10 Ocak 2020 Cuma

İki IMF raporu: Tutmayan hesaplar, yeni öngörüler - KORKUT BORATAV


IMF Ana Sözleşmesi, Madde IV, üye ülkeler için belli aralıklarla ekonomik raporlar hazırlanmasını öngörür. IMF’nin ülke (örneğin Türkiye) uzmanları, ekonomi bürokrasisi ile “danışma toplantıları” yapar; raporlar kaleme alınır; IMF Yürütme Kurulu tarafından görüşülür ve yayımlanır.

Bu özellikleri taşıyan son Rapor Aralık 2019 tarihlidir (Turkey: Article IV Consultation, Staff Report, 19/395). Bir önceki Rapor, Nisan 2018’de yayımlanmıştı. İki belge arasına Türkiye’nin ekonomik krizi girdi.

IMF’nin kronik iyimserliği
Bu yazıda bu iki raporun reel ekonomi ile ilgili ana verilerini, öngörülerini karşılaştıracağım. Böylece IMF uzmanlarının 2018 başlarında Türkiye’nin krizini ne derecede öngördüğünü gözleyebileceğiz. Ayrıca, son raporun bu yıl ve sonrasına ilişkin ekonomik tespitlerini, yorumlarını gözden geçireceğiz.

IMF’nin, zaman zaman mizah konusu olan kronik bir arızası vardır: Neoliberal politikaları benimseyen tüm ekonomiler (ve aynı ilkelerin egemen olduğu dünya ekonomisi) için yaptığı öngörülerin sistematik olarak iyimser doğrultuda yanlış çıkması…

Bu “sistematik sapma”, ideolojik bir saplantıdan kaynaklanır: Ekonomilerin işleyişine esas olarak piyasa mekanizması (neoliberal ilkeler) egemen ise, geçici etkenlerin yol açtığı bozukluklar zaman içinde kendiliğinden telafi edilir; ekonomi dengeli bir gelişme patikasına yerleşir. “Geçici” bozukluklar ise, IMF’ye göre, genellikle piyasa mekanizmasına devlet müdahalelerinden kaynaklanır. 

Sistematik öngörü hataları, niçin “ideolojik kaynaklı”dır? Zira, IMF’nin “ekonomik felsefesi”, piyasa mekanizmasını toplumların doğal hali olarak kabul eder; farklı ekonomik sistemler içermez. Doğası gereği krize yatkın bir ekonomik sistem olan kapitalizm de çağdaş ekonomilerin incelenmesinde analitik bir kavram olarak yer almaz. (Örneğin IMF’nin Ekim 2019 tarihli dünya ekonomisi raporunda sözcük taraması yapınız; “kapitalizm” terimine rastlayamazsınız.) Kriz olgusunu içermeyen “arızî sorunlar” gözden geçirilir; o kadar… 

Aşağıdaki tablo IMF’nin son iki Türkiye raporuna bu doğrultuda göz atıyor. Tabloda, ekonomik ve toplumsal kriz ile ilgili üç genel gösterge, birbirini izleyen iki satırda yer alıyor. Önceki satırlar,  2018 Raporu’nun öngörülerini içeriyor. İkinci (2019) satırlar ise bunların bir yıl içinde ne derecede gerçekleştiğini ortaya koyuyor; ayrıca IMF’nin 2020 öngörülerini de veriyor. 

IMF ekonomik krizi öngörememiştir
IMF’nin yukarıda değindiğim sistematik iyimserliği Nisan 2018 Türkiye Raporu’nda gözleniyor: Bu belge, en azından dokuz ay boyunca (Ekim 2018-Haziran 2019 arasında) ekonomiyi etkileyecek krizi öngörememiştir. 

Tablodaki GSYH büyüme oranlarına göz atın: 2018 Raporu’nda o yılın büyüme hızı fazlaca yüksek tahmin edilmişti. 2019 Raporu yayımlandığında bir önceki yılın millî gelir verileri belirlenmişti. Bu yanlışlık (mecburen) düzeltilmektedir. 

İki raporun GSYH verilerini 2018 için karşılaştırın: %4,4 → %2,8… İki rapor arasında daha da büyük bir “düzeltme”, 2019 GSYH öngörüleri için de yapılmaktadır: %4,0 → %0,2… (Sütun 1-2, satır 2-3).


2019 millî gelir verileri kesinleşmemiştir; ama ilk altı ay için hesaplanan küçülme temposu son Raporu, yılın tümü için “sıfır büyüme” öngörüsüne yönlendirmiştir. 

2020 ve sonrasının büyüme öngörüleri
Türkiye millî geliri, 2020 ve sonrasında nasıl seyredecek?

Ekonomiler olgunlaştıkça (emek rezervleri azaldıkça) büyüme potansiyeli de düşmeye başlar. Tarımda ve kentlerde hâlâ yüksek düzeylerde âtıl emek barındıran Türkiye ekonomisi “olgunlaşma” eşiğine ulaşmamıştır; ama (burada tartışamayacağım çeşitli etkenler) büyüme eğilimini aşağı çekmektedir. 
IMF son iki raporunda bu doğrultuda da kötümser bir “düzeltme” yapıyor ve Türkiye ekonomisinin ortalama büyüme öngörülerini (kabaca üçte bir oranında) aşağı çekiyor. 

Tabloda ilk işaret 2020 büyüme öngörülerinde (%3,6 → %3,0) yer alıyor. “Tamamen uçuk” bir belge olan AKP’nin Yeni Ekonomi Programı (YEP) ise, 2020’de GSYH’nın %5 büyüyeceğini öngörüyor. Bu “hayalperest” büyüme temposu, YEP’e göre, sonraki yıllarda da aynen sürecektir. 
IMF’nin son raporunun  büyüme öngörülerine dönelim ve bunları 2017’den (Erdoğan için “hedef yılı” olan) 2023’e kadar taşıyalım. Tabloya almadığım bu beklentiler de iyimser değildir: Türkiye’nin altı yıllık (2018-2023) ortalama büyüme temposu yüzde 2,5’tir. 

IMF bir önceki Türkiye Raporu’nu kriz arifesinin “iyimserliği” içinde kaleme almıştı ve aynı dönem için yüzde 3,8’lik ortalama büyüme hızı öngörmüştü. Uzmanlar, herhalde, değişmemiştir; ama Türkiye kapitalizminin gerçekleri ağır basmıştır. 

Toplumsal bunalımın kronikleşmesi mi?
Olgunlaşmadan durgunlaşmak; yani “ekonomik erken bunama”… Kritik gösterge ekonominin potansiyel emek arzı (“rezervleri”) olduğu için, bu teşhis istihdam/işsizlik istatistikleri ile ortaya çıkar. 

IMF’nin son Türkiye raporlarını karşılaştıralım; uzmanlar bir yıl içinde karamsarlaşıyor: Krizi öngöremeyen 2018 Raporu’nda işsizlik giderek hafiflemektedir. Sonraki Rapor, ekonomik krizin toplumsal bir bunalıma dönüşmesini gözleyecek; işsizlik verilerinin (öngörülerinin) revizyonu gerekecektir. 

İki Rapor arasında 2018 öngörüsünde işsizlik oranındaki sapma (%10,7 → %11) daha sınırlıdır. İşsizlik 2019’da çarpıcı boyutta tırmanacak; öngörülen işsizlik oranları arasındaki makas (%10,7 → %13,8) iyice açılacak; bu durum 2020’de de sürecektir (satır 3-4).  

IMF, kronik iyimserlikten kurtulamaz. Son Rapor’a göre 2021 ve sonrasında işsizlik düşmeye başlayacak; ancak kriz öncesindeki (%10,7’lik) eşiğe asla inemeyecektir. Tabloya eklemediğim bu tespitler, aslında, Türkiye’nin 2023’e kronikleşmiş bir toplumsal kriz ortamında gireceği öngörüsüdür. 

İktidarın YEP belgesi ise, tek haneli işsizlik oranına 2022’de inileceğini umuyor. Yüzde 5’lik “hayalî” büyüme eğilimine dayalı bir beklenti… 

Toplumsal bunalımın ikinci (ve dolaylı) bir göstergesi, kriz döneminde emek gelirlerini eriten enflasyondur. 

İki rapor arasında enflasyon oranlarındaki (öngörülerindeki) sapma çok açıktır: 2018 için %11,4 → %16,3; 2019 için %10,5 → %15,7… “Parasalcı” enflasyon doktrininin geçersizliği, örtülü olarak itiraf edilmektedir. Enflasyon, kriz ortamından bunalımın yükünü emekçilere yıkan bir sınıf mücadelesi yöntemi olarak ortaya çıkmaktadır.

Kriz öncesinde yayımlanan IMF Raporu, enflasyonun giderek tek haneye ve 2013’te %8’e ineceği beklentisi içindeydi. Son Rapor, bu beklentiyi de kötümser doğrultuda düzeltiyor ve enflasyonun “Erdoğan’ın hedef yılına” %11’lik bir tempoda ulaşacağını öngörüyor. 

IMF’nin arızası “abartılı iyimserlik”tir. Saray iktidarı ise, hayalî sayılarla insanları uyutacağını sanıyor. Bu tespit YEP’in enflasyon öngörülerinde de geçerlidir: İki yıl sonra %5’in altında enflasyon… 

***

IMF’nin Aralık 2019 tarihli Türkiye Raporu, bir önceki Rapor’un iyimser öngörülerini düzeltmenin ötesine de gidiyor: AKP’nin 2018-2019 kriz yönetimini değerlendiriyor ve yakın gelecek için politika önerileri içeriyor. 
Bu tespitleri, önerileri bir sonraki yazıda tartışmak istiyorum.

Korkut Boratav / SOL

9 Ocak 2020 Perşembe

Kerbela paradigması - TAYFUN ATAY / T24


Süleymani’nin ABD tarafından öldürülmesinin bir sonucu, yıllardır değer kaybı içinde tıknefes olmuş rejimi biraz rahatlatacak şekilde Şiiliğin temel kültü olan "İmam Hüseyin şehadeti"ne atıfla toplumsal tutunum sağlamaya dönük sembolik jestlerin önünün açılması olabilir

Antropolog Michael Fischer, İran İslam Devrimi’nin sıcağı sıcağına yazdığı Iran: From Religious Dispute to Revolution (1980) başlıklı önemli kitabında Devrim’in kitlesel mobilizasyon ve motivasyonunu açıklama yolunda çarpıcı bir anahtar kavram önerisinde bulunur. Bu, "Kerbela paradigması"dır.
Buna göre, Peygamber’in torunu, Ali’nin oğlu, On İki İmam’ın da üçüncüsü "Hz. Hüseyin"in Kerbela’da Emevi Halifesi Yezid’in adamlarınca susuzluk eziyetine de uğratılarak katledilmesinin Şii gelenekteki yeri ve kitlesel tahayyüldeki izi, Şah rejimine karşı halka mücadele azmi aşılamada asli sembolik dinamiği oluşturmuştur.
İran’da İslam devrimine giden yolda hafızalarda en çok yer etmiş slogan da "Kerbela" ve "Hüseyin"e atfen şekillenmiştir ve paradigmayı anlamamıza imkân verir. 1977 yılında (kuvvetli olasılıkla Şah rejiminin istihbarat teşkilatı SAVAK tarafından öldürülerek) hayata veda ettiği için Devrim’i göremese de onun baş ideoloğu sayılan Ali Şeriati’ye ait bu slogan, "Her gün Aşura, her yer Kerbela"dır.
Humeyni, Devrim İran’ında halkı selamlarken
* * *
Emevi devletinin kurucusu Muaviye tarafından halifelik hileyle kendisinden "gasp edilmiş" dördüncü halife Ali’nin küçük oğlu Hüseyin, Muaviye’nin oğlu ve ikinci Emevi halifesi Yezid’in adamları tarafından Kerbela’da katledildiğinde tarih, Hicrî (Kamerî) Muharrem ayının 10’uncu günüdür.
Aşura, Arapça "onuncu" demek.
Dolayısıyla, "Hz. Hüseyin"in ihanet ve hıyanete uğrayarak Kerbela’da Muharrem ayının 10’unda (Aşura) katledilmesi hadisesinden çıkış bulmuş olan, Şiiliğin bu başat mito-dinsel söylemi, 20’nci yüzyılın son çeyreğinde İran’daki devrim sürecinde kritik rol oynadı.
Şah’a karşı sokaklara dökülmüş kitleler onu "Yezid"le özdeşleştirip, Hüseyin’in Kerbela’da şehit edildiği günü duyumsayarak mücadele ederken, "Her gün Aşura, her yer Kerbela" şiarı onların avaz avaz dilindeydi.
Devrimin kitlesel bağlamda öncü gücünü oluşturan pazar esnafı ve çalışanları da (Bazaari) 1978’den itibaren pazar yerlerinde bu sloganın yazıldığı pankartları her tarafa asmaya başlamışlardı.
Şah rejimine karşı hiç kuşkusuz sol-sosyalist mücadele de çok etkiliydi devrim sürecinde ama burada temel problem, özellikle kitlesel mobilizasyon sağlama yolunda "söylem" olarak halka yabancılıktı. Oysa İran solu-sosyalizminin de hareket noktası olan adaletsiz, zalim, halkı sömüren bir rejime karşı mücadelede, inançlı Şiî Müslümanı hayatî risk pahasına protesto ve isyan yükümlülüğü altına sokan Kerbela paradigması, basbayağı popülist-devrimci bir mesaj içermekteydi.
* * *
Zulüm karşısında gönüllü kurbanlık sayılan ve "ölüm üzerinde zafer kazanma" anlamına gelen Hüseyin’in şehitliği, diğer deyişle Kerbela paradigması, İslami rejim İran’da kendi konsolidasyonunu sağladıktan sonra da işlerlikte tutuldu.
Rejim-yanlısı ve kitle desteği talep eden siyasi-toplumsal etkinliklerin Kerbela anmasına denk getirilmesine özen gösterildi.
"Paradigma", Şah’a karşı olduğu gibi, Amerika’ya karşı da İsrail’e karşı da ABD iş birlikçisi olduğu düşünülen Sünni-Arap ülkeleri ve yönetimlerine karşı da on yıllar boyu formülleştirilip seferber edildi.
Devrik Şah, İran’ı terk ederken
Bu doğrultuda şimdi İslami rejimin en gözü pek gardiyanı olan ve muazzam kitlesel popülariteye sahip Kasım Süleymani’nin ABD tarafından öldürülmesi sonrası dini lider Hamaney’in web-sitesinden paylaşılan tasvirî resim de Kerbela paradigmasının yine tazelenip servis edilmek üzere olduğunu düşünmeye kışkırtmakta bizi.
Resimde, cennette bir karşılama töreni izliyoruz: Çoktan Firdevs-i Âlâ’ya vasıl olmuş "Şiî erkân"ın ortasında sırtı bize dönük olarak Süleymani’yi kucaklayıp bağrına basmış İmam Hüseyin ve onun yanı başında olup bitene mağrur bir gülümsemeyle eşlik eden İmam Humeyni!..
Fazla söze hacet yok, rejimin hanidir halk nezdinde kaybettiği kredi ve itibarı yenileme-tazeleme yolunda Kerbela paradigması işte huzurlarınızda!
Kasım Süleymani, cennette İmam Hüseyin'le kucaklaşırken (Bu tasvire dikkatimi çeken Fatih Sarıtaş'a teşekkürler)
İran’da yine her gün Aşura, her yer Kerbela.
Ve herkes Hüseyin… Herkes Süleymani!..
* * *
ABD saldırısının anlık ve pratik bir sonucu bu olur mu olur? Yıllardır ciddi sarsıntı ve değer kaybı içinde tıknefes hale gelmiş rejimin nefesini açacak bir fırsat olarak kullanılabilir bu girişim.
Ben, "İmam Hüseyin’in şehadeti"ne atfen sembolik jestlerin toplumsal tutunum sağlamaya dönük mahiyette yöneticiler tarafından da kitleler tarafından da şu aralar bol bol sergileneceğini tahmin ediyorum.
Hâlbuki daha iki yıl önce bugünlerde İran, artık miadını doldurmuş, zamanın ruhuna alabildiğine aykırı düşmüş, içi çürümüş bir kalın kabuktan ibaret hale gelmiş İslami rejim karşısında patlayan isyana sahne olmuştu. "Hamaney’e ölüm" sloganlarını da İslam Cumhuriyeti’nin son bulması çığlıklarını da hatta devrik Şah’ın oğluna geri dön çağrılarını da içerir raddeye varmıştı gösteriler...
Kimsenin Kerbela paradigmasına rağbet edeceği, onu işlerliğe sokmak isteyeceklere prim vereceği bir ortam ya da iklim yoktu.
Aksine, nasıl ki Şah döneminde petrol zenginliği toplumun yararına değerlendirilememiş ve Batıcı-monarşi petrolü nimet yapamayıp lanet kılarak ekonomik temelde çökmüşse, İslami-teokrasi de benzeri bir noktaya ekonomik sorunlar sonucu, bir yandan yoksulluklar, öte yandan yolsuzluklar nedeniyle sürüklenmekte görünüyordu.
ABD tam da "Körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz" dedirtircesine imdadına yetişti İran’da Molla Rejimi’nin…
* * *
Humeyni’ye en büyük iyiliği, Devrim’in hemen ertesindeki kargaşa ve iç-çekişme ortamında Saddam’ı İran’a saldırtarak yapmışlardı.
Şimdi de yozlaşmış Hamaney iktidarına benzeri bir iyiliği, toplumsal katmanlarda büyük sempati ve popülariteye sahip Süleymani’yi "İmam Hüseyin makamı"na yükselterek, böylece Kerbela paradigmasının yeniden işlerliğe sokulması yolunda imkân yaratarak yapmış oluyorlar.
Ama bir yandan da tabii ki hiçbir şey eskisi gibi değil. Humeyni’den bu yana köprülerin altından çok su aktı İran’da.
Dün, "Devrim’in şanlı günlerinde" Kuran’a referansla "müstekbirîn" (ezenler/büyüklenenler) olarak işaret edilen Şah yanlıları karşısında, yine Kuran’a referansla (Marksistleri de yanlarına çekecek şekilde) "müstaz’af" (ezilen) kitlelere öncülük edenler, bugünkü durum ve konumları itibarıyla kendileri "müstekbir" oldular.
Ve dün, Şah rejiminde "müstekbirîn"e karşı Kerbela paradigmasına meyletmiş kitlelerin, İran’da halihazır ekonomi-politik gidişat karşısında zamanla aynı paradigmaya hangi yönde kimlere karşı işlerlik kazandıracağı da hiç belli olmaz.
İran’da 2017 sonu-2018 başı rejim-karşıtı gösteriler

* * * 
Kerbela paradigması, bir dini ritüel olarak "Kerbela matemi"nden çıkar. Bu, özünde bir "kutsal tiyatro"dur. 19’uncu yüzyılda bu bir "drama" olarak sahneye konurken, Hüseyin’in temsil eden karakterin karşısına Yezid’i ve adamlarını canlandırmak üzere zindanlardan toplanan suçlular-hükümlüler konurdu. Öyle ki "oyun"u izleyen ahali, Hüseyin’in acısını o kadar içten-kalpten hissederdi ki öfkeyle kendilerinden geçip Yezid ve adamlarını oynayanlara ölümüne saldırabilirlerdi.
Kerbela paradigması, farklı zaman-mekânlarda bu "drama" sahneye konulurken Yezid ve adamlarının yerine uygun figürleri yerleştirmede hiç zorluk çekmedi. Şah ve takipçilerinin bıraktığı boşluğu Batılı ülkelerin temsilcileri, liderleri kolaylıkla doldurdu.
İşte şimdi de Trump, İran İslam Cumhuriyeti’nin "müstekbirlerine" kendisini İran’da "müstaz’aflar" nezdinde "Yezidlerin en rezili-rezillerin en Yezidi" ilan etme yolunda fellik fellik arasalar bulamayacakları bir koz verdi.
Durum şimdilik bu. Ama bununla birlikte rejimin asıl "müstekbir"lerinin Kerbela anması ve paradigmasında hak ettikleri temsilî pozisyonu alacakları günler de İran’da er ya da geç, ama mutlaka gelecektir.
Tayfun Atay / T24

(Kaynaklar: Dale F. Eickelman, The Middle East and Central Asia: An Anthropological Approach, Prentice Hall, 1998; Cengiz Çandar, Ortadoğu Çıkmazı, Hil Yayın, 1983; Neşet Çağatay, 100 Soruda İslâm Tarihi, Gerçek Yayınevi, 1972)  

‘Aldığın şu hayat, fena değildir… Üstü kalsın’* - BİRGÜN

30 yıl önce bugün aramızdan ayrılan usta şair Cemal Süreya ölüm yıldönümünde çeşitli etkinliklerle anılıyor. Maltepe ve Kadıköy’de yapılacak anma törenlerinin yanı sıra Küçükçekmece’de ise 40 sanatçının ‘Cemal Süreya’yı Anlamak’ sergisi 9 Şubat’a kadar ziyaret edilebilecek.


Türk edebiyatının usta şairlerinden, yazar, çevirmen Cemal Süreya’nın ölümünün ardından 30 yıl geçti. Şair ölümünün 30’uncu yılında bugün bir dizi etkinlikle anılıyor.

Anma törenlerin biri Kadıköy Belediyesi’nin ev sahipliğinde gerçekleştirilecek. Cemal Süreya Kültür Sanat Derneği tarafından düzenlenen gece Cemal Süreya Kültür Sanat Derneği Başkanı Seyyit Nezir ve Kadıköy Belediye Başkanı Şerdil Dara Odabaşı’nın açılış konuşmaları ile başlayacak. Cemal Süreya’nın “Uçurumda Açan” şiirinin de dizesi olan “Yurdumsun Ey Uçurum!” adı verilen anma programı gazeteci, yönetmen Nebil Özgentürk’ün hazırladığı belgesel gösterimiyle devam edecek. Sunuculuğunu Gülsen Tuncer’in yapacağı gecede Aydan Ay, Mürsel Üstün, Nisa Leyla İbrahim Hacıbektaşoğlu, Fügen Kıvılcımer, Ali Kandaz, Melahat Babalık, Olcay Bağır, Nesrin Karyaldız ve Feridun Andaç şairin sevilen şiirlerinden mısralar okuyacak ve şaire dair konuşmalar yapacak. Gece, Ozan Çoban ve Güneş Demir’in “Süreya’nın Ezgileri” adlı dinletisiyle son bulacak. Caddebostan Kültür Merkezi’nde düzenlenen program bu akşam saat 20.00’de.

Bir diğer etkinlik ise Maltepe’de Türkan Saylan Kültür Merkezi’nde yapılacak. Cemal Süreya 4’üncü kez düzenlenen “Uluslararası Şiir Buluşması”nda anılacak. Vedat Akdamar, Mesut Şenol ve Emel Koşar moderatörlüğünde Maltepe Belediyesi Türkan Saylan Kültür Merkezi’ndeki gerçekleştirilecek etkinlikte İran, KKTC, Yunanistan, Rusya, Cezayir, Romanya ve Türkiye’den konuşmacı ve sanatçılar yer alırken Muzaffer Özdemir’ de türküler söyleyecek. Etkinlikte Âba Müslim Çelik, Eray Canberk, Hilal Karahan ve Nuray Gök Aksamaz Cemal Süreya’nın yaşamı ve şiiri üzerine konuşacak. Cemal Süreya’nın sık sık vakit geçirdiği Hatay Restoran’ın sahibi Mehmet Ali Işık’ın arşivinde bulunan Cemal Süreya fotoğrafları ve usta şairin şiirleri ve sözleri kaligrafi sanatçısı Osman Kartaler’in yazımıyla kaligrafi sanatıyla buluşurken Mehmet Ali Işık’ın arşivinde bulunan Cemal Süreya’nın hayatının çeşitli dönemlerini yansıtan fotoğraflardan oluşan bir de sergi açılacak.

40 SANATÇI SÜREYA'YI ÇİZDİ
Küçükçekmece Belediyesi ise şairi, kendi çizimlerinin ve çağdaş sanatçıların yorumlarının bulunduğu özel bir sergi ile andı. Cemal Süreya’ nın kız kardeşi ve yeğenleri de ilk kez bir anma etkinliğine katıldı.

Cemal Süreya’ nın, ilk kez sanatseverlerle buluşacak el çizimlerinin yer aldığı sergi, Atakent Kültür ve Sanat Merkezi’nde ziyarete açıldı. Günümüz sanatçılarından 40 önemli ismin, Cemal Süreya’yı, yaşamı ve eserleri üzerinden ele aldığı sergi, 8 Ocak’ta kapılarını açacak. Açılışta BaBaZuLa’nın kurucusu Murat Ertel, Esma Ertel ve şair, yazar, oyuncu Orhan Alkaya da ortak performansları ile Süreya’nın şiirlerini müzikle buluşturdu.

Sergide, alanlarında uzman 40 sanatçı, Ara Güler, Bahar Oganer, Cemil Ergün, Çağdaş Erçelik, Deniz Gökduman, Devabil Kara, Devrim Erbil, Fırat Bingöl, Fırat Neziroğlu, Görkem Dikel, Güneş Acur, Halime Türkyılmaz, Hülya Sözer, Hüseyin Işık, Hüseyin Rüstemoğlu, İpek Şenel, Mehmet Kavukçu, Nazan Azeri, Nezihe Bilen Ateş, Reşat Başar, Selahattin Yıldırım, Zafer Erkan, Ragıp Basmazölmez, Balkan Naci İslimyeli, Turgay Kantürk, Serdal Kesgin, Raziye Kubat, Şevket Sönmez, Nevhiz Tanyeli, İpek Tekil, Metin Üstündağ, eserleriyle yer alıyor.

‘Cemal Süreya’yı Anlamak’ isimli sergi, Atakent Kültür ve Sanat Merkezi’nde 9 Şubat tarihine kadar ziyaret edilebilecek.

CEMAL SÜREYA
1931’de Erzincan Pülümür’de dünyaya geldi. Ailesinin ona verdiği asıl isim Cemalettin Seber’di. Maliye Bakanlığı’nda müfettiş yardımcılığı ve müfettişlik, Darphane müdürlüğü, Kültür Bakanlığı’nda kültür danışma kurulu üyeliği, Orta Doğu İktisat Bankası yönetim kurulu üyeliği ve 25 yıldan fazla da Türk Dil Kurulu üyeliği yaptı. Emekliliğinde, yayınevlerinde danışmanlık ve ansiklopedilerde redaktörlük ve çevirmenlik yaptı.

1960 Ağustos’unda çıkardığı Papirüs dergisini yalnızca 4 sayı yayınlayabildi. Pazar Postası, Aydınlık, Yeditepe, Oluşum, Politika gibi birçok yayın kuruluşunda şiir ve yazılar yazdı. İlk şiirine ‘’Şarkısı Beyaz’’ adını vermişti ve bu şiir 8 Ocak 1953’te ‘’Mülkiye’’ dergisinde yayınlandı. 1950’li yılların başında gelişim gösteren ‘’ikinci yeni hareketi’’ ne katıldı. O daha çok ‘’garip’’ akımının etkisinde gibiydi.

1953’te ilk şiiri ‘’Şarkısı Beyaz’’ın yayınlanmasının ardından dergilerde karikatürleri de yayınlandı Cemal’i edebiyat dünyasına tanıtan şiirine de ‘’Gül’’ adını vermişti. 1955’te ise ‘’Üvercinka’’ ve ‘’Dalga, Güzelleme, Üçgenler, Cigarayı Denize Attım, Nehirler Boyunca Kadınlar Gördüm’’ gibi eserlerini kaleme aldı.

*Cemal Süreya’nın Üstü Kalsın şiirinden

BİRGÜN






Yetenek, azim: Hümeyra - Zeynep Oral


Masa başında çalışırken haber geldi. İKSV’nin Film Festivali Sinema Onur Ödülleri, Hümeyra ile yönetmen Birsen Kaya’ya, Sinema Emek Ödülü ise yapımcı ve dağıtımcı Seher Karabol’a verilecek. Bence harika bir seçim. Üç başarılı kadını da, seçenleri de kutluyorum.
Kimi insan vardır, hayatta ne yaparlarsa iyi yapar, güzel yapar, belli bir kalitenin altına asla düşmez. “On parmağında on marifet” dediğimizin dışında bir niteliktir bu. Yetenek, azim, sabır, bilgi ve zekâ ister... İşte Hümeyra benim için böyle biri.
Müzikte, tiyatroda, sinemada ustalığını çoktan kanıtlamış olan Hümeyra benim çocukluk arkadaşım! İşte bugüne dek söyleşilerimizden bir demet:

***

Çocukken zaten adım zor geliyordu, fazla uzamasın, kolay olsun diye kısa kestim! Bir de yanlış bir şey yaparsam babama ayıp olmasın, rezil olmayayım diye soyadımı hiç kullanmadım.”

Müzik

64-65 yıllarında İngiltere’de, Londra’dayım. Bir mahalle okuluna gidiyorum. Yabancıyım... Öteki olmamak için hep bir yerlere ait olmak istiyorum... Ama bir yandan da aile diplomat... Bu çelişkiler arasında okulun müzik grubuna katılmak bir kurtuluştu. Ekip olmak duygusu bana iyi geldi. Şimdi tam tersi: Aman hiçbir gruba, ekibe girmeyeyim diye bakıyorum...”

Rastlantı sonucu şarkıcı oldu, ama lay lay lom yerine Âşık Veysel, Yahya Kemal, Orhan Veli seçti. Hepsi bilinçli seçimlerdi.

60’larda, müzik toplumsaldı, politikti. Joan Baez, Bob Dylan, Beatles... Müzikle ilgilenmemek olmazdı. O zaman umutlarımız vardı, ışık vardı...”

Umutların, ışığın peşinden, sevdiği şairleri besteledi ve söyledi. Kördüğüm, Sessiz Gemi, Anlatamıyorum, Bendeki Aşk, Yaş 35, Olmasa...

Tiyatro ve sinema
           
Atıf Yılmaz, Ömer Kavur, Çağan Irmak filmlerinin oyuncusu Hümeyra, tiyatro ve sinemayı ayırmaz. Her ikisini de “oyunculuk” diye niteler. “Teknikleri farklı o kadar” der.   

Konservatuvar eğitimi almadım. Alaylıyım. Çalıştığım her tiyatroda, ustalardan öğrendim. Onların eleştirileriyle bir yere geldim: Haldun Dormen, Ayfer Feray, Kamran Usluer, İsmet Ay, Ferhan Şensoy, Ali Poyrazoğlu ve niceleri... Hepsine minnet borçluyum. Şehir Tiyatrosu’na girerken, şarkıcı kız şimdi de oyuncu oluyor dedilerdi.” 
Rivayet o ki, “maymun iştahlıymış”. Doğru mu?

Rivayet değil, hâlâ söylerler. Ama değilim. Yaptığım tüm işler birbiriyle bağlantılı, bir bütün! Bir yanda gazoz fabrikası müdürlüğü bir yanda dağcılık yapmıyorum ki... Müzik, oyunculuk, dans, bale... Çocukluğumdaki bale dersleri bana tempo ve ritim duygusunu verdi. Özellikle komedide, lafa bir an önce, ya da bir an sonra girsen, her şey değişir, bıçak sırtı gibidir. Bale dersleri bedenimi kullanmayı, denetlemeyi öğretti.”

Burası Türkiye... Milletimiz onu sahnelerdeki olağanüstü oyunculuğuyla değil, dizilerle tanıdı. Bir de özel hayatını kendine sakladı, afişe etmedi:
İşimle ilgileniyorum. İşimin dışındakiler, kendi özel hayatım sadece bana ait. O zaman basın seni yok sayıyor... Oysa ben özel hayatımı özel yaşıyorum, herkesle değil.”

İnsan ve kadın

Yaşam boyu sahne, perde korkusu onu hiç terk etmedi:
Hâlâ ilk günkü gibi heyecandan ölürüm. 50 gece oynadığım oyuna çıkarken korkuyorum. Sinemada, kamera karşısına çıkacağım günün gecesi uykumdan korkuyla sıçrıyorum... Ödül almaya sahneye nasıl çıkacağım diye korkuyorum... Mideye kramplar, nefes alamama, boğuluyorum...”

Bu korkuyu kendi içine kapanarak yenmeye çalışıyor. Kalbinin en kırıldığı anlarda da, yalnızlığına sarılıyor. İç sesine kulak veriyor... Resim yapmaya sarılması da bundan. İkinci bir yaşam şansı olsa sadece resim yapar, yazı yazardı. Muhteşem bir öykü anlatıcısıdır!

Oldum olası, toplumsal cinsiyet kalıplarına sıkışmayı reddetti. “Adım Kadın” şarkısını söylediğinde çok gençti!

Bugün olsa o şarkıyı farklı söylerdim. Orda edilgen kadınlık da var. En sevdiğim dize: ‘Adem’in yediği elma hep benden mi sorulur?’ O zaman kadın düşmanlığı ülkemde bunca yaygın değildi. Diz kapağını görünce millet tahrik olmazdı. Etek boyumla başkaları değil, olsa olsa annem ilgilenirdi.” 

Birkaç yıl önce Hümeyra’ya “Ne olacak bu memleketin hali?” dediğimde yanıtı şöyle olmuştu:
Bu politikacılar bizim bütün rollerimizi çaldılar. Sanırsın hepsi birer star! Yıldız! Hiç susmadan konuşmalar! Her yerde onlar! Televizyonlarda onlar, medyada onlar! En çok onların lafı ediliyor. Sanatçıları yerlerinden ettiler! Tiyatro, sinema, sanat, opera, müzik, hepsi magazin eklerine sıkışıp kaldı...”

İlk günden bugüne mizah duygusu hiç ama hiç eksilmedi arkadaşımın!

Zeynep Oral / CUMHURİYET

Onat Kutlar Kadıköy’de Anılıyor - kitapeki.com

Şair, yazar, sinema eleştirmeni Onat Kutlar ölümünün 25. Yılında Kadıköy Belediyesi’nin düzenlediği “Onat Kutlar Bir Şenliktir” adlı programla anılıyor. Kadıköy Belediyesi Süreyya Operası’nda düzenlenen anma programı 12 Ocak Pazar, saat 20.00’de.


11 Ocak 1995’te uğradığı bombalı saldırı sonucu 59 yaşında hayatını kaybeden şair, yazar, sinema eleştirmeni ve Türk Sinematek Derneği kurucularından Onat Kutlar anısına düzenlenen gece Kadıköy Belediye Başkanı Şerdil Dara Odabaşı’nın açılış konuşmasıyla başlayacak. 

“Onat Kutlar Bir Şenliktir” anma programında Hülya Uçansu, Adnan Özyalçıner, Türk Sinematek Derneği kurucularından Cevat Çapan konuşma yapacak ve sanatçı Genco Erkal Kutlar’ın eserlerinden bölümler okuyacak. Zeynep Oral ile Selçuk Metin’in hazırladığı; Zeynep Oral ve Cem Davran’ın sunuculuğunu yaptığı gece piyanist İdil Biret’in vereceği resitalle son bulacak.

Ücretsiz düzenlenen geceye katılım için davetiyeler Süreyya Operası gişesinden temin edilebilir.
kitapeki.com

7 Ocak 2020 Salı

Reşat Nuri Güntekin'in evi yangında küle döndü - BİRGÜN

Yazar Reşat Nuri Güntekin'in Çalıkuşu adlı eserini yazdığı ev çıkan yangında kullanılamaz hale geldi.

Tekirdağ'da Yazar Reşat Nuri Güntekin'in de bir dönem yaşadığı ev çıkan yangın sonucu kullanılamaz hale geldi.

Ertuğrul Mahallesi'nde kullanılmayan iki katlı tarihi evden dumanlar yükseldiğini gören çevre sakinleri durumu itfaiyeye bildirdi.

Rüzgarın etkisiyle kısa sürede büyüyen ve binayı saran yangın, ekiplerin iki saatlik mücadelesiyle söndürüldü.

Yangın sonucu ev kullanılmaz hale geldi.

Türk edebiyatının önemli isimlerinden Reşat Nuri Güntekin'in "Çalıkuşu" romanının bir bölümünü bu evde yazdığı belirtildi.

Birgün