4 Ağustos 2020 Salı

Çetin Tekindor 75 yaşında - Ayşegül Yüksel / Cumhuriyet

Yukarıda okuduğunuz başlığı, Çetin Tekindor’un yaşlandığını değil, yılların nasıl da çabuk geçtiğini göstermek için kullandım. Evet, Devlet Tiyatroları’nın Cüneyt Gökçer’le başlayan “yakışıklı jönler” zincirine 1970’lerde eklenen ünlü oyuncu bu unvanı aynı zamanda “önemli rollerin güçlü yorumcusu” olarak da taşımaktaydı. 

1980’lerde iki kişilik “Rita’nın Şarkısı” oyununda Derya Baykal ile paylaştığı sahnede 35 yaşında genç bir profesördü. 2000’li yıllarda aynı rolü bu kez Tülay Günal’ın karşısında yorumlarken ise kıdemli bir akademisyenin rahatlığını taşıyordu. Sanat yaşamı boyunca tüm rollerini o dönemdeki yaşının getirdiği erdemleri kullanarak değerlendirdiği rahatça söylenebilir.

Tekindor’u -henüz eleştirmenliğe başlamamışken- ilk kez 1971’de Jean Anouilh’in “Becket”inde izlemiştim. Daha sonra Oscar Wilde’ın “Yelpaze” (1977), Maksim Gorki’nin “Güneşin Çocukları” (1978) oyunlarındaki yorumlarını anımsıyorum. Farklı rollerde farklı duruşlar sergileyen, sözünü sesine, hareketini görüntüsüne yakıştıran, sahnede çırpınmadan, kan ter içinde kalmadan devinebilen bir oyuncu olarak girmişti belleğime.

Zor oyunlarda zorlu yorumlar

Ancak, içinde nasıl bir “sahne insanı” dinamosu barındırdığını 1978’de Ankara Devlet Tiyatrosu’nda sahnelenen Ulrich Plenzdorf’un “Genç Werther’in Yeni Acıları” oyunundaki soluk kesici yorumuyla gördüm. Enerjisini alabildiğince yoğun biçimde kullanırken bile aşırıya kaçmıyor, oyuncu kişi dengelerinin denetimini her an korumasına karşın rolünü son derece doğal bir akış yaratarak değerlendirebiliyordu. Tekindor’un disiplin anlayışına ve duyarlı çalışma alışkanlıklarına ilişkin bir de anım var: Yaşamım boyunca yaptığım tek tiyatro çevirisi olan John Arden’ın “Musgrave’in Dansı” oyununun dev kadrolu Ankara DT (1980) yapımı sırasında katıldığım bir provada, rolü gereği trampet çalması gereken Hirst adlı karakteri canlandıran sanatçının, başka bir sahnenin tartışıldığı iki saat boyunca, uzak bir köşede hiç durmaksızın trampet çalıştığına tanık olmuştum.

Tekindor, kariyerinin doruğunu 1986’da Edward Albee’nin “Kim Korkar Hain Kurttan” oyunu ile yakaladı. Bir ABD üniversitesindeki -“sıradan” olmayı seçmiş- öğretim üyesinin karısıyla (Ayten Gökçer) paylaştığı bunalımı, oyunu ülkemizde ilk kez sunan Kent Oyuncuları yapımındaki Müşfik Kenter yorumuna denk bir incelikle yorumlayan Tekindor, artık “ustalar” arasındaydı…

1989’da Memet Baydur’un “Cumhuriyet Kızı” oyununda, Ankara DT’nin birçok değerli erkek oyuncusuyla birlikte bir kez daha “üniversite profesörü” (bu kez 1402 sayılı yasayla işlerinden atılıp “ansiklopedi yazarlığı”na soyunan akademisyenlerden biri) olarak sahneye çıkan Tekindor, birçok oyunun ardından 1999’da Yücel Erten’in sahnelediği Elisabeth Hauptmann-Bertolt Brecht’in “Mutlu Son” oyununda -gangster tiplemesi yaptığıparlak bir komedi oyunculuğuyla bir kez daha seyircisini büyülüyordu. Sahneye çıkmayı İstanbul DT ve Adana DT’de, emekli olana dek sürecekti…

40’ı aşkın oyunda -tarih oyunlarından trajedilere, klasik ve modern komediye uzanan bir çizgide- birçok karakteri canlandıran, pek çok ödüle değer bulunan sanatçı, yalnızca Devlet Tiyatroları’ndaki çalışmalarıyla kalsa, çoğunlukla yalnızca tiyatroseverlerin gönlünde taht kuracak ve öylece yaşayıp gidecekti.

Sinema, diziler ve ‘seslendirme’

Ne ki çok kanallı televizyon kanallarının gündeme gelmesiyle parlak bir uğraş durumuna gelen “seslendirme sanatçılığı” Tekindor’u -henüz yüzü herkesçe tanınmasa da- sesiyle Türkiye çapında tanınan bir kişi yaptı. Tekindor “McMillan ve Karısı dizisinde dedektif McMillan’ın sesiydi artık. Seslendirmedeki yıllar süren başarısı bir ara sahnedeki performansını olumsuz yönde etkiler bile olmuştu. (Bu arada, sanatçının Ankara Devlet Konservatuvarı ve Bilkent Üniversitesi’nde uzun süre “sahne ve diksiyon” dersleri verdiğini de unutmayalım.)

Aynı dönemde televizyon dizileri ve filmlerle gündeme gelen Tekindor, 15 dolayında sinema filmi, 25 dolayında da televizyon dizisi çevirerek ülke çapında kucaklanan bir sanatçı konumuna geldi. 2005’te Çağan Irmak’ın yaptığı “Babam ve Oğlum” filmiyle sinemada “unutulmazlar” arasına girdi. 2016-17 yıllarında -Uluç Bayraktar’ın yönettiği- parlak televizyon dizisi “İçerde”nin “mafya babası” kebapçı Celal’ini ölümsüz bir karaktere dönüştüren de Çetin Tekindor oldu.

Tiyatro sahnesi, film ve dizi setleri, efendice duruşu, çalışma disiplini, titizliği ve duru, yalın oyunculuğuyla, geçen yılları yok sayan bu yaman oyuncunun yeni yorumlarını bekliyor. 75. yaşı kutlu olsun.

Ayşegül Yüksel / Cumhuriyet

Kemal Tahir'in hayaleti - Oğuz Oyan / SOL

Tahir esasen bir romancı/edebiyatçı olmaktan ziyade bir siyasi ideologdur. Başka deyişle romancılığı, didaktik siyasi kişiliğinin gölgesindedir. Ancak bunu doğrudan kendi yapmaz, tarih tezlerini roman karakterlerine verdirdiği siyasi vaazlar üzerinden açınlar.



Geçen hafta 28 Temmuz tarihli yazımın sonunda, izleyen yazımda yani 2 Ağustos tarihli Birgün Pazar'da Kemal Tahir konusuna değineceğimi söylemiştim. CHP'nin "ikinci yüzyıl bildirgesi" ve "yeni devletçilik" eleştirisinden yer kalmadı, giremedim. Bu arada aynı ekte değerli Güray Öz bu konuya değindi. Sevgili Barış Doster de 1 Ağustos'ta Cumhuriyet'te yazdı. Birdenbire bu K. Tahir ilgisinin doğmasının nedeni, CHP liderinin, eksenine "devletçiliği" aldığı makalesinde (Cumhuriyet Gaz. 19 Temmuz 2020) K. Tahir'e ve "Devlet Ana" romanına gönderme yaparak yazıya başlamasıydı. Cumhuriyet Gazetesi de, birinci sayfadan iri puntolarla gördüğü bu yazıyı "Devlet Ana vakti" manşetiyle duyurmaktaydı.

Aslında CHP'de bu K. Tahir ilgisi yeni değildir. Bülent Ecevit, siyasette yıldızının parladığı 1960'lı yıllardan itibaren K.Tahir'in siyasi/tarihi savlarına ilgi duymuştur. Bu ilginin, gene K. Tahirin etkilerini alan İdris Küçükömer'in bakış açılarının etkisiyle daha da arttığı söylenebilir. Ecevit'in CHP'nin kuruluş dönemiyle ilgili bazı hesaplaşmalar içine girmesi, kendini/siyasetini "buyurgan", "ceberrut" devlet tipinin karşı kutbuna yerleştirmeye özen göstermesi bunun uzantısındadır.

***

K. Marx, bir üretim tarzı olarak tanımlamakta güçlük çektiği, içini dolduramadığı, dolayısıyla ham bıraktığı Asya Üretim Tarzı'nı (AÜT), "Doğu despotizmi" gibi üstyapı kurumlarına başvurarak anlaşılır kılmaya çalışmıştı. Ancak yetersizliklerini aşamadığı bu girişimini olgun dönemlerinde sürdürmemişti (Bkz. O. Oyan, Feodalizmden Kapitalizme, Osmanlı'dan Türkiye'ye, Yordam yn. 2016). Bununla birlikte, AÜT üzerinde tartışmalar 1950 sonrasındaki 30 yılda dünyada epey canlılık kazanmıştır. Türkiye'de bu tartışmalar K. Tahir'in etkisiyle 1960'ların ikinci yarısında yaygınlaşmıştır. K. Tahir, Marx'tan işine yarayan "Doğu despotizmi" gibi kavramları alarak Osmanlı'ya ve sonrasında erken Cumhuriyet dönemine oldukça serbest bir biçimde uygulamaya çalışmıştır. "Oldukça serbest bir biçimde" olmasının nedeni, düşüncelerini bir bilimsel makale titizliği içinde vazetmekten ziyade (muhtemelen bu kulvara giremeyeceğinden), romanları ve roman karakterleri üzerinden ve dönemin aydınlarını doğrudan etkilemek üzerinden yaymaya çalışmıştır.

Türkiye'de AÜT'ü Osmanlı'ya uygulayarak belirli bir kuramsal/pratik çerçeve kazandırma çabasının ilk temsilcisi olan Sencer Divitçioğlu da bunu açıkça söyler: "Benim Asya Üretim Tarzı'na yönelmemi, hatta konuyu fark etmemi sağlayan Kemal Tahir'di. Ben Asya Üretim Tarzı'nın ilk çalışmasını 1966'da yaptım. Benden önce de bunu yazan çizen olmadığına göre, ben de konuyu ondan duyduğuma göre, bu konuda harekete geçilmesini sağlayan Kemal Tahir'dir". (İ. Ekinci, H. Güldağ, yayına hazırlayanlar, Sencer Divitçioğlu Anlatıyor, Yapı Kredi Yayınları, 2012, s. 86-90).

Kuşkusuz K. Tahir'den etkilenen siyasetçi ve aydınlar burada saydıklarımızla sınırlı değildir. Burada ilginç olan, bir edebiyatçının romanları üzerinden bunca siyasi etkiye sahip olabilecek bir ortamı/bir ideolojik vakumu hazır bulabilmiş olmasıdır. Bunun arkasındaki nedenlerden biri 1960'lara kadar marksist eserlerin Türkiye'de basılamamış olması ve 1980'lere kadar da önemli tarih eserlerinin Türkçeye kazandırılmamış olmasıdır. Bir diğer nedeni ise, kendi tarihçilerimizin Osmanlı toplumunu "kendine kendine benzer/kendine özgü" (=sui generis) türünden bir tanım dışında algılamak istememeleri olmuştur.  Çünkü bizim büyük tarihçilerimiz Osmanlı Devleti'ni feodal olamayacak kadar "gelişmiş" görmeye meyletmişler ve feodalizmi de sadece toprak soyluları arasındaki tâbiyet ilişkilerine indirgemişlerdir. Böylece K. Tahirler için çok mümbit bir ortam yaratılmıştır.

K. Tahir esasen bir romancı/edebiyatçı olmaktan ziyade bir siyasi ideologdur. Başka deyişle romancılığı, didaktik siyasi kişiliğinin gölgesindedir. Ancak bunu doğrudan kendi yapmaz, tarih tezlerini roman karakterlerine verdirdiği siyasi vaazlar üzerinden açınlar. Bazen bir kurumu (örneğin Köy Enstitülerini) eleştirmek için yazar (Bozkırdaki Çekirdek romanı) bazen belirli siyasi kişilikleri veya siyasi olguları/hareketleri kendine göre yermek için. Önemli tarihi çarpıtmalara yol açmış olmak ve bir dönemin aydın ve okurlarının kafalarını önemli ölçüde karıştırmış olmak bakımından oynadığı rolü olumlu kabul etmemiz mümkün değildir.

***

Dolayısıyla, CHP liderliğinin Parti'nin devletçilik ilkesinin içini boşaltmak için yeniden K. Tahir'e başvuruyor olmasını -her ne kadar bunda bir ayrıntıya girilmemiş olsa da- hayırhah bir gelişme olarak göremiyoruz. Esasen CHP liderinin "sosyal devlet devletçiliği" ile K. Tahir'in savlarının dolaysız bir ilişkisini kurmak zordur. Kurabilmek için, kavramın tersinden bakmak gerekir: K. Tahir için CHP devletçiliği, özellikle tek parti dönemi bakımından, ekonomi alanıyla da sınırlı olmamak üzere, buyurgan/üstten bakan bir "ceberrut" devletçiliktir. CHP, kendi devletçilik ilke ve tarihi pratiğinin içini boşaltırken Kemal Tahir'e gönderme yaparak, şimdiki devletçiliğinin sosyal ve halkçı özellikleri bakımından "müdahaleci devletçilikle" ilgisinin olmadığını ima etmiş olmaktadır. Bunun için gene Ecevit yardıma çağrılmaktadır: Ecevit'in 1961 sonunda, YÖN Dergisi'ni çıkaranların çıkış bildirgesine yönelttiği eleştirileri içeren mektubundan şu pasajlar aktarılmaktadır: "...Önemli olan devlet işletmeciliğine her türlü özel teşebbüs imkânını köstekleyici ve teşebbüs ruhunu baltalayıcı avantajlar sağlamak değildir; önemli olan, devlet işletmeciliğine teşebbüs ruhunu, özel teşebbüse de devlet işletmeciliğinin toplumsal sorumluluğunu kazandırmaktadır". (Cumhuriyet Gazetesi, 19 Temmuz 2020). Burjuvazinin kaygılarını gidermek çabası sanki hiç bitmeyecektir!

Bununla da sınırlı değil. Bugünkü CHP yönetimi, Ecevit ile birlikte CHP'ye nüfuz etmiş bulunan K. Tahir etkisini adeta yeniden canlandırmak isterken öyle ayrıntılı bir felsefi tartışma açarak değil (bunu bir ölçüde Ecevit yapmıştı), şu kaygılardan hareket ediyor: Güncel CHP'yi yeniden biçimlendirirken Cumhuriyet'in kuruluş dönemindeki tarihsel köklerinin "aşırı" veya "devri geçmiş" bulduğu kimi ilke ve uygulamalarından arındırmak, dolayısıyla bu alanda tartışma veya geçmişini savunma mecburiyetinde kalmadan sağ partilerle ittifaklarını geliştirmek istiyor. Zaten "sosyal devlet devletçiliği" gibi türlü çeşit düzen siyasetinin benimseyebileceği içeriksiz bir kavram öneriyor olduktan sonra böyle bir savunmacı pozisyon hâlâ gerekli miydi sorusu elbette sorulabilir.

Ancak bize göre herşey 37. Kurultay'a endeksli değildi. CHP'nin mevcut siyasi/ideolojik konumlanmasının yeni bir Programa ihtiyacı var. Bu Programda "devletçilik" ilkesinin alacağı şekil şimdiden belirginleşti. Onun kadar önemli mesele yürürlükteki 2008 Programındaki "laiklik" ilkesinin değiştirilmesi olacaktır. Mevcut Programda (s.15-16) bu ilkenin çerçevesi çizilirken, "Devletin ve kurumlarının, toplumun, hukukun ve eğitimin laik olması, asla ödün vermeyeceğimiz temel kuraldır" denilmektedir. 

Gerçekten öyle mi?

Oğuz Oyan / SOL

Ayasofya ve İstanbul Sözleşmesi'nden sonra padişah aklama operasyonu: Vahdettin'i aklamaya çalışanlar haindir! - SOL

Mustafa Kemal ve arkadaşları hakkında ölüm fermanı imzalamıştı. Kurtuluş Savaşını yapanlar onu bir hain olarak görüyordu. Cumhuriyet’in kurulmasından sonra bir İngiliz gemisiyle Malta adasına kaçtı. Mezarı Türkiye'de olmayan tek Osmanlı padişahı. Ülkeyi mülkü sanıyordu, dolayısıyla ihanet edecek bir vatanı da yoktu. Ama vatanı olup da Vahdettin'i aklamaya çalışanlar tartışmasız haindir…



Ayasofya Müzesinin ibadete açılması ve İstanbul Sözleşmesinin hedefe konulmasının ardından şimdi de Vahdettin’in mezarı Türkiye’ye getirilsin açıklaması yapıldı.

Yeniden Refah Partisi kurucular kurulu üyesi ve Genel Başkan Fatih Erbakan'ın Başdanışmanı “Osmanlı torunu” Abdülhamid Kayıhan Osmanoğlu, son Osmanlı Sultanı Vahdeddin’in mezarının Şam’da olduğunu hatırlatarak; “Vahdeddin Han Şam’da yatıyor. Biz onun ülkemize getirilmesini istiyoruz. Çünkü bir padişah başka bir ülkede yatmamalı. Bunun önlemini almalıyız. O yüzden en kısa zamanda Vahdeddin Han’ın mezarının getirilmesi gerekir” dedi.

Son Osmanlı Padişahı Vahdettin en tartışmalı padişahlardan biri. Cumhuriyet’in kurulmasından sonra bir İngiliz gemisiyle Malta adasına kaçtı. Mezarı Türkiye'de olmayan tek Osmanlı padişahı. Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları hakkında ölüm fermanı imzalamış ve Millî Mücadeleyi engellemek için elinden geleni yapmıştı. Kurtuluş Savaşı zafere yaklaşırken Vahdettin de bir hain olarak görülmeye başlanmıştı.

Kurtuluş Savaşı zafer ile neticelendikten sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi hükûmeti 1 Kasım 1922'de hilafet ile saltanatın ayrıldığını ve saltanatın kaldırıldığını iki maddelik bir kanun ile ilan etti. 17 Kasım sabahı Vahdeddin, küçük oğlu Mehmed Ertuğrul ve hareminin mensuplarıyla birlikte Dolmabahçe Sarayı'ndan bir kayığa binerek Boğaziçi'nde demirlemiş olan HMS Malaya adlı İngiliz zırhlısı ile Malta'ya kaçtı. 1926'da San Remo'da öldü. Cenazesi Türkiye hükûmeti tarafından kabul edilmedi ve Şam'a getirilerek Sultan Selim Camii kabristanına gömüldü.

Gönüllü İngiliz ajanı

Vahdettin ve adamları Kurtuluş Savaşı boyunca işgalcilerle iyi ilişkiler kurdu ve Kurtuluş Savaşını engellemek için canla başla çalıştı. Adamlarından Sait Molla, İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin kurucusuydu. Molla, bu derneği İngilizlere yaranmak için İngilizlerin de teşvikiyle Yunanistan’ın İzmir’e asker çıkarmaya karar verdiği sırada kurmuştu. Ülke işgal altındaydı ve yaranmaya çalıştığı İngilizler de işgalciydi. İşgale karşı Büyük Sultanahmet Mitinginin yapıldığı gün belediye reislerine telgraf çekip, kurduğu cemiyeti yeni mahalli şubeler açmak suretiyle desteklemelerini istedi. 1921’de Kurtuluş Savaşı yeni bir ülkenin tohumlarını atarken o hala İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin kongrelerini yapmakla meşguldü.

Sait Molla, bütün bunları Padişah Mehmed Vahdettin adına yapıyordu. Yeni İstanbul gazetesini ve İngiliz Muhipleri Cemiyetini Sultanın inayetiyle kurmuştu. Vahdettin’in İngilizleri dostluğuna ikna etmek için kullandığı sıradan bir şarlatandı yani. Said Molla’nın çabalarının bu işe yetmeyeceğini anlayınca yeni bir proje hazırladı. Damat Ferit projeyi Padişah adına 30 Mart 1919 tarihinde İngiliz Yüksek Komiserine sundu. Projeye göre İngiltere lüzum gördüğü yerleri 15 yıl süreyle işgal edebilecekti. Osmanlı Bakanlıklarına ve hatta valiliklere İngiliz müsteşarlar atanacaktı. Seçimler İngiltere’nin denetiminde yapılacak, maliyeyi İngilizler denetleyecekti. Fakat nasıl olacaksa Sultan, imparatorluğun dış politikasını yönetmekte özgür olacaktı.

Köşkünde ölümü beklerken padişah oldu 

1918’de, ülke 10 yıllık uzun iç-dış savaştan paramparça çıkarken büyük umutlarla tahta oturtulmuştu. Duyduğunda “Ben bu makam için hazırlanmadım” diye mırıldandı. Kendisine biat edilmek için yola koyulduğunda bastonunu unuttuğunu fark etti, “Bu bir felaket” diye dövünmeye başladı. Bütün saltanatı felaketlerle geçti ama gözleri önünde bir ülkenin yitip gitmesine bastonunu unuttuğu anki kadar tepki vermedi. bastonları ülkesinden daha değerliydi.

Fakat işler umduğu gibi gitmedi. Kemalistler Anadolu içlerinde denetimi sağlamak üzereydi. Üzerine bir de Damat Ferit kabinesinin düşüşü gelince paniğe kapıldı. Son bir hamleyle İngilizlerden güvenliğinin sağlanmasını, tahtından düşürülmesine engel olunmasını “rica” etti. İngiliz belgeleri Yıldız’da titreye titreye oturduğunu not ediyor. Sonrasında malum, bir İngiliz gemisiyle Malta Adası’na doğru yola çıktı. Çabaları ancak bu kadarına yetmişti. Vapur limandan ayrıldığında Vahdettin de tarihten silinmişti.

SOL

3 Ağustos 2020 Pazartesi

Jandarmadaki tasfiyeleri bir de ben anlatayım - Müyesser Yıldız / ODATV

İçişleri Bakanlığı’nda “FETÖ itirafçılarının” göreve getirildiğine dikkat çeken AKP’li eski milletvekili Mehmet Metiner acaba bu meseleye de el atar mı ki?!..


Emperyalizm ve maşası “FETÖ”nün hayallerinden birisi, jandarmanın TSK’dan koparılıp İçişleri Bakanlığı’na bağlanmasıydı.

“Allah’ın lütfu” diye nitelendirilen 15 Temmuz darbe teşebbüsünden sonra bu da süratle hayata geçirildi. Böylece halkla doğrudan teması olan bu en yaygın teşkilat da tümüyle iktidarın kontrol ve tasarrufuna geçti. Halkımız jandarmayı hala asker zannetse de TSK ile hiçbir bağı, bağlantısı kalmadı.

Malum, geçtiğimiz günlerde sadece 45 dakikalık YAŞ toplantısı ile TSK’daki terfi, uzatma ve emekliliklere karar verildi. Hemen ardından jandarmadaki atamalara ilişkin Cumhurbaşkanlığı kararnamesi yayınlandı.

Birkaç gazete ve yazar dışında ne YAŞ kararları ne de jandarmadaki tayinler üzerinde duran oldu. Ha tapu kadastro atamaları, ha asker atamaları bir farkı kalmadı. “Ne güzel işte, askeri vesayet bitti. Artık bunlar kimseyi ilgilendirmiyor” denebilir. Denebilir; de keşke bu coğrafyada yaşamasak ve de 5 cephede birden savaş durumunda olmasak!..

YAŞ toplantısından önce Yeni Şafak Ankara Haber Müdürü Hüseyin Likoğlu, “FETÖ’nün geride kalan kriptolarıyla YAŞ öncesi 15 Temmuz gecesi direnen subayları hedef almaya başladığını, kendinden olmayanlar hakkında isimsiz ihbar mektupları ve ispiyonculukla disiplin soruşturması açmak istediğini” yazmıştı.

Bu satırlardan sonra en azından “15 Temmuz ve Suriye Kahramanı” olduğu anlatılan İsmail Metin Temel ile Zekai Aksakallı’nın neden emekli edildiğini sorması, sorgulaması gerekmez miydi?

Aynı ilgisizlik jandarma tayinlerinde de gösterildi. Muhalif medya 15 Temmuz’da Jandarma Genel Komutanlığı’nda çatışmaya girip darbecileri engelleyen komutanların tasfiye edildiğine dikkat çekti. Kimdi bu komutanlar? Balyoz kumpasında 3 yıl hapis yatan Tümgeneral Ahmet Hacıoğlu ile Tuğgeneral Ali Demir’di. Haberde 2017’den itibaren jandarmadan tasfiye edilen diğer bazı Balyoz kumpası mağdurları ile 15 Temmuz’da direnen bazı komutanların isimleri de hatırlatıldı.

İktidarı destekleyen Yeni Şafak gazetesi, “FETÖ mağduru komutana görev” başlığı ile Tümgeneral Hüseyin Kurtoğlu’nun Van Asayiş Kolordu Komutanlığı’na atanmasını ön plana çıkardı. Haberde Kurtoğlu’nun İstanbul İl Jandarma Komutanı iken “FETÖ kumpasına” maruz kaldığı ve terfisinin engellendiği vurgulandı. Peki Kurtoğlu’nun yeni atamadan önceki görevi neydi? Nedense belirtilme ihtiyacı duyulmamıştı!..

KARARGAHTA KİM VAR?

Kendilerinin terfi ve görevlendirmelerine geçmiş yazılarımda da yer vermiştim; ancak şimdi bu 3 ismin safahatını detaylı olarak anlatayım.

Evet, Ahmet Hacıoğlu 15 Temmuz’un önemli isimlerindendi. Canlı yaşadım, 16 Temmuz sabahı Jandarma’da çatışmanın sürdüğünü haber alıp Hacıoğlu’nu aradım. Arkadan silah sesleri gelirken, “Merak etme, iyiyim” deyip telefonu kapattı.

Hacıoğlu, Jandarma Genel Komutanlığı’ndaki görevinden sonra Bursa İl Jandarma Komutanlığı’na atandı. Oradan karargaha gelmesi beklenirken Erzurum Bölge Komutanı yapıldı. Geçen yıl, “Tamam, bu defa Ankara’ya döner” denirken Şırnak Jandarma Bölge Komutanlığı’na verildi.

İNŞALLAH MÜSEBBİBİ BEN DEĞİLİMDİR

İktidarın bizlere bakışını bildiğimden, zarar görmemeleri için Balyoz’dan yatıp göreve dönenleri düğün veya ölüm gibi çok özel durumlar haricinde aramamaya dikkat ettim.

Hacıoğlu ile de son görüşmem, daha doğrusu mesajlaşmam, oğlunun düğünü vesilesiyle oldu.

Düşünün; Anayasa Mahkemesi önündeki 45 günlük Adalet Nobeti’nden sonra mahkumiyet kararları bozulmuş ve bu haberi de Hacıoğlu’nun eşi ve oğluyla birlikteyken almışım. Sonra Mamak Cezaevi’ne gitmişiz, oğlu tulum çalarak hepimizi coşturmuş.

İşte Şırnak Bölge Komutanı olduktan kısa bir süre sonra Hacıoğlu’nun Ankara’da oğlunun düğününü yaptığını duydum. Davet edilmemiştim. Edilsem bile kesinlikle gitmezdim de, ancak insan haliyle bekliyor. Bunun üzerine bir sitem mesajı gönderdim. O da, “Abla, sen bizim başımızın tacısın” mealinde bir cevap verdi.

Bunu niye mi anlatıyorum?

Balyoz kumpası mağduru bir komutan… 15 Temmuz’da aslanlar gibi çatışmış… Daha geçen yıl Şırnak’a atanmış… Bunları geçtim, Karadenizli olduğu için iktidardakiler tarafından da benimsenip sevilen biri. Ama emekliliğe sevk ediliyor.

Malum, gözaltındayken cep telefonumdaki mesajlar üzerinden soruşturma konusuyla hiçbir ilgisi bulunmayan sorular yönelttiler.

Öncesinde de İçişleri Bakanı Soylu, telefon görüşmelerimden haberdar olduğu izlenimini veren açıklamalar yaptı ve gazeteci yazar Faruk Bildirici’nin sorusu üzerine de bunu yalanlayamadı, biliyorsunuz.

İşte bunları alt alta koyunca Hacıoğlu’nun bana cevabi mesajının da Bakan Soylu’ya sunulmuş olabileceğini düşündüm.

İnşallah bu başarılı komutanın ipinin çekilmesinin müsebbibi ben değilimdir demekle yetinip Ali Demir’e geçeyim.

Onu da Balyoz kumpasından Mamak’ta yatarken cezaevi ziyaretine gittiğimde tanıdım. Hakkında çok bilgim ve kendisiyle samimiyetim de yoktu; ama bende bıraktığı izlenim, iyi bir istihbaratçı olduğuydu.

15 Temmuz’dan hemen sonra İstanbul İl Jandarma Komutanlığı’na atanması kararlaştırıldı. Ancak bizzat Erdoğan’ın müdahalesi ile İstanbul’a Hüseyin Kurtoğlu verilince Ali Demir Diyarbakır’a gönderildi. İki yıl burada PKK’lı teröristlerle mücadele etti. Ardından Bakü Büyükelçiliği’ne müşavir yapıldı.

Bu yıl Ankara’ya, karargahta bir göreve atanacağı bekleniyordu; ancak emekli edildi.

Anlaşılan o ki Hacıoğlu gibi Demir’in de karargaha girmesini istemeyen birileri varmış!..

TASFİYE Mİ JANDARMA KOMUTANLIĞI’NA HAZIRLIK MI?

Van Asayiş Kolordu Komutanlığı’na atanan Hüseyin Kurtoğlu’na gelirsek; evet, Yeni Şafak’ın kurguladığı gibi “FETÖ kumpasına” maruz kaldı; ancak dönemin Başbakanı Erdoğan, Adalet Bakanı Sadullah Ergin ve HSYK 1. Daire Başkanı İbrahim Okur’un bizzat takip edip aklanmasını sağladığı dosya da sadece onunki oldu.

Yukarıda da belirttim. 15 Temmuz’dan sonra İstanbul İl Jandarma Komutanlığı’na verildi. Ardından komutanlık içinde komutanlık haline getirilen personel temininin ana merkezi olan Jandarma ve Sahil Güvenlik Akademisi Başkanlığı’na atandı.

Görev süresinin bitiminde karargahta bir göreve veya Ankara dışına atanması gerekirken Akademi’de kalmaya devam etti.

Peki bu yıl Van’a gönderilmesini nasıl yorumlamalı? Akademi’deki yapılanma tamamlandı, Kurtoğlu’na da ihtiyaç kalmadı denebilir. Ancak bana geleceğin Jandarma Genel Komutanı olması kararlaştırıldı da Doğu görevi engelini aşmak için gönderildi gibi geliyor.

TASFİYELER İÇİN DOĞRU SORU NE?

Son 3 yıldır Balyoz kumpası mağduru ve “FETÖ” ile mücadelenin öncü isimlerinin kademe kademe tasfiyesi ilginç değil mi?

İyi, güzel; herkes “15 Temmuz’un kahramanlarının tasfiye edildiğini” yazıyor, söylüyor da bu tasfiyelerin neden yapıldığını ve yerlerine kimlerin getirildiğini niçin sormuyor?

AKP’li bir ismin itiraf ettiği gibi, dün “Atatürkçülere karşı FETÖ’cüleri kullananlar” geçen 3 yılda da “FETÖ’cülere” karşı onları mı kullandı?.. “FETÖ” ile mücadele bitti mi?..

İçişleri Bakanlığı’nda “FETÖ itirafçılarının” göreve getirildiğine dikkat çeken AKP’li eski milletvekili Mehmet Metiner acaba bu meseleye de el atar mı ki?!..

Sincan’dan Silivri’deki Barış Pehlivan’a, Hülya Kılınç’a, Murat Ağırel’e ve açık cezaevindeki tüm dostlara kucak dolusu sevgiler…

Müyesser Yıldız / Sincan Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumu / G4 Blok

ODATV

Eusebio Leal: Fatih değildi, tarihçiydi - N. GÖKSUN ÖZHAN / SOL

Ayasofya’nın kılıçlı törenlerle “yeniden fethedildiği” şu günlerde, kültür mirasımıza nasıl sahip çıkabileceğimiz konusunda ilham verici bir deneyimden söz etmek istiyoruz sizlere. Yazık ki bundan bugün söz etmemize vesile olan, Havana’da kırk senedir iddialı bir restorasyon projesine önderlik eden Kübalı tarihçi Eusebio Leal’in ölüm haberi.


Küba, Türkiye’yle ve Anadolu’yla kıyaslanınca çok genç bir tarihe sahip. Ancak fırtınalı ve zengin bir tarih bu. Avrupalı sömürgeciler Yeni Dünya’ya ilk kez 1492’de ayak bastı. Kendilerine “conquistador” (fatih) diyen bu ilk Avrupalıların başlattığı soykırım yüzünden, Karayiplerdeki yerli nüfustan ve onların kültüründen günümüze pek az şey kaldı. Karayiplerin en büyük adası Küba, önce Amerika coğrafyasından yağmalanan zenginliğin biriktirilip Avrupa’ya götürüldüğü zengin bir liman, sonrasında köle emeğine dayalı plantasyon ekonomisinin en önemli merkezlerinden biri, 20. yüzyıldan itibaren Amerikan sermayesinin ve mafyasının arka bahçesi ve 1959’dan bu yana ise sosyalist bir devriminin beşiği oldu. 

Beş yüzyıl boyunca, birbirine benzemez insan topluluklarının yolu zoraki veya gönüllü olarak bu adaya düştü. Küba kültürü, birbiriyle çelişen unsurların kimi zaman oldukça eklektik bir biçimde iç içe geçtiği bir cümbüş haline geldi. Öyle ki, Küba edebiyatının önemli isimlerinden Alejo Carpentier, Aydınlanma Çağı romanında Karayiplerin bu kültür mirasını överken, iki okyanus arasında kalan bu denizi yeni çağın Akdeniz’i olarak tarif ediyordu:

Etrafa dağıldıktan uzun zaman sonra, kayıp kabilelerin soyundan gelenler, şivelerini ve yüz hatlarını birbirlerine karıştırmak, bozunmak, yeniden oluşmak, birbirlerine karışmak […] durmaksızın yeni tipler, yeni şiveler ortaya çıkarmak üzere burada, bu Karayip Akdenizi’nde tekrar buluşmuşlardı.

“Şehir Tarihi Ofisi”, Küba’da sosyalist devrimin tesis ettiği kurumlardan biri değil. Havana Şehir Tarihi Ofisi, 1938’de kuruldu. İspanya’dan bağımsızlığını kazanan ada, 1902’den itibaren ABD güdümündeki “sözde” bir cumhuriyetle idare edilmeye başlanmıştı. “Yeni sömürgecilik” diye de anılan bu dönemde teşkilatlanan her kurum gibi, Havana Şehir Tarihi Ofisi de ABD sisteminin Küba’daki bir yansıması ve uzantısıydı. Şehrin kültür mirasını araştırmak ve korumakla görevlendirilen bu kurumun ilk yöneticisi, bir hukukçu olan Dr. Emilio Roig de Leuchsenring idi. Roig’in ölümünün ardından 1967’de bu göreve getirilecek olan Eusebio Leal Spengler ise, o sıralar sadece 25 yaşındaydı ve henüz üniversite mezunu bile değildi.

Alaylı bir tarihçi

Eusebio Leal, devrimin gerçekleştiği 1959’da Havana Belediyesi’nde çalışmaya başlamıştı. Bir gün, Havana’nın oldukça bakımsız durumundaki tarihi merkezinde (Eski Havana) yürütülen bir asfaltlama çalışmasında, parçalanan asfaltın altından beklenmedik bir şey yüzünü gösterdi: Ahşap parke kaplı bir cadde. Leal, bunun önemli bir arkeolojik kalıntı olabileceğini savundu. Zira ünlü doğabilimci ve gezgin Alexander von Humboldt, Havana’ya dair tanıklıklarında böyle bir caddeden söz etmekteydi. Genç belediye işçisi, asfalt silindirinin önüne yatarak kalıntıların yeniden örtülmesine engel oldu. Şehir efsanelerine konu olan tarihi yol, Leal’in bu çabaları sayesinde günışığına çıkarıldı. Leal daha sonra, bu yolun hemen arkasında yer alan tarihi sömürge valiliği binasının restore edilerek şehir müzesine dönüştürülmesinde de görev aldı. 

Bu süreçte sivrilen Leal, dönemin birçok iddialı devrimcisi gibi Fidel Castro ile tanışma şansı bulmakta gecikmedi. Kısa süre sonra Havana Şehir Tarihi Ofisi’nin yöneticiliğine atanan Leal, izleyen yıllarda çok daha iddialı bir projeyi gündeme getirecekti: Bakımsızlığın ve nemli iklimin etkisiyle günbegün ufalanan, kayıp gitmekte olan Eski Havana’yı kurtarmak! 

Havana yoksullarının harap malikaneleri

Eusebio Leal Havana’nın kültür mirasını yönetmekle görevlendirildiğinde, Küba Devrimi gerçekleşeli henüz sekiz yıl olmuştu. Devrim, kır ile kent arasındaki muazzam eşitsizlikler nedeniyle enerjisinin çoğunu kırlara yöneltmek zorunda kalmıştı. Başlatılan kapsamlı kırsal kalkınma hamlesi toprak reformunu, ulusal çapta bir okuryazarlık seferberliğini, yol inşası gibi bayındırlık çalışmalarını, kırsal bölgelerde çalışacak sağlıkçıların ve eğitimcilerin yetiştirilmesini ve çoğunluğu toprak tabanlı evlerde susuz, elektriksiz yaşayan köylülerin sağlıklı konutlara kavuşturulmasını kapsıyordu. Devrimin önceliklerinden biri olan konut reformu, şüphesiz kent nüfusunu da kapsıyordu. Konut reformunun 1959 Şubatında başlatılan ve bir yıla yayılan ilk etabıyla evsizliğin ve kiracılığın son bulması, mevcut konut stokunun kamulaştırılıp çok uzun vadede ödenecek krediler karşılığında yoksul ailelere tahsis edilmesi ve toplu konutlardan oluşan modern banliyö semtleri oluşturulması hedefleniyordu. 

1953 sayımına göre ülkedeki konutların yüzde 47’si harap veya kötü durumda sınıflandırılmıştı. Kırsaldaki konutların yüzde 75'i kötü durumdaydı. Başkent Havana’daysa, işçi sınıfından aileler toplam hane gelirinin 4’te birini kiraya harcıyordu. Evsahibini koruyan yasalar yüzünden, kirasını ödeyemeyenlerin ivedilikle sokağa atılmaları sıklıkla karşılaşılan bir manzaraydı. 

Havana’nın bir diğer önemli sorunu, tarihi binalardaki bakımsız ve sağlıksız konutlardı. Havana’nın tarih merkezi gözden düşmüş ve onlarca yıldır ihmal edilmişti. Meclis binası (El Capitolio), başkanlık sarayı ve bunların etrafındaki parklar bir nebze bakımlıysa da, bunları çevreleyen Eski Havana bölgesi için aynını söylemek mümkün değildi. Zenginler yüzyılın başı itibariyle burayı terk ederek şehrin batısındaki Vedado, Miramar gibi yeni gelişim bölgelerinde yaptırdıkları müstakil evlere, apartmanlara taşınmışlardı. Bir zamanların gösterişli konakları, küçük odacıklara bölünerek işçi sınıfı ailelere kiralanmaktaydı. Geçmişte zengin ailelerin hizmetkarlarıyla yaşaması için tasarlanmış olan konakların her bir odası bir aileye kiralanmış, yoksul kiracılar binaların bakımına hiçbir kaynak ayıramadıkları gibi haddinden fazla yük bindirilen binaların çürüyüşü daha da hızlanmıştı. “Solar” adı verilen bu binalar Havana’nın tarihi merkezindeki konutların yüzde 45’ini oluşturmaktaydı. 23 Aralık 1959’da çıkarılan 691 sayılı yasayla, aşırı dar gelirli kesime kiralanan harap durumdaki binaların devlet tarafından satın alınacağı ilan edildi. Bu binalarda kalanlar, daha sağlıklı konutlara yerleştirilene dek kira ödemeden oturma ve kullanma hakkına sahip oldular. Bu hak mirasla devredilemiyordu ancak belirli bir süre boyunca o konutta ikamet eden çocuklar doğal olarak hakkın sürdürücüsü oluyorlardı.

Ücretsiz oturma hakkı verilen bu tarihi binaların bakımının da devlet tarafından üstlenmesinin gerekeceği, çok geçmeden ortaya çıktı. Fakat ABD’nin giderek ağırlaşan bir ekonomik abluka ile nefessiz bırakmaya çalıştığı Küba’da, bu işe ayrılacak yeterli kaynak yoktu. İşte Eusebio Leal’in önderliği, burada devreye girdi. Fidel ile yakın bir dostluk geliştiren Leal, Havana’ya dair iddialı projeleri konusunda onu ikna etmeyi başardı. İkinci Beş Yıllık Plan’da (1981-1985) Havana ilinin bölgesel kalkınması için turizm stratejik bir faaliyet olarak öne çıkarıldı.  Aynı yıl, Leal’in öncülüğünde, Havana’nın tarihi merkezindeki anıt niteliğindeki binaların önceliklendirilmiş bir proje çerçevesinde restore edilmesini ve turistik bir kalkınma bölgesi olarak değerlendirilmesini öngören bir plan devreye sokuldu.  1982’de UNESCO’nun Eski Havana’yı Dünya Mirası listesine dahil etmesi, restorasyon işlemlerinin aslına uygun ve doğru bir şekilde yapılmasını daha fazla güvence altına aldı ve dolaylı yollarla bu iş için ek finansman sağladı.

Kendini finanse eden restorasyon

Havana’nın tarihi mirasını ayağa kaldırma projesi, ironik bir şekilde, Sovyetler Birliği’nin dağıldığı ve Küba ekonomisinin ağır bir krize girdiği “Özel Dönem” sırasında şaha kalktı. 30 Ekim 1993 tarihli 143 Sayılı KHK ile, Şehir Tarihi Ofisi’ne bazı olağanüstü yetkiler verilerek bu kurumun hem restorasyon bölgesindeki konutlara ilişkin tasarruf sahibi olması hem de kendi kamu şirketlerini kurarak özerk bir ekonomi geliştirmesi mümkün kılındı. 1994 yılı itibariyle tarihi merkezin restorasyonuna dair iddialı bir master plan devreye sokuldu. Projenin en önemli özelliklerinden biri, restorasyon sürecinin zaman içinde bölgede geliştirilen turizm faaliyetleriyle kendi kendini finanse eder hale gelmesiydi. Havana Şehir Tarihi Ofisi, restore ederek kullanıma kazandırdığı tarihi binaların bazılarını otel ve restoran olarak işletiyor, bu sayede kendi finansman kaynaklarını oluşturabiliyordu.

Projenin bir diğer önemli özelliğiyse, dünyanın başka yerlerinde görülen soylulaştırma (gentrifikasyon) örneklerinin aksine tarihi merkezin sakinlerinin yaşadıkları muhitten uzaklaştırılmamalarıydı. Restore edilen tarihi binaların sakinleri geçici olarak misafirhanelere yerleştirilirken, restorasyon tamamlanınca binaya geri dönebiliyorlardı. Binada aşırı bir yoğunluk varsa, en uzun süredir o binada yaşayan ailelere, işyeri yakında olan kamu çalışanlarına ve yaşlı, engelli hasta bireyler içeren ailelere öncelik veriliyordu. Mahallelilerin içinde yaşadıkları tarihi dokuyu yakından tanımaları ve ona sahip çıkmaları için Şehir Tarihi Ofisi okullar başta olmak üzere diğer kamu kurumlarıyla birçok ortak etkinlik düzenliyordu. 

Küba’nın ilk camisi orada açıldı

Eski Havana’da restore edilen binaların bir bölümüyse, Küba ile dost halkların kültürel ilişkilerini geliştirmeyi hedefleyen kültür merkezlerine tahsis edildi: Afrika Evi, Asya Evi, Meksika Evi, Venezuela Evi… Bu kültür merkezlerinden biri de Arap Evi’ydi. Çoğunluğunu yabancı diplomatlar ile Afrika ve Ortadoğu ülkelerinden gelerek Küba’da burslu öğrenim gören öğrencilerin oluşturduğu Havana’nın Müslüman cemaati için, burada bir mescit de kuruldu. AKP’nin 2015 yılında Küba’da cami yaptırma gündemiyle ortaya çıkmasından çok önce bu mescit ibadete açılmıştı.

“Irkımızdan öte kültürümüz melezdir ve bununla gurur duyuyoruz” diyen Eusebio Leal, ömrünü bu zenginliği gelecek kuşakların da tanıyabilmesine adadı. Abluka altındaki Küba halkının kültür varlıklarına sahip çıkma konusunda gösterdiği çaba, bugün kimliğinden gurur duyarak bu saldırganlığa karşı direncini ayakta tutabiliyor olmasında tartışılmaz bir role sahip. Boşuna söylemiyoruz; İstanbul’un tarihi yapısı Ayasofya’nın ucuz hesaplara malzeme edildiği bu günlerde Küba’dan alacağımız gerçekten önemli bir ders var.

N. GÖKSUN ÖZHAN / SOL

‘Düşük karbonlu enerji dönüşümü’ kurtuluş mu? - SOL

Avrupa başta olmak üzere dünyada öne çıkan, Türkiye’de de sermayenin uyarlanmaya istekli olduğu “enerji dönüşümü” birçok açıdan tartışmalı bir çerçeve. Temiz enerjiye erişim sağlama ve enerji kaynaklarında ithalata bağımlılığı azaltma hedeflenirken teknoloji ithalatı bağımlılığını artırma ve teknoloji çöplüğü olma olasılığı bulunuyor.



Dün başladığımız enerji söyleşisine bugün “enerji dönüşümü” ile devam ediyoruz. 

Uluslararası sermayenin teşvik ettiği, Avrupa başta olmak üzere emperyalist ülkelerin önemli hedefler koyarak parçası olduğu “enerji dönüşümü”, kabaca elektrik üretiminde yenilenebilir enerji kaynaklarının payını artırma, yerinde ve dolayısıyla küçük ölçekli üretimin ağırlığını artırma, enerji verimliliği uygulamalarıyla enerji tüketimindeki artışı sınırlandırma olarak tanımlanabilir. 

Enerji dönüşümü kapsamında hem uluslararası düzeyde hem de Türkiye’de sermayenin iştahını yeni yatırım fırsatları sunan yenilenebilir enerji boyutunun daha fazla kabarttığı görülüyor. Mevcut elektrik üretim kapasitesinin yenilenebilir ağırlıklı dönüşümünden ibaret olmayan, hanehalkı düzeyinde elektrik üretimi dolayısıyla ekipman satışını mümkün kılan teknolojik gelişmeler, elektrikli araç kullanımının yaygınlaşması gibi sıçramalı talep artışı potansiyeliyle de ayrıca öne çıkıyor. 

Küçük ölçekli elektrik üretiminde öne çıkan çatı sistemlerinden elektrikli araçlarda kullanılan yakıt pillerine teknoloji hızlı bir değişim içinde. Bu nedenle Almanya örneğinde olduğu gibi erken yatırımlarla teknolojinin çabuk eskimesi, ekipman yenileme ihtiyacı gibi boyutlar da tartışılıyor. 

Türkiye kapitalizmi özelinde enerji tüketiminin kompozisyonu, sanayide enerji tüketimi yüksek sektörlerin ağırlığı, karayoluna dayalı ulaşım altyapısı gibi “yapısal” konular yeni yatırım yapmadan enerji tüketimini azaltma potansiyeli sunuyor. Ancak hem sermaye iktidarı hem de sermayenin yönelimleri dikkate alındığında bu eksende kapitalizm koşullarında ilerleme sağlanması mümkün gözükmüyor. 

Avrupa başta olmak üzere dünyada iklim değişikliğiyle mücadele politikalarına dayanan, “enerji dönüşümü” olarak adlandırılan bir yeni çerçeve söz konusu. Bu kavram ne anlama geliyor? Ne hedefleniyor? 

“Enerji dönüşümü” veya “düşük karbonlu enerji dönüşümü” kavramı özellikle son 10 yıldır dünyanın gündeminde giderek önemini artıran bir kavram olarak karşımıza çıkıyor. Çok genel anlamıyla düşük karbonlu enerji dönüşümü, enerjinin küresel iklim değişikliğine yol açan karbon dioksit ve diğer sera gazı salımlarından mümkün olduğunca kaçınarak üretilip tüketilmesidir. Elektrik üretiminde yenilenebilir enerji kaynaklarının payının artırılması, enerji verimliliği uygulamalarıyla enerji tüketiminin azaltılması yaklaşımı olarak basitleştirilebilir. Düşük karbonlu enerji dönüşümü uluslararası politika yapıcılar tarafından doğrudan benimsenmiş ve hedeflenen bir dönüşümü ifade etmektedir. Örneğin, bu kapsamda Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri Kapsamında 2030’a kadar tüm dünya nüfusuna erişilebilir, güvenilir, temiz ve modern enerji sağlanmasını hedefliyor. Uluslararası Yenilenebilir Enerji Ajansı (IRENA) ise enerji dönüşümünü “yüzyılın ikinci yarısında küresel enerji sektörünün fosil yakıt bazlı yapıdan sıfır karbonlu yapıya dönüşümüne yönelik bir patika” olarak tanımlıyor. Enerji dönüşümünün sağlanması için genel kabul görmüş stratejiler ise enerji üretiminde yenilenebilir kaynakların tercih edilmesi, enerji üretim ve tüketiminde maksimum seviyede verimlilik sağlanması, modern ve temiz enerji teknolojilerinin kullanılması. 

Türkiye bu sürecin neresinde?

Türkiye’de enerji dönüşümü resmi bir devlet politikası olarak ifade edilmemekle birlikte bileşenlerden biri, enerji verimliliği devlet politika ve stratejileri arasında yer alıyor. Ayrıca, yenilenebilir enerjiden üretilen elektriğe Yenilenebilir Enerji Kaynakları Destek Mekanizması (YEKDEM) kapsamında alım garantisi ve yatırımın devreye girmesinden itibaren 10 yıl boyunca dolar bazında garantili fiyattan satış imkanı veriliyor. Sağlanan teşvikler sonucunda Türkiye’de 2002 sonrasında yapılan elektrik üretimi yatırımlarının yarıdan fazlası yenilenebilir enerji yatırımlarından oluştu. 2002-2018 döneminde yenilenebilir enerjiden elektrik üretimine 40 milyar dolar civarında yatırım yapıldığı ve 25 milyar doların üzerinde kredi verildiği tahmin ediliyor. Bu yatırımlara yönelik politikaların oluşumunda ve uygulanmasında yenilenebilir enerji yatırımlarının finansmanı için özel sektöre yönelik avantajlı krediler sağlayan Dünya Bankası, Avrupa Yatırım Bankası gibi kalkınma finansmanı kuruluşlarının özel bir rolü oldu. Bu kuruluşların yenilenebilir enerjiye sağlanan toplam finansman içindeki payları ancak yüzde 15 seviyesinde olmakla birlikte etkileri bunun çok ötesindeydi. Bu kuruluşlar bir yandan Türkiye’de özel sektörün enerji üretimindeki payının artmasına katkıda bulunurken, diğer yandan sağladıkları kredilerle yerli finansal kuruluşların bu alanda proje ve kredi değerlendirme yetkinliklerinin ve iştahlarının artmasını sağladılar. 

Yenilenebilir enerji yatırımlarının finansmanındaki bir diğer önemli aktör ise yenilenebilir enerji ekipmanlarının üretildiği ülkelerin ihracat kredi kuruluşları oldu. GE, Siemens gibi büyük ekipman tedarikçileri sattıkları ekipmanlar için kendi ülkelerinin ihracat kredi kuruluşlarından kolay ve hızlı finansman sağlayabiliyor. 

Tüm bu faktörler dikkate alındığında Türkiye’nin enerji dönüşümü yatırımlarında dünya ortalamalarına yakın seviyede bir ilerleme kaydettiğini, ancak kendi doğal kaynak potansiyelinin altında kaldığını ve elektrik sektöründeki ilerlemeye rağmen yüksek derecede fosil yakıt bağımlılığının sürdüğünü görmekteyiz. Yapılan yenilenebilir enerji yatırımları fosil yakıt ihtiyacını düşürerek enerjide dışa bağımlılığı azaltma potansiyeli taşıyor, ancak santrallerde kullanılan makine-ekipmanın tamamına yakınının ithal olması ithal teknoloji bağımlılığı konusunu gündeme getiriyor. Yenilenebilir enerjinin ekipmanlarının yerli üretimini teşvik etmeye yönelik politikalar şimdilik rüzgar enerjisine yönelik ekipmanlarda belli ölçüde başarı elde edilebilmiş, güneş enerjisine yönelik ilk entegre üretim tesisi bu yıl içinde devreye alınmayı bekliyor. Türkiye’nin kurulu gücünde çok önemli paya sahip olan hidroelektrik santral ekipmanlarında ise dışa bağımlılık sürüyor. 

Enerji dönüşümü açısından temiz enerji üretimi kadar önemli olan enerji verimliliğinde ise yeterince mesafe kaydedilemedi. Çok açık ki enerji verimliliğinde yol alınması, evde ya da işyerinde gereksiz zamanlarda aydınlatmanın kapatılması basitliğinde ele alınabilecek bir konu değil. Türkiye’nin sanayi üretim kompozisyonu, ulaştırma altyapısı hanehalkı ya da ticari amaçlı kullanıma göre çok daha yüksek potansiyel taşıyan alanlar. Görece düşük teknolojili ve enerji tüketimi yüksek sektörlerin ekonomi içindeki payı, karayolu taşımacılığının ağırlığı ve irrasyonel yapısı gibi başlıklarda uzun vadeli ve merkezi planlamaya dayalı bir dönüşüm yaşanmadan ilerleme sağlanması da güç. Türkiye kapitalizminin kendisi, aslında düşük maliyetle en fazla gelişim sağlanabilecek boyutta, büyük bir engel. Kaldı ki enerji sektörünün genelinde görülen planlama eksikliği enerji dönüşümü ile ilgili de net bir yön belirlenmesini engelliyor.

Enerji dönüşümünün uluslararası “sponsorlar” tarafından daha fazla teşvik edilen, sermaye cenahında ve onun kamudaki temsilcileri nezdinde de algılanan boyutu mevcut üretim kapasitesinde yenilenebilir payının artırılması diyebiliriz. Bu da yukarıda da vurgulandığı gibi yeni, büyük teknoloji yatırımı anlamına geliyor. Özellikle çok öne çıkarılan hanehalkı düzeyinde elektrik üretimine olanak tanıyan çatı üstü sistemler vb sürekli gelişen depolama teknolojileri, elektrikli araç pazarındaki potansiyel de dikkate alındığında aynı zamanda bir yeni bir “teknoloji pazarı” anlamı taşıyor. 

Ki Türkiye’den devam edersek enerji verimliliği uygulamalarındaki yetersizliğe rağmen YEKDEM yenilenebilir enerji yatırımlarına döviz bazında öngörülebilir bir gelir sağlayarak yatırımcılara ve finansal kuruluşlara güven verdiğinden Türkiye’de yenilenebilir enerji üretim kapasitesinde önemli bir artış sağlanabildi. Ayrıca YEKDEM kapsamındaki santraller dolar bazında garantili fiyatlardan gelir elde edebildiği için 2018 sonrasında yaşanan finansal krizden daha az etkilendi ve borç geri ödemelerinde sorun yaşamadı. Ancak, YEKDEM kapsamında piyasa fiyatlarının üstünde sağlanan garantilerin 2018 yılındaki tutarı 2,4 milyar doları buldu ve bu tutarın tamamına yakın bölümü elektrik tarifeleri vasıtasıyla tüketiciler tarafından karşılandı. 

Hem yenilenebilir enerji yatırımlarını desteklemek hem de pek çok açıdan su aldığını iyi bir biçimde özetlediğiniz “piyasa”nın “derinleşmesi”ni sağlamak üzere yeni düzenlemeler, yeni mekanizma tasarımları gündemde. Bunlardan kısaca söz edebilir misiniz? 

Tüm dünyada teknolojik gelişmelerin yenilenebilir enerjide yatırım maliyetlerinin fosil yakıtlarla rekabet edebilir düzeye getirmesiyle birlikte yenilenebilir enerjiye yönelik sübvansiyonlar azaltılarak yeni tipte fonlama mekanizmaları gündeme geliyor. Türkiye’de de yenilenebilir enerjinin garantili alım fiyatlarının belirlenmesi için en düşük satış fiyatını veren yatırımcının üretim lisansını almaya hak kazandığı ihaleler bir süredir uygulanıyor. 2020 sonrasında yeni yatırımlarda YEKDEM uygulamasının sona ermesiyle birlikte bu ve benzeri yöntemlerin şebeke ölçeğindeki büyük yatırımlar için ana gelir modeli olacağı görülüyor.

Diğer taraftan özellikle güneş enerjisinde ticarethane ve sanayi kuruluşlarının kendi elektrik tüketimi ihtiyacını karşılamasına yönelik küçük üretim birimlerinin dönemlik fazla üretimlerini elektrik şebekesine vererek eksik üretimlerini şebekeden karşıladıkları ve tarifedeki elektrik fiyatı üzerinden mahsuplaştıkları sistemin yaygınlık kazanması bekleniyor. Dağıtık üretim olarak adlandırılan elektriğin küçük ölçekli tesislerde tüketim noktasında üretilmesi tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de giderek yaygın hale geliyor. Şimdilik konutlar için sübvanse edilmeden rantabl olmayan bu sistemin teknolojik gelişmelerle birlikte konutlar için de erişilebilir hale gelmesi bekleniyor.  

Diğer taraftan büyük kurumsal şirketlerin, özellikle uluslararası tedarik zincirlerinin yenilenebilir enerji tükettiklerini belgelemesi giderek bir zorunluluk haline geliyor. Kurumsal şirketlerin kendi üretim tesislerinden yenilenebilir enerji temin etmesi veya özel anlaşmalarla üreticilerden yenilenebilir enerji veya sertifika satın alması giderek yaygın hale geliyor. IRENA verilerine göre kurumsal şirketler tarafından bu yolla satın alınan yenilenebilir enerji küresel yenilenebilir enerji tüketiminin yüzde 8’ine ulaşmış durumda. 

Türkiye’de de uluslararası şirketlerin talepleri doğrultusunda yenilenebilir enerjinin özel bir ürün olarak belgelenerek tedarik edilebilmesi için Temmuz’da Yenilenebilir Enerji Kaynak Garanti Belgesi (YEK-G) yönetmelik taslağı görüşe açıldı ve Ağustos’tan itibaren görevli tedarik şirketleri yeşil enerji tedarik etmek isteyen tüketicilere özel bir tarife açıkladı. 

Bu tür isteğe bağlı ve piyasa bazlı mekanizmaların Türkiye’nin Birlemiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri doğrultusunda tüm vatandaşlarına erişilebilir, güvenli ve temiz enerji sağlamaya ne kadar yaklaştıracağı tartışmalı bir konu. Enerji üretimini ve teminini tabana yayarak “demokratikleştireceği” iddia edilen bu mekanizmaların daha ziyade çeşitli büyüklüklerdeki ekipman tedarikçileri ve hizmet sunucuları için yeni pazarlar yaratacağı daha net görülüyor. Mevcut politikalar çerçevesinde temiz ve güvenilir enerjiye evrensel erişim ve ortalama yeryüzü sıcaklık artışını 1,5 derece ile sınırlandırarak iklim felaketini önleme hedefleri ise hala erişilmez görünüyor. Uluslararası kuruluşlar ise bir yandan bunu saptayıp, diğer yandan reçetenin piyasa bazlı mekanizmalarla desteklenen daha fazla yenilenebilir enerji ve enerji verimliliği yatırımları olduğunu savunuyor. 

Türkiye’de öncelikle uluslararası şirketlerin ve büyük sermaye gruplarının ilgi gösterdiği “yenilenebilir enerji” kullanımını belgeleme, sertifikasyon konusu hem “temiz” bir görüntü verme hem de gittikçe bollaşan “iklim finansmanı” fonlarından daha fazla yararlanma amacı taşıyor. 

Kısır döngüden çıkmak için enerjinin bir kar alanı olmaktan çıkarılarak toplumsal ihtiyaçlardan yola çıkan bütünlüklü bir üretim planlaması doğrultusunda kamusal hizmet olarak sunulması, böylece aşırı üretim ve tüketimin sona ermesi ise hem mümkün hem de insanlığın geleceği açısından zorunlu.                 

SOL

‘Yanlış’ değil doğasında var - Ergin Yıldızoğlu / Cumhuriyet

Uluslararası mali piyasaları yakından izleyen, onlara yön verebilen Wall Street Journal ve Financial Times gibi yayınların yazarları, Türkiye’nin değerli, deneyimli ekonomistleri, AKP rejiminin, TL’yi korumak için Merkez Bankası rezervlerini eritmesinin, düşük faiz ve kredi balonuyla ekonomik büyümeyi amaçlayan politikalarının “yanlış” olduğunu düşünüyor, hatta bu yanlışta ısrar edilmesine şaşırıyorlar. Benim aklıma Lenin’in “Neden böyle de başka türlü değil” ve “Kimin için” soruları geliyor.

‘Obruğun’ içine kimler düşecek?

FT’ye göre “Erdoğan’ın Türk Lirası’yla oynadığı kumar başarılı olmadı”; lira değer kaybetmeye devam ediyor. Erdoğan, ekonominin hem sabit kur sistemi hem yabancı sermaye girişi hem de bağımsız para politikası üçlüsünü aynı anda korumanın imkânsızlığına ilişkin temel yasalarının etkisinden kurtulabileceğine, “ekonominin yerçekimine direnebileceğine inanıyor”; yüksek enflasyon, zayıflayan TL kuru ikilisi karşısında, yüksek faiz enflasyona yol açar inancıyla faizleri daha da düşürmeye çalışıyor; “ekonominin temel mantığına karşı açılan bu savaş ilginç”.

WSJ, düşük faiz, bol krediyle elde edilen, Atila Yeşilada’nın deyişiyle “hormonlu büyümenin” sürdürülemeyeceğine inanıyor. Bu sürdürülemezliğin en çarpıcı göstergesi 2017’den bu yana giderek hızlanan net yabancı sermaye çıkışıdır. WSJ’nin aktardığına göre, bu yılın ilk altı ayında, TL bonolarından 7.3 milyar dolar, borsadan da 4.2 milyar dolar, toplam, 11.6 milyar dolar yabancı sermaye çıkmış. Bu sırada Merkez Bankası’nın rezervleri erimeye devam etmiş, hatta kimi hesaplara göre tükenmiş.

Geçen hafta Merkez Bankası Başkanı’nın “Yeterli rezerv stokumuz var” açıklamasını okuyunca, Tayland Merkez Bankası Başkanı’nın 1997 Temmuzu’ndaki sözlerini anımsadım. Bir hafta sonra Tayland MB havlu atmış, Asya krizi başlamıştı.

Türkiye kapitalizminin birikim süreci, ekonomik büyümenin sürdürülebilirliği yabancı sermaye girişine endekslidir. Yabancı sermaye özellikle finansal sermaye, ülkeyi kalkındırmaya değil, artık-değerden pay almaya gelir. Bu “geliş” üzerinde, tüketimi, rantiye (özellikle inşaat sektöründe) ekonomisini besleyen bir kredi balonu da oluşur. Geçen hafta, ekonomist Uğur Gürses’in verdiği örnek bu süreci güzel betimliyordu: “Düz bir arazide yeraltı suları elektrik motorları ile yüzeye çıkarılarak tarımsal sulamada kullanılırken her şey yolunda gider gibi görünür; bir gün yüzey çöküntüsü ile devasa bir obrukla karşılaşırsınız”.

Gerçekten de yabancı sermaye birikirken, ülkenin artık-değer “havuzundaki su” giderek azalır. Bir noktada yabancı sermaye ekonomiden çıkmaya başlar, çıkarken de arkasında bir “obruk” oluşur. Peki, bu sular hangi tarlaları sulamıştı? Obruğun içine şimdi kimler düşecek?

Reçete belli ama…

Gerek FT gerekse WSJ yazarlarına ve ülkemizin saygın ekonomistlerine göre, bu “yanlışlardan” dönmek için yapılması gerekenler açık: TL’nin döviz kurunu savunmayı bırakın, faizleri artırın, ekonomik büyümeyi azaltın (krediyle şişirilmiş fazlasını alın), devlet harcamalarını kısın. Piyasalara güven verin.

Gerçekten de bu önlemler, TL’yi stabilize eder, enflasyonu düşürür, yabancı sermaye gelişini yeniden başlatabilir. Peki ya, bu önlemlerin, hem de Covid-19 salgını içinde toplumsal maliyeti? Obruğun içine düşecek olanların acıları?

Diğer taraftan, bu önlemlerin, AKP rejimi açsından maliyeti çok yüksek, hatta yaşamsaldır. Ucuz kredi, düşük faiz, genişlemeci para politikası ve devlet harcamaları üstünde yalnızca inşaat sektörü ve tüketici talebi/perakende sektörü yaşamıyor. AKP rejiminin toplumsal tabanı, tarikatlar ve cemaatler de kaselerini bu tulumbanın suyuyla dolduruyorlar. Suyun çok önemli bir kısmı siyasal İslamın tarlalarını suluyor.

Böyle bakınca da karşımıza birtakım “hatalar” değil, AKP liderliğinde, bir sınıf olarak şekillenmiş dinci entelijansiyanın, Türkiye kapitalizmi üzerindeki asalak iktidarının, bu sınıfın kendi tabanıyla ve toplumun geri kalanıyla ilişkisinin ekonomi-politiği, bu ekonomi-politiğin beslediği toplumsal mühendislik projesi çıkıyor. Projenin aniden hızlanması da bu suyun tükenmeye başlamasıyla, iktidar sınıfının, “mülksüzleştirerek birikim” aşamasına geçme çabalarının sıkıntılarıyla ilişkilidir.

Ergin Yıldızoğlu / Cumhuriyet