Türk-Azeri ilişkileri konusunda tarihin sesi neler söylüyor? Halklara ne gibi dersler veriyor; hangi yönleri gösteriyor? Suriye ve Libya savaşlarında taraf olunduktan sonra, Kafkas savaşına da taraf olmanın olası sonuçları yeterince düşünüldü mü?
“Türk-Yunan savaşı” başlamadan bitti ve çözüm arayışı diplomasi alanına taşındı.
Oysa bu kez Azeri-Ermeni savaşı başladı ve gündemin başköşesine oturdu.
Egemen söyleme göre Azerbaycan’la “İki devlet, bir millet” halindeydik ve Tayyip Bey “Azerbaycanlı kardeşlerimize tüm imkânlarımızla ve tüm kalbimizle destek vermeyi sürdüreceğiz” diyordu.
Mücadele “Karabağ işgalden kurtulana kadar” sürecekti. Aliyev de durumdan memnundu. O da Bakü’ye giden dışişleri heyetimize hislerini şu sözlerle duyurdu: “Her şey çok güzel gidiyor; inşallah Karabağ’a Azerbaycan bayrağını kardaşım Tayyip Bey’le birlikte dikeceğiz!”.
Mesaj alındı ve anlaşıldı: Geçtiğimiz günlerde TV kanallarında Doğu Akdeniz krizini uzun uzun yorumlayan ağızlar, artık bundan böyle haftalarca da Karabağ savaşını yorumlayacaklar. Tabii genellikle de Saray’dan gelen “La sesi”yle uyumlu olarak!
Peki, Türk-Azeri ilişkileri konusunda tarihin sesi neler söylüyor? Halklara ne gibi dersler veriyor; hangi yönleri gösteriyor? Suriye ve Libya savaşlarında taraf olunduktan sonra, Kafkas savaşına da taraf olmanın olası sonuçları yeterince düşünüldü mü?
***
Aslında tarihte “millet”ler uzun ve zahmetli süreçler içinde doğdular ve bu süreçlerin mimarları da otarşik tarım ekonomilerini tasfiye eden “devrimci burjuvazi”ler oldu. Aynı sürecin araçları ise ulusal bir para birimi yaratan merkez bankaları, ortak bir dille kolektif bellek oluşturan okullar, Roma hukukundan ya da seküler törelerden esinlenmiş hukuk “kod”ları ve her erkeğin vatan hizmeti yaptığı ordular oldu. “Tasada ve kıvançta ortak” denilen, fakat “tasa” daha çok halka yüklenirken, “kıvanç”ı varsılların paylaştığı “modern millet”ler böyle doğdu.
19. yüzyıl bu evrimin yol açtığı kanlı iç ve dış savaşlarla doludur. Bu dönüşümde çağın gereksinimlerine yanıt veremeyen eski imparatorluklar çöküyor ya da yarı-sömürge haline geliyor, onların yerini de kapitalist metropoller çevresinde oluşan sömürge imparatorlukları alıyordu. Bu tabloda, merkez (Osmanlı) bankası Avrupalı sermayedarlar tarafından kurulan; bir kısım vergileri yabancılar (Düyun İdaresi) tarafından toplanan ve kendi hukukunu ülkesindeki yabancılara ve onların koruduğu yerli gayrimüslimlere uygulayamayan (Kapitülasyonlar) Osmanlı İmparatorluğu da tipik bir yarı-sömürge haline geldi.
***
İlginçtir ki bu topraklarda modern anlamda “millet olma” (uluslaşma) çabalarına, kendisini “millet-i hâkime” olarak gören halka karşı, “millet-i mahkûme” sayılan Rum, Ermeni ve Balkan halkları giriştiler. Bu hareketleri bölücülük sayan, buna karşılık tutarlı bir entegrasyon politikası geliştiremeyen, üstelik Türk milliyetçiliğini de bir bölücülük kaynağı olarak gören İmparatorluk artık tam bir “hasta adam” konumundaydı. “İttihad-ı anasır”, “imtizac-ı akvam” gibi başlıklar altında bir “çağdaş ulus” programı üzerinde tartışan Yeni Osmanlılar ise muktedirlerin hışmına uğradılar.
Gerçekte II. Abdülhamid dönemi Osmanlı “yarı-sömürgeleşme” sürecinin son halkasını ve tipik bir örneğini teşkil etti. İmparatorlukta, “Mülk Devlet” anlayışı ulusallığı dışlıyordu. Müstebit sultan devlet işlerinde en güvendiği kullarını gayrimüslimler, özellikle de Ermeniler arasından seçti. Hazine-i Hassa’sını (servetinin yönetimini) önce paşa, sonra da nazır yaptığı Agop Efendi’ye emanet etmişti ve dışişleri nezaretinde hukuk işlerini otuz yıl boyunca Noradunkyan Efendi yürüttü. Kısaca Ermeniler, Ermeni; Rumlar, Rum; Yahudiler de Yahudi olarak sahnedeydiler; buna karşılık savaş ve vergilerin yükünü taşıyan ve Türkçe konuşan Müslümanların adı yoktu. Bu koşullarda Osmanlı Devleti modern bir millet oluşturamadan tarihe karıştı.
Orta Asya ve Kafkas Türkleri ise tarihte çok farklı bir çizgi izlediler.
***
Bugünkü Azebaycan toprakları, Anadolu toprakları gibi, 11. yüzyıldaki göçlerle Türkleşmeye başlamış, daha sonra da Selçuklu İmparatorluğu’nun bir parçası olmuştu. Osmanlı Devleti kurulup büyüdükten sonra da İran, Rusya ve Osmanlılar arasında çatışma alanı haline geldi. Daha çok İran etkisi altında kalan ve Safevi Hanedanı zamanında Şii’leşen Azeri halkı, 18. yüzyıl sonlarına kadar özerk hanlıklar bünyesinde varlığını korudu.
Büyük Rus saldırıları 18. yüzyıl sonlarında başladı ve Azeri toprakları 1826-28 Rus-İran savaşı ve Türkmençay Anlaşması ile Rusya ve İran arasında paylaşıldı. Elli yıl kadar sonra da, İstanbul’da “Ulu Hakan” tahta yerleşmeye çalışırken, Ruslar bu kez Hokand Hanlığı’nı işgal ediyor ve Buhara hanlıklarına son veriyorlardı. Böylece Taşkent, Buhara, Semerkant, Bişkek, Fergana, Kaşgar vb gibi simgesel şehirler Rusya hegemonyasına geçiyor ve Orta Asya Türkleri “mazlum milletler” arasında yer alıyordu.
Bu durumda kahramanları ve tarihi referansları da Çarlık zulmüne direnen savaşçılar arasından çıkacaktı. Daha birkaç yıl önce Kırgız sinemasının (Sadık Şer-Niyaz, 2014) destanlaştırdığı “dağlar kraliçesi” Kurmancan Datka belki de bunların en ünlüsüydü. Oysa bununla da kalmadılar; aralarından, başta Sultan Galiyev olmak üzere, anti-kolonyalist ve antiemperyalist kuramcılar da çıkardılar. Başkırt kökenli, Kazan’da eğitim görmüş bu aydın sonra da Bakü’ye göçerek Müslüman sömürgelerin bütünüyle “proleter halklar” oluşturduğunu savunan tezler geliştirmişti. II. Meşrutiyet yıllarında Çarlık zulmünden kaçarak Türkiye’ye yerleşen Kazan ve Kırım Türkleri de “hâkim millet” saplantısına karşı “mazlum millet” bakış açısıyla Kurtuluş Savaşı felsefesine katkıda bulundular. Bunlardan Yusuf Akçura, Türkçülüğü yaşamın her alanına yaymaya çalışan Ziya Gökalp’in tezlerine karşı sınıfsal analizi ve seküler yaklaşımı ile en etkilisi oldu.
***
Osmanlı yönetici zümresi 19. yüzyılda Orta Asya’daki kolonyal gelişmelere tamamen kayıtsız kalmıştı. 1867 Temmuz’unda Rus Çarı II. Alexandre, Alman asıllı General Kaufmann’ı fütühat için “Türkistan Genel Valiliği”yle görevlendirirken Sultan Abdülaziz Avrupa gezisindeydi ve Elysée ve Buckingham saraylarında sömürgeci Batı’ya şirin görünmeye çalışıyordu. Amacı onların desteğiyle kendi imparatorluğundaki “hâkim millet” statüsünü korumaktı.
Oysa o sırada Batılı metropoller Rus Çarlığı’nın yayılma siyasetini yakından ve kaygıyla izliyorlardı. Onlar için “Doğu tehlikesi” artık Osmanlı’dan değil, Rusya’dan geliyordu ve bu tabloda Osmanlı’ya düşen rol de Çar’ın emellerine set çekmek ya da Namık Kemal’in ifadesiyle, “Rusya’ya karşı dikilmiş bir bostan korkuluğu” olmaktı. (Hürriyet, 20 Temmuz 1868). Bu stratejinin adına da “Doğu Sorunu” dediler. Ne var ki “Doğu Sorunu” bir dünya savaşı faciasıyla sonuçlanacak ve Osmanlı Devleti de bu facianın enkazı altında kalacaktı.
Artık yeni bir dönem başlıyor ve bu dönemde de -tarihin ironisi- Osmanlı Türkleriyle Kafkas Türkleri yine farklı kamplarda yer alıyorlardı.
***
Dönüm noktası Ekim 1917 Devrimi oldu. Lenin, İstanbul’u Çarlık Rusyasına veren gizli anlaşmayı “eşkiyalık anlaşması” diye yırtıp atmış, Bolşevikler Rusya’da yeni bir toplum inşasına başlamıştı.
Anadolu’da ise bu görev Mustafa Kemal Paşa ve Kuvayı Milliye müfrezelerine düştü. Tarihi koşullar, farklı ilke ve sınıflara dayanan bu iki hareketi “nesnel müttefikler” haline getirmişti. Anadolu Türkleri ilk kez modern bir millet olma kavgası veriyor ve bu kavga da “mazlum halklar” adına yürütülüyordu. “Biz hayatını, istiklalini kurtarmak için çalışan emekçileriz; zavallı bir halkız!” diyordu Kemal Paşa.
Ne var ki emperyalist kamp da boş durmuyordu. Onlar için hayati sorun sosyalizmin yayılmasını önlemek ve bunun için de Sovyet Rusya’yı izole etmekti. Ferit Paşa Hükümeti’ne Sevr’i empoze eden Lloyd George ve Lord Curzon, bu amaçla Kafkasya’da da Ermeni, Gürcü ve Azeri cumhuriyetlerini de kurduruyordu. Bu bağımlı devletler Kafkasya’da sosyalizme set oluşturacak, devrime her türlü yardımı önleyecekti. Emperyal Devletler Paris Barış Konferansı’nda bölgeye ordu göndermeyi de tartışmış, fakat sadece silah ve askeri malzeme yardımında anlaşabilmişti. Azerbaycan Hükümeti de Lenin’in gerici General Denikin’e karşı ortak hareket önerisini reddetti ve Hazar Denizi’nde İngilitere’yle işbirliği kararı aldı. Bu da onlar için sonun başlangıcı olacaktı.
***
Kafkas barajını yarma ve Sovyet Rusya ile temas kurma azmi, Kemalist stratejinin de temelini oluşturdu. Mustafa Kemal Paşa, 5 Şubat 1920’de silah arkadaşlarına gönderdiği mesajda, emperyalizmin Sovyet devrimini kuşatma planının tehlikelerini anlatıyor ve bu planın başarısı halinde Anadolu Türklerinin, “sömürge askeri olarak”, hem Kafkas halklarını “itaatinde tutmak”, hem de “Bolşevik istilasının durdurulmasını sağlamak” için kan dökeceklerini söylüyordu.
Neyse ki korkulan olmadı ve Azerbaycan Parlamentosu 27 Nisan 1920’deki tarihi toplantısında “hâkimiyeti çarpışmadan Bolşeviklere verme” kararı alıyor ve Azeri tarihinde yeni bir sayfa açılıyordu. (C. Hasanlı; Azerbaycan Tarihi 1918-1920; 1998, s.409). Ankara Hükümeti Sakarya zaferinden sonra, Kars Anlaşması ile, Kafkas Sovyet cumhuriyetlerini tanıyacak ve Doğu sınırlarını güven altına alacaktır.
***
Çarlık Rusyası sosyalist devrimcilere çeşitli halklardan oluşan, uçsuz bucaksız bir coğrafya devretmişti. Rusların nüfusun yüzde 43’ünü oluşturduğu bu 160 milyonluk “halklar hapishanesi”nde Orta Asya ve Kafkas Türkleri de nüfusun üçte biri kadardı ve bunlar genellikle “doğulu zihniyet” yaftasıyla küçümsenmekte idiler. Lenin’in durumu anlamak için bölgeye gönderdiği müfettiş Safarof da tüm Bolşevik partilere Rus militan ve teknisyenlerin hâkim olduğunu saptamıştı. Bu yüzden 73 yıl süren Sovyet yönetiminde, teoride kabul edilen “halkların kendi kaderlerini tayin hakkı” pratikte bir türlü uygulanamadı ve 1989’da, Gorbaçov, Birlik’te ayrışmaya yol açacak Glasnost’u ilan ederken de Azerilerle Ermeniler arasında Dağlık Karabağ için ilk çatışmalar başladı.
Azerbaycan bağımsızlığı, 1991’de, etnik kavgalar ortamında doğdu.
***
Sovyetler Birliği döneminde Türkiye Azerbaycan arasındaki ilişkiler Ankara-Moskova hattına bağımlı ve çok kısıtlı kalmıştı. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Soğuk Savaş yıllarında ise bu ilişkiler tam bir güvensizliğe ve husumete dönüştü. Bu koşullarda Birliğin dağılması ve “Türkî Cumhuriyetler”in kurulması da Türkiye’de sevinç uyandırıyor ve umutla karşılanıyordu. Sanki Türklerin tarihi yurtlarında devir teslim işlemi yapılacak, “Büyük Rus” hegemonyasının yerini Osmanlı-Türk “hâkim millet” hegemonyası alacaktı.
Oysa hayaller çabuk çöktü. Kuşkusuz ilişkiler eskiyle kıyaslanmayacak kadar yoğunlaşmış, karşılıklı sevgi artmıştı. Ne var ki “Türkî Cumhuriyetler”de artık ikinci dili Rusça olan ve evrensel kültüre daha çok bu dille açılan elit zümreler oluşmuştu. Demokratik gelenekten yoksun bu coğrafyada oligarşik yapıları ve bir çeşit “hanedan iktidarları”nı bu seçkinler oluşturdular. Sovyet Rusya’da bir işçi ailesinde dünyaya gelen ve önce KGB ajanı olduktan sonra Parti’de Politbüro üyeliğine kadar yükselen Haydar Aliyev de bu seçkinlerin güvenini kazanarak cumhurbaşkanı olmuştu. Onun tecrübeli yönetiminden sonra, yerini 2003’te oğlu İlham Aliyev alırken, Erdoğan da ara seçimde milletvekili seçiliyor ve Azerbaycan’ın 1995 Anayasası ile kurduğu “Başkanlık” (pratikte otokratik) rejimine doğru uzun yürüyüşüne başlıyordu. Bu durumda, on yedi yıl sonra, bugün, benzer iktidar yapısı ve anlayışıyla aralarında sıkı bir dostluk kurmuş olmalarında da şaşırtıcı bir taraf yoktu.
***
Oysa bu on yedi yıl hiç de koyu bir dostluk içinde geçmemişti. Erdoğan ilk dostlarını hep Arap liderleri arasından seçmiş, önce Suriye’de Esad sonra da Mısır’da Mursi en yakın “kardeşleri” olmuştu. Azerilerle ise zaman zaman kaygı verici gerginlikler yaşanıyordu. Örneğin 2009 Ekim’inde, AKP iktidarının Ermenistan’la imzaladığı protokolleri protesto eden Azeriler Bakü’de Türk bayraklarını indirmiş, Türkçü Devlet Bahçeli de “Ermenistan’ı kazanmak uğruna Azerbaycan’ı kaybetmeyi göze alan AKP zihniyeti”ni kıyasıya eleştirmişti. Oysa daha uzun vadede ortak iktidar yapıları, ortak çıkarlar ve etnik yakınlıklar ağır basacak ve sonunda da Türkiye, Azeri-Ermeni çatışmasında açıkça taraf olan tek ülke haline gelecekti.
Kuşku yok ki bugün Kafkasya’da iki komşunun savaşında Ermenistan işgalci ve haksız konumda bulunuyor ve manevi destek de elbette Azeriler yönünde olmalıdır. Ancak bu yönde aktif bir katılım anlamına gelecek ifadelerden de kaçınılmalıdır. Türk-Ermeni ilişkilerinin arka planı da hatırlanırsa, aktif desteğin son kertede Azerilere ne sağlayacağını düşünmek de gerekmez mi?
Aslında nüfusu Ermenistan’ın üç katı, savunma bütçesi tüm Ermeni bütçesinden çok büyük ve ordusu da Rusya, İsrail ve Türkiye’den satın alınan silahlarla donanmış bulunan Azerbaycan, gasp edilmiş topraklarını geri almak için verdiği mücadelede mutlaka kendi koşullarına ve olanaklarına en uygun yolu bulmalıdır. Ve bu kavgada haklı davasına en büyük katkı da -mevcut koşullarda hayli iyimser görünse de- ancak bölgede adil bir barışa, özgürlüğe ve halkların çıkarına uygun ve haksever Ermenilerin de katıldığı ortak bir dayanışmayla gerçekleşebilir.
Taner Timur / BİRGÜN