7 Ekim 2020 Çarşamba

Yanılsamak ve yanıltmak kalıcı olamaz…- Mustafa Türkeş / SOL

 Halkların sorunlarını çözmek isteyenler nereye bakacaklarını iyi bilirler. Yanılsamak ve yanıltmak kalıcı olamaz…

Azerbaycan devlet başkanı Aliyev TRT’ye verdiği demeçte (5 Ekim) Türkiye’nin desteğine teşekkür etti, Türkiye’de iktidarın yakın çevresi tarafından üretilen SİHA’lardan özellikle ve övgüyle söz etti, ilerde kurulabilecek müzakere masasında Türkiye’nin de bulunması gerektiğini vurguladı ve Rusya’nın özel bir yeri olduğunun altını çizdi. Ateşkes için şartlarını sıraladı.

Diğer bir ifade ile Aliyev olası müzakere masasında Rusya ile birlikte Türkiye’nin de bulunmasını arzu ettiğini dile getirdi. Öte yandan Ermenistan’ın bu müzakere denkleminde Türkiye’nin bulunmasına cepheden karşı çıkacağı biliniyor. Bu durumda Türkiye’de iktidarın Azerbaycan üzerinden kurgulamak istediği diplomatik başarı hikayesi beklentisini yeterince karşılayamayabilir. Hatta bazıları bunu anti-Rus havaya taşımak için fırsata dönüştürmek dahi isteyebilir. Bu hamleyi diplomatik başarı olarak okuyanlar masada Türkiye’nin etkisinin az olacağını görünce nasıl bir tepki verecekler merak konusu!  

Azerbaycan ile Ermenistan arasında yaşanan askeri çatışma Azerbaycan tarafının sahada askeri üstünlük kurma görüntüsü nedeniyle Türkiye’de kimilerinin ruhunu okşadı, hızlı bir zafer olacağı beklentisi doğurdu. Hatta bazıları Azerbaycan yönetimine “Dağlık Karabağ’ı tamamen ele geçirmeden ateşkes anlaşmasını imzalamayın” tavsiyesinde bulundular.

Öte yandan 5 Ekim günü Kanada Dışişleri bakanı Türkiye’nin Azerbaycan’a sağladığı silahların teknolojisinin Kanada menşeli olduğu iddiasıyla Türkiye’ye askeri ihracat lisansını askıya aldığını duyurdu. 

AB Türkiye’nin Azerbaycan üzerindeki nüfuzunu kullanmasını, Rusya ile birlikte tarafları ateşkese ikna etmeleri çağrısında bulundu.

Bu süreçte ABD’nin sessiz kalıyor görüntüsünün İsrail’e alan açtığını, İsrail’in Azerbaycan’ı kaybetmeden Ermenistan ile yakınlaşma arayışına gireceğini, Türkiye’nin yaratmak istediği nüfuz alanının kayganlaştırılmasını sağlamak üzere adım atılacağını tahmin etmek yanıltıcı olmaz.

Fransa’nın Ermenistan’ın arkasında durmak istediği bilinmekle birlikte, Ermenistan’ın alım gücü çok düşük olduğu için Fransa’nın Ermenistan’ı uzun süre desteklemesi ihtimalinin yüksek olmadığı tahmin edilebilir.

Yunanistan yönetiminin Türkiye karşıtı söylemlerinin AB içinde alıcısı olmakla birlikte bunun büyük bir etkisi olmayacağı sistemin başat aktörü Almanya kapitalizmi ve sistemin koruyucu aygıtı NATO’nun tutumundan anlaşılmaktadır.

Başı ciddi dertte olan İran bu süreçte dışarda kalmak istememekte, fakat topu Rusya ve Türkiye’ye paslamaktan öteye geçecek bir politika uygulayabilecek durumda olmadığı anlaşılıyor.

Şimdi asıl soruya gelelim: Yukarıda özetlenen olası politikalar Azerbaycan-Ermenistan çatışmasını bitirip, kalıcı barışın sağlanmasına yol açabilir mi?

Evet demek maalesef zor. Yukarıda özetlenen duruşların hiçbiri sorunu çözmez, sadece dönüştürür. Biz bu filmi Balkanlarda daha önce gördük… Orta Doğu’da halen görüyoruz.

Peki sorun çözümsüz mü?

Elbette çözümü mümkün…

Kafkas tarihini saptırmadan, 1919-1989 arası yaşananlardan ders çıkararak, işe başlamak ilk adım olabilir. Bu dönemin temel özelliği, halkların Sosyalizm çatısı altında birbirine yakınsanmasıdır. Elbette hataların bulunmadığını söylemek mümkün değildir, ancak şu gerçek dürüstçe itiraf edilmelidir. 1890’lardan itibaren İngiliz emperyalizmi Avrasya coğrafyasından çekilip Orta Doğu’ya odaklanırken, başka pek çok bölgede uyguladığı etnik, dini çatışma yöntemini Kafkasya coğrafyasında da kurguladı. Bu politika Kafkaslarda 1919-22 arasında, yani 3 yılda, bozuldu. Kafkasya halkları Sosyalizm çatısı altında bir araya gelebildiler. Unutulmamalıdır ki, Kafkas halkları Sosyalist dönemde uzun süre birbirine karşı kırım yapmadan, birlikte varlıklarını sürdürdüler. Sosyalist dönemde emperyalizmin halkları birbirine kırdırmasına izin vermediler.

Günümüzde, 1990’dan bugüne, kapitalist sistem içinde, iki basit sorun dahi çözülemedi: Ermenistan’ın Azerbaycan’a ait topraklarda işgal ettiği topraklardan çekilmesi ve Dağlık Karabağ’ın statüsünün tanımlanıp kabul edilmesini mümkün kılamadılar veya mümkün olmaması için akıl almaz yöntem geliştirdiler. Bu durum iki sistem arasındaki farkın ne olduğunu Kafkasya örneğinde ortaya koymaktadır.

Halkların sorunlarını çözmek isteyenler nereye bakacaklarını iyi bilirler. Yanılsamak ve yanıltmak kalıcı olamaz…

Mustafa Türkeş / SOL

'Despotizm daha büyük patlamaları hazırlıyor' - SOL

 Dayanışma Meclisi üyeleri gazeteci-yazar Barış Terkoğlu ile hukukçu Mehmet Baran Selanik, iktidarın basına, yargıya ve toplumsal hayata yönelik müdahalelerine ilişkin Boyun Eğme dergisinin sorularını yanıtladı.

Dayanışma Meclisi üyeleri gazeteci-yazar Barış Terkoğlu ve hukukçu Mehmet Baran Selanik iktidarın basına, yargıya, siyasete, toplumsal yaşama müdahaleleri ile ilgili değerlendirmelerde bulundu.

Boyun Eğme dergisinin 233. sayısında yayımlanan söyleşiyi sizlerle paylaşıyoruz.

Siyasetçilere yönelik olduğu kadar, hatta daha da fazla, basına yönelik susturma çabaları da sürüyor. Tele 1 ve Halk TV’ye verilen cezalar, OdaTV sitesinin günlerdir yasaklı olması, gazetecilere yönelik saldırılar ve haksız yere tutuklamaya varan baskılar… Hem dayanışmamızı ifade edelim, hem de soralım: İktidarın basına müdahalelerinin toplumda ne gibi bir karşılığı oluyor?

Barış Terkoğlu: Bu olaylar Türk toplumunda bir tür bağışıklık yarattı. Kapatılsa da hapse de atılsa engellense de gazeteciler ha- berciliğe devam ediyor. Bu medya organlarını takip etmekte ısrarcı olanlar ise her durumda haberlerini alacakları imkanı yaratıyor. Yine de toptan olarak şunu söyleyebilirim ki Odatv’yi ya da Halk Tv, Tele1’i izleyen yurttaşların öfkesini büyüten kararlar bunlar.

Ekonomik çöküntüyü sopayla engelleyemezsiniz

İktidarın bu manevralara, muhalefetle kavga etmek için olduğu kadar halkı ilgilendiren yakıcı gündemleri ötelemek için de başvurduğu anlaşılıyor. Fakat ülkede mızrak çuvala sığmıyor, özellikle de ekonomi için geçerli bu, para değer kaybediyor, hayat pahalılaşıyor, milyonlar işsiz… Bu taktiklerle nereye kadar gidilebilir?

BT: Siz haberleri belki engelleyebilirsiniz. Ekonomi eleştirilerini belki susturabilirsiniz. Ama ekonomi dediğiniz bir tür üretim ve bölüşüm meselesidir. Toplumun elinde, gözünde, emeğinde yaşanır. Bir emekçi markete gidip peynir, domates aldığında ücretinin karşılığının yok edildiği gerçeğiyle yüzleşir. Bu nedenle ekonomik çöküntünün bilince varmasını sopayla engelleyemezsiniz. Ama bir fizik kanunu, baskı ile oluşan tepkiyi kontrol etmeye çalışabilirsiniz. İktidar despotizme doğru gittikçe, sıkışan gazlar gibi daha büyük patlamaları hazırlamış oluyor.

HDP’ye yapılan operasyonla ilgili değerlendirmeler arasında, bunun bir seçim hazırlığı olduğu yorumu öne çıkıyor. AKP’nin bir erken seçim için avantaj elde etmeye çalıştığı dile getiriliyor. Öte yandan, iktidar partisinin de içi fena halde karışmış durumda. Sizce bu yorum ne kadar doğru? Ülkedeki her gelişme seçime mi endeksleniyor?

BT: Türkiye’de son yıllarda düzen dışı siyaset yapanlar dahil herkes siyaseti seçime endeksledi. Oysa siyaset seçimin dışında, hele Türkiye gibi ülkelerde bütün canlılığıyla yaşamaya devam eder. Hatırlayın, Türkiye’de hiç beklenmedik anda tribünlerde bile siyaset yapılır oldu. Ancak bugün için gizlenemeyen bir siyaset gerçeği daha var. O da şu ki, iktidarı bir kişiye endeksleyen, kurumları ortadan kaldıran, yerlerine hizipleri ve fraksiyonları öne çıkaran yönetim şekli Türkiye’yi taşıyamıyor. Bu nedenle bir yandan iktidar içi kavgaları öte yandan muhalefete dönük operasyonlar takip ediyor. İktidar sürdürülebilir olmaktan çıktıkça benzerlerini daha sık göreceğiz.

Özel olarak HDP’ye yönelik operasyona gelirsek, suçlamanın konusu olan 2014 yılındaki Kobani olayları çözüm süreci sırasında oldu. Bu süreçte hükümet Kobani meselesini dert etmeden süreci devam ettirdi. İmralı tutanakları bunu açıkça ortaya koyuyor. Ancak 6 yıl sonra buradan bir operasyon çıkarmak yargının da nasıl sopaya dönüştüğünü gösteriyor. Öte yandan, en hukuki görünen süreçlerin dahi aslında siyasi olduğunu anlatıyor.

Vergi de sınıfsaldır, kent sorunları da aydınlama ile ilgilidir

Dayanışma Meclisi sınıf ve aydınlanma eksenli bir bakış açısıyla yola çıktığını ilan etti. İktidar ve düzen muhalefeti arasındaki kavgada aslında eksik olan tam da bu; emekçilerin gerçek ihtiyaçları bu kavganın iki tarafının da öncelikleri arasında bulunmuyor. Dayanışma Meclisi’nin çalışmaları bu noktada nasıl bir katkı yapacak?

BT: Keşke Dayanışma Meclisi’ne hiç gerek kalmasaydı. Keşke Türkiye’de kendiliğinden bir aydın hareketi emekçi sınıfların hakkının savunusunu yapsaydı. Maalesef Türkiye’de İslamcılar ile ittifak halindeki liberal zihniyetin düşünce dünyasını belirlemesi, sonra da ilk baskıda kaçıp gitmesi, eleştirel düşüncenin anlık reaksiyona saplanması, Türkiye’nin aydınlanma ve sınıf eksenli bir doğrultuya ihtiyacını bir kez daha gösterdi. Türkiye’nin tüm meselelerini bu perspektifle yorumlaması gerekiyor. En uzak görünen vergi de sınıfsal bir meseledir, en ilgisiz olduğu düşünülen kent sorunları bile aydınlanma ile ilgilidir. Dayanışma Meclisi bu perspektifin altını çizecek, yön gösterecek, çıkış yolu sunacak.

Dayanışma Meclisi üyesi olarak geçtiğimiz hafta HDP yöneticilerinin gözaltına alınmasıyla başlayan, çeşitli başka siyasi gruplara ve sosyal medya üzerinden görüşlerini ifade eden yurttaşlara dönük baskı ve cezalandırmalarla süren gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Mehmet Baran Selanik: AKP iktidarı, ülkenin ekonomik olarak yıkımın eşiğine geldiği, işsizliğin tavan yaptığı, sağlık hizmetleri ve eğitim sisteminin çöktüğü bu dönemde bu sorunları örtbas etmek, gündemi değiştirmek adına 2014 yılındaki Kobani olayları ile ilgili yeni bir operasyon yaptı. Soruşturmayı yürüten Ankara Cumhuriyet Başsavcısı’nın operasyondan çok kısa süre önce Cumhurbaşkanı’nın yanına gittiğini bir detay olarak görülmemeli.

Operasyonların siyasi olduğu aşikar. 6 yıl sonra kişilere soruşturma açılması demokratik hukuk devleti ilkeleri ile bağdaşmaz. Adil yargılanma hakkını ihlal eder nitelikte olan bu işlemlerin hukuki açıdan kabul edilmesi mümkün değildir.

HDP’li belediye başkanı ve milletvekillerine yönelik işlemler tek adam rejiminin, Kürtlere yönelik sürdürdüğü kriminalize etme ve sistemin dışına atma politikasının bir ürünü olduğunu düşünüyorum. Milyonlarca seçmenin oy verdiği bir siyasi partinin seçilmişlerine karşı yapılan bu saldırılar, halkın iradesine karşı da yapılmış sayılmaktadır. HDP’yi geriletme ve nihayetinde susturma amacıyla yapılan bu siyasi operasyon, tüm devrimci demokrat kesimlere yönelecektir. Muhalefeti susturmak ve sindirmek AKP’nin tek amacı. İktidarın Kürtlere yönelik saldırılarına karşı bu aşamada, demokratik kamuoyu, demokrasi güçleri, sol sosyalist güçler birlik olmalıdır.

Bir yanda bekçiler, yeni kurulan takviye hazır kuvvet gücü; diğer yanda AKP’li Cumhurbaşkanı’nın “saygı duymuyorum” dediği yargı kararları, meslek örgütlerini yeniden şekillendirme çabaları, sayıları on binleri bulan hakaret soruşturmaları… Elbette bu hukuksuzluk atmosferi bir anda oluşmadı, otoriterleşme bir gecede gerçekleşmedi. Bu noktaya nasıl gelindi? Kimlerin sorumluluğu var?

MBS: Ülkemizde faşizm koşulları mevcut. Olağan hale getirilen bir olağanüstü halin içindeyiz. Kararnamelerle yönetilen bir ülkeyiz. Yaşam hakkı başta olmak üzere, ifade özgürlüğü, toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı, seçme ve seçilme hakkı, adil yargılanma hakkı, basın özgürlüğü ortadan kaldırılmış durumda. İşkence yeniden hortladı. Yargının bağımlı hale getirilmesi nedeniyle cezasızlık politikası normalleşti. Yasama, yürütme ve yargı erkleri arasında yargı, diğer iki erki aynı zamanda kontrol eder. Ülkemizdeki rejim değişikliği nede- niyle bu imkan da ortadan kalktı. Ülkenin, adı konmamış bir diktatörlük rejimi ile yönetilmesi devletin erklerinin de etkisiz-leşmesine, ülkenin karanlık bir döngüye girmesine neden oldu. Toplumsal muhalefetin de iktidar tarafından büyük bir saldırı ile karşılaşması iktidara faşist politikalarını yürütebileceği alan açtı.

Karanlıktan çıkış toplumcu bir programla mümkün

Geçtiğimiz haftalarda Dayanışma Meclisi Sekreteryası’ndan Prof. Dr. Gamze Yücesan Özdemir, “Halkın güncel nesnel ihtiyaçlarının demokratik yollarla ifade edilmesi açık bir gerekliliktir” demiş ve Dayanışma Meclisi’nin halkın sesinin kendine bulduğu yol olacağını ifade etmişti. Tam da bununla ilgili, Dayanışma Meclisi’nin bir üyesi olarak görüşünüzü sormak istiyoruz. Bu zorla, baskıyla ve şiddetle sindirme operasyonuna karşı halk korkusunu nasıl atmalı?

MBS: Toplumda çok büyük bir rahatsızlık söz konusu ancak mücadele etme noktasında bir yılgınlık ve yorgunluk olduğunu düşünüyorum. Siyasi iktidarın muhaliflerine yönelik saldırılarına karşı ortak bir tepki ortaya konulmalıdır. Bugün, iktidarın tüm güçleri ile saldırdığı kesimlere sahip çıkılmalı, dayanışma arttırılmalıdır. Ülkenin içinde bulunduğu bu karanlıktan çıkışın toplumcu sol sosyalist bir programla mümkün olacağı açık. Muhalif kesimin kendisine yeni bir plan ve proje belirlemesi, demokratik muhalefetin kararlılıkla devam etmesi gerekmekte. Bu mücadele, topluma umut aşılayacak ve toplumdan karşılık bulacaktır.

SOL

6 Ekim 2020 Salı

Pandemi ortamında küresel tedarik zincirleri - Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

 Türkiye, AB ve Ortadoğu pazarlarına yakınlığı ve stratejik konumu güçlü bir ticaret ağı oluşturabilecek potansiyelde. Ancak tüm bu avantajlarını giderek batağa saplanan dış politika çizgisi nedeniyle heba ediyor.


Dünya Ticaret Örgütü’ne göre 2020’de dünya ticaretinde yüzde 13 ila yüzde 32 arasında bir düşüş bekleniyor. İyimser senaryoya göre Kuzey Amerika’da yüzde 17,1, Avrupa’da yüzde 12,9, Asya’da yüzde 13,5 ihracat gerilemesi yaşanacakken; kötümser senaryoda bu oranlar sırasıyla yüzde 40,9, yüzde 32,8 ve yüzde 36,2’ye kadar çıkabilecek.

Dünya ticaretindeki yavaşlamanın Covid-19 kaynaklı nedenlerinin başlıcası, küresel tedarik zincirlerinin (global supply chains) tek bir halkasındaki aksamanın tüm üretimi olumsuz etkileyebilmesi. Bu durum ise tedarik zincirlerini sadeleştirme, üretimi ülke içine veya yakın coğrafyalara çekme eğilimini güçlendiriyor. Ayrıca ekonomik durgunluğun tüm küresel ekonomiye yayılmış olması, tek tek ülkelerin ihracatı artırarak durgunluğu aşma çabasını da boşa çıkarıyor.

Küresel tedarik zincirlerinde üretimin değişik aşamaları farklı ülkelerde gerçekleştirilirken, çoğu firma ara mamulleri tam zamanında ( just in time ) teslim sistemiyle elde ediyor. Yalın stok tutma eğiliminin finansman maliyetini aşağı çektiği, verimliliği artırdığı düşünülüyor. Ne var ki, kritik parçaların tedarikindeki aksamalar üretimin tamamıyla durmasına yol açabiliyor. Covid-19 salgını sürecinde bölgesel karantinalar, sınır kontrolleri, bazen de üretimin hiç yapılamaması kimi sektörlerde tüm tedarik zincirinin felce uğramasına neden oldu.

Özellikle kritik tıbbi malzeme ve gıda sevkiyatındaki aksama üretimi yeniden ülkeye getirme ( reshoring ), ürün arzını garanti altına alma eğilimlerini güçlendirdi. “Gıda egemenliği” kavramından daha çok söz edilir oldu.

Küresel Finansal Kriz’in hemen öncesinde küresel tedarik zincirleri toplam ticaretin yüzde 50’sinden fazlasını oluşturuyordu. Daha sonra dış ticaretteki liberalleşme eğilimlerinin zayıflaması, yatırımların canlılığın yitirmesi ile bu pay gerilemeye yüz tuttu. 2011 yılında hem Tayland’daki sel, hem de Japonya’daki deprem tedarik zincirlerinin risklerini açığa çıkardı, kırılganlıklarını ortaya koydu. Çin’de emek maliyetlerinin yükselmesi, çevresel sürdürülebilirliğin sorgulanması sonucu taşımacılığın küresel iklim değişikliğine olumsuz etkisinin anlaşılması, en son olarak da ABD-Çin ticaret gerginlikleri nedeniyle küresel tedarik zincirlerinin ağırlığı göreceli geriledi.

KONUNUN MARKSİST YORUMU

İsterseniz bu noktada küresel tedarik zincirlerinin Marksist bir yorumuna kulak verelim.

Monthly Review dergisinin Haziran 2020 sayısında John Bellamy Foster konuya şöyle yaklaşıyor:

Bugünün küresel emtia zincirleri veya bizim ifademizle emek-değer zincirleri, emek maliyetleri ve üretkenlik farkları göz önüne alınarak, özünde dünya sanayi üretiminin ağırlıklı olarak gerçekleştiği Küresel Güney’in yoksul ülkelerindeki düşük birim emek maliyetini sömürmek için organize edilmişlerdir. Birim emek maliyetleri Hindistan’da ABD düzeyinin yüzde 37’si, Çin ve Meksika’da sırasıyla yüzde 46 ve 43’üdür. Endonezya’da ise birim emek maliyetleri biraz daha yüksek, ABD düzeyinin yüzde 62’sidir. Bu büyük ölçüde Güney’deki aşırı ölçüde düşük, Kuzey’deki ücret düzeyinin küçük bir parçasına denk gelen ücretlerden kaynaklanmaktadır. Hal böyle iken çok uluslu şirketlerin kuralları çerçevesinde, Küresel Güney’deki yeni ihracat platformlarındaki ileri teknoloji ile yapılan üretim, Küresel Kuzey’in çoğu bölgesindekiyle kıyaslanabilir bir üretkenlik düzeyi yakalamaktadır. Sonuçta entegre küresel sömürü sistemi Küresel Kuzey ile Küresel Güney arasında üretkenlik farklarının ötesinde bir ücret farklılığı doğurmakta, Güney’de çok düşük birim emek maliyetlerine yol açmakta ve yoksul ülkelerde üretilen malların ihracatında muazzam bir brüt kar marjı yaratmaktadır.

Foster devamla şunları vurguluyor:

Küresel Güney’de üretilen muazzam ekonomik artı-değeri Kuzey’deki gayrı safi yurtiçi hasılaya katma değer olarak yansıyor. O takdirde bunu Güney’den ele geçirilen değer şeklinde anlamamız daha doğru olur. Bütün bu yeni sömürü sistemi üretimin küreselleşmesiyle birleşince yirmi-birinci yüzyılın geç emperyalizminin derin yapısını oluşturur. Bu küresel emek arbitrajı çerçevesinde şekillenen bir dünya sömürü/el koyma sistemidir ki, yoksul ülkelerde üretilen değerin zengin ülkelere akmasıyla sonuçlanır.

KÜRESEL TEDARİK ZİNCİRLERİNİN YAPISI

İş Bankası İktisadi Araştırmalar Bölümü’nden Aslı Şat Sezgin’in hazırladığı “Korona Salgını Sonrasında Küresel Tedarik Zincirleri ve Türkiye” raporuna göre küresel tedarik zincirine dahil olan firmalar arasında ileri (forward) ve geri (backward) olmak üzere iki yönde bağlantı kurulmaktadır. Hammadde ve girdi ihraç eden firmaların nihai üretici ile kurduğu bağlantı “ileri yönlü” olurken; nihai üretici açısından değerlendirildiğinde tedarikçilerle kurulan bağlantılar “geriye dönük” olarak tanımlanmaktadır.

Yine aynı rapor, ileriye dönük katılımın bir ülkenin diğer ülkelerin ihracata yönelik üretimlerindeki katma değerinin payını; geriye dönük katılımın ise bir ülkenin ihracata yönelik üretimindeki yabancı katma değeri ifade ettiğini belirtiyor. Böylelikle arz yönlü şoklar tedarikçi sektörlerden nihai üretimi gerçekleştiren sektöre doğru yayılırken, talep yönlü şoklar ise söz konusu sektöre girdi sağlayan sektörlere geriye doğru yansıyor. Koronavirüs salgınında arz ve talep şoku eşzamanlı yaşandığı için küresel ticaret üzerindeki etki bu denli şiddetle hissediliyor.

UNCTAD 2020 Ticaret Kalkınma Raporu ise tedarik zincirlerinin tam küresel sayılamayacağını, temelde üç merkezde yoğunlaştığını söylüyor. Bu üç bölgesel arz merkezi, Almanya etrafında Avrupa, ABD etrafında Kuzey Amerika ve Çin etrafında Asya’dır.

Gerçek küresel değer zincirleri ancak tekstil ve hazır giyim gibi emek yoğun sanayi sektörlerinde gözlemlenebiliyor. Enformasyon ve iletişim teknolojisi gibi teknoloji yoğun sektörlerde ise Avrupa, Kuzey Amerika ve Asya ekseninde üretim yapılıyor.

Gelişmekte olan ülkelerin (GOÜ) düşük-üretkenlik düzeyinde montaj hatları bir yandan gelişmiş ülkelerdeki imalat sanayi işçilerinin ücretlerini baskılarken, GOÜ’lerde ise işçiler ile sermaye sahipleri arasında gelir farklarının açılmasına neden oluyor. Bu gelir uçurumu büyük ölçüde çok uluslu şirketlerin en az üretken aktiviteleri GOÜ’lere aktarırken, bilgi ve sermaye yoğun aktiviteleri kendi merkez ülkelerinde tutmasından kaynaklanıyor.

Dijital teknolojilerin yaygınlaşmasının, üretim öncesi aşamalar Ar-Ge ve tasarım yanında, üretim sonrası aşamalar pazarlama ve müşteri ilişkilerinin az sayıda gelişmiş ülkede kalmasını iyice sağlamlaştırılacağı düşünülüyor. Böylelikle katma değerin artan yüzdesi bu ülkelerin eline geçecek. Katma değer özellikle ABD’li büyük dijital şirketler ve küresel platformlarda yoğunlaşacak. Üretimin yeniden ülkeye getirilmesi halinde de GOÜ’lerin düşük-becerili işçileri gelişmiş ülkelerdeki robotlarla ikame edebilecek.

ÜLKENİN KÜRESEL TEDARİK ZİNCİRLERİNDEKİ KONUMU

İşte bu bilgiler ışığında Aslı Şat Sezgin’in raporunun Türkiye bölümüne odaklanabiliriz. OECD verilerinden aktarıldığına göre ileri doğru katılımın geriye doğru katılımdan büyük olması küresel değer zincirlerine dâhil olarak bir ülkenin elde edebileceği net kazancı gösteriyor. Bu anlamda Türkiye 1 noktasına yakınsamış, diğer bir ifadeyle küresel ticaretten net kazanç etme doğrultusunda başa baş noktasına ulaşmıştır.

OECD verileri incelendiğinde, 2015 yılı itibarıyla Türkiye’de geriye dönük değer zincirlerine katılımın yüksek olduğu sektörlerin elektrikli aletler, kok kömürü ve rafine edilmiş petrol ürünleri ile otomotiv sektörleri olduğu görülüyor. İleriye dönük katılımda ise bilgisayar, elektronik ve optik ürünler, diğer ulaşım araçları, makine ve teçhizat ile kimyasal ürünler sektörleri öne çıkıyor.

Böyle bakıldığında Türkiye ihracatında ağırlıklı otomotiv, elektrikli aletler gibi sektörlerde geriye dönük katılım yüksektir. Bu bilgiler aynı zamanda Berat Albayrak’ın “rekabetçi kur” tezini boşa düşürmekte, kur arttıkça ithalat faturası da kabarmaktadır.

Buna karşın bilgisayar, elektronik ve optik aletler ile diğer ulaşım araçlarında net kazancın yüksekliği söz konusu sektörlerde ileriye dönük katılımın hızlı bir şekilde artmasından kaynaklanmıştır. Ne var ki tüm bu sektörlerin ihracattan aldıkları pay sınırlıdır.

Rapor Türkiye’nin AB ve Ortadoğu pazarlarına yakınlığı ve stratejik konumunun hem tedarikçi hem de nihai ürün üreticisi endüstrileri ile güçlü bir ticaret ağı oluşturabilecek potansiyelde olduğu değerlendirmesinde bulunuyor. Ancak Türkiye tüm bu avantajlarını giderek batağa saplanan dış politika çizgisi nedeniyle heba ediyor.

En son açıklanan Eylül 2020 dış ticaret verileri, bir kısım medya tarafından “ihracat rekoru” diye pazarlansa da aslında çok tehlikeli bir gidişe işaret ediyor. Çünkü Eylül’de ihracat 16 milyar dolar olurken, ithalat 20,9 milyar dolar olarak gerçekleşti. Dış ticaret açığı eylül ayında geçen yıla göre yüzde 193 artışla 4,9 milyar dolara yükseldi. Yılın ilk 9 ayının dış ticaret açığı ise 37,9 milyar dolara ulaştı. Bu daha geçen hafta açıklanan Yeni Ekonomi Programı’nda öngörülen 38,1 milyar dolara hemen hemen eşit. Diğer bir ifadeyle bir hedefin daha tutmayacağı şimdiden anlaşılmış gibi. Aynı zamanda bu rakamlar Türkiye’nin dış ticaretinin pandemi ortamına uyum sağlamaktaki başarısızlığını da ortaya koyuyor.

Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

AKP, Erdoğan’a mecburdur! - Oğuz Oyan / SOL

Kuşkusuz Erdoğan da AKP’ye bağımlıdır; başka bir parti kurarak (Ecevit tarzı) sıfırdan başlangıç yapma olanakları çok sınırlıdır. Elbette RTE’nin parti içindeki gücü sanıldığı kadar mutlak değildir; ayrıca oldukça birikmiş bulunan karşılıklı sır paylaşmaları söz konusudur ve bunlar karşılıklı bağımlılık ilişkileri yaratır. Yeni bir Aralık 2013 senaryosunun tekrarlanmasına AKP düzeninin tahammülü yoktur. 

Türkiye’de bütün kitle partileri bir lider etrafında vücut bulurlar. Seçmen-parti-lider bağlantısı kurulamazsa o partinin uzun süre ayakta kalması mümkün olmaz. Hatta sağ kitle partileri iktidarda olmadıkları veya iktidara gelme iddialarını yitirdikleri zaman varlık nedenleri ortadan kalkar; DYP ve ANAP örneklerinde olduğu gibi bir süre isimce yaşar, pazarlık partilerine dönüşür (Soylu’nun DYP başkanlığından AKP bakanlığına paraşütle inmesi gibi), sonra da silinip giderler.

Milliyetçi ve dinci ideolojiler etrafında örgütlenmiş ve genellikle “aşırı sağ” olarak sınıflandırılan partilerin görece daha küçük boyutlarda ama daha uzun sürelerle -koalisyonların anahtar partileri olmayı da ihmal etmeden-  siyaset içinde kalmaları olasılığı ise daha yüksektir. MHP’nin durumu buna örnektir. Aslında 1994’teki yerel seçimlerde merkez solun üçe bölünmesiyle büyük kentlerin Refah Partisi’ne terkedilmesi ve 2000’deki IMF programının ve 2001 krizinin yükünü taşıyan koalisyonun (dıştan ve içten zorlanan) bir erken seçimle iktidarı AKP’ye sunmasına kadar, dinci sağın da siyasi geçmişi farklı değildi. Gerçi din sömürüsü yapan siyasetlerin önü milliyetçi sağa kıyasla hep daha açıktı. Ama 2001’de kurulan AKP, çizgisinin farklılaştığını, “milli görüş gömleğini” çıkardığını, ekonomi ve siyasette liberalleşerek sermayenin tam aradığı kıvama geldiğini göstermeseydi iktidara tırmanamaz, merkez sağ partileri bünyesinde eritemez ve içte-dışta uzun süre bunca desteklenen bir iktidar deneyimi yaşayamazdı.

Dolayısıyla şimdiki durumun farklılığını kabul ederek gelecekteki olasılıkları tahlil etmek gerekir. Bir kere AKP açısından liderin vazgeçilmezliği bütün diğer kitle partilerinden daha belirleyicidir. Öteki partiler, çoklu bölünmelere uğramazlarsa, belirli geçiş senaryolarıyla durumu idare edebilirler. Ama AKP artık bunu yapabilecek eşiği çoktan aşmıştır. AKP, epeydir RTE’ye mecbur hale gelmiştir; onsuz seçim kazanamaz, seçimli veya seçimsiz iktidarını koruyamaz, strateji üretemez, hedeflerine yürüyemez durumdadır. Dolayısıyla, Erdoğan’sız bir AKP yola devam edemez; en azından iktidar partisi olarak veya herhangi bir koalisyonun büyük ortağı olarak devam edemez. Hızla 1994 öncesi boyutlarına dönmesi olasılığı yüksek olur. AKP’nin mirasına konmak üzere siyasal İslamcılık yapan partilerin sayıca artışı da buna eşlik eder.

Kuşkusuz Erdoğan da AKP’ye bağımlıdır; başka bir parti kurarak (Ecevit tarzı) sıfırdan başlangıç yapma olanakları çok sınırlıdır. Elbette RTE’nin parti içindeki gücü sanıldığı kadar mutlak değildir; ayrıca oldukça birikmiş bulunan karşılıklı sır paylaşmaları söz konusudur ve bunlar karşılıklı bağımlılık ilişkileri yaratır. Yeni bir Aralık 2013 senaryosunun tekrarlanmasına AKP düzeninin tahammülü yoktur.

***

Daha önemlisi şudur: Dış ve iç sermaye çevreleri artık Erdoğan’a mecbur değillerdir. Dış çevreler açısından zaten Aralık 2013’te ve Temmuz 2016’da Erdoğan iktidarını yıkmaya dönük sert müdahaleler aşamasına geçilmesi göze alınmıştı. Bunun tekrar denenmeyeceği veya iç dinamiklerin AKP’yi/Erdoğan’ı iktidardan indirmesine göz yumulmayacağı söylenemez. Erdoğan’sız bir ılımlı İslam iktidarı hala dış ve iç sermayenin ortak tercihi olabilir. Ama bugünkü koşullarda merkez solu da içine alan, mevcut dünya sistemine bağlılığı kanıtlanmış daha geniş bir koalisyonun alternatif olarak temayüz etmesi artık bu çevrelerin birincil seçenekleri arasındadır.

Dış çevreler açısından bakıldığında Erdoğan’ın öngörülemezliği, başka deyişle Osmanlı tarzı denge siyasetiyle kendine ve İhvancı ideolojisine yer açma stratejileri, en azından Batı açısından can sıkıcı bir noktaya varmıştır. Yerli sermaye açısından bakıldığında, bu kaygıya ilaveten, hesapsız dış politika tercihlerinin getiriden çok götürüsü vardır ve bu durum çoktandır bütün dış ekonomik (turizm dâhil) ilişkilere zarar verme aşamasına gelmiştir. Örneğin Suudi Arabistan’ın Türkiye’nin ihraç ürünlerine boykotunun Mısır’ın öncülüğünde diğer Arap ülkeleri tarafından da benimsenmesi olasılığı, sermayenin kâbusu gibidir. Öte yandan RTE’nin, Erbakan’ın “Adil Düzen”inin faiz takıntısından kurtulamamak gibi zaafları; dışa açık bir liberal ekonomide milli parayı savunamamak, döviz kurunun aşırı yükselmesine ve oynaklığına engel olamamak gibi ilave kriz etkenlerine neden olmaktadır. Kamu kaynaklarının sermayenin aşırı kayırılan çok dar bir bölümüne tahsisi de sermayenin genel çıkarlarına aykırı görülmektedir.

RTE’nin sermaye karşısında kendisinin vazgeçilmezliğini kanıtlayabileceği tek alan olarak, emeğin haklarına saldırı konusunda kimsenin eline su dökemeyeceği kalmaktadır. Hiçbir siyasi harekette bunu yapabilecek cüret, bunu emek kesimine kabul ettirebilecek otorite olamayacağını sabah akşam kanıtlamak üzere çalışmakta, pandemi krizini de bahane ederek hafta geçmeden yeni bir hak kısıtlayıcı düzenlemeyle ortaya çıkmaktadır. Bu düzenlemelerin gerektirdiği baskı devletinin kurulmasının da ancak kendi iktidarları aracılığıyla geçerli olabileceğini göstermek üzere demokratik kitle örgütlerini, eleştirel sesleri, hatta işini yarım yamalak yapan bir AYM’yi baskılamaya birinci önceliği vermektedir.

AKP/RTE iktidarı, sermayeyi dahi zora sokan kimi dış politika girişimleri ile tutarsız ekonomi politikalarını, şiddetli bir emek aleyhtarı politikayla telafi etmeye çalışmaktadır. Adeta tutarsız ve irrasyonel yönlerini emeğin sırtına çökerek gidermek istemektedir.

Emeğin yanında saf tutan sol siyasetlere hiç olmadığı kadar ihtiyaç olması da bundandır.

Oğuz Oyan / SOL


5 Ekim 2020 Pazartesi

Esir şehirde spor, kozmopolitizm ve işgal günleri - İSMAİL SARP AYKURT / SOL

 Mehmet Yüce, son kitabında adeta bir ‘Üç İstanbul’ portresi çiziyor. Osmanlı’nın İstanbul’unda sporun izlerini süren çalışma, işgal günlerinin sıcaklığında sporun değdiklerini tarif ederken, toplumsal yaşamın da fotoğrafını çekiyor.

Futbol başta olmak üzere, sporun geneline de yayılan ‘bağlamından koparılma’ sorunsalı devam ediyor. Artık sporda romantizm ve masumiyetten söz etmek olanaksızlaşırken, sporun tarihselliği unutuluyor ve sporun toplumu yansıtma işlevi gördüğü gerçeği de eğilip bükülüyor. Bu, endüstriyel sözcüğü ile tanımlanan, piyasacı toplumdaki sporun göstergelerine mahkûm oluncaya kadar böyle değildi. 

Oysaki sporda, toplumun adeta etnografik bir analizi yapılıyormuşçasına tasvir edildiği özel dönemler var. Bunlar, sadece spor turnuvaları, olimpiyat oyunları ya da önemli müsabakalardan oluşmuyor. Zor zamanlarda yapılmaya çalışılan sporun, kimi yerlerde bir direnişe kimi zamanlarda da bir mücadele konusu olduğuna şahitlik ediliyor. 

İşgalin Gölgesinde Memlekete Yabancı Kalmak

Bu zamanlardan bir tanesineyse İstanbul’da rastlıyoruz. Osmanlı’nın kozmopolit başkenti İstanbul, işgalin tam da içerisindeyken spor ile yatıp kalkanların olduğu, spor yapmanın bir mücadele başlığı olarak görülebildiği ya da spor müsabakalarının hız kesmediği bir atmosfer ile bir doğum sancısı yaşıyor.

Bu sancı, 5 sene süren işgalden sonra Cumhuriyet fikri ile nihayetine erse de, sancının biriktirdikleri de bulunuyor.

Doğumu önceleyen bu sancılı süreç, o dönemdeki politik ve toplumsal iklim ile buna eşlik eden spor faaliyetleri, Mehmet Yüce tarafından ‘Esir Şehirde Spor’ çalışmasında anlatılıyor. Mehmet Yüce, kitabında ve örneğin işgal günlerinde, dönemin spor yaşamı ile bugünleri kıyaslamanın olanaksızlığını anlatırken, tek ortak noktanın kulüplerin ayakta kalmaya çalışması olduğunu deşifre ediyor. 

Şifrenin çözümü ise bir dönemsel mukayese ile ortaya çıkıyor. Esir Şehirde Spor’un, işgalden kurtuluştan bugüne, nasıl da bir yeniden esirleşme hâline dönüştüğünü bu kez farklı saiklerle ve farklı momentlerde görmüş oluyoruz. Bu mukayese için çalışmanın içine girmek yetiyor. Ancak bunları soyutlamak yine de okurun bakış açıları kümesine bağlanıyor.

Mehmet Yüce, sportif tarihimizin gerçeklerinin izini sürerken, Galat-ı meşhurların da ipliğini pazara çıkarıyor. Doğru bildiğimiz yanlışların her ne kadar artık birer doğru olarak toplumsal kabulü zaman alsa da, bunu denemek başlı başına önemli bir girişim gibi duruyor. 

Ama en güzel manzara ise, toplumun o dönemki toplumsal atmosferini gördüğümüzde kafamızda canlananlar oluyor. Mehmet Yüce aktarırken, orada var olduğumuzu hissetmek olanaklı. 

Vaziyet şudur; memleket ateş altındadır ve Anadolu’dan ziyade, İstanbul’un çehresi oldukça enteresandır. 

Levantenler başta olmak üzere, ciddi bir renklilik hâkim İstanbul’un sokaklarına. Aynı zamanda gerçekleşen 1917 Büyük Ekim Devrimi’nden kaçan on binlerce Rus göçmeni de cabası, tabii. Haliç, birkaç parçaya ayrılmış gibi ve Müslüman Türkler ile Frenkler yan yanalar. 

İngiliz ve Amerikalı kafileler de var ve sportif teşkilatlanmaya gidiyorlar. Pera'da (Beyoğlu) yerleri bile var: Genç Erkekler Hıristiyan Birliği… İngiliz ve Fransızlar işgal ettikleri binalardalar, dışarı çıkıp top oynuyorlar.

Ha, keyifleri de yerinde…

Mehmet Yüce, atmosferi anlatırken İstanbul’un işgal günlerinden bahsediyor ama ilginç şeyler de var. Son derece samimi bir ortam gibi gözüken ilginç notlar var.

Fenerbahçe’nin İngilizlere çay partileri verdiği, Galatasaray’ın Fransızlarla dostluk fotoğrafları çektirdiği, Beşiktaş’ın da Taksim’de kimi maçlarda boy gösterdiği görülüyor. Gençler, Rusların Florya’da kurduğu plajlarda denize girerken, şehir işgal altında yaşamayı sürdürüyor.

İşgal ‘yumuşak’ görünüyor gibi gelse de, bunun öyle olmadığı aşikâr. Sıradan insanlar acı çekiyor, Kuvâ-yi Milliye hareketli ve envai çeşit kişinin, gücün yol ve yaşam emaresi aradığı bir çoklu karmaşa durumu söz konusu…

Bolşevizmden kaçanların İstanbul hâlleri

Ruslar demişken… O dönemde işgalciler haricinde, monarşizm taraftarı Rus Denikin’in Beyaz Ordu’sunu destekleyen Rus gericiler de bulunuyor. Kızılordu’dan kaçarak İstanbul’a gelen bu feodal zenginler, İstanbul’da sefilleşmiş hâldeler ve tombala çektirerek zamanlarını geçiriyorlar. İstanbul’da pavyon açmak ve Rus kızlarını bu iş için kullanmak da yaptıkları arasında yer alıyor. 

Sonra ise, Bolşevik Devrim’den kaçan Ruslar adına kurulan Mayak adındaki futbol kulübünün, bizimkilerle spor müsabakalarında karşı karşıya gelişlerine rastlıyoruz. Ayrıca, Yüce’nin anlattıklarından yine o dönemde at arabaları yarışlarının ve Taksim’de köpek yarışlarının çok revaçta olduğunu öğrenmek mümkün.

Peki ya işbirlikçiler? Olmaz olur mu? Her zaman dilimi kendi ‘işbirlikçisini’ yaratıyor.  Yüce, bilinen bir algıyı da kanımca yerle bir ediyor. Tüm gayrimüslimlerin İstanbul’un işgalini alkışladıkları uydurmasının gerçek olmadığını vurgularken, Yahudi yurttaşların işgalcilere mesafeli yaklaştıklarını, her kesim için zor zamanların yaşanıldığından bahsediyor.

Hatta, çalışmasında ilave ediyor; Türklerden bazıları işgalcilerle iş birliğine girip İngiliz Muhripler Cemiyeti’ni kurarken, bazıları da Sultanahmet’te “İzmir Türk’tür” diye miting organize ediyor. 

İşgal dönemlerinin işbirlikçisinin veya yurtseverinin ırk uydurmasına bağlanarak açıklanmasının mantıksızlığı yeniden ortaya çıkmış oluyor.

Spor hayatı ise olabildiğince renkli. Ama sosyal hayattan kopuk ve ‘ayrı’ bir şey değil. Bir taraftan bir benlik mücadelesi veriliyor, beri yandan da zor yıllar kendini hissettiriyor. Geceleri hiç tekin olmuyor, her köşede zorbalar, yankesiciler dolaşıyor memlekette.

Uluorta, bir otorite boşluğu, yalnızlık hissi ve korku kol geziyor.

Mehmet Yüce, kitabının asıl meramının işgal döneminin incelenerek işgal kuvvetleri ile birlikte İstanbul’a gelen sivil unsurların kentin sportif ve sosyal faaliyetlerine nasıl dâhil olduğunu ortaya çıkarmak olduğunu aktarıyor. 

İstanbul’da Taksim Kışlası’nın bir stadyum hâline getirilmesinden, burada bir olimpiyat düzenlenmesinden, İngilizlerle oynanan futbol maçlarından, Amerikalıların kimi sporları öğretme hülyasından bahsediyor.

Bizans’ta başlayan süreç işgale varıyor

Çalışma, 11 Ocak 532 senesinde Konstantinopolis’te iki büyük politik ve spor grubu olan Maviler ve Yeşiller arasındaki yarışları konu edinerek ve bir hipodromda başlıyor. Öyle, ‘Bizans zindanları ya da Bizans oyunları’ demagojisi yok… Belki de İstanbul’un ilk derbisinden, spor rekabetinden bahsediliyor. Meşhur Nika Ayaklanması’na hipodromdan geçiliyor!

Sonraki kısımlar ise gittikçe bize doğru daralıyor. Osmanlı’nın İstanbul’undan Cuma ve Pazar Ligi’ne kadar gelen süreçte işgal yılları, özgür zamanlara doğru akıyor. İçi en çok sıkan şeyin ne olduğu ise, işgal kuvvetlerinin Ocak 1919’da Beyoğlu’ndaki gösterisini ya da yine işgal esnasında, İngilizlerin Galata Köprüsü üzerinde yürüdüğü fotoğrafı görünce anlaşılıyor. 

Vahdettin kaçıyor, işbirliğine soyunuyor ve güzide kulüplerimiz ‘ecnebi takımları yenmek için’ konsolide oluyor. 

İşgalcilerin zırhlılarının personelleriyle maç yapan gencecik sporcularımız bir yana, Vahdettin 17 Kasım 1922’de HMS Malaya ile işgalci İngiliz korumasında Malta’ya kaçıyor.

Çubuğu ‘bizimkilere’ bükmek

Devam edersek, çalışma hem bilgi notları hem de görsel kaynaklarla ziyadesiyle destekleniyor. Keyifli aktarımlar da karşılaşılanlar arasında. Kitapta aktarılıyor, mesela fikstürde bulunmasına rağmen Fenerbahçe’nin lig maçlarını oynamayıp, İngilizler ile maç yapmayı tercih etmesi Galatasaraylıları gücendiriyor:

“Evvelki gün, evvelce mukarrer olduğu üzere Galatasaraylılarla Fenerbahçeliler arasında bir müsabaka icra edilecekti. Fenerbahçe kulübü, Galatasaray kulübüne haber verip, müsaade istemedikçe bu müsabakayı icradan istinkaf (geri çekilme) hakkına haiz olmadığı hâlde, sırf İngilizlerle oynamak için Galatasaray ile müsabaka yapmamış ve hatta asıl oynamak üzere davet ettiği İskoçyalıların müsabakaya gelmemesine rağmen, diğer bir İngiliz takımını bil-rica müsabakaya getirmiş ve onlarla oynamıştır”.

Dertlerin başka olduğu, protestoların naiflik ve tevazu ile dile geldiği zamanlardır. O zamanki ifade ile “İdmancılık âlemi” böyledir ve şimdiki ile alakası da yoktur. Yüce, söyledikleri ve yazdıkları ile alternatif bir tarih okuması da sunmaktadır çalışmasında. Araştırmalarına göre ve örneğin, Fenerbahçe’nin işgal kuvvetleriyle yaptığı karşılaşmalar, aynı zamanda para kazanmaya dönük organize edilmiş işlerdir. Yani, o bilinen ifade ile ‘halka moral vermek’ ikincildir.

O dönemler düşünüldüğünde Fenerbahçe’nin ayakta kalmaktan başka çaresi de yoktur aslında. Hem mücadele vardır hem de işgal kuvvetleriyle maç yapmak, hâsılat yapmak ve taraftar toplamak devam eder. Galatasaray’ın ise maç yapacak gücü bile yoktur… 

Sadece futbol da yoktur o zamanlar ve öncesinde; beyzbol vardır, patenli hokey ve boks vardır; jimnastik, kriket, voleybol, çim tenisi bile vardır. İlginçtir ama halk, birçok spor branşı ile işgal yıllarında tanışmış olur. 

Tuhaf, gayrimeşru ve zor zamanlardır; sporun bir toplumun içerisinde nasıl gezindiğine tanıklığın, özel bir zaman zarfındaki tezahürüdür. Bu nedenle özgün olduğu söylenebileceği gibi, bir o kadar da merak uyandırıcıdır.

‘Esir Şehirde Spor’ çalışması, dar bir futbol çalışması olmaktan uzak, futbolu da içeren bir sportif tarih anlatısıdır. Gerek uzandığı başlıklar, alternatifliği ve kışkırtıcılığı, gerekse de verdiği otantik ruh ile okuyucuları işgal dönemlerine götürmekte iddialıdır. 

Sporun geçmişimizi nasıl tariflediğini okumak, şu zamanlardaki sporu anlamak açısından da ayrı bir önem biriktiriyor.

Esir Şehirde Spor’dan çıkacak sonuç, iyi çalışılmış araştırmaların, doğru bir bakış açısıyla harmanlanarak tarihe ışık tutmasının mümkün olduğunu gösteriyor. Spora dair söylenebilecek en mühim şey ise, bir ülke için geçmişi, yaşanmışlıkları ve inşa edeceği gelecek için çok şey ifade ettiği olsa gerek.

Sporun, bir toplumun aynası olduğu ve toplumsal çelişkilere ışık tuttuğu da ayrı bir anekdot olmayı sürdürüyor.

İSMAİL SARP AYKURT / SOL

4 Ekim 2020 Pazar

Alamut’un efendisi: Hasan Sabbah - Mehmet Bozkurt / SOL

 Yaşamı boyunca halktan kimseye zarar vermemiş biri. Meydan savaşları ya da cephe savaşları, saldırı savaşları yok. Düşman belledikleri yalnızca sultanlar, vezirler, valiler ve yüksek rütbeden askeri komutanlar… Büyük bir sadakatle kendisine bağlı olan fedailerini bunların üstüne salıyor Hasan Sabbah.

“Derler ki; binli yılların başlarında çağı etkilemiş üç İranlı vardır. Dünyayı gözlemlemiş olan Ömer Hayyam, dünyayı yönetmiş olan Nizamülmülk, dünyayı titretmiş olan Hasan Sabbah…”

Alamut bir kale. Ancak yalnızca bir kale değil,  Kafkas dağlarının doruğu Elbruz’dan uzayıp İran topraklarına giren, kartalların yurt edindiği  iki ulu dağın; Hevedekan ve Haşkeçal’ın arasında, gürlek suların aktığı, kıyısında Abbasi Selçuklu zulmünden kaçan “zındıkların” yaşadığı çok sayıda köy yerleşkesinin olduğu, kilometrelerce uzunluğunda koskoca bir bölgenin adı Alamut.

Ve şimdi İslâm’ın ortaçağındayız.

Saray rejimleri. Sakıncası yok, aynı anlama gelmek üzere halifeler çağı da diyebiliriz. Koltuk değişimleri “halife Kureyşten olur” hadisi gereğince hep Kureyşten oluyor. O çağdayız. Sünnettir. Uyulması gerekiyor. Haşimi ailesinden Emevilere; Emevilerden Abbasilere; Abbasilerden Fatımilere Kureyşli aileler birbirlerini öldürerek halife oluyorlar. Tövbe, Fatımiler öldürerek değil; Abbasi halifesini tanımayıp kendileri başka bir coğrafyada, Mısır’da halifeliklerini ilan ediyorlar. Birbirlerini sonradan öldürmeğe başlıyorlar. 

Hasan Sabbah Abbasi, Fatımi hilafeti ve işgalci Selçuklu Türkleri döneminde ortaya çıkıyor. İlhamını kendinden önceki “zenc” isyanından, “zenci” diyoruz ve Karmati komüncülerinden alıyor. Kaleler konfederasyonu olarak örgütlenen, merkezi Alamut olan, Şia’nın Nizari mezhebine bağlı bir devlet kuruyor. Pamir’den Güneydoğu Akdeniz’e ve Filistin’e kadar uzanan coğrafyada Selçuklu işgali altındaki bölgede, sayıları üç yüzü aşan kaleler üzerinden bir “iç devlet” inşa ediyor. Özel mülkiyetin olmadığı, özgürlükçü, ortaklaşmacı bir devlet… “Darül Hicar”, göçmenler yurdu da denilen kaleler Abbasi-Selçuklu  zulmünden kaçan yoksul halkların kendilerini savundukları sığınaklar oluyor. Tam anlamıyla bir savunma devleti.  

Yalnızca din alimi değil Hasan Sabbah. Astronomi ve fen bilimleri eğitimi almış bir bilim adamı aynı zamanda. Kendisini “zındıklıkla” suçlayanların da kabul ettiği gibi Alamut kalesinin akıl almaz zenginlikte olduğu söylenilen kütüphanesinden otuz beş yıl boyunca “zecri” durumların dışında çıkmadığını, gününün hemen her saatini okuyarak geçirdiğini ve fedailerini dahi bu kütüphaneden yönlendirdiğini okuyoruz. Gayet zeki ve karizmatik bir kişiliği olduğu konusunda düşmanları dahi hemfikir. Yaşamı boyunca halktan kimseye zarar vermemiş biri. Meydan savaşları ya da cephe savaşları, saldırı savaşları yok. Düşman belledikleri yalnızca sultanlar, vezirler, valiler ve yüksek rütbeden askeri komutanlar… Büyük bir sadakatle kendisine bağlı olan fedailerini bunların üstüne salıyor Hasan Sabbah.
Fedailer eylemi halkın görebileceği kalabalık yerlerde ve hançerle gerçekleştiriyor. Hedef ortadan kaldıran fedai kaçmıyor. Öldürülmeyi ya da yakalanmayı bekliyor. Ürkütücü olan da bu sadakat oluyor. 

Haşhaşi ya da Haşişi diyorlar. İtalyan seyyah Marco Polo’nun yazdıkları en revaçta olanı. Hayal gücü yüksek olduğu anlaşılan Marco Polo’nun yazdıkları Binbir Gece Masalları’na konu olacak türden ve yalnızca “uçan halı”nın eksik olduğunu görüyoruz. Seyyahımız, Alamut’un Moğol sürülerince yakılıp, yıkılıp yok edilmesinden yuvarlak rakam yirmi yıl sonra, 1273 yılında, İran topraklardan geçiyor ve şunları yazıyor: 

“Şeyh’in kendi dillerindeki ismi Alâaddin’dir. İki dağ arasında bir vadinin girişlerini kapattırmış ve burayı envai türlü meyvelerin yetiştiği, eşi benzeri görülmemiş güzellikte bir bahçeye çevirtmiştir. İçerisinde her biri göz kamaştırıcı zarafette resimlerle bezeli, akla hayale gelmeyecek görkemli köşkler ve saraylar inşa ettirmiştir. Kanallardan alabildiğine şarap, süt, bal ve su akmaktadır. Dünya güzeli kadınların ve kızların ellerindeki çalgılardan en hoş tınılar, dudaklarından en hoş şarkılar dökülür, dans figürleri izleyenleri büyüler…”

Şimdi uyuşturucunun sırası olmalı. Yaşları on iki ilâ yirmi arası gençler ilkin haşhaş verilerek uyuşturuluyor ve bizim Marco’nun “cennet bahçesi”ne taşınıyorlar. Gençler ayıkıp gözlerini açtıklarında kendilerini, Marco’nun demesine göre, “Hz. Muhammed’in Kur’an’da sözünü ettiği bahçenin” tam ortasında yan gelip yatarken buluyorlar. Buraya kadar gayet güzel ancak sürgit böyle olmuyor. Şimdi görev zamanı. Görevlendirilecek kişi, tekrar haşhaş verilip uyuşturuluyor… Genç adam, Marco Polo’nun değişine göre “pek de sevimli olmayan kalenin bir odasında gözlerini açıyor”. Masal bu ya, Şeyh (Hasan Sabbah) görev tarifi yapıyor: “Git ve şunu öldür; geri döndüğünde meleklerim seni cennete taşıyacaklar. Ölsen dahi, seni cennete almaları için meleklerimi yollayacağım.” 

Masal anlatıyor Marco Polo ve bu masala sahiden inanan Sünni bir Müslüman dünyası var. Bunlar, Hasan Sabbah’ın fedailerinin gözü karalığını, davalarına olan bağlılıklarını haşhaşın var olduğuna inandıkları cesaretlendirici ve yönlendirici etkisine bağlıyorlar. Fedailerin davaya olan tutkunluklarını, bağlılıklarını ve inançlarının büyüklüğünü anlamakta güçlük çekiyorlar. 

Bu arada Bernard Lewis gayet “hususi” bir meseleye temas etmekten kendini alamıyor ve bir Avrupalı ozanın eşine yazdığı aşk mektubunda ona olan sadakatinin kuvvetini anlatırken başvurduğu benzetmeyi bizimle paylaşıyor: “Size olan sadakatimin yanında, can düşmanlarını katletmeye yollanmış Haşişilerin Şeyh’e duydukları bağlılık hiç kalır…” 

Avrupalıların “Haşişiler”den haberdar olmaları ve edebiyata geçmelerini sağlayan olay Kudüs Latin Krallığı’nın kralı Montferrat’lı Conrad’ın tören alanında ahalinin ve onlarca korumasının gözü önünde ona sokulmayı beceren bir Sabbah’i fedaisi tarafından tek bir hançer darbesiyle öldürülmesidir. Bu olay ve oluş biçimi Haçlılar üzerinde derin izler bırakmış olmalı ki İtalyan şair Dante, İlahi Komedya’nın “Cehennem”ine, Peygamber Muhammed ve Ali’den sonra, Haçlıların assassin (suikastçı) olarak adlandırdığı bir de haşişiyi yerleştirmekten kendini alamıyor. Haşişi, cehennemde, tepesi üstü toprağa gömülü olarak karşılıyor Dante ve rehberi olan Latin şair Vergilius’u.

Hasan Sabbah’ın “dava”sına zarar verenleri ya da zarar vermeye eğilimli olan kişileri kimi zaman yalnızca uyarmakla yetindiği görülüyor. Bu da adamın ödünü kopararak adeta felç olmasına neden oluyor. Selçuklu Sultanı Melikşah’ın ödünü koparıyor ve adamcağızın kısa bir süre sonra bu dünyadan göçmesini “zehirlenme vakası” olarak görenler varsa da ben bunu “öd” sarsıntısına bağlamaktan yanayım. Melikşah sabah uyumakta olduğu yatağından kalktığında yastığında bir mesajla karşılaşıyor. Bu bile tek başına ürkütücü de, mesajın bir hançerin kabzasına bağlı olması sahiden öd sarsıcı olmalı: “Senden çok uzakta Alamut kayalığı üzerinde yattığım seni aldatmasın, çünkü kendine hizmet için seçmiş olduğun kimseler de benim buyruğumdadır ve bana hizmet ederler. Yatağına bu hançeri koyabilen biri, onu yumuşak kalbine de saplayabilirdi. Bu sana ihtar olsun.”

Ünlüdür Siyasetneme’nin yazarı ve Selçuklu Devleti’nin Büyük Veziri Nizamülmülk… Bir vakitler dostane yolları da kesişir Hasan Sabbah ile. Sonradan düşman kesilecektir ona ve onun temsil ettiği mezhebe. Şu sözler Nizamülmülk’e aittir: “Bu insanlardan daha dinsiz, daha sapkın ve daha alçağı görülmemiştir. Onların en önemli amacı bu dini yok etmektir. Sözlerinde onlar, Müslüman gibi hareket ediyorlar ancak gerçekte kâfirdirler.”   

Bir hançer darbesiyle öldürülür.

Hasan Sabbah ile uğraşmanın hayır getirmeyeceğini en erken fark eden büyük Sünni ilahiyatçı Fahreddin Razi olmuştur. Derste Nizariler hakkında ileri geri konuştuğu haberini alan Hasan Sabbah öğrenci kılığında bir fedai gönderiyor Fahrettin Razi’ye. Dersleri güzel güzel dinleyen öğrenci bir pundunu bulup hocasıyla yalnız kalınca hançerini çekip üzerine yürüyor. Yazılanların yalancısıyım, Fahreddin sıçrayıp ne istediğini soruyor öğrenci sandığı fedaiye. Fedai bir hocaya nasıl hitap edilmesi gerektiğini biliyor, gayet saygılı cevap veriyor: “Zatıâlilerinizin karnını göğsünüzden göbeğinize dek yarmak istiyorum, çünkü kürsünüzden bizlere küfrediyorsunuz.”

Bakar mısınız kibarlığa. 

Bu karşılaşmadan sonra Fahrettin Razi, Nizariler hakkında fikrini soranlara şöyle demeğe başlıyor: “İsmaililere (Nizariler) sövmek hiç de akıl kârı değildir, zira öne sürecekleri karşı iddialar hiç de azımsanmayacak ölçüde kuvvetli ve keskindir.”

Hasan Sabbah 1124 yılında öldüğünde 92 yaşındadır. Kurduğu devlet “keskin” bir iddia üzerine inşa edilmiştir. Ardıllarını da eklersek 167 yıl yaşıyor. Ve sonrasında Moğol kasırgası bütün Ortadoğu coğrafyası ile birlikte Alamut’u da düzlüyor…

Mehmet Bozkurt / SOL

Not: Bu yazıda kullanılan kaynaklar:

Bernard Lewis, Haşhaşiler, Kapı Yayınları, 1. Basım, İstanbul, 2014 
Farhad Daftary, İsmaililer, Tarih ve Kuram, Rastlantı Yayınları, 1. Basım, İstanbul, 1999      
İsmail Kaygusuz, Nizari İsmaili Devleti’nin Kurucusu Hasan Sabbah ve Alamut, Su Yayınevi, İstanbul, 2013       

3 Ekim 2020 Cumartesi

Din ile ırk arasında… - Orhan Gökdemir / SOL

 İşte tarih. Ne din ne ırk, hepsi hikâye. Herkes tarihten dilediğince ödünçlenip kitabına uyduruyor ortalığa çıkanı. Halbuki bizi bu pislikten kurtaracak tek bir maddi temel var; Sınıf o da.

Kars sınırı. Bir kale içindeki Ani Kentinin yarı yıkık binaları Arpaçay’ın (Akhuryan) öte yanındaki Ermenistan’a bakıyor. Karşıda birkaç askeri kule ve bir taş ocağı görünüyor sadece. Şehir bizim yakada. Ermeni tarihinin bu en ilginç şehri, artık Kars ili sınırlarında.

“Ani” bir Ermeni kenti olmakla birlikte yönetici hanedanın aslında “Yahudi” olduğu iddia ediliyor. Şehirde hüküm sürmüş Bagratuni veya Pakraduni hanedanı bir tür “gizli” din taşıyormuş. Hikâye o ki, Ortaçağ’da bazı Ermeniler, Hıristiyanlığın Bizans Kilisesini ve hükümranlığını reddeden ve eski İsrail’e bağlılığını bildiren bir mezhebini benimsemişler. Pakraduniler olarak adlandırılan bu topluluk Kral David’i ataları olarak kabul etmiş. Yükselmiş, 855’ten 1045’e dek Ermenistan Krallığını yönetmiş.

İddianın kaynaklarından biri bizim eski Niğde Vekili Avram Galanti. Ona bakılırsa “kavim” geçen yüzyıla kadar varlığını sürdürmüş. Galanti, Pakradunilerin Erzurum- Sivas arasında, Marmara Denizinin Avrupa yakasında ve İstanbul Hasköy’de yaşamış olduklarını iddia ediyor. Yahudi yönlerini sürdürdüklerinden, Portekizli Maranolar, Selanikli Dönmeler ve İranlı Meşhediler gibi Yahudi kökenli topluluklar arasında sayılabilirlermiş. Ermeni görünümlü Yahudilerden söz ediyoruz!

Dedikoduların ötesine baktığımızda görebildiğimiz şu: Milattan Önce ikinci yüzyıldaki Yahudi ayaklanmasının bastırılması sonrasında Selevkos kralları, belki, o ayaklanmada rol alan bazı Yahudi liderlerini, kendi hakimiyetleri altında olan Ermeni ülkesine sürmüş. Sürgünler yeni komşuları ile anlaşmış, kaynaşmış. Velev ki Pakraduniler de onlardan olsun. Gel zaman git zaman Arap yanlısı bir politika izleyen ve Abbasi halifelerince ödüllendirilen Pakraduni hanedanından Aşot, dokuzuncu yüzyılın sonuna yakın Arap egemenliği çöktüğünde Kars ve Ani'de "Ermeniler Kralı" unvanıyla taç giymiş. Kısa zaman sonra Bizanslılar Ani krallarının biletini kesmiş, son kralını ailesiyle birlikte Kayseri yöresine sürmüş. Sonrası karanlık.

Ailenin Artvin-Yusufeli'nde hüküm süren kolundan biri 11. yüzyıl başında Gürcistan Kralı olmayı başarmış. Yani çok iş bilir bir hanedana bakıyoruz. Yalnız gerçekten söylendiği gibi Yahudilik iddiaları var mıydı, bilmiyoruz. Ama söylenti hükmünü sürdürüyor hâlâ. Şurası belli ki, Doğu Roma Devleti pek çok Yahudi’yi Ermenilerin yaşadığı bölgeye sürerek bu söylencenin oluşmasına yardım etmiş. 

Ani’de harabelere dönüp bir de bu gözle bakıyorum. Tarih sanıldığından daha renkli, daha sürprizli. Ummadığınız yerde bir sürü tuhaf sentez çıkarıyor karşınıza. 

***

Eski Ahit’te, zamanında bilinen halkların Nuh’un hangi oğlundan türediği yönünde kurgular var. “Gemiden çıkan Nuh'un oğulları Sam, Ham ve Yafet idi. Ham Kenan'ın babasıydı. Yeryüzüne yayılan bütün insanlar onlardan türedi." Hikâye böyle. İnanış o ki, Samiler ve Hamiler -Yahudiler ve Araplar- Nuh’un o iki oğlunun soyundan gelenler. Yafet’in soyundan gelenleri kim olduğu ise biraz karışık. Türkler at üzerinde yalın kılıç tarih sahnesine dalınca Sam’ın ve Ham’ın çocukları “Yafet’inkiler de bunlar olmalı” diye düşünmüş olmalı.

Fakat gelin görün ki Türkler tarih sahnesine görece geç çıktı. Ondan önce “Yafet’in torunu” rolü Ermenilere yakıştırılmıştı. “Amelek” diyorlardı. Amalek, İsrail oğullarının Mısır’dan çıkışında Kızıldeniz’i aştıktan sonra artçılarını vuran zalim bir kavimin adıydı. Ermeniler ve Türkler insanlık ailesinin küçük yaramaz çocuklarıdır.

***

Azeriler veya “Hazeriler” için ise durum daha karışık. Meşhur “Hazar İmparatorluğu”ndan söz ediyorum. Cumhurbaşkanlığı Forsundaki 16 Türk devletinden biri olan Hazarların da aslında Yahudi olduğu iddia ediliyor. Bu tez ilk olarak 1970’li yıllarda antikomünist ve “istihbaratçı” Arthur Koestler’in “13. Kabile” adlı ünlü kitabında öne sürülmüştü.

Hazar Devleti 6. yüzyıl ortasında tarih sahnesine çıkmış. Göktürk İmparatorluğu’ndan ayrılarak bağımsız bir devlet haline gelmeleri 620 yılından sonraya tesadüf ediyor. O yıllar İslamiyet’in hızla yayıldığı ve elde kılıç her yeri hükmü altına aldığı bir dönem. Haliyle Hazarlarla İslam orduları sık sık karşı karşıya gelmiş.

Belli ki Hazarya, baskılardan kaçan çok sayıda Yahudi’nin göçtüğü güvenli bir sığınak olmuştu. Hıristiyanlık ve İslamiyet her yönden sıkıştırıyordu. 861 yılında Kağan’ın sarayında üç tek tanrılı din temsilcisi arasında yarış düzenlendi. Temsilcileri dinleyen Kral Bulan, sonra her temsilciye diğer iki dinden hangisinin üstün olduğunu sordu. Müslüman temsilci Yahudiliğin Hıristiyanlıktan, Hıristiyan temsilci de Yahudiliğin Müslümanlıktan üstün olduğunu söylediler. İki dinin kaynağında da Yahudiliğin bulunduğunu gören Kral Bulan bu dini seçti. Onunla beraber tüm yöneticiler ve soylularla halkın bir kısmı da Yahudiliğe geçti. İki din arasında sıkışan İmparatorluk için akılcı bir seçim!

Yahudi Hazar Kralı Joseph, Endülüslü Hasdai’ye yazdığı mektupta, Hazarlar’ın Yafet’in torunu ve tüm Türklerin atası kabul edilen Togarma’nın yedinci oğlu Kozar’ın soyundan geldiklerini anlatıyordu. Böylece “Amelek” rolü de Ermenilerden Türklere iltisak etmiş oldu.

Her ne ise onlar da tarih sahnesinden çekilip yittiler. Arkalarında pek çok efsane bırakarak tabii. Bugünün Macaristan Devleti kendisini Hazarların bakiyesi sayıyor. Bulgarların o bakiyelerden biri olduğu varsayılıyor. Başka bir iddia da Hazar Devleti yıkıldıktan sonra Yahudi Hazarilerin Hıristiyan toplumlar içinde asimile olmadığı, Yahudi kimliklerini koruyarak ve Doğu Avrupa’daki diğer Yahudilerle karışarak “Aşkenaz Yahudileri”nin kökenini oluşturduğu.

Hazar ülkesi Hazar deniziyle Karadeniz arasındaki sahayı kaplıyordu. Güneyde Kafkas dağları sınır olmakla beraber Azerbaycan da Hazar hâkimiyetine girmişti.  İlginç, bugünkü Azerbaycan topraklarında hüküm sürmüş olmalarına rağmen, Hazerilerle Azeriler arasında açıkça bir bağ kurmak kimsenin aklına gelmemiş. Halbuki Azerilerin de “Amelek” veya “Yafet” ile ilişkilerini kurmak oldukça kolay.

***

Geliyoruz “Uyanış: Büyük Selçuklu”ya. Evet tahmin ettiğiniz gibi Selçuklu Devletinin kuruluşunun da konuyla bağlantısı var. Vakti zamanında Hazarların etrafındaki Türki devletler Hazar Devletine saldırıp, tepelemek istiyordu. Ama kendi içlerinde bir konsensüse varamamışlardı. Devletlerin içinde bu konuyla ilgili hizipler oluşmuştu. Bir kısmı saldırıdan yana, diğer kısmı barıştan yanaydı. Selçuk Bey Hazariler yüzünden yıkıcı Oğuz beyleriyle bozuşmuştu. Selçuk Beyin ailesi de üstünüze afiyet biraz Hazari sempatizanıydı. Selçuk’un adamlarıyla birlikte göçe yeltenmesi bu nedenleydi. Yani “uyanışımızı” bir bakıma Hazarilere borçluyuz!

Bu durum baba Dukak ve Oğul Selçuk’un dini-imanı hakkında da tuhaf söylentilerin ortaya çıkmasına neden oldu haliyle. İnatçı biri olmalı, Selçuk Bey çocuklarının isimlerini Yunus, Mikail, İsrail, Yusuf ve Musa koymuştu. Onun Musevilik meyline dair en ufak bir şey bilmiyoruz. Kaynaklar bunu söylemiyor. Ama devletinin daha ilk kuşağındaki bu süzme Yahudi isimlerine rastlamak yine de çok şaşırtıcıydı.

Her neyse, İbn Miskaveyh 965 yılında çok sayıda Türk’ün Hazar devletine saldırdığını, onların da Harezm’den yardım istediğini, Harezmlilerin onlara ancak Müslüman olmaları karşılığında yardım ettiklerini söylüyor. Bu yardımla birlikte hükümdar hariç Hazarların tamamı Müslüman olmuş. Bir bakıma yeniden Oğuzlaşmışlar. Hem dinler arasındaki geçişler bu kadar kolaysa dinlerin hiçbir önemi yoktur. Yoktu…

***

Uzatmayalım, Osmanlı mülkünde de etkili bir gruptu Yahudiler. Yeniçeriler tepelenip alaşağı edilince, Osmanlı Yahudileri için gerileme çağı başlamış oldu. Ama bir yüzyıl içinde silkinip kendilerine geldiler. Okullarını modernleştirdiler. O okullarda İbranicenin yanında Türkçe ve Fransızca da öğretmeye başladılar. Sonra Saray’dan hakkı olanları geri istediler. Ama Saray kapılarını tutan Fener Beyleri ve onların ticari partneri Ermeniler itiraz etti. Egemenlik isteyene verilecek bir şey değildir. Geçen yüzyılın başındaki iç savaşta bu gerilimin izlerini takip edebilirsiniz. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda bir kısmı Yafet’in torunlarının son yurdu ile kendileri arasında bağ kurmayı bile denedi. Ama Siyonizm vaat edilmiş toprakların peşindeydi. Hikâye uzamadan bitti.

***

Ermenistan-Azerbaycan arasında patlak veren savaş vesilesiyle Azerbaycan ile İsrail arasındaki karmaşık ilişkiler bir kez daha gündemde. Siyonistler eski “Ameleklere” karşı yeni “Ameleklerin” yanında. Azerbaycan’a büyük miktarlarda silah satıyor. Ülkede pek çok yatırımı var. Azeri gazı-petrolü Ceyhan üzerinden İsrail’e akıyor. 

Eski zamanlarda olduğu gibi taraflar birbirlerine sadece mermi değil, din ve ırk da fırlatıyor. Ermeniler işgal ettikleri yerleri işgal etmeye hakları olduğunu söylüyor. Dediklerine göre o topraklarda Ermenilikten kaynaklanan tarihsel hakları var. Azeriler de öyle, toprakları ekip biçtikleri için değil, Azeri oldukları için hak ediyorlar. Yoksul Ermeni ve Azeriler cephede, bu iddiaları haklı çıkarmak üzeri birbirlerini öldürüyor. Kemal Okuyan’ın dediği gibi yoksulların birbirini boğazlaması birilerinin işine geliyor.

İşte tarih. Ne din ne ırk, hepsi hikâye. Herkes tarihten dilediğince ödünçlenip kitabına uyduruyor ortalığa çıkanı. Halbuki bizi bu pislikten kurtaracak tek bir maddi temel var; Sınıf o da. Onlar ağır ellerine toprağa basıp doğrulmadığı için bütün bunlar. Bütün ülkelerin işçileri birleşin ve son verin insanlığın bu kadim acılarına! 

Orhan Gökdemir / SOL


13 Ağustos 2020 Perşembe

Kozakiewicz ve Ağaoğlu: Kapitalizmin 'iğrenç' kolu - İSMAİL SARP AYKURT / SOL

 Kozakiewicz ile Ağaoğlu, hiç tanışmamış olsalar da yaptıkları ve öne çıkardıkları ‘misyon ve hareketler’ ile aynı düzeni temsil ediyorlar. Gericilik ve anti-komünizmde fazlasıyla birleştikleri; farklı momentlerde benzer sınıfsal refleksler gösterdikleri kesin.

1980’nin yaz aylarında emperyalist kampın boykot ettiği Moskova Olimpiyatları tüm görkemiyle sürerken, Polonyalı sporcu Wladislaw Kozakiewicz, anti-komünist ve anti-sovyetik sporcular geleneğine çok yakışan bir kimlikle öne çıktı. Eksiksiz organize edilmiş bir olimpiyatta yalan söylemenin ve kara propagandaya malzeme olmanın onun için en büyük görev olduğu aşikârdı. Keza söylemleri de bu şekilde oldu:

Olimpiyat köyüne ulaştığımızda şöyle bir etrafa baktım. Her taraf tel örgüyle kaplıydı ve askerler ortalıkta kol geziyordu. Havaalanındaymışız gibi herkesi kontrol ediyor ve arıyorlardı. Olimpiyat köyüne zaten sadece atletler girebiliyordu. ‘Bizi kimden koruyorlar?’, diye düşünmeden edemedim.”

Kozakiewicz’in sporcu olarak değil, ajan olarak geldiği anlaşılıyordu.

Hakemler problemliydi, Sovyet sporcular kayırılıyordu ve ‘diğer, tertemiz’ sporculardan biri olan kendisinin muhakkak ki hakkı yeniyordu! Kozakiewicz, “Hile yapıldığını, açıkça aldatıldıklarını ve Sovyetlerin kazanmasını sağlamak için her şeyi yaptıklarını biliyorduk” diye ilave ediyordu. Bu iddia hep dile getirildi.

Anti-komünist histeri bilindik yollara başvurmakta hiç beis görmedi. Dopingse doping, hile ise hile pekâlâ iş kılıfına uydurulabilirdi.

Ancak olimpiyatlardaki son olay spor tarihine damgasını vurdu. Kozakiewicz’in 1980’de uzun atlama branşında en önemli rakibi Sovyet sporcu Konstantin Volkov’du. Volkov yarışı kaybetti ve Kozakiewicz altın madalyaya uzandı.  Şampiyon olacağından emin olduktan sonra ise emperyalist medya ve ülkeler tarafından ‘onur kolu’ (Bras d’honneur) olarak ilan edilen ve hakaret içeren kol hareketini yaptı.

Sovyet sporseverlerin önemli bir bölümü, Lenin Stadyumu’nda o dönemde var olmayan ekranlar nedeniyle kendilerine yapılan bu kol hareketini göremediler. Ancak Batı medyasının etki alanındaki her televizyon, bu hareketi selamladı ve gerçek yüzlerini göstermiş oldu.

Sonrası malum. Her ne kadar kapitalizm tarafından ‘ikonik ve tarihi’ olarak selamlanan bu hareket var olsa da, önce bunun ‘eline mukayyet olamayanın’ sevinç gösterisi olduğu söylendi, sonra da ‘koluna giren spazm’ benzeri şeyler uyduruldu.

Oysaki bu kol hareketi, ülkesindeki anti-komünist güruh için bir sembol haline geliyordu. Ülkesindeki işler de zaten bu çizgide yürüyordu. Yine 1980’nin Eylül’ünde Gdansk’taki Lenin Tersanesi’nde kurulan ‘Dayanışma Sendikası’ (Solidarność) anti-komünist lider Lech Walesa’nın Polonya devlet başkanı olmasının yolunu açıyor ve Katolik kilisesi destekli anti-sovyetik bir sol yaratılıyordu. CIA ve NATO tarafından da desteklenen ve yönlendirilen karşı-devrimci oluşum, ‘sol’ dayanışmanın kapitalist restorasyon ile noktalanmasını sağladı. Sonrasında Batı Almanya’ya iltica eden Kozakiewicz, 1986’da Batı Almanya vatandaşı oldu ve kapitalist Almanya adına yarışmaya başladı.

Ana akım spor medyasının sevgilisi Kozakiewicz, kapitalist sporun ajan Orwell’ı oluverdi.

Yıl 2020. Türkiye Kupası finalinde Trabzonspor ile Alanyaspor arasındaki maçın son anlarında bu kez Trabzonspor’un şampiyonluğu kesinleşince ‘başkan’ Ağaoğlu tribündeki yerinden kalktı ve 1980’de Kozakiewcz’in yaptığı hareketin bir benzerini Alanyasporlulara karşı yaptı. Hareket çirkindi ama içinde yaşadığımız düzenin yarattığı çirkinliklerin yanında esamisi okunmuyordu.

Çok geçmeden de gündemden düşürüldü. Peki, Ağaoğlu kimdi, yoksa ‘imitasyon bir direniş’in mi timsaliydi, çağdaşı anti-komünist Kozakiewicz gibi? Birkaç seçenek öne çıktı. Kısa zaman önce yine bir Alanyaspor maçında sahaya dalmakta ve kavga etmekte beis görmeyen Ağaoğlu, Alanyaspor yönetimine rövanşist bir hamle mi yapmıştı? Yoksa Ağaoğlu, İstanbul takımlarına bir göndermede mi bulunmak istedi ve bu bir başkaldırı ilanı mı sayılmalıydı?

Ya Başakşehir? AKP içi fraksiyon savaşlarının neticesinde kaybedilen şampiyonluğun bir ter boşalması da olabilirdi bu kol hareketi.

Ya da hepsi…

Sorular çok ama her şeyden öte Ahmet Ağaoğlu neyi temsil ediyordu? Sahaya dalmasından ve ceza almasından 15 gün sonra bu hareketi yapabilecek kadar ‘cesaret sahibi’ bir kişi için azmettiren ne idi?

Ancak Ağaoğlu her şeyden önce bir patrondu ve düzen o ve onun gibilerinin düzeniydi. O yüzden ‘başkana yakışmadı’ ifadelerinin bir karşılığı yoktu. Rahattı ve kendisine ceza verilmeyeceğini ya da göstermelik bir uygulama ile konunun hasıraltı edileceğini tahmin ediyordu. Kapitalist düzene ve onun aktörlerine yakışan buydu zaten, ‘başkana’ yakışmaması için bir gerekçe yoktu.

Dedik ya, düzen onun düzeniydi, hem bize ne oluyordu?

Anlaşılan o ki, ‘Kozakiewicz ruhu’ bu kez tribünlerdeydi.

Sonu ne mi oldu? İğrenç hareketin cezasının içeriği ve akıbeti bir süre gizliliğini korudu ve ardından Ağaoğlu’na 75 gün hak mahrumiyeti ile 63 bin TL para cezası verildi. Ancak görülüyor ki, 15 gün içerisinde iki benzer hareket yapan Ağaoğlu’nun yeni futbol sezonunda hareketlerini yenilemesi kaçınılmaz olacak. Çünkü tıpkı 1980’de binlerce sporseverin önünde Sovyet insanına yapılan aynı iğrençlikteki kol hareketi gibi, düzenin ‘kol hareketi üretimi’ de, patroncu düzen de, anti-komünizm de ortalık yerde durmaya devam ediyor.

Birisi göklere çıkarılmıştı, diğeri kendini tekrarlıyor.

Kozakiewicz ile Ağaoğlu doğrudan tanışmasalar da aynı düzeni hem benzer hem de farklı saiklerle temsil ediyor ve ortaklaşıyor.

Sorunun cevabı belli ama yine de sormak gerekiyor.

Peki, tam 40 sene sonra anti-komünist Kozakiewicz ile gerici patron Ağaoğlu’nu ne birleştiriyor?

Kapitalizmin tarihsel bir referansla ‘onur kolu’ diye adlandırdığı hareket ve bu iğrenç düzen, yıllardır onurumuzu kırıyor.

İSMAİL SARP AYKURT / SOL