uluslararası alandaki gelişmelere yaklaşırken şu parametreleri hesaba katmak zorundadır: 
- Ülke içinde emekçi halkın çıkarlarının savunulması.
- Başka ülkelerde emekçi halkın çıkarlarının savunulması.
- Emperyalist saldırganlığın dizginlenmesi ve geriletilmesi; emperyalist ülke ve kurumların müdahale yeteneğinin azalması.
- Emperyalist sistem içindeki çelişkilerin o sistemi zayıflatacak olanaklar yaratması.
- Devrimci hareketin ulusal, bölgesel ve uluslararası ölçekte yükselmesi.

Bunlar her zaman aynı doğrultuyu vermeyebilir ama devrimci bir hareket mümkün olduğunca bütün bu parametreleri değerlendirip, onlar arasında uyumu gözetmek durumundadır.

Bunları söyledikten sonra Türkiye’nin Rusya’dan S-400’leri almasına nasıl bakabiliriz?

AKP hükümetiyle mücadeleyi bir kenara koymaksızın, onun Rusya ile ilişkilerinin mantığını sergilemeyi ihmal etmeksizin ve Rusya’daki Putin iktidarının sınıfsal ve ideolojik karakterine ilişkin bir yanılsama içine girmeksizin şu söylenmelidir:
Türkiye’nin S-400 silah sistemini alması dünyanın en güçlü terör örgütü NATO’nun iç çelişkilerini derinleştirdiği, NATO’nun müdahale yeteneğini azalttığı, Türkiye’de ABD emperyalizminin etkisini sarstığı için, halkın  çıkarları doğrultusunda değerlendirilebilecek bir gelişmedir.

Halk yararına bir gelişme demiyorum, halk çıkarına değerlendirilebilecek bir gelişme diyorum. Türkiye’de emekçiler, emperyalist sistem içindeki rekabette, pazarlıklarda taraf olamaz. Ancak Türkiye’de bugünkü sömürü düzenine, adaletsizlik ve eşitsizliğe ortak olan batılı emperyalist ülkelerin, NATO ve Avrupa Birliği gibi kurumların etki ve müdahale yeteneğinin kırılması için her fırsat değerlendirilmelidir. Bu anlamda S-400’ler bir hava savunma sistemi olarak değil, emperyalist sistem içinde büyükçe bir çatlak olarak görülmelidir.

Türkiye’nin NATO’dan çıkması ve AB’ye adaylık statüsünü terk etmesi, komünistlerin yıllardır dillendirdiği bir taleptir. Bu talep günceldir ve şimdi daha fazla dillendirilmelidir. AKP hükümetinin, sırtını yerli ve yabancı tekellere dayayarak, NATO ve AB’yi sorgulamaksızın girdiği S-400 oyunu emperyalist ülkelerin Türkiye’deki varlığının daha da güçlendiği bir felaketle sonuçlanabilir. Bu felaketi püskürtmenin yolu ABD emperyalizmine, NATO’ya karşı mücadeleyi yükseltmekten geçmektedir. Ve bu mücadele ülkenin bütün kaynaklarını yağmalayan sömürücü patron sınıfına, o sınıfı yıllardır ihya eden zorba ve yobaz iktidara karşı mücadeleden asla ayrı düşünülmemelidir.

S-400’ler ezilenlerin tepesine düşmemeli, ezenlerin elinde patlamalıdır.

Kemal Okuyan / SOL

Gökçek'in ''çok sevdiği''ailenin dikkat çeken bağlantıları - Murat AĞIREL

Melih Gökçek dönemini aydınlatmak için ulaştığım belgeleyebildiğim her bilgiyi paylaşacağımı hem sizlere hem de Melih Gökçek'e söz vermiştim.

En son yazdığım yazıda da bilgiler vermeye devam etmiştim. Okumamış olanlar için son yazım ile ilgili kısa bir bilgilendirme yapmam gerekir.

Melih Gökçek dönemini anlatmak için Muradiye Vakfı ile olan bağlantısını ortaya koymak gerekiyor. Vakfın, Refah Partisi'nin Ankara Büyükşehir Belediyesini kazandıktan sonra kurduğu 29 şirketin yöneticisi ve Melih Gökçek'in gözaltına alınış sürecini yazmıştım.

Buna ek olarak kurulan firmaların Ankara Büyükşehir Belediyesinden aldıkları ihaleler sonrasında dinci vakıflara yaptıkları bağışlar, mahkemeden aldıkları cezaları ve bu süreçten yıllar sonra aynı firmaların ve aynı yöneticilerinin Ankara Büyükşehir Belediyesinden ihale almaya devam ettiklerini de dile getirmiştim.
Şimdi gelin tam da buradan devam edelim...

Refah Partisi'nin ve Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığını kazanan Melih Gökçek'in icraatları o dönem Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde kurulmuş olan Türkiye'deki irticai gelişmeleri izlemek üzere oluşturulan Batı Çalışma Grubu'nun (BÇG) da dikkatini çekti.

Milliyet gazetesinin 22.09.1997 tarihindeki haberinde bu konu hakkında geniş bilgi yer alıyor.

Haberin bir kısmı şöyle:
"Refahyol'un, Gençlik Parkı'nı 99 yıllığına bedelsiz olarak Ankara Büyükşehir Belediyesi'ne devretmesiyle belediye bünyesindeki Başkent Ulaşım ve Gaz Hizmetleri A.Ş.'nin (BUGSAŞ) çalışmalarının, Milli Güvenlik Kurulu'nun (MGK) 25 Eylül'deki toplantısında, generallerce gündeme getirileceği öğrenildi. Batı Çalışma Grubu'nun (BÇG) son toplantısında, RP'li Ankara Büyükşehir Belediyesi'nin çalışmaları da değerlendirildi. Refahyol döneminde RP'li belediyelere geniş parasal olanaklar sağlandığı belirtilen toplantıda, belediyelerin de irtica yanlısı kuruluşlara kaynak sağladığına işaret edildi.

Toplantıda, Ankara Büyükşehir Belediyesi bünyesinde kurulan BUGSAŞ'ın elinde bulundurduğu Ankara Şehirlerarası Terminal İşletmeleri'nde, Muradiye Vakfı başta olmak üzere irticai faaliyetleri saptanan çeşitli kuruluşlara büfe kiralayarak kazanç yolu sağladığı belirtildi. Toplantıda, Refahyol hükümetinin, belediyenin irtica yanlısı kuruluşlara yardımı karşılığında, Gençlik Parkı'nın 99 yıllığına bedelsiz olarak Ankara Büyükşehir Belediyesi'ne devrettiğine de dikkat çekilerek, 'Hükümet ve belediyelerin karşılıklı çalışmaları sonucu, irticaya destek veren sermayenin daha da güçlenmesi sağlanmıştır' görüşü vurgulandı.

BÇG toplantısında RP'li belediyelerin bu yöndeki faaliyetleri konusunda araştırmanın daha da genişletilmesi amacıyla konunun MGK gündemine getirilmesi istendi. MGK'nın 25 Eylül'de gerçekleştirilecek toplantısında, kurulun asker kanadının, BÇG toplantısında ele alınan konuları gündeme getirecekleri öğrenildi."


Aynı tarihlerde…
Ankara Büyükşehir Belediye Meclisi bağımsız üyesi Muzaffer Saraç, BUGSAŞ'ın Mayıs 1996'da ASKİ'den 376 milyar liralık ihale aldığını da bildirdi. Belediyeye bağlı diğer kuruluşlardan da bu şirkete kaynak aktarıldığını söyledi. Saraç, BUGSAŞ'a bağlı birimlerde çalışan personelin hangi yollarla alındığı ve bunlarla ilgili güvenlik soruşturması yapılıp yapılmadığı sorusunu da gündeme getirdi.
Saraç, RP Bingöl Milletvekili Hüsamettin Korkutata'nın kayınbiraderi Cevat Evliyaoğlu'nun, genel müdürü olduğu BUGSAŞ'ta, RP Sivas Milletvekili (Bugün Saadet Partisi Genel Başkanı) Temel Karamollaoğlu'nun oğlu Zait Karamollaoğlu'nun da çalıştığını söyledi.

Saraç, bu şirketin AŞTİ'de Muradiye Vakfı başta olmak üzere çeşitli irtica yanlısı kuruluşlara büfe işletmesi verdiğini anlattı.
Bir nefes alalım.
Hatırlayalım.
Melih Gökçek'in geçmiş dönemi ile son yıllarının sentezini sizlere anlatmaya çalışıyorum. Önceki yazımda Muradiye Vakfı'nın kuruluşunu ve şirketlerinin Melih Gökçek döneminde aldığı ihalelerinden bahsetmiştim.
Bugüne dönersek…

Eski RP Milletvekili Hüsamettin Korkutata, Refah Partisi 19 dönem Refah Partisi 20 ve 21. Dönem Fazilet Partisi Milletvekili, Numan Kurtulmuş zamanında  HAS Parti Genel Başkan Yardımcısıydı.

Daha önce Sayın Korkutata ismini sizlere mezar yeri ile ilgili anlatmıştım.
Melih Gökçek görevden alınmadan çok kısa süre önce Ankara Belediye Meclisinde bir karar alındı. Meclis Başkan Vekili Ali İhsan Ölmez kararda "Korunması Gerekli Kültür Varlığı" olarak tescilli olan türbelerin bir kısmının mezar yeri olarak düzenlenmesi ve bunun komisyonda görüşülmeden kabul edilmesini istedi.

Böylelikle komisyonda görüşülmeden kabul ediliyor ve türbe, kümbet alanı olan Hacı Bayram Veli türbesine mezar yeri tahsis ediliyor.
Peki, kimlere?
Muradiye Vakfı Kurucularından Mustafa Ahmet Kalfaoğlu ve eşi Müşerref Kalfaoğlu, Hüsamettin Korkutata, Korkutata'nın eşi Zehra Korkutata, oğlu Muhammed Korkutata, Serkan Korkutata, kızı Sinem Şenbaş, damadı Ali Sedat Şenbaş, Serhat Can Korkutata, Fuat Korkutata olmak üzere 34 mezar yeri tahsis edildi.
Özel mezar yeri tahsis edilecek kadar Melih Gökçek ve yönetimi tarafından el üstünde tutulan Hüsamettin Korkutata ve ailesinin Ankara Büyükşehir Belediyesinden aldığı ihaleler var mı diye baktım.
Bingo.
Hiç şaşmıyor.
Korkutata ailesinin Ankara Büyükşehir Belediyesi ve iştiraki olan ANFA'dan aldığı ihale rakamını okuyunca dudağınız uçuklayacak.

2013-2017 yılları arasında 9 farklı şirket ile 56 ihale almış ve toplam tutarı 256 milyon TL! İşin daha da enteresanı Melih Gökçek görevden alınınca ihale alımları kesilmiş.

İnanılmaz değil mi?
Gökçek'in ihya ettiği bu ailenin hangi firmayla hangi ihaleyi kaç milyon liraya aldığına dair belgeler ve ihale numaraları bende var. Fakat yazıyı uzatmamak için eklemiyorum.

İhaleyi alan şirketlerin isimlerinin bazıları şöyle:
Ayaz Taahhüt İnşaat Peyzaj
Binko İnşaat İth. İhr. Şti.
Elit Kent Mobilyaları
Koru Grup İnşaat San. Ve Tic. Ltd. Şti.
Poyraz İmar İnşaat Tic. Ltd. Şti
Zencefil İnşaat Taahhüt San. Tic. Ltd. Şti
Vs. vs.

Görüyorsunuz değil mi?
İnanılmaz.
Sayın Korkutata'nın tüm aile bireyleri sadece koruma altındaki türbeden mezar yeri almamışlar, Ankara Büyükşehir Belediyesi ve iştiraki ANFA'dan çoğunluğu adrese teslim ihale yöntemi olan 4734 ihale kanunun 3-g maddesi ile ihaleleri almışlar.

Bir kişi de çıkıp "siz kimsiniz, nereden çıktınız" dememiş.
Daha önce de dedim. Gökçek dönemi karanlık dipsiz bir kuyu. Milletin parasıyla kim neden nasıl bu kadar zengin olmuş belli değil.
Gökçek'in bu işten çıkarı-komisyonu ne anlaşılmaz.
Söz verdiğim gibi yazmaya devam edeceğim…

Sayın Melih Gökçek ve Korkutata ailesi cevap haklarını kullanmak isterlerse bu köşeden seve seve yayınlayacağımı belirtmek isterim.


Murat Ağırel / Yeniçağ

16 Temmuz 2019 Salı

Temmuz günlükleri - OĞUZ OYAN

Bu yılki 15 Temmuz anmaları geçen yıldakinin çok üzerinde bir seferberlikle yürütüldü. Bunun yakın nedeni, 2019’un yerel seçimlerindeki hezimetlerdi. 

Seçmen, 15 Temmuz 2016 sonrasındaki sivil darbe sürecine tepkisini Nisan 2017 ve Haziran 2018 oylamalarındaki seferberliğiyle kısmen ortaya oymuştu gerçi; ama değişen anayasa hükümlerinin tümüyle yürürlüğe girdiği 9 Temmuz 2018 sonrasında gerçekler daha bir billurlaşmış olarak yurttaş bilincine yansımaya başlamıştı: İstediği her yetki kendisine verilen tek adam durmak bilmeyecekti. Merkezi iktidarın tüm yetkilerini elinde toplayan otokrat, yerel yetkileri de istiyordu. Orada dahi duracağı şüpheliydi. Millet 23 Haziran’da buna “dur” demişti.

23 Haziran’dan üç hafta sonra anılan 15 Temmuz’un üçüncü yıldönümünün bu kadar parlatılmasının asıl nedeni, dolayısıyla, bu hezimeti unutturacak güçlü bir mesaja duyulan ihtiyaçtı. İktidarın dimdik ayakta durduğunun, “dava”nın bütün görkemiyle sürdüğünün, Türkiye üzerine oynanan oyunlara karşı teyakkuzda olunmasına ihtiyacın devam ettiğinin, yenilenen bir coşkuyla cümle âleme gösterilmesi gerekliydi. S-400’lerin sevkıyatının 15 Temmuz öncesine yetiştirilmesi de esasen içeriye ve dışarıya mesaj vermenin görkemli bir aracı olarak seçilmişti.
Halkın bir süreliğine de olsa bir yıldır derinleşen ekonomik krizin gölgesinden çıkarılması, geleceğe ilişkin umutsuzluklarının daha yüce amaçlar (gene beka sorunu) için seferber edilebilmesinin yeniden denenmesi gerekiyordu. Bunun derde deva olamayacağı ayrı meseleydi; ekonomik/sosyal hak taleplerinin hangi gerekçelerle savuşturulacağının/durdurulacağının kitlesel bir yandaş gösterisiyle akıllara kazınması şarttı. İyi ama bu yandaşların dahi ekonomik talepleri vardı, onlar nasıl karşılanacaktı?

Tabii daha derinden süren birikimli nedenler de vardı: FETÖ denilen örgütün gerçek siyasi sorumluları ortaya çıkarılamamıştı; esasen çıkarılması da olanaksızdı. Çünkü uçları iktidara çıkan yaygın bir ilişkiler yumağı söz konusuydu; Fethullahçılar siyasi iktidarın ortağı olarak onunla uzun süre birlikte yürümüşler, orduya ve cumhuriyet kurumlarına birlikte kumpas kurmuşlardı; genelkurmay başkanı ile ordu komutanlarının istifası bile sonradan darbeci olacak FETÖ’cü subayların generalliğe terfi ettirilmelerini durduramamıştı. Bu sorumluluklardan “aldatıldık” savunmasıyla kurtulma olanağı yoktu. Bu yüzden TBMM’de kurulan “15 Temmuz Darbe Girişimini Araştırma Komisyonu” çalıştırılmamış ve “araştırmaları” üç ayda sonlandırılmıştı. Şehit yakınlarını ve gazileri daha fazla üzen ve gözlerinin gerçekleri görmesine neden olan diğer olaylar ise, FETÖ’cülüğü tescilli birtakım işadamlarının ve siyaset erbabının el üstünde tutulmaya devam edilmesiydi. İkiyüzlülüğün teşhir olmadığı gün geçmiyordu.
Darbe girişiminin “Allah’ın lütfu” olarak kabul edilerek hem iktidarın eski siyasi ortaklarını / şimdiki siyasi karşıtlarını ayıklama vesilesi yapılması hem de otokratik bir tek adam rejiminin son hızla inşasının gerekçesinin oluşturulması, çok fazla göze batan bir “devlete el koyma” operasyonuna dönüştürülmüştü. Toplumun önemli bir bölümünün buna rızasının alınamadığı, özellikle de rejim değişikliğinin görünür olduğu Temmuz 2018 sonrasında giderek açığa çıkmaktaydı.

***

Bütün bu belirtilerin somutlaşması için herhalde dün akşam İstanbul’da Atatürk Havalimanında yapılan toplantının izlenimleri kadar öğretici işaretler bir arada zor bulunurdu. Neredeyse tüm görsel ve yazılı basının günlerdir duyurup kitleleri seferber etmeye çalıştığı 15 Temmuz’un üçüncü yıldönümü buluşması beklenenden sönüktü. İmamoğlu’nun 23 Haziran akşamı spontane olarak topladığı kalabalıklarla mukayese edildiğinde, dün akşamki toplama kalabalık pek yetersiz ve coşkusuz kalıyordu. Bunu zaten Tayyip Erdoğan’ın moralsiz ifadelerinden, kalabalığı eskiden yapabildiği gibi kolayca coşturamamasından, konuşması bitmeden toplantı alanından kopmaların hızlanmasından, nihayet konuşmasını 50 dakikayı bulmadan bitirmesinden anlamak mümkündü. Konuşmasının daha ikinci dakikasında Kılıçdaroğlu’nu yuhalatmaktan medet umması, aslında bir çaresizliğin yansımasıydı. (Tam karşıt konumda ise, 15 Temmuz’a yol açanları suçlu sandalyesine oturtmak yerine Yenikapı’ya sürüklenmenin bitmeyen bir bedeli ödenmekteydi).

Aynı çaresizlik, 15 Temmuz şehitleri için kurulan vakfın işlemlerinin tamamlandığı müjdesi verilirken ortaya dökülüyordu. İki yıl önce yasası çıkarılan bir vakfın harekete geçirilmesi kararı ancak bu konudaki eleştirilerin iktidarı yıpratması üzerine verilebilmişti. Bundan sonrasında, şehitler ve gaziler için toplanan paraların gerçek hedefine ne ölçüde ulaşacağı da bir muammaydı.
Erdoğan’ın Türkiye’ye söyleyeceği yeni bir şey kalmamıştı ama artık aynı şey giderek kendi kitlesi için de geçerli oluyordu. Bu, iniş çizgisindeki bir iktidar partisinin, tükeniş haline giren bir liderin resmiydi. Simgesel olarak seçilen İstanbul daha üç hafta önce bütün zorlamalara/bindirmelere rağmen RTE’ye ikinci hezimetini tattırmıştı. Konuşmasında, darbecilere gönderme yaparak, “milli iradenin önünde hiçbir güç duramaz” diyordu ama 31 Mart’ta İstanbul için oluşan seçmen iradesi yok sayılmıştı. Şimdi de 23 Haziran’da perçinlenen bu irade, başka illerde de denendiği gibi, adaletsiz bir temsilin sonucu olarak oluşan belediye meclisi çoğunluğu ve belediye şirketleri üzerinden çiğnenmek istenmekteydi. Halkın 23 Haziran tepkisinin bütün dersleri alınmış gözükmüyordu; belki de hiçbir zaman alın(a)mayacaktı.

Erdoğan’ın dün akşamki moralsizliğinin bir kaynağı da kuşkusuz AB’nin Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki sondaj çalışmaları konusunda Yunanistan ve G. Kıbrıs’ın talebi üzerine yaptırım kararı almasıydı. 15 Temmuz anma törenleri bitene kadar AB’den bu kararın duyurulmasını ertelemesi talebi bile, yeni dış politika restleşmelerinin çetin geçeceği ve bunun zaten bozuk olan ekonomik göstergelere hızla yansıyacağıydı. Sırada S-400 yaptırımları da olacaksa, ekonomi üzerinde “mükemmel bir fırtına” oluşuyor demekti. AB ve ABD’nin kararlarının ikiyüzlü olarak nitelenmesi (ki bize göre de öyle), durumu kurtaracak bir etki yaratmayacaktı. Hem ekonominin nesnel gerçekleri milliyetçi hamasete duyarsızdı, hem de milliyetçi tepkileri harekete geçirmenin de zaman aşımları vardı.

***

İktidar partisi, yerel seçimlerin gösterdiğinin ötesinde bir gerileme sürecine girmiş gibidir. İdeolojik hegemonyasını kurmakta artık ciddi zaafları vardır ve bunu onarabilecek araçlara da artık sahip gözükmemektedir.

Böyle bir durumda yapılabilecek en kötü muhalefet biçimi, iktidarın dini siyasete alet etme yolunu hoş görerek veya iktidarın dinci söylemiyle örtülü bir ittifak içindeymiş gibi yaparak onun tabanını kendine çekmeye çalışmak olacaktır. Bu yol, inandırıcı bir siyaset oluşturmanın önünde en büyük engel olduğu gibi kendi laik/cumhuriyetçi tabanını da peşinden sürükleyemez. Yerel seçimlerden bu sayede başarılı çıkıldığı izlenimine sahip olmak büyük bir yanılgı olacaktır.

İktidar yolunu açmak için kendi cumhuriyetçi tabanına muhafazakâr kesimleri eklemek hayalinden vazgeçmek gerekir. Yapılması gereken, cumhuriyetçi kitleler ile emekçi kitleleri buluşturmaktır ki bu kesimler arasında zaten (kamu emekçileri üzerinden) önemli bir kesişme alanı vardır; asıl hedef bu kesişme alanını büyütmekten ve işçi sınıfını da içermekten geçmektedir. İktidarın emek karşıtı sert bir sermaye programını uygulamaya hazırlandığı günlerde, bütün mesele sermaye kesimini karşıya almayı göze alıp almamaya gelip dayanmaktadır.

Oğuz Oyan / SOL