Mehmet Yüce, son kitabında adeta bir ‘Üç İstanbul’ portresi çiziyor. Osmanlı’nın İstanbul’unda sporun izlerini süren çalışma, işgal günlerinin sıcaklığında sporun değdiklerini tarif ederken, toplumsal yaşamın da fotoğrafını çekiyor.
Futbol başta olmak üzere, sporun geneline de yayılan ‘bağlamından koparılma’ sorunsalı devam ediyor. Artık sporda romantizm ve masumiyetten söz etmek olanaksızlaşırken, sporun tarihselliği unutuluyor ve sporun toplumu yansıtma işlevi gördüğü gerçeği de eğilip bükülüyor. Bu, endüstriyel sözcüğü ile tanımlanan, piyasacı toplumdaki sporun göstergelerine mahkûm oluncaya kadar böyle değildi. Oysaki sporda, toplumun adeta etnografik bir analizi yapılıyormuşçasına tasvir edildiği özel dönemler var. Bunlar, sadece spor turnuvaları, olimpiyat oyunları ya da önemli müsabakalardan oluşmuyor. Zor zamanlarda yapılmaya çalışılan sporun, kimi yerlerde bir direnişe kimi zamanlarda da bir mücadele konusu olduğuna şahitlik ediliyor.
İşgalin Gölgesinde Memlekete Yabancı Kalmak
Bu zamanlardan bir tanesineyse İstanbul’da rastlıyoruz. Osmanlı’nın kozmopolit başkenti İstanbul, işgalin tam da içerisindeyken spor ile yatıp kalkanların olduğu, spor yapmanın bir mücadele başlığı olarak görülebildiği ya da spor müsabakalarının hız kesmediği bir atmosfer ile bir doğum sancısı yaşıyor.
Bu sancı, 5 sene süren işgalden sonra Cumhuriyet fikri ile nihayetine erse de, sancının biriktirdikleri de bulunuyor.
Doğumu önceleyen bu sancılı süreç, o dönemdeki politik ve toplumsal iklim ile buna eşlik eden spor faaliyetleri, Mehmet Yüce tarafından ‘Esir Şehirde Spor’ çalışmasında anlatılıyor. Mehmet Yüce, kitabında ve örneğin işgal günlerinde, dönemin spor yaşamı ile bugünleri kıyaslamanın olanaksızlığını anlatırken, tek ortak noktanın kulüplerin ayakta kalmaya çalışması olduğunu deşifre ediyor.
Şifrenin çözümü ise bir dönemsel mukayese ile ortaya çıkıyor. Esir Şehirde Spor’un, işgalden kurtuluştan bugüne, nasıl da bir yeniden esirleşme hâline dönüştüğünü bu kez farklı saiklerle ve farklı momentlerde görmüş oluyoruz. Bu mukayese için çalışmanın içine girmek yetiyor. Ancak bunları soyutlamak yine de okurun bakış açıları kümesine bağlanıyor.
Mehmet Yüce, sportif tarihimizin gerçeklerinin izini sürerken, Galat-ı meşhurların da ipliğini pazara çıkarıyor. Doğru bildiğimiz yanlışların her ne kadar artık birer doğru olarak toplumsal kabulü zaman alsa da, bunu denemek başlı başına önemli bir girişim gibi duruyor.
Ama en güzel manzara ise, toplumun o dönemki toplumsal atmosferini gördüğümüzde kafamızda canlananlar oluyor. Mehmet Yüce aktarırken, orada var olduğumuzu hissetmek olanaklı.
Vaziyet şudur; memleket ateş altındadır ve Anadolu’dan ziyade, İstanbul’un çehresi oldukça enteresandır.
Levantenler başta olmak üzere, ciddi bir renklilik hâkim İstanbul’un sokaklarına. Aynı zamanda gerçekleşen 1917 Büyük Ekim Devrimi’nden kaçan on binlerce Rus göçmeni de cabası, tabii. Haliç, birkaç parçaya ayrılmış gibi ve Müslüman Türkler ile Frenkler yan yanalar.
İngiliz ve Amerikalı kafileler de var ve sportif teşkilatlanmaya gidiyorlar. Pera'da (Beyoğlu) yerleri bile var: Genç Erkekler Hıristiyan Birliği… İngiliz ve Fransızlar işgal ettikleri binalardalar, dışarı çıkıp top oynuyorlar.
Ha, keyifleri de yerinde…
Mehmet Yüce, atmosferi anlatırken İstanbul’un işgal günlerinden bahsediyor ama ilginç şeyler de var. Son derece samimi bir ortam gibi gözüken ilginç notlar var.
Fenerbahçe’nin İngilizlere çay partileri verdiği, Galatasaray’ın Fransızlarla dostluk fotoğrafları çektirdiği, Beşiktaş’ın da Taksim’de kimi maçlarda boy gösterdiği görülüyor. Gençler, Rusların Florya’da kurduğu plajlarda denize girerken, şehir işgal altında yaşamayı sürdürüyor.
İşgal ‘yumuşak’ görünüyor gibi gelse de, bunun öyle olmadığı aşikâr. Sıradan insanlar acı çekiyor, Kuvâ-yi Milliye hareketli ve envai çeşit kişinin, gücün yol ve yaşam emaresi aradığı bir çoklu karmaşa durumu söz konusu…
Bolşevizmden kaçanların İstanbul hâlleri
Ruslar demişken… O dönemde işgalciler haricinde, monarşizm taraftarı Rus Denikin’in Beyaz Ordu’sunu destekleyen Rus gericiler de bulunuyor. Kızılordu’dan kaçarak İstanbul’a gelen bu feodal zenginler, İstanbul’da sefilleşmiş hâldeler ve tombala çektirerek zamanlarını geçiriyorlar. İstanbul’da pavyon açmak ve Rus kızlarını bu iş için kullanmak da yaptıkları arasında yer alıyor.
Sonra ise, Bolşevik Devrim’den kaçan Ruslar adına kurulan Mayak adındaki futbol kulübünün, bizimkilerle spor müsabakalarında karşı karşıya gelişlerine rastlıyoruz. Ayrıca, Yüce’nin anlattıklarından yine o dönemde at arabaları yarışlarının ve Taksim’de köpek yarışlarının çok revaçta olduğunu öğrenmek mümkün.
Peki ya işbirlikçiler? Olmaz olur mu? Her zaman dilimi kendi ‘işbirlikçisini’ yaratıyor. Yüce, bilinen bir algıyı da kanımca yerle bir ediyor. Tüm gayrimüslimlerin İstanbul’un işgalini alkışladıkları uydurmasının gerçek olmadığını vurgularken, Yahudi yurttaşların işgalcilere mesafeli yaklaştıklarını, her kesim için zor zamanların yaşanıldığından bahsediyor.
Hatta, çalışmasında ilave ediyor; Türklerden bazıları işgalcilerle iş birliğine girip İngiliz Muhripler Cemiyeti’ni kurarken, bazıları da Sultanahmet’te “İzmir Türk’tür” diye miting organize ediyor.
İşgal dönemlerinin işbirlikçisinin veya yurtseverinin ırk uydurmasına bağlanarak açıklanmasının mantıksızlığı yeniden ortaya çıkmış oluyor.
Spor hayatı ise olabildiğince renkli. Ama sosyal hayattan kopuk ve ‘ayrı’ bir şey değil. Bir taraftan bir benlik mücadelesi veriliyor, beri yandan da zor yıllar kendini hissettiriyor. Geceleri hiç tekin olmuyor, her köşede zorbalar, yankesiciler dolaşıyor memlekette.
Uluorta, bir otorite boşluğu, yalnızlık hissi ve korku kol geziyor.
Mehmet Yüce, kitabının asıl meramının işgal döneminin incelenerek işgal kuvvetleri ile birlikte İstanbul’a gelen sivil unsurların kentin sportif ve sosyal faaliyetlerine nasıl dâhil olduğunu ortaya çıkarmak olduğunu aktarıyor.
İstanbul’da Taksim Kışlası’nın bir stadyum hâline getirilmesinden, burada bir olimpiyat düzenlenmesinden, İngilizlerle oynanan futbol maçlarından, Amerikalıların kimi sporları öğretme hülyasından bahsediyor.
Bizans’ta başlayan süreç işgale varıyor
Çalışma, 11 Ocak 532 senesinde Konstantinopolis’te iki büyük politik ve spor grubu olan Maviler ve Yeşiller arasındaki yarışları konu edinerek ve bir hipodromda başlıyor. Öyle, ‘Bizans zindanları ya da Bizans oyunları’ demagojisi yok… Belki de İstanbul’un ilk derbisinden, spor rekabetinden bahsediliyor. Meşhur Nika Ayaklanması’na hipodromdan geçiliyor!
Sonraki kısımlar ise gittikçe bize doğru daralıyor. Osmanlı’nın İstanbul’undan Cuma ve Pazar Ligi’ne kadar gelen süreçte işgal yılları, özgür zamanlara doğru akıyor. İçi en çok sıkan şeyin ne olduğu ise, işgal kuvvetlerinin Ocak 1919’da Beyoğlu’ndaki gösterisini ya da yine işgal esnasında, İngilizlerin Galata Köprüsü üzerinde yürüdüğü fotoğrafı görünce anlaşılıyor.
Vahdettin kaçıyor, işbirliğine soyunuyor ve güzide kulüplerimiz ‘ecnebi takımları yenmek için’ konsolide oluyor.
İşgalcilerin zırhlılarının personelleriyle maç yapan gencecik sporcularımız bir yana, Vahdettin 17 Kasım 1922’de HMS Malaya ile işgalci İngiliz korumasında Malta’ya kaçıyor.
Çubuğu ‘bizimkilere’ bükmek
Devam edersek, çalışma hem bilgi notları hem de görsel kaynaklarla ziyadesiyle destekleniyor. Keyifli aktarımlar da karşılaşılanlar arasında. Kitapta aktarılıyor, mesela fikstürde bulunmasına rağmen Fenerbahçe’nin lig maçlarını oynamayıp, İngilizler ile maç yapmayı tercih etmesi Galatasaraylıları gücendiriyor:
“Evvelki gün, evvelce mukarrer olduğu üzere Galatasaraylılarla Fenerbahçeliler arasında bir müsabaka icra edilecekti. Fenerbahçe kulübü, Galatasaray kulübüne haber verip, müsaade istemedikçe bu müsabakayı icradan istinkaf (geri çekilme) hakkına haiz olmadığı hâlde, sırf İngilizlerle oynamak için Galatasaray ile müsabaka yapmamış ve hatta asıl oynamak üzere davet ettiği İskoçyalıların müsabakaya gelmemesine rağmen, diğer bir İngiliz takımını bil-rica müsabakaya getirmiş ve onlarla oynamıştır”.
Dertlerin başka olduğu, protestoların naiflik ve tevazu ile dile geldiği zamanlardır. O zamanki ifade ile “İdmancılık âlemi” böyledir ve şimdiki ile alakası da yoktur. Yüce, söyledikleri ve yazdıkları ile alternatif bir tarih okuması da sunmaktadır çalışmasında. Araştırmalarına göre ve örneğin, Fenerbahçe’nin işgal kuvvetleriyle yaptığı karşılaşmalar, aynı zamanda para kazanmaya dönük organize edilmiş işlerdir. Yani, o bilinen ifade ile ‘halka moral vermek’ ikincildir.
O dönemler düşünüldüğünde Fenerbahçe’nin ayakta kalmaktan başka çaresi de yoktur aslında. Hem mücadele vardır hem de işgal kuvvetleriyle maç yapmak, hâsılat yapmak ve taraftar toplamak devam eder. Galatasaray’ın ise maç yapacak gücü bile yoktur…
Sadece futbol da yoktur o zamanlar ve öncesinde; beyzbol vardır, patenli hokey ve boks vardır; jimnastik, kriket, voleybol, çim tenisi bile vardır. İlginçtir ama halk, birçok spor branşı ile işgal yıllarında tanışmış olur.
Tuhaf, gayrimeşru ve zor zamanlardır; sporun bir toplumun içerisinde nasıl gezindiğine tanıklığın, özel bir zaman zarfındaki tezahürüdür. Bu nedenle özgün olduğu söylenebileceği gibi, bir o kadar da merak uyandırıcıdır.
‘Esir Şehirde Spor’ çalışması, dar bir futbol çalışması olmaktan uzak, futbolu da içeren bir sportif tarih anlatısıdır. Gerek uzandığı başlıklar, alternatifliği ve kışkırtıcılığı, gerekse de verdiği otantik ruh ile okuyucuları işgal dönemlerine götürmekte iddialıdır.
Sporun geçmişimizi nasıl tariflediğini okumak, şu zamanlardaki sporu anlamak açısından da ayrı bir önem biriktiriyor.
Esir Şehirde Spor’dan çıkacak sonuç, iyi çalışılmış araştırmaların, doğru bir bakış açısıyla harmanlanarak tarihe ışık tutmasının mümkün olduğunu gösteriyor. Spora dair söylenebilecek en mühim şey ise, bir ülke için geçmişi, yaşanmışlıkları ve inşa edeceği gelecek için çok şey ifade ettiği olsa gerek.
Sporun, bir toplumun aynası olduğu ve toplumsal çelişkilere ışık tuttuğu da ayrı bir anekdot olmayı sürdürüyor.
İSMAİL SARP AYKURT / SOL