2 Ağustos 2021 Pazartesi

Hindistan ABD stratejisine eklemlenir mi? + ABD’nin, Çin’e karşı Hindistan ortaklığı arayışı / Mehmet Ali Güller-CUMHURİYET

 1) Hindistan ABD stratejisine eklemlenir mi? (02/08/2021)

 2) ABD’nin, Çin’e karşı Hindistan ortaklığı arayışı. (31/08/2021) 

                                                              ***

1) Önceki yazımızda ABD’nin Çin’e karşı Hindistan ortaklığı arayışını incelemiş, ABD Dışişleri Bakanı Blinken’in Yeni Delhi’de yaptığı görüşme sonunda iki ülkenin “Çin’in bölgede artan etkisine karşı aralarındaki bağların derinleştirilerek güvenlik ortaklıklarını genişletme sözü verdiği” üzerinde durmuştuk.

Peki, Hindistan, ABD’nin istediği türden bir Çin karşıtlığına yönelir mi? Bu amaçla ABD’nin stratejisine eklemlenir mi? Tamam, Hindistan ile Çin’in Asya’daki potansiyel çıkarları çatışıyor ve iki ülkenin çözemediği sorunları bulunuyor olabilir; ancak buna rağmen Hindistan ABD’nin stratejisine eklemlenir mi?

Bugün bu sorulara yanıt arayacağız.

BAŞKASININ PROJESİNE SIĞAMAYACAK BÜYÜKLÜKTE

1) Hindistan büyük bir ülke. Önceki yazıda da belirttiğim gibi küresel mücadelenin beşinci büyük merkezi. Nüfusu, hızla büyüyen ekonomisi, nükleer gücü, bilişim alanındaki önemli başarıları bu ülkeyi ABD, Çin, AB ve Rusya’nın ardından beşinci büyük güç merkezi haline getiriyor.

Bu çapta bir güç merkezinin, bir başka güç merkezinin stratejisine tamamen eklemlenmesi pek olası değil. Ortaklık, belli alanlarda işbirliği tamam ama stratejiye eklemlenmek, son tahlilde yörüngesinde olmak demek ve bu, Hindistan çapında bir ülkenin kabullenemeyeceği bir durum. Üstelik Hindistan, tarihi kökleri olan, uygarlık tarihi içinde çok önemli bir yeri olan ülke.

Yani Hindistan, başkasının projesine sığamayacak büyüklüktedir.

HİNDİSTAN’IN ‘BAĞLANTISIZ’ GELENEĞİ

2) Hindistan, ABD ile SSCB’nin Soğuk Savaş yılları boyunca bağımsız ve bağlantısız kaldı. Bu, Hindistan’ın bugünkü güç mücadelesinde de bir başka gücün stratejisine eklemlenmeyeceğine işaret eden siyasi gelenektir.

ABD, o yıllarda Hindistan’a baskı kurmuş ve iki taraftan birini seçmeye zorlamıştı; 1974’te nükleer deneme yapmasına karşı çıkmıştı. Hindistan baskılara rağmen bağlantısız kaldı.

3) 20. yüzyılın ikinci yarısındaki Çin-SSCB rekabetinin Hindistan-Pakistan sorununa yansıması, SSCB’nin Hindistan’ı, Çin’in Pakistan’ı desteklemesi şeklindeydi. ABD de “yeşil kuşak” stratejisi içerisinde önemli bir yer verdiği ve mücahit eğitim kampı olarak kullandığı Pakistan’ı destekliyordu.

İşte o yıllardan kalan bugünkü Moskova-Yeni Delhi işbirliği, Hindistan’ın ABD stratejisine eklemlenmesinin önünde duran bir başka engeldir.

4) Çin ve Rusya’nın Hindistan ve Pakistan’ı 2017 yılında “birlikte” Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üye yapması, ABD’nin Hindistan’la Çin’e karşı ortaklık hedefinin önünde duran bir başka engeldir.

ÇİN-RUSYA-HİNDİSTAN İŞBİRLİĞİ

Özetle, ABD’nin Hindistan’ı Çin’e karşı stratejisine eklemleyebilmesi pek olası değil; hele de Rusya faktörü varken…

Hatta tersi bile olası. Yani Washington’ın Çin-Rusya’ya karşı inşa etmek istediği “ABD-AB-Hindistan bloku” yerine, “ABD-AB blokuna” karşı “Çin-Rusya-Hindistan işbirliği modeli” bile kurulabilir.

Rusya’nın ünlü dışişleri bakanı ve başbakanı Yevgeny Primakov, 1990’ların sonunda ABD’ye karşı Rusya-Çin-Hindistan blokunun oluşturulması gerektiğini savunmuştu.

Aslında bu adım, blok olarak değil ama işbirliği modeli olarak adım adım gerçekleşiyor: Hindistan hem Şanghay İşbirliği Örgütü içinde hem de BRICS içinde Çin ve Rusya’yla yan yana gelmiş durumda zaten.

ÇİN VE HİNDİSTAN’IN ORTAK YARARI

Özetle, Hindistan ABD projesine sığmayacak büyüklükte ve coğrafi konumundan siyasi geleneğine kadar pek çok etken, bu ülkenin son tahlilde Asya’da Asyalılarla birlikte hareket etmesini gerektiriyor.

Hindistan, Rusya’nın da aracılığıyla Çin’le olan sorunlarını mutlaka çözecektir. Çin ile Hindistan’ın iyi ilişkiler geliştirmesi, ABD’nin planlarına uymasa da iki ülkenin çok yararına zira…

                                                                        ***

2) Hegemonyası zayıflayan ABD’nin Çin’e karşı, hele de Çin-Rusya ortaklığına karşı Hindistan’sız bir seçeneği yok. Peki, Hindistan gerçekçi bir seçenek mi? O da oldukça soru işaretli Washington açısından…

BEŞ MERKEZLİ YENİ DÜNYA

Amerikan Hegemonyasının Sonu (Kırmızı Kedi Yayınevi - 2019) isimli kitabımda, hem ABD’nin hegemonyasının zayıflamasını hem de şekillenmekte olan “beş merkezli dünya”yı incelemiştim: Hegemonyası zayıflayan ABD’nin hâlâ en güçlü birinci merkez olduğunu, yükselen ekonomisi ve teknoloji makasını kapatmaya başlamasıyla Çin’in onu izleyen ikinci merkez olduğunu, ekonomik gücüyle AB’nin üçüncü, SSCB’den miras nükleer gücüyle Rusya’nın dördüncü, Hindistan’ın da potansiyeli nedeniyle beşinci merkez olduğunu yazmıştım.

21. yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren, küresel güç mücadelesi bu beş merkez arasındaki mücadele olacak bir bakıma. Bu beş merkezin ikili ya da üçlü ittifakları da mücadeleyi belirleyecek en önemli etken durumunda.

‘GENİŞ BATI’ PUTİN’E TAKILDI

ABD’nin “Çin’e karşı geniş Batı” stratejisi içinde Rusya’yı Batı’ya eklemleme hedefi Putin engeline takıldı. Çünkü Kremlin bu eklemlenmenin SSCB alanlarının parçalanmasının ötesine geçip Rusya’nın federasyon halini de tehdit ettiğini gördü. Moskova’ya gittikçe yakınlaşan NATO varlığı, Kremlin’in yeni baştan strateji oluşturmasını sağladı. Kısacası ABD için Çin’e karşı Rusya’yı yanına çekme defteri çoktan kapandı.

Zaten Washington artık Çin ve Rusya’yı “birlikte” düşünerek strateji oluşturuyor. Ocak 2019’daki, CIA başta tüm istihbarat kurumlarının başkanlarının bulunduğu Senato İstihbarat Komisyonu oturumunda ABD Ulusal İstihbarat Direktörü Dan Coats’ın yaptığı “Çin ve Rusya, hiç olmadığı kadar ABD’ye karşı birleşmiş durumda” saptaması ABD’nin resmi görüşüdür.

ABD AB’Yİ İKNA EDEMEDİ

Washington, bu gerçek nedeniyle sadece AB’yi değil, Hindistan’ı da yanına almaya çalışıyor. Hindistan’a geleceğiz ama öncelikle ABD’nin AB’yi bu mücadelede ne oranda yanına katabildiğine değinelim.

Hazirandaki sıralı ABD-İngiltere, G7, NATO ve ABD-AB zirvelerinin Biden yönetimi açısından temel hedefi, Çin ve Rusya’yı AB için “düşman” ilan ettirebilmekti. Washington bunu sağlayamadı; evet rakiplerdi, evet risklerdi ama düşman değillerdi. Çünkü Avrupa için kaçınılmaz ticari ortaklardı.

ABD yönetimi, Almanya’yı Rusya’yla yürüttüğü Kuzey Akım-2 projesinden bile koparamadı; onca tehdit sonunda Biden-Merkel görüşmesinde Washington Kuzey Akım-2’yi kabullenmek zorunda kaldı.

Evet, ABD AB’yi ikna edemedi ama İngiltere ABD’nin stratejisine eklemlendi. 15 gün önce ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin ile görüşen İngiltere Savunma Bakanı Ben Wallace, Hint-Pasifik bölgesine odaklanacaklarını duyurdu.

ORTAKLIK GENİŞLETME SÖZÜ

Peki, ABD, AB’yi bile “tam” ikna edememişken, Çin’e karşı Hindistan’ı ikna edebilecek mi? Washington yönetimi Hindistan ile Çin’in Asya’daki potansiyel çıkar çatışmalarını ve mevcut Çin-Hindistan sorunlarını zemin görerek bunu deniyor ve zorluyor. Pentagon bu amaçla “Asya-Pasifik” stratejisinin adını bile 2019 yılından itibaren “Hint-Pasifik” stratejisi diye güncelledi. Biden yönetimi de olanca ağırlığıyla Çin’e karşı Hindistan ortaklığı arayışında. Son olarak ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, bu amaçla Yeni Delhi’yi ziyaret etti ve Hindistan Dışişleri Bakanı Subrahmanyam Jaishankar ile görüştü.

Bu görüşme sonucunda iki bakan “Çin’in bölgede artan etkisine karşı iki ülke arasındaki bağları derinleştirerek güvenlik ortaklıklarını genişletme sözü verdi.” Evet, resmi bir anlaşma yok ama verilen söz var; bir de “savunma sanayisi tedariki” konusunda imzalar...

Sözler içerisinde Blinken’in şu sözü ise ABD’nin Çin’e karşı Hindistan’la işbirliğini nasıl da önemsediğini ortaya koyuyor: “Dünyada ABD ile Hindistan arasındaki ilişkiden daha önemli çok az ilişki var.”

İKİLİ VE DÖRTLÜ MODEL

Özetle ABD bir yandan ikili ABD-Hindistan ortaklığı modeli içinde, bir yandan da dörtlü ABD-Hindistan-Japonya-Avustralya işbirliği modeli içinde Çin’e karşı Hindistan’ı yanına çekmeye çalışıyor.

Peki, Hindistan buna razı olur mu? Soğuk Savaş boyunca bağlantısızlığını sürdüren, üstelik Rusya’yla iyi ilişkileri olan, dahası artık Şanghay İşbirliği Örgütü üyesi de olan Hindistan ABD’nin stratejisine eklemlenir mi? Bunu da bir sonraki yazımızda inceleyeceğiz…

Mehmet Ali Güller-CUMHURİYET


İki yoldan biri… + Bir ‘kırılma’ anına doğru… / Ergin Yıldızoğlu-CUMHURİYET

1) İki yoldan biri…(02/08/2021)

2) Bir ‘kırılma’ anına doğru… (19/07/2021)

                                                                 ***

1) Yine paranoyak bir yazı. En son “Bir kırılma anına doğru” başlıklı yazımda vurgulamıştım, “Bir başka ülkeye bakıyor olsak ‘rejim iç savaşa hazırlanıyor’ demekten çekinmezdik. Söz konusu ülke Türkiye olunca, bu olasılığı düşünmek bile istemiyoruz.” Ancak ülke iki yolun kavşağına geldi. Bu yollardan, yakın tarihte birçok ülkede gidilmiş olan yol ne yazık ki bir iç savaşa çıkıyor. Daha az gidilmiş olan seçilirse belki başka bir menzile ulaşabilir.

YANGINLAR VE KATLİAMLAR

Yaygın orman yangınları karşısında, birileri hemen, hiçbir veriye dayanmadan, dünyanın her yerinde iklim krizinden kaynaklanan orman yangınlarını düşünmeden, “bunlar teröristlerin işi” demeye başladılar. Halbuki bu ülkede siyasi amaçlarla orman yakmak geleneği yoktur. Buna karşılık, ticari amaçlarla rant alanı yaratmak için orman yakmak, orman yok etmek geleneği özellikle son 20 yılda, asalak bir rantiye tabakanın iktidarı güçlendikçe, hızlanarak gelişti. Daha dün, ormanlar yanarken ormanlık arazide yapılaşma yetkisini Turizm Bakanlığı’na bırakan bir yasa çıkarıldı. Son 10 yılda, Ankara’da, Suruç’ta, Ortaköy-Reina’da gerçekleşen katliamlara bakınca da karşımıza İslamcı teröristler çıkıyor. 

Eğer iklim krizini, sıcak dalgasını bir kenara koyarak düşünmek istiyorsak, salt bu gözlemlerden hareketle, aklımıza ilk önce, bu asalak sınıfın, “süreç olarak faşizmin” gelmesi gerekmez mi? Hiçbir kanıt olmadan yapılan spekülasyonların siyasi-insani sonuçları çok ağır olabiliyor.

Örneğin, orman yangınlarıyla ve Kürtleri hedef alan suçlamalarla neredeyse eşzamanlı olarak Konya’da yedi kişilik Kürt asıllı bir aile hunharca katledildi. Marmaris’te HDP binasına bir saldırı düzenlendi. “Patlama sesi duyuldu”, başlığıyla ortalıkta dolaşmaya başlayan İHA kaynaklı bir videoda, çekenlerin daha patlama olmadan “kanı bozuklar” gibi açıkça ırkçı, faşist bir ifade ile yangının, sabotaj olduğunu ima etmeleri, Kasımpaşa’da gazetecileri hedef alan saldırılar, provokasyonların devam edeceğini düşündürüyor. Provokasyonlar tırmanmaya devam ederse, birinci yola girildiğini, “iç savaşa” giden yolun taşlarını döşenmeye başladığını düşünebiliriz.

İÇ SAVAŞ MI DEDİNİZ?

Gerçekten de “İç savaş tehlikesi” ifadesi, son haftalarda insanların aklına giderek daha sık gelmeye başladı. 

Bunun birkaç nedeni var: Birincisi, insanlar son yıllarda Libya ve Suriye iç savaşlarını anımsıyorlar; benzerlikler dikkatlerini çekiyor. İkincisi, siyasal İslamın partisi AKP’nin bir genel seçimlerde tek başına hükümet olacak ve liderini yeniden “Başkan” seçtirecek kadar oy alabileceğine hiç kimse inanmıyor. Üçüncüsü, insanlar siyasal İslamın egemen sınıfının, iktidarı terk edemeyecek kadar yolsuzluğa battığını, keyfi yönetim müptelası, güç sarhoşu olduğunu, liderliğinin, dozu artan biçimde kendini gösteren “yukardan” bakışını, muhalefeti yok sayma eğilimini görüyorlar. İnsanlar, parlamenter sistemin, “güçler ayrılığı” gibi kurumsal özellikleriyle birlikte ortadan kaldırıldığını, YSK’nin AKP aracı haline geldiğini, ülkenin OHAL ile yönetildiğini, bu “koşullarda” rejimin seçimlerle değişmesinin ne kadar zayıf bir olasılık haline geldiğini biliyorlar. Dördüncüsü, insanlar, ülkeye aileleriyle birlikte gelmiş, yaşamaya, çalışarak, iş kurarak entegre olmaya çalışan, sık sık da ırkçı faşist reflekslerin hedefi olan sığınmacılardan farklı yeni bir göçmen kategorisinin son haftalarda şekillenmeye başladığını görüyorlar. Bunlar, Afganistan’dan, İran üzerinden, kimi zaman üniformalarıyla gelen askerlik çağında erkeklerden oluşuyor. İnsanların da aklına, bir zamanlar rejimin Libya’ya taşıdığı cihatçı militanlar geliyor. İster istemez düşünüyorlar: Siyasal İslamın rejimi ülkedeki milyonlarca, güvencesiz, statüsüz, devlet desteğinden yoksun, büyük çoğunluğu perişan sığınmacı varken, ek olarak bunları niye getiriyor? Sonra kaybolmuş kayıtsız silahlar, rejimin temsilcilerinin, “Biz kaybedersek Türkiye batar”, “Bunlara ülke teslim edilmez” gibi ifadeleri de var. 

O çok gidilmiş yola girilmesini önlemek için o yolun, siyasal İslamın açısından yönetilemeyecek kadar yüksek bir risk ve maliyet anlamına geldiğini bir an evvel kanıtlamak gerekiyor. Bu, tarihin de gösterdiği gibi bir ortak direniş hattı yaratabilme cesaretinden ve başarısından geçiyor. 

                                                              ***

2) Bugün, etkin bir siyasi muhalefet geliştirebilmek için, en azından ülkenin içinde olduğu “durumu” ve rejimin doğasını doğru tanımlayabilmek gerekiyor. Böylece, rejimin kendini korumak için göze alabileceği riskler, yapmak isteyecekleri, yapabilecekleri ve yapamayacakları belki öngörülebilir.

DİKKAT! ÖNÜMÜZDE BİR ‘ÇÖZÜMSÜZ ÇELİŞKİ’ VAR

Daha önce iki gelişmeye dikkat çekmeye çalıştım. Birincisi “istikrarsızlıkların istikrarı bozuldu”, denetim altında tutulabilen istikrarsızlıkların oluşturduğu “durum” dağılıyor. Bu dağılan “durumun” ekonomik, siyasi krizleri, rejimin çözüm üretmedeki yetersizlikleri, buna karşılık, suç örgütleriyle ilişkileri, seçmen desteğindeki erime eğilimi, medyada yoğun biçimde tartışılıyor, sokaklarda kendini gösteriyor. 

İkincisi, genel kanı, “yönetemiyorlar, bu durum sürdürülemez” biçimde şekillendi. Ancak rejimin liderliği, iktidarı bırakmaya hiçbir koşulda niyetli olmadığını her fırsatta ifade ediyor. Çünkü, iktidarını terk ederse gidecek bir yerinin olmadığını biliyor. Bu nedenle karşımızda “sürdüremezler ve gidemezler” gibi “paralax” (senteze ulaştırılamaz) bir çelişki var. Bu çelişkinin iki tarafı arasındaki gerilimin bir “kırılma” anına kadar artmaya devam etmesi kaçınılmaz.

Bu saptama, “kopma noktasına” giderken denetlenmesi olanaksız yeni istikrarsızlıkların, belirsizliklerin şekillenmekte olduğunu söylüyor. “Kopuş” noktasından sonra şekillenecek yeni bir “durumun” olası özellikleri, rejimin ve muhalefetinin taktiklerine, harekete geçirebilecekleri güçlere, karşılıklı olarak almayı kabul edecekleri risklerin düzeyine bağlı olacak.

‘MEŞRUİYET KRİZİ’ DERİNLEŞİYOR

Ekonomik kriz, virüs kriziyle birlikte derinleşmeye devam ediyor. Ülke nüfusunun ezici çoğunluğu bu iki kriz altında eziliyor; insanlar, sokakta medyayla her karşılaştıklarında daha önce görülmemiş bir öfke patlamasıyla rejimi ve liderini suçluyorlar. Boğaziçi Üniversitesi’nin, Adıyaman tütüncülerinin direnişi, rejimin bir meşruiyet kriziyle karşı karşıya olduğunu gösteren resmi tamamlıyor. Kamuoyu yoklamalarının sonuçları, yapanların siyasi eğilimlerinden bağımsız, AKP’nin oy tabanının 19 yılın en düşük düzeyine gerilediğini gösteriyor. İlginç olan şu ki ana muhalefet partisi CHP’nin tabanında da benzer bir süreç yaşanıyor. Siyasetin iki ana partisinin birden oy kaybediyor olması, meşruiyet krizinin salt AKP ile sınırlı olmadığını tüm “kurulu düzeni” kapsadığını düşündürüyor.

Bu koşullarda şekillenecek yeni bir “durumun” olası özellikleri, rejimin ve muhalefetinin taktiklerine, harekete geçirebileceği güçlere, karşılıklı olarak almayı kabul edecekleri risklere bağlı olacaksa; üç gelişme trendine baktıktan sonra, “Önümüzde çok tehlikeli bir süreç var” diye düşünmeden edemiyorum.

Birincisi, rejim ısrarla kendi “hakikat rejimini” en radikal biçimleriyle dayatmaya devam ediyor: İstanbul Sözleşmesi’nden çıkıldı, 4. Yargı Paketi çocuklara, yönelik cinsel tacizleri cezalandırmayı neredeyse olanaksızlaştırdı. 

İkincisi, olası bir genel seçimlere OHAL altında gidileceği anlaşılıyor. O koşullarda, dün “Aşı bizde bedava Avrupa’da parayla”“Memleketi bunlara teslim edemeyiz” diyebilen aklın, “Seçimleri ben kazandım” 

dediği, YSK de onaylattığı noktada, muhalefetin etkili bir direniş sergileyebilecek kapasitesi olup olmadığını bilmiyoruz.

ÜÇÜNCÜSÜ, REJİM TARAFTARLARININ 

sosyal medyada paylaştıkları fotoğraflar, silahlanmanın düzeyi ile ilgili bir fikir veriyordu. “OSG” lideri Peker’in video ve tweet’leri sonunda konuyu, Rejimin, kimsenin satın almadığı “kurucu mitosun” inşa sürecinde, taraftarlarına dağıttığı kayıtsız silahlara getirdi. Deneyimli gazeteci Uğur Dündar, 100 bin gibi bir sayıdan söz etti. 

Bir başka ülkeye bakıyor olsak “rejim iç savaşa hazırlanıyor” demekten çekinmezdik. Söz konusu ülke Türkiye olunca, bu olasılığı düşünmek bile istemiyoruz. Her önümüze geldiğinde, “Değildir değildir, bu kadar da olmaz” (Aziz Nesin’in ünlü öyküsüne atıfla) diyerek birbirimiz rahatlatıyor, önlem alma yükünden kurtarıyoruz.

Zaman rejimden yana işlemiyor ama muhalefetten yana işlediğine ilişkin göstergeler bulmak da zor.

Ergin Yıldızoğlu-CUMHURİYET

Unutmayacağım, unutmayacağız - Murat Ağırel / Yeniçağ

 Size bugün güzel ve anlamlı bir hikâye ile ulaşmak istedim…

Mustafa Kemal Atatürk'ün manevi kızı Sabiha Gökçen anılarında anlatıyor:

Bir gün, hiç unutmam, İsmet Paşa köşke hem çok yorgun, hem de çok sinirli gelmişti. Oysa, çoğu kez sinirlerine hâkim olmasını herkesten iyi bilirdi. Şöyle bir yorgunluk kahvesi aldıktan sonra Gazi:

"Hayır ola İsmet" dedi. "Sende bir fevkaladelik var bugün... Ne oldu? Neye sinirlendin?"

İnönü yumuşamıştı. Gülümsemeye çalışarak:

"Türk Hava Kurumu'nun Genel Yönetim Kurulu Toplantısı vardı da..." dedi.

Gazi üsteledi:

"Eee, ne olmuş varsa?"

"Fuat Bey'i epey terlettim... İstifaya filan kalktı."

"Çalışkan çocuktur Fuat... Cemiyeti de diğer milletvekili arkadaşları ile iyi yönetiyor..."

"Bunlara bir diyeceğim yok. Fakat canımı sıkan bir husus oldu.."

"Neymiş o?"

"Hesaplarda kırk para oynuyor!"

"Kırk para… Yani bir kuruş..."

"Evet... Toplantıya sabah onda girdik, saat on yediyi geçiyordu çıktık… Daha önceki toplantıda dikkatimi çekmişti. Bu bir kuruşun nereye gittiğini öğrensinler diye talimat vermiştim. Bulamamışlar... Bugünü de onunla geçirdik. Fuat Bey'in hassasiyetini anlıyorum ama milletimiz ondan daha hassastır. Verdiği paranın nereye gittiğini behemahal bilmek ister. İstifa bu gibi hallerde en kolay çıkar yoldur. Ama kimseyi rahatlatmaz. Hatta söylentilere bile neden olur. Yurttaş bu parayı Türk Hava Kurumu yükselsin diye veriyor."

Gazi Paşa gülümsedi:

"Demek mesele bu... Kırk paranın hesabı seni bu kadar yorup üzdü. Tam adamını bulup bunların başına getirmişim. Haklısın. Kırk para günün birinde kırk lira, kırk lira da dört yüz lira olur. Bu da giderek büyür halkın ağzında. Böyle kuruluşlara olan güveni sarsar. Biz Cumhuriyeti kurarken, böyle kırk paralara çok ihtiyacımız oldu. Peki, ne yaptın sonunda?"

"Muhasebeciyi çağırttım. Memurları seferber ettim. Ve kırk paranın yanlışlıkla bir başka hesaba geçirildiğini bulup çıkarttırdım. Bundan sonra da bu gibi hataları affetmeyeceğimi söyledim kendilerine. Bizim milletimiz gerçekten de elindekini avucundakini verir. Hiçbir ulus Türk ulusu kadar cömert değildir. Ama verdiğinin doğru dürüst yerlere sarf edildiğini görmek ister. Hem de buna inanmak ister. Türk Hava Kurumu'nun halktan toplanan paralarla uçaklar alıp askeriyeye hediye etmesinden duyulan memnuniyet büyüktür. Bu güzel havayı ne kırk para uğruna, ne de yüz para uğruna bozmaya kimsenin hakkı olmasa gerektir."

Türk Hava Kurumu'nun kırk parası uğruna harcanan emek ve zamanı belgeleyen kutsal bir olay...

Şayet ülke ve bazı müesseseler bugüne kadar sarsılmadan, alnının akıyla gelebilmişlerse hep bu "kırk para"nın hesabı sorulduğu, milletin parası üzerine titrendiği için gelinebilmiştir kanısındayım. Onlar bir başka devlet adamlarıydı.

Bir de şimdikilere bakıyorum…

İşte THK, bu zihniyet, devlet adamlığı ve bilinci üzerine inşa edildi. Bugün Türkiye'nin ne durumda olduğunu görmek istiyorsanız Türk Hava Kurumu'nun haline bakın. Bakın ve bizi yönetenlerin zihniyetini ve bilincini anlayın.

THK uçakları hangarda yatarken cayır cayır yanan yurdumun ormanlarına "Teşkilatım istemiyor" gibi saçma bir gerekçeyle uçakların kullanılmasına karşı olan tarım ve yetmezmiş gibi orman bakanı olan Sayın Pakdemirli…

Size sesleniyorum.

Biz Türk Milletinin çabuk unuttuğunu düşünüyorsunuz ancak unutmayacağız.

Çok net söylüyorum.

Orman yangınlarına her kim sebep oluyor ise, kimin ihmali var ise ve adı ne olursa olsun Tanrının laneti üzerlerinde olsun. Sorumlular bulunup en ağır cezayı almalıdırlar.

Orman işçileri, yurttaşlar canları pahasına orman yangınlarına müdahale etmeye çalışıyorlar. Tek ağaç için gözlerini kırpmadan can veriyorlar can…

Ya elinde her türlü imkân olmasına rağmen siyasi saikler ile ihmalleri bulunanlar?

Açıkça yazıyorum, siz Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca gelmiş geçmiş en kötü Tarım ve yetmezmiş gibi Orman Bakanısınız.

Türkiye'nin ciğerleri yanarken veyahut yakılırken hangarlarda uçakları çürümeye terk etmenizi unutmayacağız.

Kameralar karşısına geçip "motor yok" diye espri yapmanızı, yalan söylemenizi unutmayacağız.

Elinden tohum düştüğünde yeşeren toprakları kuraklığa terk etmenizi, halkı kandırmanızı unutmayacağız.

Denizleri müsilaja boğmanızı unutmayacağız.

Topraklarım, susuzluktan inim inim inlerken oturup izlemenizi unutmayacağız.

Çiftçi, bankalara boğdurulurken sizin yurt dışından "paramız var ki alıyoruz" alayınızı unutmayacağız.

Türkiye'nin her yerinde eş zamanlı yangınlar çıkmışken düğüne/nikaha giden kayyumları unutmayacağız.

Basiretsiz, beceriksiz olan, ne yazık ki yönetici olanları unutmayacağız.

Evi yanan Hamide Teyzenin feryadını, "Ev, araba, mal, mülk yerine konur. Torunumun geleceği yok oldu" diyen, orman işçilerine su taşırken can veren yiğit kardeşim Şahin Akdemir'i unutmayacağız.

Yanan hayvanları için gözyaşı döken Mehmet Amcayı unutmayacağız.

Yaralanan kolunu kendi sarıp tek bir ağaç kurtarma umudu ile görevine koşan Cihan Toşur'u unutmayacağız.

Sizi unutmayacağız ve unutulmamanız için de her şeyi yapacağız...

Murat Ağırel / Yeniçağ

1 Ağustos 2021 Pazar

Ağla sevgili yurdum... - Işıl Özgentürk / Cumhuriyet

 Ağla sevgili yurdum, 

Bütün tersanelerine girildi, bütün limanlarına el kondu.

Derelerin boğuldu.

Bütün madenlerine el kondu. 

Bütün ormanlarına el kondu.

Doğmuş ve doğacak yavrularının geleceğine el kondu. 

Genç kızlarının, genç erkeklerinin en haklı rüyalarına el kondu.

Kadınlarının, kadınlıklarını yaşamalarına el kondu.

Erkeklerin horon tepmelerine el kondu.

Bütün türkülerin kara bir çarşafla kapatıldı.

Bütün şarkılarının sesi kısıldı. 

Bütün denizlerinin bereketine el kondu.

Bütün masallarına, söylencelerine el kondu.

Mangal sefalarına, kaldırılan kadehlerine el kondu. 

Sürüsünü otlatan çobanın sürüsünü kurtlar kaptı.

Marangozların elleri köreldi.

Küçücük kızlarının ırzına geçildi.

Bebeler sessizce ölümü bekler oldular.

Baharda açan bademlere ölüm suyu yürüdü.

Çamlar boyunlarını büker oldular.

Zeytin ağaçları kesilirken incecik ağladılar. 

Gök maviyi unuttu. 


Ağla sevgili yurdum, 

Ey vakitsiz ve haksız ölümlerin ülkesi.

En güzel hayallerine veda etmişsin, 

Ağla sevgili yurdum, ağla


Sen ki, güzeller güzelisin

Aşksın, sevdasın, hayatsın 

Mavinin en güzeli sensin

Yeşilin en kuzgunu sensin

Sen kırlangıçların yurdusun

Masum serçelerin

Mavi yunusların yurdusun

Bahar en çok sana yakışır 

Kış seninle güzel 

Sararmış yaprakların şiir yazdığı bir yurtsun sen 

Ağla sevgili yurdum, ağla...

Şahin Akdemir, yangını söndürmeye çalışanlara can suyu götürürken öldü. Adı bir ormana verilsin!

Kusura bakmayın, içimden sadece bu sözler geldi. Ağlamak, bir yurt için ağlamak, işte bugünlerde yaptığım bu. 

Not: Yangın, tıpkı deprem gibi yok edicidir. Ve bir ülkede 60 yerde alevler ormanları, hayvanları, börtü böceği öldürüyorsa bu ulusal bir afettir. Bu nedenle şimdilik kim yaptı, nasıl oldu gibi soruları bir yana bırakıp tüm ülke afet bölgesi ilan edilmelidir. Ayrıca yangınlar sadece o ülkede yaşamı söndürmez, gezegenimizi de usul usul öldürür. Bu nedenle komşularımız yardıma çağrılmalıdır. Ayrıca tüm sivil kurtarma ekipleri ve askerlerimiz yangın söndürme işine koşmalıdırlar. Ülke ölürken saç taranmaz. Milli yas ilan edilmelidir. Teknelerde erik dalıyla göbek atanlara izin verilmemelidir. Ölen hayvanların çığlıkları gökyüzünü doldururken, kumlara uzanmış ayak fotoğraflarının, deniz kıyısında ağzını burnunu büzerek çekilen fotoğrafların insanda yarattığı aşağılanma duygusu yıllarca tedavi edilemez. Ülke olarak toparlanma, insan olduğumuzu anımsama zamanlarındayız. Tüm bunlar olurken Konya’da sadece Kürt oldukları için öldürülen ve evleri yakılan yedi yurttaşımız hepimizin yurttaşıdır. 

Aman dikkat, iç savaş böyle başlar ve ne yazık ki kimseye hayrı olmaz! Örneklerle sabittir: Irak, Suriye, Afganistan.

Işıl Özgentürk / Cumhuriyet

31 Temmuz 2021 Cumartesi

Yeşilçam'ın usta oyuncularından Nedret Güvenç vefat etti - EVRENSEL

Oyuncu, yönetmen ve seslendirme sanatçısı Nedret Güvenç, 90 yaşında yaşamını yitirdi.

Sinema ve tiyatronun usta isimlerinden Nedret Güvenç 90 yaşında yaşamını yitirdi. 

Kültür ve Turizm Bakanlığı, Güvenç'in vefatının ardından "Tiyatro ve sinemamızın duayenlerinden Nedret Güvenç'in vefatını üzüntüyle öğrendik. Merhumeye Allah'tan rahmet, ailesine, yakınlarına ve tüm sanat camiamıza başsağlığı diliyoruz." mesajını sosyal medya hesaplarından paylaştı.

Film Sanayi ve Tüm Sanatçıları Güçlendirme Vakfından (FİLM-SAN) yapılan açıklamada, "Türk tiyatrosunun ve sinemasının usta oyuncularından Nedret Güvenç'i kaybetmenin üzüntüsü içindeyiz. Kendisine Allah'tan rahmet, ailesine ve sevenlerine başsağlığı diliyoruz." ifadelerine yer verildi.

İstanbul Şehir Tiyatroları da sosyal medya hesabından "Tiyatromuzun, Türk tiyatrosu ve sinemasının duayen isimlerinden Nedret Güvenç'i kaybetmenin derin üzüntüsünü yaşıyoruz. Ailesinin, dostlarının ve tüm tiyatro camiasının başı sağ olsun." açıklamasını yaptı.

NEDRET GÜVENÇ KİMDİR?

İzmir'de 5 Eylül 1930'da dünyaya gelen usta oyuncu, ilk ve ortaöğrenimini İzmir'de tamamladıktan sonra Ankara Devlet Konservatuvarında şan ve piyano bölümlerini bitirdi.

İlk olarak İzmir Şehir Tiyatrosu'nda 1948'de "Kadınlar Terzihanesi" isimli oyunla sahneye çıkan Güvenç, İzmir Şehir Tiyatroları 1950 yılında kapatılınca İstanbul'a taşındı ve İstanbul Şehir Tiyatroları'na katıldı.

Nedret Güvenç, 1950'de de "Yüzbaşı Tahsin" fil­miyle sinemaya adım attı. Sanat hayatı boyunca 300'den fazla filmde rol alan ünlü oyuncu, bir­çok yabancı filmin seslendirmesinde de çalıştı.

1959-1960 yılları arasında Ankara Devlet Tiyatrosunda da konuk oyuncu olarak sahneye çıkan sanatçı, sonrasında tekrar İstanbul'a döndü. 1974'te "En Büyük Kumar", daha sonra "Bernarda Alba'nın Evi" oyununun yönetmenliğini üstlendi.

Güvenç, 1995'te İstanbul Şehir Tiyatrolarından emekli olduktan sonra "Tiyatro İstanbul" bünyesine katıldı. Sayısız tiyatro oyununda da başrol oynayan ve bu dalda pek çok ödül alan Güvenç'e 1998 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığınca "Devlet Sanatçısı" unvanı verildi.

Türkiye'nin 2009 Dünya Tiyatro Günü bildirisini Nedret Güvenç yazmıştı.

Nedret Güvenç'in kaleminden 27 Mart (2009) Ulusal Bildirisi:

“Ben bir tiyatro oyuncusuyum. Bütün dünyam tiyatrodur. Gücümü sahne ışıklarından alırım.

Ben bir sahne işçisiyim, bir ağır işçi. İşim gereği gece-gündüz çalışırım; buradan sizlere en güzel, en doğru, en çağdaş ve gerçekçi bir oyunla ulaşmak için. Bir oyun, bir oyun daha, bir oyun daha…

Böyle mutlu geçen ömrüm, yeter ki siz burada olun ve birlikte kotaralım oyunumuzu.

Birlikte gülelim, birlikte ağlayalım, birlikte coşalım, şaşalım, sevinelim ve birlikte düşünelim. Oyunun sonunda tiyatronun o vazgeçilmez gizemi içinden, alkışlarınızla, birlikte uyanalım.

Güzel bir oyun sonrasının tatlı yorgunluğu içinde zevkle göz göze gelelim.

Bu gece oyunumuzu her zaman olduğu gibi gene sizin şerefinize oynuyoruz ve 27 Mart Dünya Tiyatro Günü'nü birlikte kutluyoruz. Bize katıldığınız için sonsuz teşekkürler.

Şimdi biraz dertleşelim: Son yıllarda Türk Tiyatrosu adına olumlu-olumsuz pek çok konuşmalar yapılıyor.

Kimileri seyircinin giderek düzeysiz komedilere şartlandırıldığını, hele hele özel tiyatroların, gişe kaygısı nedeniyle, ucuz prodüksiyonlarla yetinmek zorunda kaldıklarını, bunun da sanatsal bir erozyon olduğunu savunuyor. Kısmen doğru olabilir ama tüm yokluklara karşın sanat heyecanı ile hala perde açabilen özel tiyatro yapımcılarımızın ve sanatçılarımızın verdikleri mücadele göz ardı edilemez.

Bazılarıysa, "Güldürü, güldürü, güldürü!" diyor. "Seyirci artık gülmek istiyor, düşünmek istemiyor" diyerek seyircilerimizi küçümsüyor.

Gene bazıları da, "Maaşlı memurdan sanatçı olmaz" diye ödenekli tiyatrolarımızı hedef alıyor.

Oysa onların "ana tiyatro" niteliğini ve Türk Tiyatrosu'nun kurucusu olduğunu unutuyor.

Oradan yetişen birbirinden değerli büyük sanatçıların varlığını görmüyor.

Bazı güzel insanlar da başlangıçtan bu yana Türk tiyatro sanatçılarının içinde çok büyük yetenekler olduğunu savunuyor ki aynı kanıdayım.

En ilginç olanı da, bazı çok bilirler, "Artık hiç kimse tiyatro yazmıyor, tiyatro yazarlarımıza ne oldu?" diye bir yanılgıdan yola çıkıyor. Bu çok önemli; çünkü yazarsız tiyatro olmaz.

Bence bunu birlikte çözeceğiz, ama önce yazarlarımızı dinleyerek. Çünkü çok değerli ve büyük tiyatro yazarlarımız var.

Bu arada bazı tiyatro severlerimiz, "Ah nerede o eski tiyatrolar! O eski oyunlar, o eski tiyatro sanatçıları!" diye yerinip yerinip duruyor. Oysa çevreye dikkatle baksalar gençleri görecekler. Bir değişimin, bir gelişimin yaşandığını fark edecekler. Genç tiyatrocular iş başında!.. Hepsi de yetenekli, yürekli ve cesur.

Bir araya gelip kendi özgün tiyatrolarını kuruyorlar. Yazıyorlar, oynuyorlar ve devamlı perde açıyorlar.

Ben onlara "safkan tiyatrocular" diyorum. Ve gene diyorum ki, günümüzün sanal ortamlarına karşın, Türk Tiyatrosu tüm gerçekliğiyle dimdik ayakta. Yeni ve çağdaş bir Türk Tiyatrosu hızla kendini bütünlerken, taptaze ve kararlı bir "jön Türk" tiyatronun müjdesini veriyor.

Çoğu tabuları yıkan bu özgür soluklu tiyatronun temelinde insanoğlunun gerçekleri var. Ama her şeyden öte, ülkemizin ve ülkemiz insanının iç güzelliği, kadirbilirliği, kaderciliği ama en umutsuz anlarda bile, o şaşmaz iradesi, kararlılığı ve sağlamlığı var.

‘Sanatçı alnında ışığı hisseden insandır’ diyor Büyük Önder… Bizler o ışığı sizlerden alıyoruz.

Ve dünya durdukça, kim ne derse desin, her söze verilecek en doğru cevap buradan olacaktır, tiyatro sahnelerinden. Çünkü sizler buradasınız.

O halde çalsın son ziller! Açılsın perdeler!”

Evrensel-Kültür

Terörün kaynağı emperyalizm - Erhan Nalçacı / SOL

 ABD ve Fransa özel harekât alanında işbirliğini içeren bir yol haritasına imza attı. Tesadüf mü, yoksa yol haritasına dâhil mi, bilemeyeceğiz ama Temmuz'da üç devlet başkanına suikast girişimi oldu.


Temmuz başında pek dikkat çekmeyen bir haber yayınlandı. ABD ve Fransa Savunma Bakanları özel harekât alanında işbirliğini içeren bir yol haritasına imza attılar. Özelikle Afrika ve Ortadoğu’da işbirliğinin önemine değindiler ve cihatçı örgütlerin oluşturduğu tehdide dikkat çektiler. Ayrıca ABD Savunma Bakanı Austin Fransa’nın Pasifikteki desteğinin kıymetine vurgu yaptı.

Cihatçı tehdidinin hemen çoğu kez bu güçlerin kendisi tarafından yaratılıp yönlendirildiğini biliyoruz. Tehdidin müdahaleleri için bir bahane olduğu çok aşikâr. Örneğin bu köşede, Fransız işçi sınıfının somut başlıklarda direnişinin yükseldiği geçen yıllarda cihatçı terör eylemlerinin birden boy gösterdiğini ve buna dayanarak olağanüstü hal ilan ettiklerini yazmıştık.

Bu iki devlet için özel harekât ise emperyalist amaçlarla nokta operasyonlar anlamına geliyor. Anlaşmadan cinayetlerini birlikte işleyecekleri bir yol haritası üzerinde anlaştıkları anlaşılıyor.

Artık bir tesadüf müydü, yoksa yol haritasına dâhiller miydi, bilemeyeceğiz ama Temmuz ayında üç devlet başkanına karşı suikast girişimi oldu.

İlki, daha önce değinmiştik, Haiti Devlet Başkanı Moise’nin çoğu Kolombiyalı ve ABD’de özel harekât eğitimi almış küçük bir askeri birlik tarafından öldürülmesi oldu.

ABD emperyalizminin yarattığı dayanılmaz yoksulluk sürekli bir ayaklanma hali yaratmıştı Haiti’de ve öldürülen Moise ABD’nin adamı olmakla birlikte anayasayı ve meclisi askıya alarak rejimi tıkamış gözüyordu.

Eski Fransız sömürgesi ve bir türlü Fransa’nın elini çekmediği Sahel Afrika’sında Mali Devlet Başkanı Goita ise iki kişinin bıçaklı saldırısına uğradı fakat kurtuldu. Saldırganlardan biri gözaltına alındı ve üç gün sonra hücresinde ölü bulundu.

Şekil: Haritada Temmuz ayı içinde devlet başkanlarına suikast girişimi söz konusu olan iki eski Fransız sömürgesi görülüyor: Mali ve Madagaskar

















Mali tarihini ve iç dinamiklerini gözden geçireceğimiz bir yazı değil bu, ancak kısa bir süre önce yapılan darbenin lideri olan Goita’nın Fransız sermayesinin çıkarlarına çomak soktuğu anlaşılıyor.

Üçüncüsü ise yine eski Fransız sömürgesi olan Madagaskar’da açığa çıkarılan ve Haiti suikastına çok benzer bir kurgu taşıyan Devlet Başkanına suikast girişimiydi. Plana göre özel eğitimli bir askeri birlik başkanı öldürecekti. Yakalanan iki kişinin Fransız Özel Harekâtının emekli subayları olduğu anlaşıldı.

Neden Batı emperyalizmi bu tip terör operasyonlarına gereksinim duyuyor?

Öncelikle hegemonya alanlarını kontrol etmekte güçlük çekiyorlar. Pandemi var olan yoksulluğu artırdı, düzenin kontrol mekanizmalarını zayıflattı, bir emekçi ayaklanmasına karşı tamponları inceltti.

Öte yandan kendi adamlarına bile güvenemiyorlar, hegemonya kaybı düzen unsurlarının ikili oynamasına izin veriyor.

Eskiden olsaydı, kurdukları düzen sıkıntıya girdiğinde hemen orduyu yollarlardı. Mali ve Haiti’nin defalarca askeri olarak işgal edilmesi gibi.

Washington Post örneğin, ABD’nin bir an önce Haiti’yi işgal etmesini hararetle önerdi geçenlerde.

Ancak askeri işgal pahalı bir olay günümüz emperyalist ülkeleri için. Hepsinin bütçe sıkıntıları ve öncelikleri var. 

Ayrıca her askeri işgal uluslararası alanda prestij kaybı anlamına geliyor. Malum “demokrasi” bunlardan soruluyor. Hele kendi emekçi sınıflarının işgale tepkisinden daha da rahatsız oluyorlar.

Emperyalizm içi rekabetin getirdiği kısıtları da eklemeliyiz.

Bu durumda anlaşılan operasyonlar için özel harekâtçı kiralık küçük askeri birlikleri tercih edecekler.

Sırada kimler var göreceğiz. Lübnan, Irak, çeşitli Afrika devletleri, Güney Amerika…

Ancak terör bununla bitmiyor. 

Küba’da giriştikleri kışkırtmadan sonra geçen gün Paris’teki Küba büyükelçiliğine molotofkokteylli saldırı oldu. Sanki ABD ve Fransa anlaşmanın şerefine bir açılış merasimi yaptı.

Kendi yönlendirdikleri cihatçı çeteler üzerinden yaptıkları listeye eklense uzar gider.

Örneğin, yine Temmuz ayında Pakistan’da Çin’in Yeni İpek Yolu inşasında çalışan mühendisleri taşıyan otobüse bombalı saldırı oldu ve dokuzu Çinli mühendis olmak üzere 13 kişi yaşamını yitirdi.

Emperyalizm tükenmeden terör de tükenmeyecek. 

Boşuna insanlığın acilen sosyalizme ihtiyacı var demiyoruz. 

Erhan Nalçacı / SOL

Kutsal yalan - Orhan Gökdemir / SOL

 “Kabataş Yalanı”, yakın tarihte tanık olduğumuz en kışkırtıcı, en ağır yalandır. Yeniden gündeme gelmesini Elif Çakır’a ve Akit gazetesine borçluyuz.

Yalan artık çok yaygın. Kuşkusuz pek çok kaynağı var. Ama o kaynaklardan en kuvvetli olanı dini inanç. Dinlere göre belli durumlarda baş vurulabilecek olağan bir yöntem yalan. İbrahim’in karısı Sara’yı Firavuna kız kardeşi olarak tanıtmasıyla başlıyor, “şeytan ayetleri” ile devam ediyor. Kutsal yalandır. Söylemeyi emretmiyor tabii, böyle olmakla birlikte başvurulmasını kolaylaştırıyor, yol veriyor. Teknik adı “takiye”dir.

Mehmet Zeki Pakalın, sözlüğünde, şöyle tarif ediyor: “İman ve itikadını, yerine ve zamanına göre, saklayarak başka türlü itikat ve başka biçim iman izhar (belirtmek- göstermek) etmek, diğer bir tarifle, olduğu gibi görünmemek, göründüğü gibi olmamak yerinde kullanılır bir ıstılahtır. Hassaten Şiiler, Sünnilerle karşılaştıkları ve maksatlarına ermek için o yolda göründükleri zaman bu yolu tutarlar.” Tarifinde iman ve itikat var.

Yalanın Şiilerle ilişkilendirilmesinin ilginç bir hikayesi var. Pakalın’ın verdiği bilgiye göre Şii fırkalarda, özellikle İsnaaşeriyye’de dini bir prensip, bir inanç esası olarak kabul edilmekteymiş. Pakalın, “Onlara göre, takıyye vaciptir ve onu terk etmek bir ibadeti terk etmeye denktir” diyor. Peki nereye kadar? Cafer-i Sadık, “Mümine karşı takıyye yapmak şirktir. Münafığa karşı ise bir ibadettir. Emirlerle (devlet yöneticileriyle) bir araya gelip kaynaşın ama içten onlara karşı çıkın” diyerek çizmiş sınırını. Ancak inançta sınırların çok kolay aşıldığını siliyoruz.

Yalanın ibadet haline gelmesinin ise dramatik bir tarihi var. İslam’ın ilk yüzyılları iç savaş içinde geçti. Ali ve Hüseyin’in öldürülmeleriyle taraftarları (Şiiler) çok zor bir durumla karşı karşıya kalmıştı. İktidara el koyan Emeviler, Ali taraftarlarını kovalamaya, yakalayıp “etkisiz hale getirmeye” koyuldular. Yakaladıkları Şiileri, Ali ve ailesine hakaret ederek Aliye sadık olup olmadıklarını anlamak için sınavdan geçiriyorlardı. Yalan söylememenin sonu ölümdü, takiye tek kurtuluş yoluydu. Haliyle düşmanın eline düşen, kendini kurtarana kadar inancını inkâr etme hakkına sahipti.

Demem o ki yalanın kökeni dinseldir. Esası dinini saklamadır, bir mezhebe dahilsen ve o mezhepten olmadığını sansınlar diye yalana başvurabilirsin; yalanın sıradanlaşmasına yol açan bir gelenektir. Tabii, bir kere söyleyen her zaman söyler. Ancak dini saklama, inançlılar arasında yalanın en ağırıdır ve diğer yalanlar bunun yanında önemsiz, hafif kalmaktadır. Dinin saklayan her şeyini saklar. Kendini sırf “gibi görünmek” üzerine kurgulayan pek çok inanç biliyoruz. Demek ki dinde yalan var. 

***

AKP ile birlikte bizde de yaygınlaştı. Belki toplumun önemli bir bölümünü “münafık” kabul etmelerindendir, meşru görüldüğünü ve çok rahat söylendiğini biliyoruz. “Kabataş Yalanı” da onlardan biri, yakın tarihte tanık olduğumuz en kışkırtıcı, en ağır yalandır. 

Yeniden gündeme gelmesini Elif Çakır’a ve Akit gazetesine borçluyuz. Çakır büyük “Kabataş yalanını” iktidar adına imal eden gazeteciydi ve o tarihte pek makbuldü. Ancak AKP bölündü ve Çakır AKP’nin dışında kalanların yanında saf tuttu. Böylece yalanı da yalan oldu. Üstüne takiyeden vazgeçip türbanını da çıkarınca eski “yalandaşı” Akit’i çok kızdırdı. O kızgınlıkla “Kabataş’tan sonra baş örtüsü de yalan oldu” diye başlık attı. Çakır, Akit’in diliyle “evrim geçirmiş”, “gibi görünmekten” vazgeçmişti.  

Peki Çakır’a yalanında yardımcı olan kim? Bir AKP belediye başkanının gelini. Zehra Develioğlu, 2013 yılındaki Haziran ayaklanmasında, başörtülü olduğu için saldırıya uğrayıp işkence gördüğünü öne sürmüş, başından geçenleri de Elif Çakır’a anlatmıştı. Ama Akit, Çakır’a “yalan oldu” derken, AKP’nin hayal gücü güçlü gelinini unuttu. Unutmaları da takiyedir, biliyoruz. O kadar ki, Akit denen paçavra da o tarihte yalancılar arasındaydı. Elif Çakır’in iddialarını “Bunun adı hayvanlık” diye haberleştirmişlerdi. Tabii, hayvan dedikleri, bugün yalancı çıkardıkları Elif Çakır değil, hayali saldırganlardı. Üstelik Akit de Çakır’a nazire olarak başka bir yalan uydurmuştu. “Bizi öldürecekler anne başını aç” başlığıyla manşet yapmışlardı geç kalmış yalanlarını. Güya başı kapalı bir öğretmen Kadıköy’de “Gezicilerin” saldırısına uğramış, saldırı sırasında kızı böyle bağırmıştı. Meali “zordayız anne, takiye yap”tır, Akit meşrebine uygundur. 

***

soL’da bizim Ali Ufuk Arıkan derleyip toparladı, unutanlara hatırlattı. Uzun bir takiyeciler listesidir. 

Büyük yalan, dönemin başbakanının Meclis’te “Çok önemli bir yakınımın gelinini yerlerde sürüklediler” diye başlayan sözleriyle duyuldu. Dönemin Hürriyet gazetesi yazarı İsmet Berkan’ın onayıyla pekişti. Yandaş Berkan, “Çok ama çok acı bir öykü. Maalesef gerçek” diye yazdı; Mobese görüntüleri dahil pek çok delil vardı dediğine göre. “Siz izlediniz mi?” diye sordular, “evet” diye yanıtladı. Zehra Develioğlu’na “üzerleri çıplak, deri eldivenli, bandanalı 70-100 Gezi eylemcisi saldırmış, darp etmiş, üstüne üstlük ortalık yerde donu indirip üzerine işemişlerdi.

Ancak Berkan’ın izlediği, başbakanın görmüş gibi anlattığı olayın gerçekliğine değin hiçbir kanıt yoktu. Herkes hayal görmüş veya yalan söylemeye ikna edilmişti. Yalan ortaya çıkınca son bir hamle daha yaptılar. Farklı gazetelerden iktidara yakın 15 köşe yazarı, aynı gün “Diliniz kaba, vicdanınız taş” ortak başlığıyla yalanı tahkim ettiler. O yalancı yazarları ve gazetelerini de not edelim:

Ahmet Kekeç (Star), Ardan Zentürk (Star), Halime Kökçe (Star), Murat Çiçek (Star), Saadet Oruç (Star), Ersoy Dede (Yeni Akit), Kenan Alpay (Yeni Akit), Fuat Uğur (Türkiye), Mahmut Övür (Sabah), Kemal Öztürk (Yeni Şafak), Merve Şebnem Oruç (Yeni Şafak), Yasin Aktay (Yeni Şafak), Abdülkadir Selvi (Yeni Şafak), Cemile Bayraktar (Yeni Şafak), Abdülhamit Güler (A Haber)… Yalana ortak olan Balçiçek İlter gibi önemsiz failleri de hatırlatalım, geçelim. 

Enver Aysever Habertürk’te bu önemsiz Balçiçek’in sunduğu bir programa katıldı. Karşısında birçok “yalandaş” vardı. Aysever yalan habercilikle ilgili konuşurken Star gazetesi muhabiri Elif Çakır’ın ortaya attığı “Kabataş’ta saldırı” iddiasını hatırlattı ve “Kabataş yalanınızdan dolayı yargılanacaksınız” dedi. Yalandaşlar sinirlendi, canlı yayını terk etti. O yalandaşlardan biri olan Halime Kökçe hızını alamayarak Aysever hakkında dava açtı, kaybetti. Mahkeme onaylı bir yalandır. 

***

Dinde takiye var, günah değildir ama laik hukuk düzeninde yoktur ve ağır bir suçtur. Bu durumda yalan ortaya çıkmış ancak suç ortada kalmıştır. Başta iddiayı ortalığa atan yalancı gelin ve sorgulamadan çanak tutan gazeteciler suç işlemişler, toplumu kandırmaya, Haziran isyancılarının üzerine saldırmaya çalışmışlardır. Organize bir harekettir ve cezası da ağırdır. 

Biliyoruz, yalan fıtratlarında var, söylerler. Dinini saklamakla başlar ve sıradan adi yalanlar dönüşerek evrimini tamamlar. Kabataş yalanı o evrimin son durağıdır. Demek ki iktidarı dinselleştirmek, yalanın iktidarını kurmakla eş anlamlıdır. Yalanla gelirler ve yalanla tutunurlar. Her şeyleri yalandır. 

Biz de ise yalan yok, ortalıkta kalan hesap bizimdir. Yalanın iktidarına son vererek başlayacağız ve bütün yalanların hesabını göreceğiz. 

Orhan Gökdemir / SOL

29 Temmuz 2021 Perşembe

Bir Garibin Öyküsü - Barış Pehlivan / Cumhuriyet

 Bataklık Operasyonu’ndaki örgüt lideri Nejat Daş’a dair haber üstüne haber okuyoruz. Uyuşturucu baronunun ilişkili olduğu bazı isimlerin nasıl kurtarıldığını öğreniyoruz. Onun bürokrasideki ve siyasetteki adamlarını fark ediyoruz.

Ve o haberlerin altında şu bilgiyi görüyoruz:

Nejat Daş, 8 Kasım 1994’te duruşma için geldiği İstanbul’dan Sinop Cezaevi’ne götürülürken jandarmaların elinden kaçmıştı.”

Merak ettim, o jandarma erlerine ne oldu acaba? Ve çok trajik bir bilgiye ulaştım.

Baron Daş yurtdışına kaçarken daha yirmi yaşında olan askerlere cezaevi yolu göründü. Firara yardım etmekle suçlanıyor, beş yıla kadar hapisleri isteniyordu. Haftalarca tutuklu kaldılar, ilk duruşmada tahliye oldular. 

Vatani görevini yaparken kendisini cezaevinde bulan erlerden biri de Levent Kuşoğlu idi. Dört duvar arasından çıkınca biraz dinlenmek için Sinop’taki birliğinden izin istedi. Ancak izin verilmesi bir yana, Hakkâri’nin Çukurca ilçesindeki Pirinççeken Karakolu’na deyim yerindeyse sürüldü. Vatan sağ olsun, dedi; gitti. 

Tanıyanlar anlatıyor; uzun boylu, renkli gözlü, çakı gibi bir askerdi. 

Suçlandığı davadan beraat etmiş, tezkeresine kısa bir süre kalmış, artık dinlenecekti. 

Ama, işte... 

PKK, 21 Haziran 1995 gecesi Pirinççeken Karakolu’na baskın düzenledi. Çıkan çatışmada 11 şehit verdik. Ve evet, toprağa verdiklerimizden biri de Levent’ti. 

Parayla cezaevinden kaçırılan büyükleri konuşuyoruz da yerlerine beton mezarlara koyduğumuz suçsuz fidanların öykülerini unutuyoruz. 

Âşık Mahzuni’nin 

Bak taşına acı acı / 

Bu mezarda bir garip var” sözünü hatırlatır gibi... 

Er Levent Kuşoğlu’nun yattığı mezarlığın adı Gariplik’ti.

15 TEMMUZ’UN HENÜZ İZLEMEDİĞİMİZ GÖRÜNTÜLERİ

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, “Nerede olduğunu biliyoruz ama bizde kalsın” demişti. 

Anadolu Ajansı, “Berlin’de saklandı” diye yazmış, Alman medyası doğrulamıştı. 

Gelin görün ki sırlarıyla birlikte halen kayıptı.  

Adil Öksüz’den bahsediyorum. 

Beş yıl aradan sonra gazeteci Müyesser Yıldız, Akıncı’daki görüntülerini ortaya çıkardı. Gerçeğin inatçı izcisi bir gazeteci sayesinde, Öksüz’ün 15 Temmuz’da üste olduğu bir kez daha kanıtlandı. 

Evet, Akıncı’daki gazinodan uğurlanırken birkaç saniye görünüyordu kilit isim. 

Evet, darbe girişiminin yönetildiği gazinoyu gören yedi kamera çok önceden karartılmıştı. 

Ve evet, Öksüz’ün konuşmaması için bazı eller onu kaçırdı. 

Ama şu sorular da halen kafamı kurcalıyor: 

Adil Öksüz, Akıncı’ya nasıl girdi? 

Yani, lojman nizamiyesinden mi, TAİ tarafından mı yoksa Kazan cephesinden mi üsse giriş yaptı? 

Çıkışı gördük de giriş yaptığı kapının önündeki kamera görüntüleri nerede? 

Girerken kimler vardı yanında? 

Gazinoya kadar hangi araçla taşındı?

Keza, sadece Akıncı’daki nizamiye kameralarından değil...

Ankara’daki MOBESE ve Plaka Tanıma Sistemi’nden bile onlarca Adil Öksüz görüntüsünün elimizde olması lazım değil mi? 

Ya da birilerinin elinde de biz mi henüz izlemedik?

CEBİMİZDEKİ CASUS KİME ÇALIŞIYOR?

İsrailli bir şirketin yarattığı Pegasus adlı casus yazılım dünyada konuşulmaya devam ediyor. Biz ise yeterince irdelemiyoruz. Oysaki ülkemizde öldürülen Cemal Kaşıkçı’nın ve hatta o cinayeti soruşturan başsavcı İrfan Fidan’ın dahi gizlice dinlendiği ortaya çıktı, hakkıyla tartışmıyoruz. 

Sahi, siyasetçilerden gazetecilere tüm dünyadan on binlerce kişinin her hareketinin takip edildiği bir skandal bizi neden ilgilendirmiyor? Alıştığımız için mi? Artık şaşırmıyor muyuz? Yoksa, biz de mi kirliyiz?

Doğru, bu ülkede devlet üniforması giyenler tarafından illegal şekilde dinlendik. 

Doğru, bu ülkede güvenliğimizden sorumlu kişiler evlerimize gizli kameralar koydu. 

Doğru, ülkenin en kozmik odalarına girildi, en mahremleri ifşa edildi, en gizlileri internete düştü. 

Ama işte zehir kanıksamakta. O yüzden, Pegasus’a öfke duyarken kendi içimizde aslında ne yaptığımıza da bakmalıyız. 

Mesela sormalıyız: 

Türk Emniyeti’nin İtalyan Hacking Team adlı şirketten satın aldığı casus yazılım halen kullanılıyor mu? 

Mesela sormalıyız: 

2017’deki Adalet Yürüyüşü sırasında CHP’lilerin telefonlarına sızdırıldığı iddia edilen Finspy adlı casus yazılımı Türkiye’den kim satın aldı? 

Mesela sormalıyız: 

FETÖ’nün yasadışı dinleme üssü TİB’in yerini alan BTK, internette sayfa sayfa neler yaptığımızı neden öğrenmek istiyor ve o bilgileri kime veriyor? 

Belki bu soruların yanıtı başka kapılar açar. Öyle ya Halil Cibran boşuna dememiş: “Bir su damlasında, tüm okyanusların tüm sırları saklıdır.”

Barış Pehlivan / Cumhuriyet