8 Haziran 2021 Salı

Dengesiz ekonomi, dengesiz TÜİK - Oğuz Oyan / SOL

 Bunu artık AKP iktidarının çözebilmesi olanak dahilinden çıkmıştır. AKP'nin ardılı bir iktidarın, salt neoliberal reçeteler üzerinden çözebilmesi de artık pek zordur.

Türkiye ekonomisi dengesiz bir tempoyla, "büyüyor" bile denilemeyecek bir istikrarsızlıkla gidiyor. Adeta hendekler ve tümseklerle dolu bir arazide ine çıka yol alıyor. Üstelik çıkışlar da öyle fazla yükseğe gidemiyor.

2018-2020 döneminde ayrıca istikrarsızlık ile düşük büyüme elele gidiyor: Sırasıyla yıllık yüzde 3, yüzde 0,9 ve yüzde 1,8 gibi çok düşük büyüme oranları, çeyrek dönemler itibariyle kaydedilen büyük istikrarsızlığa da eşlik ediyor (yüzde):

2021 ilk çeyrek için TÜİK'in açıkladığı yüzde 7'lik "hormonlu" (özellikle de, en çok kapatmaya konu olan hizmetler sektörünün yüzde 5,9 oranında "büyümesi" bakımından) büyüme oranı da, bu "bozuk şose" tanımı içine oturuyor. 

Bu oranlardaki büyüme Türkiye'deki nüfus artış oranına bile yetişemiyor. Dolayısıyla Türkiye yoksullaşıyor. 2020 için TÜİK'in açıkladığı nüfus artış oranındaki "dramatik düşüş" (2019 için normal ritminde yani binde 13,9 iken, 2020'de binde 5,5'e düşüyor ki bu ilk kez görülüyor), eğer işaretlerini alamadığımız kuvvetli bir dışa göç verme olgusuna dayanmıyorsa, Kovid-19 dolayısıyla ölümlerin açıklananın 10 katına falan çıkmış olduğuna işaret edebilir. Çünkü olağan nüfus dinamikleri bir yıldan diğerine böylesine büyük bir nüfus oranı düşüşüne olanak vermez. TÜİK ve Sağlık Bakanlığı bu konuda toplumu doğru bilgilendirmek zorundadırlar.

Türkiye açısından işsizlik yaratmayan büyüme oranları, 2020 nüfus verisi istisnasını saymazsak, yüzde 4,5 dolayındadır. Dolayısıyla, istihdam yaratmayan büyüme modeli söz konusu olmasaydı dahi, son yılların büyüme temposuyla işsizlik azalmaz artardı. Nitekim tam da böyle olmakta, bu çift yönlü etki altında işsizlik çığ gibi büyümektedir. Eğer son 16 ayın TÜİK işgücü verileri, Kısa Çalışma Ödeneği (KÇÖ) ve Ücretsiz İzin kapsamındakileri "çalışan" konumunda saymasaydı, bugünkünden daha ağır bir tabloyla yüzyüze gelinirdi. Bu nedenle, işten çıkarma yasaklarının kalkacağı ve KÇÖ'nün son bulacağı bu aydan sonra ek bir sıçramaya tanık olunabilir.

AKP ekonomisi ilk dönemlerde (Babacan ve Şimşek'li dönemlerde), yüksek değerli TL politikasının etkisiyle, dolar temelinde daha hızlı büyüyor gözükmekteydi. (Başka deyişle, TL cinsinden hesaplanan GSYH, doların düşük değeri nedeniyle, dolara çevrildiğinde olması gerekenden daha yüksek çıkmaktaydı). Türkiye'nin dış borçları da böylece olduğundan daha düşük görünmekteydi. İçte ve dışta yazılan "başarı" öyküsü bu sahte temele oturmaktaydı. Paritenin tersine dönmesi halinde bu pembe tablonun da tersine dönmesi işin matematiği gereğiydi. Nitekim, 2020 yılının ilk çeyreğinde yıllık bazda 765 milyar dolar olan GSMH, 2021'in ilk çeyreğinde 728,5 milyar dolara düşmüş yani dolar cinsinden yüzde 4,8 küçülmüştü! Oysa TÜİK bize TL cinsinden yüzde 7'lik bir artış müjdeliyordu!

Büyüme verileri konusunda bundan böyle dikkat edilmesi gereken mesele sadece dolar bazlı GSYH'yı dikkate almaktan ibaret de değildir. Bir çeyrekten diğerine olan zikzaklar nedeniyle, karşılaştırma bazı olarak artık bir önceki yılın aynı dönemini almak yanında, ele alınan çeyreğin hemen öncesindeki çeyreğin de -eskiden olduğundan daha büyük bir önemle- dikkate alınması gerekmektedir. Bunu yapan Korkut Boratav hoca, Cumhuriyet'e (2 Haziran 2021) verdiği söyleşide, GSYH'nin çeyrek bazda 2020'nin son çeyreğinde 513 milyar TL'den 2021'in ilk çeyreğinde 434 milyar TL'ye doğru yüzde 15 oranında büyük bir gerileme içine girdiği saptamasını yapmaktadır. 

***

İlk döneminin aksine dolar bazlı milli gelir verilerini artık kullanmak istemeyen iktidarın icraatının arkasında, TL'nin döviz karşısında aşırı değer yitirdiği son üç yılın bilançosu ve sayısı şimdilik üçü bulan döviz krizleri bulunmaktadır. Bu döviz krizlerinin

- birincisi, 2018 Mayıs- Ağustos döneminde;
- ikincisi, 2020 Ağustos -Kasım döneminde;
- üçüncüsü, Mart- Haziran 2021 dönemindedir.

İlk iki dönemden, "kullanılması fiilen yasak" faiz artışlarına mecbur kalınarak çıkılmıştır. Bir önceki TCMB Başkanının tuhaf görevden alınışıyla başlayan üçüncü krizden faiz artışıyla çıkılmamış ama, zaten yüksek olan faiz düzeyi korunmak zorunda kalınmıştır. Ama krizden de henüz çıkılabilmiş değildir. Üstelik CB'nin faizlerin yaz aylarında düşürüleceği yönündeki açıklamaları, son hafta TL'nin ilave değer kayıplarını da getirmiştir.

Bu krizlerin hepsinin arkasında Saray'ın bir numarasının müdahaleleri bulunmaktaydı. Bunların tamamen bilgisizlikten kaynaklanıp kaynaklanmadığı, arkasında spekülatif amaçların olup olmadığı da artık tartışma kapsamına girmiş bulunmaktadır. 2018 sonundan itibaren döviz kurunun aşırı yükselmesini (TL'nin aşırı değer yitirmesini) önlemek için faizden ziyade TCMB rezervleri kullanılmış ve tüketilmişti. Bugün gelinen noktada, artık ne rezerv vardır ne de faiz silahı etkili olabilmektedir. 

Enflasyon, hırsızlıktır

Enflasyon, kapitalist sistemin kolektif hırsızlığıdır. Üretim ilişkileri düzleminde belirlenen bölüşüm ilişkilerine dıştan bir müdahaledir. Bu müdahale, hem ekonominin bütününden ve onun dış ekonomik ilişkilerinden hem de devlet kurumları üzerinden kırılarak yansıyan siyasi bir müdahaledir. Bunun, sabit bir ücrete mahkum olan emek aleyhine olacağı açıktır. "Enflasyon farkı" verilse bile öyledir; çünkü bu farklar gecikmeli olduğu için geçmiş kayıpları tam telafi edemez ve zaten genellikle gerçek enflasyon farkının altındadır; kaldı ki enflasyon düzeyini belirleyen kamu idaresi (TÜİK) gerçekleri belirleme ve gerekirse saptırma tekeline sahiptir. Ayrıca, enflasyon farkı kamu dışında geçerli olmadığı gibi asgari ücret düzeyine de yıl içinde bir düzeltme getirmemektedir.

TÜİK'in Mayıs enflasyon rakamını yüzde 1'in altında açıklaması ve bunu 17 günlük kapanmaya dayandırması da inandırıcılıktan yoksun gözükmektedir. Bağımsız araştırmaların hepsi TÜİK verisinin çok üzerindedir. Bu arada ÜFE ile TÜFE arasındaki farkın olağanüstü açılması, önümüzdeki döneme ilişkin potansiyel bir enflasyon birikiminin oluştuğunu göstermektedir. İthalatçı ekonominin TL'nin değer kayıpları üzerinden yükleneceği enflasyonist etkiler de azımsanmayacak boyutta olacaktır. İthal edilen bazı ara malları (petrol ve türevleri, tarımsal girdiler, vb.) ve bazı nihai ürünlerde dolar bazındaki artışlar da ithal edilen enflasyon olarak kayda girecektir. Bu durumda, geçen yılın hayli üzerine çıkan TÜFE artışları görmek şaşırtıcı olmayacaktır. Bunun sonucunda da, faiz indirimleri ya mümkün olmayacak ya da yeni bir indirim kumarı oynanarak yeni bir döviz krizi yaratılacaktır. 

Mesele iki ucu keskin kılıca dönüşmüştür. Yüksek faizler ekonomik büyümeyi, yatırımları ve özel olarak inşaat, gayrimenkul gibi bazı sektörleri olumsuz etkilerken, faizlerin düşürülmesi de döviz krizlerini tetiklemek ve sermaye kaçışlarını kışkırtmak gibi başka dertleri çağırmaktadır. Bunu artık AKP iktidarının çözebilmesi olanak dahilinden çıkmıştır. AKP'nin ardılı bir iktidarın, salt neoliberal reçeteler üzerinden çözebilmesi de artık pek zordur. 

Türkiye'nin ve özellikle Meclis-içi muhalefet partilerinin bundan böyle neoliberal düzenleme rejimi dışına çıkarak çözüm aramaları şart olmuştur. Öncülüğü de sosyalist hareketlerin yapması farz olmuştur.

Oğuz Oyan / SOL

7 Haziran 2021 Pazartesi

Metin Külünk ülkeden büyük! - Timur Soykan / BİRGÜN

Ülkenin adalet sistemi, milletin iradesi gasp edildi. Daha büyük hırsızlık, daha büyük yolsuzluk olabilir mi? AKP Merkez Karar Yönetim Kurulu Üyesi Metin Külünk, bu mafya düzeni sayesinde Türkiye’den büyük oldu.

Bu ülke nasıl bu kadar zavallı hale geldi?

Metin Külünk nasıl Türkiye’den büyük oldu?

Suç örgütü lideri Sedat Peker iddia etmedi, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu devlet televizyonunda söyledi:

“Suç örgütü liderinden ayda 10 bin dolar alan siyasi var.”

Suçları aydınlatmak, suçluları adalete teslim etmek birinci görevi olan İçişleri Bakanı suçlunun adını gizledi.

Siyasal İslam iktidarında organları parçalanmış devlet, haftalarca “Kim” diye soramadı.

Saray’da altın varaklı tahtında oturan, halka hesap vermekten kendini muaf kılmış Tek Adam, devlete talimat vermişti:

“Kimse konuşmasın, ciddiye almayın.”

Bataklığın içinde, sefalette boğulan halk ekranda devasa skandalı izliyor, sadece izleyebiliyor.

Halk, binlerce yargı mensubunun maaşını ödüyor ama yargısı yok.

Halk, milletvekillerinin, bakanların maaşlarını, lüks makam araçlarının parasını, her türlü masraflarını ödüyor ama Meclis’i yok. Skandalı araştıracak bir komisyonu bile yok.

Vatandaşın bir devleti yok.

Sedat Peker’in anlattığı skandallardan çok daha acı gerçek budur işte.

Ülkenin adalet sistemi, milletin iradesi gasp edildi. Daha büyük bir hırsızlık, daha büyük yolsuzluk olabilir mi?

Eski AKP milletvekili, AKP Merkez Karar Yönetim Kurulu (MKYK) Üyesi Metin Külünk işte bu mafya düzeni sayesinde Türkiye’den büyük oldu.

Yeni sistemde vatandaşlıktan çıkarılıp tebaaya çevrilmiş 84 milyon, AKP MKYK üyesinden bile yanıt alamayacak kadar aciz duruma düştü.

ELÇİNİN MESAJI SUÇUN TUTKALI

Sedat Peker dün 9. videoyu yayınlamasından saatler önce Metin Külünk, Twitter’da bu devlete övgüler düzerek sanki alay ediyordu. Seçilenlerin devletin elçisi olduğunu anlattığı tweet serisindeki “Elçi sözcüdür. Elçinin hukukunun korunması çok değerlidir” sözleri elbette bir yerlere mesajdı.

Acaba Hürriyet Baskını’nı ya da karakolda milletvekilinin dövülmesini Sedat Peker’den isterken birilerinin elçisi olduğunu mu kastediyordu? Mafya liderinden parayı birilerinin talimatıyla aldığını mı ima etmişti? Konuşurum mesajı mı veriyordu?

Yani…

TRT ekranında açıkladığı suçun suçlusunu gizleyen İçişleri Bakanı’yla aynı taktiği mi uyguluyordu?

Sedat Peker’in Serdar Ekşioğlu ile görüşmesini yayınladıktan sonra Twitter’da yazdığı cümle özetliyor galiba hepsini:

“Biz hepimiz bir aileyiz her suçta beraberiz.”

İşte bu; suç ortaklığı en güçlü tutkaldır.

Organize işlerde herkes birbirine bağlıdır.

Örneğin…

Metin Külünk, Hürriyet gazetesine Sedat Peker’i saldırtırken çok yukarıdan birileri kamu bankasından Demirören’e medya grubunu satın alması için kredi verdirir.

Zincir bir yerinden koparsa hepsi ortaya dökülür… Mafya düzeninde ‘Omerta’ (sessizlik kuralı) böyle sürdürülür.

Ve zavallı ülke, beslediği kurumlardan, bakanlardan, devletten değil, suç örgütü liderinden almak zorunda kalır yanıtları.

Peker, 9. videoda ‘10 bin dolar’ gibi düşük meblağın kendisine hakaret olduğunu söyledi. Siyasilere çok daha fazlasını verdiğini öne sürdü. Metin Külünk’ün akrabasının 300 bin TL’lik borcu için alacaklıyı tehdit etmesini istediğini anlattı. Mafya suçlamalarından çekinip borcu kendisinin ödediğini iddia etti. Hangisi mafyaydı hangisi siyasetçiydi? Yetmedi, seçim döneminde Külünk’ün arabasına para bıraktıklarını anlattı.

Bu da yetmedi… Suç örgütü lideri, kendi fabrikasından bedava verdiği kahveleri iktidarın seçim kampanyasında dağıttığını söyledi.

Düşünün…

Bu bile detay olarak kalıyor yaşanan büyük rezilliğin içinde.

Bir gram demokrasi olan ülkede bu skandalın 40 yıllık yıkımı olur.

YARGIYI SİLAH YAPANLAR

Sedat Peker’in 9. videosundaki en önemli iddia şu:

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, SBK Holding’in sahibi Sezgin Baran Korkmaz’ı bakanlığa çağırıp 45 milyon dolar alacağından vazgeçmesini istedi. Hakkındaki soruşturmayı söyledi ve yurtdışına kaçmasını sağladı.

Peker, Sezgin Baran Korkmaz’ın bakanlığa geldiği tarihi, saatine kadar söyledi. Böylece iddiasının gerçek değilse kolayca yalanlanabileceğini ortaya koyuyordu. Daha önce defalarca aynı yöntemi izledi. Ama ülkede yargı olsa 15 dakikada doğru mu yalan mı ortaya çıkarılacak suçlamalar hep derin sessizliğe gömüldü.

Bu tarihi skandal günleri, Susurluk Skandalı’na benzetiliyor. “En büyük fark 1990’larda yargının harekete geçmesi” deniliyor. Bence değil.

Daha büyük fark; artık yargının skandal olaylarda silah olarak kullanılması.

Sezgin Baran Korkmaz’ın mal varlıklarına önce tedbir konup 3 hafta sonra kaldırılması, yurtdışına çıkış yasağı kararı verilip kısa süre sonra iptal edilmesi, örgüt suçlamalarının düşürülmesi gibi adımlarla firarın yolları açılmıştı. Kaçıp İsviçre’de göl manzarasında görüntüler paylaştıktan sonra dosyalar eski haline dönüyordu.

Sedat Peker skandal zincirinde suçluların, suç faaliyetlerinde silah olarak yargıyı kullandığına dair çok sayıda iddia var. Mübariz Mansimov’un Bodrum Yalıkavak’taki hisselerine çökülmesi, Altınbaşlar’a operasyon, Bataklık Operasyonu’nda Nevzat Kaya’nın davaya dahil edilmesi gibi çok sayıda olayda soruşturmalar ve dava dosyalarıyla şantaj yapıldığı öne sürülüyor.

Belki de yeni Türkiye’nin eski Türkiye’den en büyük farkı bu…

Onlar aile, halk kimsesiz…

Timur Soykan / BİRGÜN

                                                                      ***

Sedat Peker'in 'çanta çanta' para gönderdiği iddiasında bulunduğu Metin Külünk kimdir? (BİRGÜN)

Suç örgütü lideri Sedat Peker’in iddialarıyla gündem olan Metin Külünk, şimdiye kadar hiçbir açıklama yapmadı. Peki Külük kimdir? Hakkındaki iddialar neler?


Sedat Peker'in ilk kez isim vererek "çanta çanta para verdiğini" açıkladığı AKP Merkez Karar Yönetim Kurulu (MKYK) Üyesi Metin Külünk, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'a yakın isimler arasında yer alıyor.

Erdoğan gibi Rize Güneysu doğumlu olan Külünk, Yıldız Teknik Üniversitesi mezunu. Siyasete girmeden önce özel sektörde çalıştı. İstanbul Tekstil ve Konfeksiyon İhracatçı Birlikleri (İTKİB) komitelerinde görev yaptı.

1995-2000 yıllarında İstanbul Sanayi Odası (İSO) Hazır Giyim Meslek Komitesi üyeliği ve meclis görevlerinde bulundu. Milli Türk Talebe Birliği Orta Öğrenim Yönetim Kurulu Üyeliği, Akıncılar Teşkilatı, Milli Selamet Partisi İl Gençlik Yönetim Kurulu Üyeliği görevlerinde bulundu.

AKP'nin kuruluşunun ardından da siyasete bu partide devam etti. Önce AKP İl Yönetim Kurulu üyeliği, daha sonra da İl Teşkilat Başkanlığı görevini üstlendi. 2011 seçimlerinde parlamentoya giren Külünk, üç dönem; 24, 25 ve 26. dönemlerde İstanbul milletvekilliği yaptı.

İL BAŞKANLIĞI YERİNE MKYK ÜYELİĞİ

Külünk, 2018 seçimlerinde milletvekili adayı gösterilmedi.

2019 yerel seçimlerinden sonra o dönem İstanbul İl Başkanlığı için adı geçti. Bu iddialar üzerine kendisi de "Sayın cumhurbaşkanımızın lider olarak bize resmi anlamda bir ihtiyacı varsa çağırır der ki Metin geç. Ama ben hiçbir şekilde öyle kongre adaylığı falan yapmam" diyerek açık kapı bıraktı.

Ancak Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın il başkanlığı için tercihi Osman Nuri Kabaktepe oldu. Erdoğan bunun yerine Külünk'ü parti yönetimine aldı ve AKP'nin 24 Mart'ta yapılan 7. Olağan Kongresi'nde, MKYK üyesi oldu.

GÜLEN'LE FOTOĞRAF ÇEKTİRENLERİN ÖZÜR DİLEMESİNİ İSTEDİ

Külünk, 15 Temmuz 2016'daki darbe girişimi sonrasında Fethullah Gülen yapılanmasına karşı sert çıkışlarıyla dikkat çeken isimdi.

Darbe girişimi sonrasında Gülen yapılanmasına yönelik soruşturmalarla ilgili "yargı ve emniyete baskı yapan iller listesini" açıkladı ve bunların başında Ordu'nun geldiğini iddia etti. Ordu'da adım başı mobese olduğunu belirten Külünk, "Mobese kayıtları üzerinden FETÖ'ye alt yazılımla bilgi transferi yapıldığı" iddiasıyla dikkat çekti.

2019 yılında katıldığı bir toplantıda, kamuoyunda da çokça tartışılan Fethullah Gülen'le fotoğraf çektiren AKP'li siyasetçilere "O dönem fotoğraf çektiren arkadaşlarımız 2007'de vs ne zaman gitmişlerse çıkın bu topluma özeleştirinizi yapın. Özür dileyin" çağrısı yaptı.

SOYLU'YA YAKIN VAKFA BASKIN İDDİASI

Parti içinde İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ile yıldızının barışmadığı belirtilen Külünk'ün adı geçen yıl 22 Ağustos'ta bir vakıf baskınıyla gündeme geldi.

Soylu'ya yakın olduğu iddia edilen Milli Beka Hareketi Derneği Başkanı Murat Şahin, sosyal medya hesabından bir video paylaşarak, "@maske3g hesabının İçişleri Bakanımıza hakaretlerine karşılık verdiğimiz için Metin Külünk önce arayarak bizi tehdit etti, sonra da Milli Beka Hareketi Derneğimize 5-6 kişiyle gelerek bize saldırdı" iddiasında bulundu.

Şahin'in hesabın sahibi olarak açıkladığı Erdal Yılmaz'ın yanı sıra Şahin'in de gözaltına alındığı haberleri kamuoyuna yansıdı.

HÜRRİYET GAZETESİ BASKINI

Külünk'ün adı son dönemde Sedat Peker'in videoları nedeniyle kriminal olaylar ve Soylu'nun gündeme getirdiği "Peker'den 10 bin dolar maaş alan siyasetçi" tartışmasıyla bir kez daha gündeme geldi.

Peker eski AKP Milletvekili olan Feyzi İşbaşaran'ı, bir AKP milletvekilinin isteğiyle karakolda dövdürdüğü iddiasını dile getirdi. Peker, Feyzi İşbaşaran'ın dövülmesini isteyen milletvekilinin ismini vermedi ancak, "İyi bir dostumuz, hemşerimiz. Onu da pasifize etmişlerdi, şimdi tekrardan MKYK'ya aldılar" diye tarif etti.

İŞBAŞARAN'A SALDIRI ANI

Feyzi İşbaşaran ise gazeteci Erk Acarer'e yaptığı açıklamada, kendisini dövdüren kişinin Metin Külünk olduğunu söyledi. Külünk'ün Peker'in "en önemli ayağı" olduğu iddiasında bulunan İşbaşaran, "Erdoğan ile Peker arasındaki tek arabulucudur. İlişkileri o düzenliyordu. Beyoğlu Emniyet Amirliği'nde bana saldırı yaptıran da Metin Külünk'tür, zaten Sedat Peker doğruladı" açıklaması yaptı.

İşbaşaran ayrıca 8 Eylül 2015'de Hürriyet gazetesine baskın olayının da Külünk'ün isteğiyle yapıldığını söyledi.

Peker'in açıklamalarının ardından, o dönem Hürriyet gazetesi baskınını organize ettiği iddialarıyla adı gündeme gelen AKP'li Abdurrahim Boynukalın, sosyal medya hesabından, "Açıkçası çok rahatladım. Yıllardır üzerimize yapışan cam, kamera, turnike kırma gibi kriminal meselelerin bizimle alakası olmadığı açıkça ifade edilmiş" açıklaması yaptı. Ancak Boynukalın daha sonra bu mesajını sildi.

PEKER'DEN 10 BİN DOLAR MAAŞ İDDİASI

Son olarak İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Habertürk ve TRT'de katıldığı programlarda, "Peker'den her ay 10 bin dolar maaş alan siyasetçi" olduğunu açıkladı ancak isim vermedi. Soylu'nun bu iddialarının ardından CHP, Peker'den 10 bin dolar alan siyasetçinin açıklanması için kampanya başlatırken, TBMM Başkanı Şentop'a da yazılı başvurarak bu ismin açıklanmasını istedi.

Şentop, bu konunun muhatabının kendisi olmadığını ve muhatabının açıklaması gerektiğini söyledi. Ancak Şentop'un bu konuyla ilgili İçişleri Bakanlığı'na yazı göndererek, "hukuki sürecin başlatılması için "tüm bilgi ve belgelerin hem adli makamlara hem de TBMM Başkanlığı'na gönderilmesini istediği" ortaya çıktı. Peker, 9. Videoda ise söz konusu siyasetçinin Metin Külünk olduğunu açıkladı ve 10 bin dolar değil, "çanta çanta" para verdiği iddiasında bulundu.

Külünk iddialara şimdiye kadar yanıt vermedi.

BİRGÜN




 

Av Turizmi Uygulama Talimatı yayınlandı | Cinayet takvimi belli oldu! - Özer AKDEMİR / Evrensel

 


Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü'nce 2021-2022 Av Yılı Av Turizmi Uygulama Talimatı yayınlandı.

TBMM'ye beş siyasi partinin uzlaşısı ile sunulan ancak 1,5 yıldır bekletilen Hayvan Hakları Yasasının çıkarılması için eylemler, kampanyalar düzenlenirken Tarım ve Orman Bakanlığı'na bağlı Doğa Koruma Ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü'nce 2021-2022 Av Yılı Av Turizmi Uygulama Talimatı yayınlandı.

Avlanmayı bir turizm şekli olarak tanımlayan talimat ile avlanmasına izin verilen türler, av şekli, zamanı, fiyatları ve kotaları belirlendi.

"HAYVAN HAKLARI YASASI ÇIKSIN" DERKEN

Geçtiğimiz aylarda hayvan istismarından kâr sağlayan sektörlere KOSGEB teşviki verilmesine yönelik tepkilerle birlikte av katliamının yasa kapsamından çıkarılması gibi taleplerle sokağa çıkan doğa ve yaşam hakkı savunucuları yasa beklerken yeni bir Av Turizm Talimatı ile karşılaştılar. Geçtiğimiz yıl da benzeri yayınlanan talimat avlanacak hayvanların türlerini, sayılarını ve fiyatlarını belirtirken, talimata tepkiler sonrası birçok ildeki av ihaleleri iptal edilmek durumunda kalmıştı.

2021-2022 Av Yılı Av Turizmi Uygulama Talimatına göre, avına izin verilen türler, belirtilen avlanma tarihleri arasında bedeli ödenerek avlanabilecek. Talimat yazısında avına izin verilen türler ve avlanma tarihleri şu tablo ile belirtildi:

DEVLET MİSAFİRİ VE DİPLOMATLARA ÖZEL AV TARİFESİ!

Talimat yazısında avına izin verilen türlerin cinsiyeti, avlanma şekli ve süresi de bir başlık altında belirlenmiş. Buna göre yaban domuzunun dişi ve erkek bireyleri ile diğer türlerin erkek bireyleri avlanabiliyor. Yaban domuzu avlamalarında yemleme ve av köpeği de kullanılabiliyor.

Talimat yazısının "Kota ücretlendirmesi, kullanımı ve değerlendirmesi" başlığı altında avın ücretlendirilme ölçütleri şu şekilde belirlenmiş;

a) Devlet misafiri ve diplomat kotaları ile acentelerin karaca ve yaban domuzu kotalarında ücretin % 100’ü peşin tahsil edilir. Yerli avcı yaban domuzu kotalarında ücretin % 100’ü peşin tahsil edilir.

b) Yerli avcı kotalarında ise kotaya ait avlama ücretinin %50 si peşin olarak, av ve yaban hayvanının avlanması durumunda avlama ücretinin geriye kalan %50 si ilgili tarafından ödenir.

h) Anadolu yaban koyunu, yaban keçisi, çengelboynuzlu dağ keçisi, kızıl geyik, melez yaban keçisi, Hatalı Boynuz/ Çelek ve ceylan acente kotaları “Av Turizmi İzin Belgeli” acentelere ihale edilir.

CEZA BEDELİNİ ÖDEYEREK SINIRSIZ CİNAYET İŞLEME HAKKI!

Yazıda avlanma kotasına, avlanan hayvanın yaş ve cinsiyetine bağlı olarak verilebilecek cezalar da belirtilmiş. Buna göre "avlanma kotası ihale edilen avlaklarda, izin verilen av veya yaban hayvanın tür ve sayıdan fazla avlanması durumunda (dişi, yavru, erkek); bir kotanın ihale bedelinin 2 katı bedel ödenir. Ayrıca tazminat bedeli de" uygulanacak. Yaban domuzu hariç izin verilen av veya yaban hayvanının kotasından fazla dişi, yavru veya erkek birey avlanması durumunda; yerli için yerli, acenteler için ise belirlenen avlama ücretinin 2 katı bedel ödenecek.

Talimat yazısına göre "Av Turizminde Katılım Payı" tüm türlerde Büyükşehir belediyesi olan illerde Bakanlık payı % 60, Katılım payı %40 olarak, Büyükşehir Belediyesi olmayan illerde Bakanlık payı % 40, Katılım payı %60 olarak uygulanacak.

CİNAYETLERDE KULLANILABİLECEK SİLAH TÜRLERİ

Talimat yazısında av sırasında yaban domuzu, tilki ve çakal avında yivli ya da yivsiz, küçük memeli av hayvanı ve kuş avında yivsiz, diğer büyük av ve yaban hayvanlarının avında ise çapı asgari 6,5 mm, azami 9,8 mm olan yivli av tüfeği veya ok ve yay kullanılabileceği dile getirilmiş.

 Avına İzin verilen tür, cinsiyet ve yaş durumları ile ilgili bazı bilgiler ise aşağıdaki tabloda belirtilmiş:


NAMLUNUN UCUNDAKİ CAN SAYILARI

Talimat yazısına göre ülkenin çeşitli yerlerinde belirlenen avlaklarda toplamda 233 yaban Keçisi (Teke), 26 Hatalı Boynuzlu/Çelek Yaban Keçisi, 9 melez yaban keçisi, 22 Çengelboynuzlu Dağ Keçisi, 8 Anadolu Yaban Koyunu, 3 Ceylan (Sadece Şanlıurfa'da avlanabilecek), 67 Kızıl Geyik, 174 Karaca öldürülebilecek.

Özer AKDEMİR / Evrensel


SETA, ABD’den taşeronluk talep ediyor - Mehmet Ali Güller / CUMHURİYET

 


Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı SETA, AKP’nin düşünce merkezi olarak 2006’da kuruldu. SETA’nın kurucu direktörü İbrahim KalınErdoğan’ın sözcüsü olarak Saray’ın en etkili adamlarının başında gelir. SETA’nın eski genel koordinatör yardımcısı Fahrettin Altun, İletişim Başkanı olarak yine Saray’ın etkili adamlarından biridir. SETA’yı bugün aynı ekipten Burhanettin Duran yönetmektedir.

Neden mi kısa bir SETA tanıtımı yaptık? SETA’nın analistlerinden Ömer Özkızılcık’ın TRTWorld’de yer alan bir analizi nedeniyle.

SETA, ‘TÜRK MODELİ’ PAZARLIYOR

SETA analisti Ömer Özkızılcık, 2 Haziran’da “Türk modeli Doğu Avrupa’da yankılanıyor ve Moskova endişeli” başlıklı bir makale yazdı.

Özkızılcık, “Türkiye’nin ABD ve Batı Avrupa güçlerinin yardımı olmadan Rusya’yı sınırlayabileceğini gösterdiğini” savunuyor ve bunun da ortaya bir “Türk modeli” çıkardığını belirtiyor. O modeli de şöyle tarif ediyor: “Türkiye’nin Rusya’yı Suriye’de durdurma yeteneği, Türkiye’nin Libya’daki askeri güç dengesini Rus destekli savaş ağası Halife Hafter’e karşı tersine çevirmedeki başarısı ve Türkiye’nin Dağlık Karabağ’da oynadığı önemli rol sadece askeri zaferler değildir; ABD’nin yardımı olmadan Rusya’yı sınırlamak için bir modeldir.”

SETA analisti Özkızılcık, Türkiye’nin “Ukrayna, Azerbaycan, Libya, Suriye Geçici Hükümeti ve Doğu Avrupa’daki ülkelerle ilişkilerini ve işbirliğini geliştirdiğini, bunu yaparak Rusya’yı sınırlamak için küçük bir ittifak kurduğunu” belirtiyor.

Özkızılcık, Doğu Avrupa ülkelerinden Ukrayna ve Polonya’nın, Rusya’yı sınırlandıran “Türk modeli” nedeniyle Ankara’nın Silahlı İnsansız Hava Araçlarına (SİHA) ilgi duyduğunu belirtiyor ve bu iki ülkeyi Macaristan, Romanya ve Baltık ülkelerinin izleyeceğini söylüyor.

SETA’NIN BİDEN’DAN BEKLENTİSİ

SETA analisti Ömer Özkızılcık, Türkiye’nin bu modeli ihraç etmeye başladığını, Rusya’nın da bu nedenle Türkiye’ye yaptırım uyguladığını (uçuş yasağı, tarım vb.) belirtiyor.

Özkızılcık’a göre Moskova yaptırımların işe yaramadığını görecek ve “ya Ankara’yla karşı karşıya gelme riskini alacak, ya da Rusya-Türkiye sınırdaşlığını yöneten yazılı olmayan kurallara göre oynamaya devam etmek için zor bir karar vermek durumunda kalacak.”

Ve Özkızılcık, analizinin sonunda, buradan hareketle şu iki seçeneğe işaret ediyor: “Moskova’nın ikinci şıkkı seçmesi için Türkiye, Rusya’ya ortak proje gibi teşvikler sunabilir. Veya Biden yönetimi, Varşova Paktı’nın eski üyelerinin ve Sovyetler Birliği’nin Türkiye’de gördüklerini görür ve hesap tamamen değişir.”

SETA’NIN RUSYA KARŞITLIĞI

Erdoğan ile Biden arasında 14 Haziran’da yapılacak kritik görüşmeden önce bu fikirlerin, hem de TRTWorld’de yayımlanması, meseleyi kişisel bir görüşün ifadesinden öteye taşıyor.

Kaldı ki medyada yer alan SETA’cılar, bir süredir Türk-Rus işbirliğinin karşısına Türk-Amerikan işbirliğini oturtmaya çalışan görüşler yayımlıyorlar.

Örneğin Burhanettin Duran “ABD ve AB’nin Rusya’nın karşısında ve Türkiye’nin yanında İdlib’de devreye girmesini” istiyor; örneğin Kemal İnat“Rusya’nın Türkiye için güvenilir ortak olmadığını” savunuyor. AKP’ye yakın medya, bu türden onlarca görüşle dolu ne yazık ki.

Kısacası Ömer Özkızılcık’ın Washington’a pazarlamaya çalıştığı “Rusya’ya karşı Türk modeli”, uzun bir süredir SETA mutfağında pişiriliyor.

AKP’NİN ÜÇÜNCÜ TAŞERONLUK HEVESİ

Doğu Avrupa, Karadeniz, Ortadoğu ve Kafkasya’da Rusya’ya karşı bir model iddiası, haliyle kendisini ABD’nin yanında konumlandıran bir modeldir.

“Rusya’ya karşı Türk modeli” aslında AKP iktidarının SETA üzerinden ABD’den “üçüncü taşeronluk” talebidir. Biden yönetimindeki ABD’nin Çin’e ağırlık vereceği koşullarda, Ankara’nın bölgede kalan işleri ABD adına yüklenmek istemesinin ifadesidir.

Birinci taşeronluk; doğrudan Erdoğan’ın Büyük Ortadoğu Projesi eşbaşkanlığı yaptığı dönemdi.

İkinci taşeronluk; Davutoğlu’nun “Küresel düzenin altında alt bölgesel düzenler kurma” diye nitelediği taşeronluktu, komşularla düşmanlığa dönüştü.

Şimdi de Rusya’ya karşı dengeleyici rol üzerinden Washington’un desteğini almaya, ABD’nin bölgedeki işlerinin taşeronu olmaya hevesleniyorlar.

İlk iki taşeronluk gibi bu taşeronluğun hedefi de ham hayaldir; zira Asya çağı başladı, yeni bir dünya kuruluyor ve ayağı doğuda kafası batıda olanların tarihin akışını değiştirme şansı sıfırdır!

Mehmet Ali Güller / CUMHURİYET


Sedat Peker’in verdiği tarih - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

Deniz kenarında saatlerce yürüyorsun ama denizi görmüyorsun. Duvarlarla çevrili yalılar engel oluyor. Her yanı suyla çevrili şehirde maviye bakmak da bir ayrıcalık. Servet hareket ettikçe yalı sahipleri de değişiyor. Emlakçılara göre son yıllarda olağanüstü bir hızda satılıyor.

Sedat Peker bu kez, adı SBK diye kısaltılan Sezgin Baran Korkmaz’ın, bir işadamıyla yaşadığı alacak-verecek krizine, İçişleri Bakanı’nın müdahale ettiğini anlattı. İddiasına göre, 5 Aralık 2020’de, SBK, bakanlığa çağrılmıştı. Bakan Soylu, SBK’nin 45 milyon dolarlık alacağından vazgeçmesini istemişti. Peker’in iddiasına göre, bakanlıkta SBK’ye, kendisi hakkındaki tahkikat haberi verildi. Yurtdışına çıkması istendi. Bunun yanı sıra Peker, SBK’nin Paramount Oteli’nde yargının, bürokrasinin ve medyanın kritik isimlerinin hiçbir ücret ödemeden tatil yaptığını da söyledi.

Aslında “Vay arkadaş” dedirtmiyor. Sebebi basit. Zira SBK hakkında, yargının tuhaf kararları bunları düşündürmüştü. Ayrıca bunları uçan kuşlar bile konuşuyordu.

‘DEVLET MESELESİ’ OLAN PARA

Peker’in açıklamalarının ardından meseleyi bilen kritik isimleri aradım. Bir tanesi şunu anlattı:

“İçişleri Bakanlığı’na bir kez değil aynı gün iki kez gitti. Telefonla çağrıldı. İlk gidişinde elindeki senedi şimdilik icraya koymaması istendi. O da tamam dedi. Bakanlıktan çıktı. Derken kısa süre sonra telefon geldi. Tekrar bakanlığa çağrıldı. Gittiğinde ‘devlet meselesi, bu parayı hiç alma’ denildi.

İkinci kaynak da aynı hikâyeyi başka benzer detaylarla anlattı. Onun anlattığında tekrar bakanlığa dönme yoktu. Bakan telefonla konuşmak için odadan çıkıyor, sonra tekrar geriye dönüyordu. Eklediği bir ayrıntı daha vardı:

İçişleri Bakanı görüşmede SBK’ye ‘Biz seni Çakıcı’nın elinden almadık mı’ dedi. Gerçekten de Kervansaray Otelleri’nin satışı sırasında SBK’ye karşı Alaattin Çakıcı devreye girmişti. Çakıcı, SBK’yi görüşmeye çağırmıştı. Ancak Çakıcı’nın adamlarının telefonları o sırada polis tarafından dinleniyordu. Hem bu görüşme hem de SBK’nin ofisinin basılması bu sayede önlendi. Arkasında devlet desteği olduğunu düşünen SBK, Çakıcı’ya meydan okuyabildi.”

Kısacası kaynaklar Peker’in anlattıklarını nüanslarla doğruluyor. Devletin, hukuk kılıcını herkese karşı eşit kullanmak yerine mafya, işadamları, yargı, siyaset arasında düzenleyici olmayı seçtiği bu yol, aslında devleti de çökertiyor. İşin ilginç yanı, İçişleri Bakanlığı’ndaki o görüşmede SBK’ye, “Bu bir devlet kararı” deniliyor. Haliyle devlet ile mafya arasındaki çizgi iyice belirsizleşiyor.

ÖLÜ ALICILIĞI YAPIYOR

Biliyorum. Anlamakta zorlanıyorsunuz. “Kim bu adamlar, nereden çıktı”, diyorsunuz.

Özetlersek, ABD’de “Kingston Kardeşler” olarak bilinen Jacop Ortell Kingston, Isaiah Kingston, Rachel Kingston, Sally Kingston’un yargılandığı dava, Türkiye ile ilişkilendiriliyor. Suçlarını itiraf eden ve mahkûm olan Kingston kardeşler, ABD hazinesini dolandırarak 500 milyon doları ülke dışına çıkarmıştı. ABD makamları, bu paranın en az 132 milyon dolarının Türkiye’ye gönderildiğini düşünüyor. Gerçekten de Kingston kardeşler, Türkiye’de kurdukları şirket aracılığıyla, Türkiye’ye para taşıdı. İşte SBK de Türkiye’deki mahkemeler tarafından bu parayı kullanmakla suçlanıyor.

Peki, SBK ne iş yapıyor? Kendisi şöyle anlatıyor: “Batmış olan, kapanmış olan şirketleri satın alıyorum, onları yeniden üretime kazandırıyorum, insanlar çalıştırıyorum, ekonomiye katıyorum.”

Kısacası SBK, Türkiye’de “zor durumda” olan şirketleri ucuza alıyor. Sonra “bir şekilde” düze çıkarıp pahalıya satıyor. Haliyle Korkmaz’ın hem alışları hem satışları tartışma yaratıyor.

YARGI NASIL YÖN DEĞİŞTİRDİ?

Peker’in iddialarının peşine düşmek için hukuk serüvenini takip etmek gerekiyor…

30 Eylül 2020’de İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, SBK’nin de aralarında olduğu 14 kişi hakkında, malvarlıklarına el konulması talebinde bulundu. Aynı gün 10. Sulh Ceza Hâkimliği kabul etti. Ayrıca SBK hakkında da yurtdışına çıkış yasağı kararı aldı.

5 Kasım 2020’de yeni bir gelişme oldu. Mali Suçlar Araştırma Kurulu Başkanlığı (MASAK), SBK’nin serveti hakkında “suç bulunamadı” raporu verdi. Ertesi gün, 6 Kasım’da, İstanbul Cumhuriyet Savcılığı bu kez el koyma kararının kaldırılmasını istedi. Aynı gün, İstanbul 3. Sulh Ceza Hâkimliği, SBK hakkındaki tedbir kararını kaldırdı. Yetmedi, 17 Kasım 2020’de de İstanbul 7. Sulh Ceza Hâkimliği, SBK hakkındaki yurtdışına çıkış yasağını bitirdi.

Kısacası yargı, çok tuhaf şekilde, bir buçuk ayda tersine döndü. SBK’nin üstüne giderken bir anda rüzgâr ters esmişti.

Ardından ilginç bir şey daha oldu. 5 Aralık 2020 günü “ne oldu ise” o gün SBK bir anda yurtdışına çıkmaya karar verdi. İstanbul Havalimanı’ndan hiçbir engele takılmadan Türkiye’yi terk etti. Peker’in verdiği tarihin (5 Aralık) aynı olduğunu hatırladınız mı?

Tuhaflıklar burada bitmedi. Aralık sonuna gelindiğinde tablo yine değişti. 29 Aralık 2020 günü, SBK’nin de aralarında olduğu 19 kişi hakkında gözaltı kararı alındı. Üstelik bu kararı alan, kasımda SBK’ye “temiz” diyen İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’ydı. Ama aynı yargının önceki kararı sayesinde, SBK çoktan Türkiye’yi terk etmişti.

Söz konusu takvime, yargının gel-gitli tablosuna, aynı kişiyle ilgili verilen kararlardaki çelişkilere bakılınca, “çok yukarıdan” bir elin sürece müdahale ettiği, gözle değilse de akılla görülebiliyor.

Üstelik…

Söz konusu kararların ardından, yargıda ilginç değişiklikler de oldu. İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı İrfan Fidan, 27 Kasım 2020’de Yargıtay’a, oradan tek dosya açmadan jet hızıyla Anayasa Mahkemesi üyeliğine atandı. Soruşturmada kritik kararları alan vekili Hasan Yılmaz da Adalet Bakan Yardımcılığı’na getirildi. Satrançta hem beyaz hem siyah taşlar aynı anda yer değiştiriyordu.

AYNI ANDA SATILAN YALILAR

Hikâyenin özeti böyle…

Her şey bu kadar derken, elime dün ilginç bir belge geçti. 21 Mayıs 2021’de, yani iki hafta önce, İstanbul 10. İcra Müdürlüğü Mezat Salonu’nda bir açık artırma yapılmıştı. İstanbul Boğazı’nda, Beşiktaş-Ortaköy bölgesinde, üç değerli bina icrayla satılmıştı. Saat 14.00’te satılanı 25 milyona, 14.20’de satılanı 52 milyon 100 bin liraya, 14.40’ta satılanı 40 milyon 150 bin liraya aynı kişi almıştı. Zaten başka talipli de çıkmamıştı. Üçünün de alıcısı Bugaraj Elektronik Ticaret görünüyordu. Ne mi o? Aylar önce SBK ile ilişkili olmakla suçlanan ve bu nedenle hakkında tedbir kararı alınan şirketten başkası değil.

Peki, satılan yalılar kimin? Yıllar önce, SBK ile Borajet satışı yüzünden mahkemelik olan Yalçın Ayaslı’nın çocuklarının. Yaklaşık 14 milyon dolar civarında olan rakam züğürdün dilini yorsa da konuştuğum emlakçılar “ucuza gitti” diyor. Ayaslı ailesinin bu nedenle kızgın olduğu söyleniyor.

Biz Peker’i tartışırken, ucuza kapatma hikâyesi, yalıların sessizce el 

değiştirme öyküsü sürüyor. Parayı takip edemezsek yalıları ederiz. Yargıdaki 

zikzakları, siyasetteki entrikaları, Peker’in videolarını, mafyanın 

hesaplaşmalarını konuşurken adını sıkça andığımız “Pelikancılar”dan 

bahsederken de hep “yalıdakiler” demiyor muyuz zaten?

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

'Kozmik' ilişkiler ve Sedat Peker'in videoları - Turgay Develi / SOL

Elbette Sedat Peker'in ortaya saçtıkları önemli ama bunu neden yaptığı, işin ucunun nereye uzandığı ve neden bu yola girildiğini de anlamamız gerekiyor. 

Sedat Peker'in artık siyasi olduğu kadar kültürel ve tarihi bir fenomen haline dönüşmüş videolarında birbiriyle iç içe geçmiş kirli isimler ve ilişkiler yumağındaki olayların hangisine kim ne kadar inanıyor, kim ne kadar kanıta ihtiyaç duyuyor bilemem ama, anlatılan olayların özellikle devleti, hukuk ve adalet gibi insanlığın ortak idealleri üzerine inşa edilmiş kutsal bir varlık gibi kabul edenlerin ezberini bozduğu ortada. 

Dolayısıyla Sedat Peker'i, zaman, tarih ve mekan kavramlarını nedensellik zinciri ile birbirine bağlayarak kozmik dengeyi bozmaya çalışan edebiyatın çağdaş bir hikaye anlatıcısı olarak kabul edersek, anlattığı hikayeleri de yeni bir toplumsal konsensüs arayanlar adına iş gören birer saha düzenleme aracı olarak kabul edebiliriz.

Meseleye bu açıdan bakmaya devam edersek, yaşananları da edebiyatın kilometre taşları olan meddahlık, masal, destan, roman anlatıcılığında esas olan "Kelimeler bir fikir, hikayeler ise bir bakış açısı ifade eder" mantığına göre değerlendirmemiz gerekiyor. Kimin neyi niye yaptığı ortaya çıkarılmazsa da eğer ortaya saçılan bu kirli ilişkilerden yayılarak ülkenin üzerine çöken pis kokuları boşuna içimize çektiğimizle kalacağız.

Elbette Sedat Peker'in ortaya saçtıkları önemli ama bunu neden yaptığı, işin ucunun nereye uzandığı ve neden bu yola girildiğini de anlamamız gerekiyor.

Bu yolda, Peker'in, Binali Yıldırım ile Mehmet Ağar ve oğulları başta olmak üzere uyuşturucu, silah, külah ve ilişkili bütün kir ve suçları iddia ve ifşa ederek muhatap olarak Soylu'yu hedefliyor görünse de, gerçek hedefine, Erdoğan'a ulaşmaya çalıştığı anlaşılıyor. 

Süleyman Soylu, işin mafyadan para alan milletvekili vs. gibi magazinsel yönleri biraz daha çok konuşulsa da iki ateş üzerinde yürümenin imkansızlığını bilerek, kendisini savunmak adına çıktığı televizyon programında çok stratejik olarak tasarlandığı anlaşılan Ahmet Davutoğlu kartını açarak sadece Erdoğan, kendisi ve belki birkaç kişinin daha bilebileceği 'geçmişi' ve 'operasyonu' münasip bir dille muhatabına hatırlatmış oldu. 

Bu 'münasip' dilin anlatımıyla kozmik ilişkinin gösterdiği isim Ahmet Davutoğlu.

Türkiye'nin en çok okunan yazarı Yılmaz Özdil'in de TELE 1 televizyonunda Tuba Emlek ile yaptığı söyleşide, aslında bir başka gerekçeyle seslendirdiği ve bütün bu hengamenin altında yatan sebebi ortaya çıkarma potansiyeli taşıyan, 'Erdoğan ile Davutoğlu ilişkisi Türkiye'nin kozmik odasıdır' tespiti, anlaşılan yeterince magazin soslu olmadığından ilgi çekmedi. 

Oysa sadece son 20 yılında yaşananların müsebbibi olmanın haricinde, gelecekteki uzun yılları da ipotek altına almış olan Tayyip Erdoğan ile Ahmet Davutoğlu arasındaki ilişki, ülkemizin karanlıkta kalan tarihini aydınlatacak en önemli sırları barındırma potansiyeli taşıyor.

Tam da böyle olduğu içindir ki, Süleyman Soylu'nun, Sedat Peker'in, kendisini hedefe oturttuğu videolara yanıt için çıktığı televizyon programında, ısrarlı sorular yerine, konuyla hiç bağlantısı olmadığı halde Ahmet Davutoğlu ismini ortaya atarak onu partiden kazımasını anlatması, açıkça verilen bir 'koltuğunu ben korudum, partiyi ben kurtardım' mesajından fazlası olmalı. 

Buna delalet eden en önemli göstergelerden birisi de Erdoğan'ın, Davutoğlu'na karşı tükenmeyen hiddeti. 20 yıllık iktidarında şimdiye kadar hiçbir muhalifine beslemediği bir kinle onu partiden atıp başbakanlıktan uzaklaştırdığı halde içindeki yangın sönmemiş olacak ki, kurucusu olduğu üniversiteyi kapatmak dahil, toplumda hiçbir karşılık bırakmayacak şekilde hâlâ da kazımaya çalışıyor. 

Dolayısıyla Erdoğan'ın bu zayıf noktasını, bu kozmik ilişkiyi bildiğini ve gereğini yaptığını cümle aleme açıklayan Soylu, muhatabınca, Peker'in videolarıyla anlattıklarının hangisinin ne kadar doğru olduğuna ve halkın bunun ne kadarına inanıp inanmadığına bakılmadan, bir an bile tereddüt edilmeden koruma çemberine alındı. 

Soylu'nun Davutoğlu çıkışı ile Erdoğan'a hatırlattığı, partiyi ve dolayısıyla Başbakanlığı bırakırken topluma sunulan Davutoğlu tercihinin öyle yazıldığı, çizildiği, anlatıldığı gibi onun edilgen, öne çıkmaya çalışmayacak ya da silik bir isim olmasının değil, 1990/95 yıllarını kapsayan ve kamuoyunca da bilinmeyen Malezya'daki yaşamında edindiği, kendisinin bilgisi ve izni ile hızla tırmandırılan 'referanslar'ın katkısının olması daha yüksek olasılık olabilir. 

Yani lafın kısası, ortalıktaki bilgi bombardımanına, kirli ilişkiler yumağına ve bunların magazinsel yönüne kapılmadan bakarsak Türkiye, gelenin gidenin 'yöneticilerini' ve 'devlet aklını' bir piyon gibi bir oraya bir buraya oynattığı bir hal almış durumda.

Hayatı boyunca birileri tarafından kullanılan bir (kime hangi dönemde sorduğunuza bağlı olarak) mafya babası veya iş adamının iyi 'kurgulanmış' 3-5 videoyla iskambil kağıtlarından yapılmış bir ev gibi salladığı siyaset ve bu ilişkilerle kurulan iktidarlar çürümeye ve çürütmeye mahkumdur. 

Bu çürüme kişilerle istisnai değildir. Yoksulu daha yoksul zengini daha zengin yapan ve düzene rıza üreten siyaseti ve bu anlayışı besleyen çürümüşlüğün yerine eşit, adil ve özgür bir geleceği aramaya devam etmeliyiz. 

Yani, yeniden Cumhuriyet'i.

Turgay Develi / SOL


6 Haziran 2021 Pazar

Gezi’den bugüne iktidarın travmaları - Oğuz Oyan / Birgün-Pazar

 

2013 yılı, aynı zamanda, iktidar içi koalisyonda çok sert bir kırılmanın ortaya çıktığı yıldı. Gezi’de en sert tepkileri verenlerden olan Fethullahçı ortak, aynı yılın 17-25 Aralık tarihlerinde kendi operasyonunu gerçekleştirecekti. Normal bir ülkede iktidarı yıkabilecek olan ses kayıtlı yolsuzluk suçlamaları, iktidarın karşı saldırısıyla, emrindeki yargıyı seferber etmesiyle ve dört bakanının -başbakanı kurtarmak adına- istifaya zorlanmasıyla püskürtüldü ama toplumda derin izler bıraktı.


Gezi Parkı’ndan başlayan ve dalga dalga tüm toplumu saran Gezi/Haziran Direnişi, iktidarın 2002-2013 döneminin en büyük siyasi travmasını oluşturmuştu. Nasıl oluşturmasındı? İktidar, 2007 baharında karşılaştığı beklemediği kadar güçlü Cumhuriyet mitingleri protestolarının tekrarlanmasını önleyebilmek için izleyen dönemde devletin tüm baskılama aygıtlarını harekete geçirmiş ve bu mitingleri kriminalize etmek için yargı kumpasları yanında o dönemdeki siyasi müttefiklerini de kullanmıştı.

TSK’ye kumpaslar da aynı dönemde başlatılmıştı. AKP’yi kapatma davasının 2008’de kıl payıyla savuşturulması da iktidarı cesaretlendiren bir olay olacaktı: Artık, yargının AKP’yi laiklik karşıtı veya diğer hukuk dışı eylemlerinden dolayı kapatması imkân dahilinden çıkmıştı. Esasen çok geçmeden kapsamlı bir anayasa değişikliğiyle parti kapatmalar güçleştirilecek, yüksek yargı iktidarın güdümüne alınacaktı.

İKTİDARIN GEZİ TRAVMASI

İktidar partisinin 2011 Genel Seçimlerinde oyunu tarihi bir zirve olan yüzde 49,8’e yükselttiği; kurmak istediği rejime engel çıkarabilecek olan parlamento dışı kurumsal yapıları (TSK, yargı) hizaya çektiği veya kendine tâbi kıldığı; bunların ortak etkisiyle halk kitlelerini iyice sindirdiğini düşündüğü bir dönemde Gezi Olayı’nın patlak verebilmesi, iktidar açısından tam bir travma oluşturmuştu. Yargı terörünün zirve yaptığı 2013 yılında rejimin yönetici kadrosu, adeta neye uğradığını şaşırmıştı.

O kadar ki bu kadro Gezi süreci boyunca kendi partisi içinden bile farklı sesler çıkmasına engel olamamış, olaylara sertlikle değil hoşgörüyle karşılık verilmesi taleplerini güçlükle bastırabilmişti. Toplumsal tepkiler o kadar yaygındı ki, o zaman Meclis’te grubu bulunan dört partiden (AKP, CHP, MHP, BDP) milliyetçi sağda ve henüz muhalif konumlanan MHP saflarından da Direniş’e önemli destekler gelmekteydi. S. Demirtaş yönetimindeki Barış ve Demokrasi Partisi (sonradan HDP) ise, başlangıçta Gezi Olayı’nı AKP ile Kürt hareketi arasındaki müzakere sürecine (“2007’de olduğu gibi”) Kemalist-ulusalcı bir müdahale olarak değerlendirip olumsuzlama ve uzak durma yolunu seçerken, bu duruşun tepkiler doğurması üzerine daha sonra kısmen tutum değiştirecekti.

Gezi Direnişi neydi ve hangi toplumsal bileşenlerden oluşmuştu sorusunun yanıtı da buraya kadar söylenenlerden çıkarılabilir: Gezi Direnişi tüm siyasetleri ve tüm toplum katmanlarını kesen bir toplumsal hareketti, dolayısıyla toplumun tüm kesimlerini derinden etkilemişti. Ama herhalde en çok etkilenen ve Gezi’yi de en çok etkileyen kesimler, iktidarın laiklik ve Cumhuriyet karşıtlığından, emek ve doğa düşmanı tavrından, yaşam tarzına müdahalelerinden derin kaygı duyan Alevi kesimler ile çoğunluğu beyaz yakalı ücretli kesimler ve geleceğin emekçisi gençlerdi. Mavi yakalılar yani işçiler ve onların aileleri de Gezi’nin önemsiz sayılmayacak bileşenlerindendi. Alevi ve emekçi kesimler de önemli ölçüde kesişmekteydi. Ama şunu unutmamak gerekir: Gezi Direnişi’nde yitirilen canların hepsi Alevi kökenli gençlerdi. Bu bir rastlantı değildi kuşkusuz; Gezi’nin toplumsal tabanının önemli bir bölümünü oluşturmak yanında Alevi gençleri aynı zamanda Gezi aktivistlerinin de başını çekmekteydiler.

Gezi Olayı sadece iktidarın geçmiş uygulamalarına karşı oluşan tepkilerin birikimi değildi; aynı zamanda geleceğe olan derin güvensizliğin sonucuydu. İktidarın dışladığı toplum kesimlerinin, özellikle gençliğin, toplumu bölerek ilerleyen AKP yönetimi altında kendilerine sunulan gelecek projesine karşı oluşan ön-tepkilerin bir yansımasıydı. AKP, en güçlü olduğu dönemde dahi toplumun genel onayını alabilecek bir meşruiyet kazanamamıştı. Aslında, toplumun bütününü kucaklayacak bir dili hiçbir zaman benimsememiş ve gücünü kibre dönüştürmüştü. Tepkiler bir bakıma bu aşırı güç yoğunlaşmasına ve kibirli siyaset tarzına karşı da oluşmuştu.

Erdoğan ve AKP yönetimi, halkın kendiliğinden tepkileri olarak ortaya çıkan 2013 olaylarını ne o zaman ne de sonrasında doğru dürüst anlamlandırabildi. Hem bunu yapamadığından hem kendi ideolojik çizgisinden ve yönetme tarzından geri adım atmak seçeneğini asla gündemine almadığından (alamayacağından), 2013 sonrasındaki sekiz yıllık dönemin tamamında Gezi travmasını üzerinden atamadı. Onu oy tabanının gerilemesi kadar tedirgin eden şey, halkın öngörülemez ve kontrol edilemez tepkileriydi. Böyle bir olasılığa karşı 2013 sonrasında aldığı bütün önlemlere rağmen (resmi kolluk ve yargıda olduğu kadar paralel paramiliter güçler ve tarikatlar düzlemindeki tahkimata, Gezi’yi kriminalize etmeye ve Osman Kavala gibi bazı “suçlular” icat etmeye rağmen), emekçi kesimlere dayanan Gezi ruhunun nesnel sınıfsal karakteri, bu geri iktidarın uykularını kaçırmaya devam ediyordu.

İFŞAAT TRAVMASI

2013 yılı, aynı zamanda, iktidar içi koalisyonda çok sert bir kırılmanın ortaya çıktığı yıldı. Gezi’de en sert tepkileri verenlerden olan Fethullahçı ortak, aynı yılın 17-25 Aralık tarihlerinde kendi operasyonunu gerçekleştirecekti. Normal bir ülkede iktidarı yıkabilecek olan ses kayıtlı yolsuzluk suçlamaları, iktidarın karşı saldırısıyla, emrindeki yargıyı seferber etmesiyle ve dört bakanının -başbakanı kurtarmak adına- istifaya zorlanmasıyla püskürtüldü ama toplumda derin izler bıraktı.

Yolsuzluk ifşaatını gene Fethullahçıların açığa çıkardığı MİT TIR›ları operasyonu izledi. Burada da faturanın bir kısmı, “devlet sırlarını açıklamak” suçlamasıyla, olayı haberleştiren gazetecilere kesildi. Olayın gerçek içeriğinin tartışılmasıysa yargı sopasıyla engellendi. Daha sonra, 15 Temmuz 2016 darbe girişimi dahi kalıcı bir travmaya dönüşmeden hızla fırsata çevrilebildi.

Şimdilerde ise bir süre önce iktidarla yolları ayrılan, ama uzun yıllardır devletin suç aparatı olarak karanlık işler çeviren Sedat Peker’in açıklamalarıyla toplumun sarsıldığını görüyoruz. Bu olay, iktidar içi hesaplaşmaların da bir yansımasıyken, toplum buradan daha büyük sonuçlar beklemeye itilmiş görünüyor. İktidardan siyaseten ve hukuken hesap sorulmasının sürekli ertelendiği, Meclis-içi muhalefetin iktidarla ve ideolojisiyle cepheden bir mücadeleyi göze alamadığı bir ülkede, bir zamanlar 17-25 Aralık “suçüstü” ifşaatına bağlanan umutlar bu defa Peker’in açıklamalarına bağlanmış görünüyor.

Peker gündeminin, iktidarın iç ve dış itibarını daha sert bir aşınmaya uğrattığı söylenebilir. Ancak bunun son derece kırılgan ve kaygan bir zemin oluşturduğunu görebilmek gerekiyor. Bir kere ifşaatı yapan kişinin suç sicili daha az kabarık değildir; yakalanıp yeniden saf değiştirmeye zorlanabilir veya susturulabilir. İkincisi, bir suç örgütü liderine yaslanarak iktidardan açıklama beklemenin, bazı özel durumlar dışında, iktidar tarafından kolayca itibarsızlaştırılıp savuşturulacağını hesaba katmak gerekir. Üçüncüsü, bu ifşaat halkaları bir yerde bitecek, arkası gelmeyecektir. O zaman iktidara yapılan muhalefetin mühimmatı da tükenmiş mi olacaktır? Bu bakımlardan, iktidara karşı muhalefeti onun artık toplumca fark edilen yolsuzluk ekonomisine yeni dosyalar eklemekten öteye taşımak, sınıfsal bir eksene oturtmak gerekmektedir. Bu çürüyen iktidarı gerçekten tedirgin edecek yol buradan geçmektedir.

EKONOMİ TRAVMASI

Dinci siyasetin kaygı düzeyinin yüksek olduğu bir diğer alan da ekonomidir. Bu sadece son üç yıldır bir döviz krizinden diğerine savrulmaktan, TL’nin değerini bir türlü koruyamamak hatta oynaklığını kabul edilebilir sınırlar içinde tutmaktan ibaret değildir. Geçmişten hiç ders almadan, faiz oranlarını baskılayarak döviz kurlarını düşük tutmaya yönelen iktidar, sonuçta TCMB’nin döviz rezervlerini üç yılda tüketmiş ve muhalefetin “128 milyar dolar nerede?” sorusu karşısında sıkışıp kalmıştır. Erdoğan geçen haftaki danışıklı TRT programında bu konuda beşinci farklı açıklama yapabilme rekorunu kırmayı “becerebilirken”, aynı zamanda rezervlerin “alt yapı yatırımları ve geçmiş afetlerde” kullanıldığını iddia ederek “ekonomik safsata” rekorunu da kırmıştır. Tabii, mesele taraftarının ağzına laf vermekten ibaret olarak görülünce, cehalet denizine yatırım yapmanın şehvetine kapılanabilir; ama bunun da bir sınırı vardır.

Aslında ekonomide istikrarlı (fazla iniş çıkışlı olmayan) ve kabul edilebilir bir büyüme oranının son yıllarda yakalanamaması; büyüme, enflasyon ve işsizlik başlıklarında TÜİK manipülasyonları dışında çarelerin tükenmiş olması, Türkiye›nin dünyanın en kırılgan beşlisinin müdavimi olması, dış borçların çevrilmesi sorunları yanında kamu dış borcunun hızla yükselmesi, bankaların donuk alacaklarının potansiyel yükünün endişe vermesi ve tüm diğer kırılganlık etkenleri, AKP rejimini ekonomide çözümsüzlük girdabına sürüklemektedir. Ekonomi alanındaki çıkmazların kuşkusuz 2018 sonrasının yönetim yapısı değişikliğiyle de ilişkisi vardır. Bu yeni yönetim yapılanmasının sermayenin taleplerine yanıt verdiği de artık çok kuşkulu hale gelmiştir.

***

1 Haziran tarihli yazımda (Sol Gazete), “2013 ekonomisi ile 2020-21 ekonomisi karşılaştırılınca, Gezi İsyanı’nın asıl şimdi ortaya çıkması için çok daha fazla neden var” demiştim. Önce bu karşılaştırmaya bazı eklemeler yapalım. 2013 yılı, 2010 sonrasındaki dört büyüme yılının (hatta bugünden bakınca AKP’nin tüm zamanlarının) tepe noktasını oluşturmaktaydı. GSYH her yıl artarak 2013’te bir trilyon dolara yaklaşmıştı. Kuşkusuz bunun arkasında yüksek değerli TL üzerinden dolara çevrilen şişirilmiş bir milli hesap da vardı. Dolar cinsi GSMH, TL cinsinden daha hızlı artıyor görünüyordu. Ama AKP’nin ilk 10 yılı, 2009 hariç, zaten hep aynı senaryoya girmekteydi. Son yıllarda ise bu denklem tersine dönmüş, TL’nin enflasyonu aşan değer kayıplarına uğramasıyla dolar cinsinden GSYH artışları artık daha düşük (hatta bazen eksi değerde) gerçekleşmeye başlamıştı. 2020 yılı GSYH’si 717 milyar dolarla 2008 düzeyinin bile gerisine düşmüştü!.

2021 yılının ilk çeyreği de bunun kanıtıydı: Sabit fiyatlarla TL cinsinden yüzde 7 gibi hormonlu bir büyümeye konu olan ilk çeyrekte yıllık GSMH 728,5 milyar dolar olmuştu. Oysa 2020 yılının ilk çeyreğinin yıllık GSMH’si 765 milyar dolardı; dolayısıyla dolar cinsinden GSMH bir önceki yılın aynı dönemine göre aslında yüzde 4,8 küçülmüştü! 2013’te kişi başına düşen GSYH da 12 bin 582 dolarken, 2021 ilk çeyreğinde 8 bin 711 dolardı. (Ki nüfusa sığınmacılar eklenseydi ortalama daha da düşerdi).

AKP’nin sahte büyüme algısı son bulmuştu. Gerçi iktidar “yüzde 7 sanal büyüme başarısı” üzerinden reklam yapmaya çalışıyordu. Ama birinci çeyrek itibarıyla yıllık milli gelir hesaplarında “işgücü ödemeleri” yüzde 16›lık bir artışla reel olarak yerinde sayarken, “net işlem artığı” denilen kâr-faiz-rant gelirlerindeki artışın yüzde 39,1’i bulması bile bu yoksullaştırıcı büyümenin sınıfsal karakterini açığa vuruyordu. Bunu görmek için enflasyon ve işsizlik oranları da eklenmelidir: 2013’de yüzde 7,4 olan enflasyonun 2021 Mayıs’ında, açık manipülasyona rağmen yüzde 16,6 düzeyinde olması; ÜFE›nin TÜFE›nin 2,5 katına yaklaşması ve döviz kurunun baskısı nedeniyle yılsonunda bu düzeyin de üzerine çıkma olasılığının yükselmesi; işsizlik oranının ise 2013’te yüzde 9’dan 2021 Şubat’ında yüzde 13,4’e (geniş tanımla yüzde 27’ye) çıkması, AKP’nin yoksullaştırıcı ekonomisinin diğer yüzleridir.

Gene de salt ekonomiye takılmayalım; ekonomik karşılaştırmayı zihin açıcı bir alıştırma olarak görmekle yetinelim. Çünkü Gezi, ağırlıklı olarak “bir kültürel dayatmaya karşı çıkış” olarak kodlanmazsa, hatalı değerlendirmeler yapılabilir. 2013 yılı, AKP rejiminin 10. yılıydı ve toplumda hâlâ AKP rejimini toplumsal protestolarla geriletme umudu canlıydı. Rejim, bu umudu kırmak için Direniş sırasında ve sonrasında tüm olanaklarını kullandı. Etkili olamadı denilemez; ama kendi kaygılarını dindirebilecek kadar değil.

TRAVMALARIN TELAFİSİ

Toplumsal tabanı sürekli gerileyen, ciddi bir inandırıcılık ve güven kaybına uğrayan, kendi dar gündemine/radikal tabanına sıkışmak dışında toplumun bütününe söyleyecek sözü kalmayan, fazlasıyla uzun sürmüş bir iktidar yıpranmışlığının altında ezilen, aşınmış bir din istismarı silahı dışında halka ve onun sorunlarına bütünüyle yabancılaşan bir sahte dinci siyaseti temsil eden hareketin, iktidara tutunabilmek için tehlikeli yollara savrulmak dışında seçeneği kalmamış gibidir. Travmalarının telafisi için bulabileceği yollar, faşist baskıları yoğunlaştırmak ve dış tavizleri çoğaltmaktan başkası değildir.

Ancak işler bu noktaya geldiğinde, çürümüş bir iktidarın artık sermayeyi ve dış dünyayı güçlü bir biçimde arkasına alması da o kadar kolay değildir. AKP rejiminin bu çelişkileri aşabilme umudu bize göre tükenmiştir. Bunu hızlandırmak artık hem siyasal hem toplumsal bir görevdir.

Oğuz Oyan / Birgün-Pazar