15 Ağustos 2021 Pazar

Cennet ve cehennem yurdum! - Işıl Özgentürk / CUMHURİYET


 Datça’da bir cennetteyim. Yaka köyünün eteklerinde, dağlara sırtını vermiş UKKSA’da (Uluslararası Knidos Kültür Sanat Akademisi). Akademinin sadece dağdan esen rüzgârı değil, her karışı baştan çıkarıcı etkinliklere gebe. Seramik atölyesi, heykel atölyesi, baskı atölyesi, resim atölyesi, seç seçebildiğini; sonra al eline fırçayı resmini boya, al eline hamuru küçük bir kedi heykeli yap ya da baskı atölyesinde balıkların takla attığı, mercan kayalıklarında bir denizatı olarak dolaş. Ya da elinden hiçbir şey gelmiyorsa, bahçedeki heykellerle konuş, almasan da kendin için bir resim seç.

Cennetteyim dedim ya, benim de cennetim öyle. Her yanından sanat tanrısının göz kırptığı bir yer. Bu arada seramik bir vazo yapıverdim, bir de denizleri evime getiren bir harika taş baskı bir yatak örtüsü.

Burada olmamın bir nedeni var: Nevzat Metin ve Emine Özkarslıoğlu’nun 2010 yılından bu yana oluşturdukları bu cennette ağustosun altısında büyük bir açılış vardı; ülkemizde ve dünyanın her yerinde, yeryüzü aşkın yüzü olması için mücadele eden pek çok muhalif insana onur ödülü verilecekti, ardından iki gün edebiyat masaya yatırılacak ve 12’de Can Yücel’in 22. ölüm yılı nedeniyle sadece Can Yücel konuşulacak ve ardından ben kısa film atölyesi yapacaktım. Ama bölgeyi esir alan yangınlar nedeniyle açılış ve edebiyat paneli iptal edildi ama yakından gelenler, Zeynep Oral, ben, Tuğrul Keskin, Aydın Şimşek, Güzel Yücel önce mezara ardından akademiye gelen Can Yücel dostlarıyla sadece ve sadece Can Yücel’i ve onun bizleri şaşırtma gücünü dile getirdik. Cennet bir kez daha kahkahalarla, dansla ve şiirle şenlendi.

Cennet: UKKSA’da (Uluslararası Knidos Kültür Sanat Akademisi) kadın tanrıçalar sizi karşılar.

Harika değil mi? Yazımın başında söyledim cennet ve cehennem yurdum. Cehennem de bize uzak değil, bir adım sonra cehennem başlıyor ama bu cehennem bizim, insanoğlunun yarattığı bir cehennem. Cennetin masmavi rengi birden sapsarı bir renge bürünüyor, güneş bulanıklaşıyor, Gümüşlük’te yangın var. Hemen telefona sarılıp Gümüşlük’teki arkadaşlarımı arıyorum. Yangın birinin yanı başında, şaşkın, ne yapacağını bilemiyor, bir diğeri gözyaşları içinde, “Benim buralar taş toprak” diyor, “Yangın ağaçları sever. Telaşlanma!” 

Bu gecenin tadı tuzu yok, cennet bile acıyı hissetmiş gibi. Derin bir sessizlik. Börtü böcek yas tutuyoruz. Ve sabahleyin telefonlarımıza düşen bir haber: Kastamonu’nun Bozkurt ilçesi yok olmuş. Su önüne ne kattıysa sürüklemiş. Öyle deli bir su! Ama suyun hiçbir kabahati yok. Ezine Çayı üstüne yapılan HES dolup taşmış ve yatağı 400 metreden 15 metreye indirilen çay köpürerek yatağında yapılan yıkılmaz denilen evleri, yolları dolduran arabaları ve en kötüsü de ne olduğunu bilemeden bekleyen insanları denize sürüklemiş.

Cennette cehennemi hissetmek korkunç bir şey. Anılar hiç durmadan kendilerini anımsatıyor. Yıllar önce HES yapılmasına karşı çıkan bir avuç bölge insanıyla bu HES’lerin oralara gitmiştim, henüz yapım aşamasındaydı ve yapılmasına karşı çıkanlara bölge halkı çok fena kızıyordu. Çünkü şu yalana inanmışlardı: “HES yapılacak gençleriniz artık büyük kentlerde iş aramayacak, işi ayaklarına getiriyoruz!” Şimdi biraz HES’leri tarif etmem gerek, bir derenin üstüne küçük bir baraj gölü yapılıyor ve su buradan vallahi de billahi de köy değirmenlerinden biraz hallice bir değirmeni çeviriyor ve elektrik oluyor. Bütün bölge HES yapılsa bile oluşacak elektrik anca bir kenti aydınlatabilir. Ama bu HES’ler için teşvikler çıktı, devlet üretilen elektriği alacağını söyleyip sözleşme yaptı. Sonra ne oldu, yolu yatağı değiştirilen sular azaldı, öyleyse kuruyan bölgelere ev yapalım dediler, sekiz kata kadar imar izni verildi. Karadeniz dere yataklarına kurulmuş apartmanlarla doldu. Sonra ne oldu, bir şiddetli yağmur yağdı, HES gölü doldu ve kapaklar açıldı. Peki, bir HES’te kaç kişi çalışmaya başladı? En fazla dört!

O zamanlar bir avuç insan “Yapmayın, etmeyin!” dedi ve jandarma tarafından coplandı, olmadı, biber gazıyla nefesleri kesildi, tazyikli suyla yerlere yapıştırıldılar. Karadeniz’in Amazon kadınları, torunları yaşındaki jandarma erine “vurma vurma” diye bağırdı, torun yaşındaki jandarma eri onlara acımadı ve Karadeniz HES’lerle yok edildi, bir de o hiç durmadan çöken ünlü Karadeniz karayoluyla. Ben HES’leri olmasın diye tek öküzünü satıp dava açan Karadenizlileri de gördüm. Küçük çocukların jandarmaya su attığını da. Ve Metin (Lokumcu) Hoca “Yapmayın!” diye haykırırken yüzüne doğru fırlatılan bir biber gazı fişeğiyle yere düştü ve kalp krizinden öldü. Bunları da gördüm.

Cennet ve cehennem! İşte böyle ama bu ülke cehennemi bile cennete dönüştüren muhteşem insanların yaşadığı bir yurt. Artık kanmıyor, artık sessiz değil ve en önemlisi artık korku duvarı aşıldı.

Not: Hiçbir şey yarım kalmaz. UKKSA’da bu ayın 28’inde açılış, ardından edebiyat paneli ve ardından Işıl Özgentürk Kısa Film Atölyesi başlayacak. Benden söylemesi. 

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET  


Doğayı değil parayı seviyorlar: Av komisyonu ve av turizmi firmalarının kıskacındaki hayvanlar - PELİN SAYILGAN / SOL

 'Biz avcılığa karşı çıktığımızda Bakanlık buradan elde ettiği gelirleri önümüze karşı argüman olarak koyuyor.'

Merkez Av Komisyonu kararları geçtiğimiz çarşamba Resmî Gazete’de yayımlandı.

Peki, bu kararlar ne anlama geliyor, nasıl değişikliler yaşandı, hangi kararlar olumlu olarak değerlendirilirken, şerh düşülen kararlar neydi?

İşte hem MAK'ın işlevi hem de düzenlemeye ilişkin uzmanların değerlendirmeleri...

MAK'ın işlevi ne?

Merkez Av Komisyonu (MAK), yararlanıcı kuruluş temsilcilerinin kararlarda yer aldığı ulusal mevzuatta yer alan en eski komisyonlardan birisi. MAK, her yıl en geç mayıs ayı sonuna kadar toplanarak il ve ilçe av komisyonlarınca alınan kararları da değerlendirerek av yılı süresince uygulanmak üzere; korunacak av hayvanlarını (avı yasaklanan yaban hayvanlarını), avlanmasına izin verilecek av hayvanlarını ve bunların avlanma miktarlarını, avlanma zamanlarını ve avlanma günlerini, yasaklanan avlanma araç ve gereçlerini, yasaklanan avlanma sahalarını, mücadele maksatlı (kişilerin kendilerini ve tarlalarını veya sürülerini korumak amacıyla) avlanma esas ve usullerini belirler.

13 Mayıs 1937 tarih ve 3603 sayılı Kara Avcılığı Kanunu Madde 16 ile 6 kişiden oluşan Komisyon, 1/7/2003 tarihindeki değişiklikle 1 bilim insanı ve 1 STK temsilcisine yer verirken geçtiğimiz yıllarda doğa koruma derneklerinin yaptığı kampanyalar ve yoğun baskısı sonucu, Kara Avcılığı Kanunu’nda yapılan 28/10/2020 tarihli değişiklik ile Tarım ve Orman Bakanı veya Bakan Yardımcısının başkanlığında; DKMP Genel Müdürlüğünden 3 (Genel Müdür, Genel Müdür Yardımcısı ve ilgili Daire Başkanı), Tarım Orman Bakanlığının diğer birimlerinden 2 (bitki uzmanı ve veteriner), Jandarma Genel Komutanlığından 1, Orman Genel Müdürlüğünden 1, Spor Hizmetleri Genel Müdürlüğünden 1, dokuz coğrafi bölgeyi temsilen 9 avcı temsilcisi, 1 özel avlak veya örnek avlak temsilcisi, 2 Bilim insanı (orman fakültelerinden 1, biyoloji bölümlerinden 1) ve doğa koruma alanında faaliyet gösteren STK’leri temsilen 4 olmak üzere toplam 25 kişiden oluşuyor.

En son 30 Haziran 2021 tarihli MAK toplantısına sivil toplum kuruluşlarını temsilen Doğal Hayatı Koruma Vakfından Doç. Dr. Oğuz Kurdoğlu, Niğde Çevre Kültür ve Eğitim Derneğinden Prof. Dr. Ahmet Karataş, NATURA Doğa ve Kültür Koruma Derneğinden Dr. Yasin İlemin ile Doğa Araştırmaları Derneğinden Osman Erdem; bilim insanlarını temsilen Prof. Dr. Mustafa Sözen ve Dr. Yasin Ünal katıldı.

Doğa Araştırma Derneği Başkanı Osman Erdem ve Prof. Dr. Ahmet Karataş’tan aldığımız bilgilere göre, toplantıda, avı yapılacak türler, avlanma süreleri ve avlanma günleri, illere göre avlanması yasaklanan türler, avlanma limitleri, koruma altına alınan av hayvanları, Merkez Av Komisyonunca avlanmasına izin verilen av hayvanları, Merkez Av Komisyonunca avlanmanın yasaklandığı genel ve devlet avlakları ile sahalar, yasaklanan avlanma araç ve gereçleri, yasak avlanma usulleri, avlanmada kullanılması ve bulundurulması yasaklanan araçlar, gereçler ve özellikleri ile avlanma esasları görüşüldü.

Kaya sansarının Türkiye genelinde avı yasaklandı

Bazı küçük değişikliklerin dışında geçtiğimiz av döneminde (2020-2021 av dönemi) alınan kararların tamamı aynı şekilde kabul edilmesine rağmen, toplantı STK ve bilim insanlarının Komisyondaki ağırlığının artmasıyla doğa lehine olumlu gelişmelere sahne oldu.

Bu gelişmelerin en önemlilerinden biri, sivil toplum kuruluşu temsilcileri ve bilim insanlarının ısrarları sonucu kaya sansarının Türkiye genelinde avının yasaklanmasıydı.

Bunun yanında, avcı temsilcilerinin av günü sayısının üç gün olmasını, ancak her avcının cuma günü hariç altı gün içerisinden av yapacağı bu üç günü kendisinin belirlemesini talep etmelerine karşın, bu talep, STK ve Bakanlık temsilcilerinin karşı çıkmalarıyla reddedildi.

Muğla’da çakal avı yasaklandı

Çoğunluğunu avcıların teşkil ettiği Komisyonda, çakal, tilki ve sansar gibi etçil türlerin besin zinciri içerisinde çok önemli rolleri olduğu; avlanarak bunların sayılarının azalması ile başta domuz olmak üzere tarım zararlısı pek çok kemirgen ve böcek türünün sayısının arttığı ve doğada dengenin bozulduğu bilim insanları tarafından belirtilmesine rağmen bu türlerin “avı yasak türler” kapsamına alınması kabul edilmedi. Bu konudaki tek kazanım, Dr. Yasin İlemin’in Muğla’da yaptığı çakal araştırması sonuçlarını açıklaması ve bu bölgedeki çakal nüfusunun oldukça azaldığı yönündeki ısrarı üzerine sadece Muğla ilinde çakal avının yasaklanmasına karar verilmesi oldu.

Üveyik ve elmabaş talepleri reddedildi

Doğa Araştırmaları Derneği Başkanı Osman Erdem; sivil toplum kuruluşu temsilcileri ve bilim insanları tarafından yaklaşık üç yıl önce sayıları hızla azaldığı için Dünya Doğayı Koruma Birliği (IUCN) tarafından hassas (VU) tür olarak değerlendirilen üveyik ve elmabaş ördek türünün Avrupa ülkelerindeki avlanma durumları hakkında Komisyona bilgi verildiğini ve her iki türün avının ülkemizde de yasaklanmasının talep edildiğini ancak bu taleplerinin avcılar tarafından her iki türün nüfusunun ülkemizde azalmadığı gerekçesiyle; Bakanlık tarafından ise elmabaş patka için Bakanlık adına yürütülen Tür Eylem Planları Projesi kapsamında araştırma yapıldığı, üveyik kuşuyla ilgili ise araştırmalar tamamlandıktan sonra değerlendirilme yapılması gerekçesiyle kabul edilmediğini belirtiyor.

Türkiye dışında 4 ülkede avlanıyor

Son yıllarda ülkemizde de doğa koruma derneklerinin kampanya gündemlerine aldığı üveyik kuşunun Türkiye dışında sadece 4 ülkede avlandığının belirtildiği toplantıda, araştırmalar tamamlanıncaya kadar tedbiren üveyik avlanmasının yapılmaması konusunda ısrarcı olan bilim insanlarının talepleri ise avcı temsilcileri ve Bakanlık oyları ile reddedildi.

‘Bu tür alanların muhakkak ava kapatılması lazım’

Ardıç kuşlarının avının yasaklanması için de bir talepleri olduğunu fakat belirli illerin dışında çok fazla kabul görmediğini belirten Erdem, 150 hektarın altındaki sulak alanlarda avcılık yapılmamasına dair ilgili listeyi Bakanlığa sunmak suretiyle bir öneri getirdiklerini, önerilerinin, alanların sınırlarının belli olmadığı gerekçesiyle Bakanlık tarafından reddedildiğini ve avcıların da bu konuda Bakanlığa destek verdiğini, bununla birlikte, toplantı sonrası Bakanlık yetkileriyle yapılan görüşmede Genel Müdür Yardımcısının il müdürlüklerince sınırların belirlenmesini takiben 2022-2023 MAK toplantısında bu konunun görüşülebileceğini belirttiğini ifade ediyor ve önerilerinin gerekçesini şöyle açıklıyor: “Özellikle kışın hayvanlar daha fazla enerji tüketirler ama besin bulmaları çok daha zordur. O küçük alanlarda avcı girdiği zaman, silah atıldığı zaman hayvanlar kalkıyor, uzaklaşmaya çalışıyor ama küçük alan olduğu için konabileceği yer yok. Büyük alanda silah atıldığı zaman hayvan kalkıp çok daha uzak yerlere konabiliyor. Fakat küçük alanda, kalkıyor, habitatı olmayan, yaşaması için hiç uygun olmayan yere konmak zorunda kalıyor. Bu durum da besin bulmakta zorluk çeken ve çok enerji tüketen hayvanın ölümüne neden olabiliyor. Bu tür alanların muhakkak ava kapatılması lazım.”

Şerh düşülen 5 karar

Yine, STK temsilcilerinin salı günlerinin domuz dâhil tümden ava kapanmasını önermesine karşılık, Tarım ve Orman Bakanlığı temsilcisi salı günleri avın devam etmesi yönünde görüş bildirmiş, Doğa Koruma Genel Müdürlüğü yetkilileri ve avcılar destek verince STK’lerin önerisi reddedilmişti. Avlanma konusunda sınır tanımak istemeyen avcı temsilcileri bunun üzerine salı günleri domuz avı ile birlikte kuş avının da serbest bırakılmasını talep etmişler, ancak bu talep Komisyon tarafından kabul edilmemişti.

Sivil toplum kuruluş temsilcileri (Prof. Dr. Ahmet Karataş, Doç. Dr. Oğuz Kurdoğlu, Dr. Yasin İlemin ve Osman Erdem) ile Prof. Dr. Mustafa Sözen’in katılmadıklarını belirttikleri ve şerh koydukları kararlar ise şöyle:

1. Artvin, Afyon ve Karabük’te kınalı keklik avının açılması,

2. Rize’de tavşan avının açılması,

3. Salı gününün domuz avına açılması,

4. III. Grup kuşların avının 06 Mart 2022 tarihinde kapanması (Şubat sonunda kapanması talep edilmişti)

5. IUCN tarafından tehlike (Hassas tür-VU) kategorisinde değerlendirilen üveyik ve elmabaş ördeğin avlanması.

STK’ler olmasaydı bugün çıkan kararların yaban hayatının çok daha aleyhine olacağını belirten Erdem, IUCN (Dünya Doğa ve Doğal Kaynakları Koruma Birliği) hakkında ise şunları söyledi: “IUCN genelde tarafı olmak zorunda olduğumuz bir uluslararası sözleşme olarak algılanıyor, oysaki IUCN bağımsız bir kuruluş. STK’ler üye olabiliyor, bilim kuruluşları üye olabiliyor; bünyesinde binlerce uzman var. Dünya genelinde türlerin durumunu değerlendiriyor ve bir türün durumunu ortaya koyuyor; ‘A türünün nesli kritik durumda, tehlikede, hassas, endişe edecek durum yoktur’ gibi. IUCN bu bilgiyi yapar, yayar, hükûmetler, STK’ler, bilim kuruluşları bunu dikkate alır. Doğa koruma alanında otorite olan bu kuruluşa dünyanın her yerinden binlerce bilim insanı bilgi taşıyor ve bünyesinde binlerce insan çalışıyor. Bizler de güvenilir bir kuruluş olduğu için ‘şu tür küresel ölçekte kritik düzeyde tehlikededir.’ diyebiliyoruz.”

MAK bünyesindeki bilim insanı ve STK sayısının artırılması yönündeki değişikliği olumlu bir gelişme olarak değerlendiren Osman Erdem sivil toplum temsilcilerine de çağrıda bulundu: “Özellikle MAK yapısındaki değişiklik, 4 tane STK’nin oraya katılması gelecek yıllarda çok daha etkili olacak. Kara avcılığıyla ilgili kararlar ilçelerden başlıyor, ilçe av komisyonları var, illerin tamamında il av komisyonları var. Bu kararlar toplanıp MAK’a iletiliyor. STK’lerin ve bilim insanlarının il, ilçe av komisyonlarını önemsemeleri ve buradaki toplantılara katılarak kararları daha başlangıç noktasından etkilemeleri MAK’ın daha sağlıklı kararlar almasını sağlayacaktır. Merkezdeki bir günlük toplantıya katılmak veya sosyal medya kampanyaları yapmak yeterli değil. Avcılar bütün il, ilçe komisyonlarına üçer kişilik temsilcilerle katılıyor, oysaki doğa koruma derneklerini bu toplantılarda görmek pek mümkün olmuyor. Kara Avcılığı Kanunu STK’lere böyle bir hak tanımış, STK’lerin il ve ilçe komisyonlarına katılma ve oy hakkı var. Bu kararları gün sonunda ilçe ile, il Merkez Av Komisyonuna bildiriyor. Bu kararların yaban hayatı lehine alınması için çaba sarf eden STK’lerin ilçe ve illerde bu süreçlere katılmasının çok yararlı olacağını düşünüyorum. Doğa Araştırmaları Derneğinin bu konuda eğitim programları var. Biz bu konuda sivil toplum kuruluşlarına, hayvan hakları savunucularına her türlü desteği sunmaya hazırız. Kendilerine çağrımız, bulundukları illerin fakülteleriyle ve konunun uzmanlarıyla iletişime geçmeleri ve bilim insanlarının desteği ile bu karar alma süreçlerinde daha aktif rol oynamaları.”

Çalışmalara şimdiden başlanmalı

2022 yılı mayıs ayında yapılacak MAK toplantısı çalışmalarına ara vermeden hemen başlanılması, bunun için MAK’a katılacak STK’ler ve bilim insanlarının bir araya gelmesi, 2022-2023 Av Dönemi MAK toplantısı için hedefler belirlenmesi ve bu hedeflere yönelik çalışmaların (araştırma-izleme, lobi, kampanya vb.) planlanması gerektiğine değinen Erdem sözlerine şöyle devam etti: “Örneğin, KOSK sayımlarında olduğu üzere Türkiye’deki kuş gözlemcileri ve araştırmacılar organize edilerek Türkiye genelinde üveyik nüfusunun tespitine yönelik bir çalışma yapılabilir. 150 hektarın altındaki sulak alanların ava kapatılmasına yönelik sınırların belirlenmesi ve MAK’a önerilmesi için Bakanlık nezdinde girişimde bulunulabilir. Hatta bu konuda (veya başka konularda da olabilir) avcı temsilcileriyle görüşmeler yapılarak ikna edilebilirler. Ardıç kuşları ile çakal, tilki ve sansar gibi etçil türlerin avının yasaklanması için şimdiden çalışmalar başlatılabilir.”

‘Biz avcılığa karşı çıktığımızda Bakanlık buradan elde ettiği gelirleri önümüze karşı argüman olarak koyuyor’

Prof. Dr. Ahmet Karataş ise geçtiğimiz sene yoğun tepki çeken yaban keçilerinin yabancı misafirlere av olarak sunulması konusunda şunları söyledi: “Yaban keçisi gibi hayvanların avlatılması paralı av, o Merkez Av Komisyonunun gündeminde değil; ayı, domuz gibi parayla avlatılan hayvanlar için Genel Müdürlük kendisi ihaleye çıkıyor. Biz avcılığa karşı çıktığımızda Bakanlık buradan elde ettiği gelirleri önümüze karşı argüman olarak koyuyor. Oysaki geçen sene avdan elde edilen gelir Bakanlık web sayfasındaki verilere göre sadece 32 milyon lira gibi düşük bir meblağ, bu para devlet için hiçbir şey. Yaban keçisi 10-15 bin liraya satılıyordu. Üstelik av turizmi firmaları bunları devletten 10-15 bin liraya alıyorsa 150 bin liraya satıp büyük kârlar elde ediyor yani devletin kasasına giren dişe dokunur bir gelir de yok ortada. Av turizmine konu olan yaban keçisi, geyik, Anadolu yaban koyunu, ceylan, ayı gibi 950 ila 1.000 arası hayvan var ve bu kadar hayvanın devlete getirisi 32 milyon lira. Kaçak avcılara kesilen ceza ise 120 milyon lira civarında. Bu meblağ, avcılıktan elde edilen gelirin katbekat üstünde. Yine, Türkiye genelinde Milli Parklar çalışanlarının sayısı 700’ün az üzerinde ve il başına ortalama 9 kişi düşüyor. Bu kadar sınırlı sayıda görevlinin denetim görevlerini layıkıyla yapabilmesi mümkün değil. Denetimlerin ve cezaların artırılması ve avcılığın yasaklanması gerekir fakat avcı kesiminin hükûmet üzerindeki baskısının çok fazla olduğu görülüyor.”

‘Bu dönem içerisinde kesinlikle av yapılmamalı’

Yangın bölgelerinden Antalya ve Muğla’ya av yasağı getirilmesini olumlu bir gelişme olarak değerlendiren Karataş, “Belki bazı kuşlar uzaklaşabiliyor, memeliler kaçıp uzaklaşıyor ama gittikleri yerde hem besin açısından hem yuvalanma açısından yeni bir rekabet ortamı oluşuyor. En azından bu yanan yerlerin bu canlıların beslenmesine veya orada barınmasına imkân verecek şekilde kendini toparlaması gerekiyor. Bu dönem içerisinde kesinlikle av yapılmamalı. Zaten Bakanlık da bu av dönemi için öyle bir karar aldı, bu olumlu bir karar. Bu kararın en az beş yıla yayılması lazım.” dedi.

Merkez Av Komisyonunun yapısının STK’ler lehine değiştirilmesi ile önümüzdeki av sezonu yaşam hakkı savunucuları ve avcılar arasında çetin bir mücadeleye sahne olacak gibi gözüküyor.

PELİN SAYILGAN / SOL

Yerli hayalet uçak: Efsane mi gerçek mi? - OGÜN ERATALAY / SOL

 Gelecek hafta başlayacak olan savunma sanayii fuarında gündemi kaplayacak gibi görülüyor. TF-X projesini hafife almak da dışa bağımlılık faktörünü görmezden gelmek de yanlış.


IDEF Türkiye’de gerçekleştirilen uluslararası bir savunma sanayii fuarı. Yıllardır düzenlenen bu fuarda özellikle Türkiye’deki savunma sanayi firmaları vitrine çıkıyor ve hem Türk Silahlı Kuvvetlerine hem de yabancı ülke ordularına ürün satma yarışına giriyor. 

Son dönemde Türkiye burjuvazisinin geçirdiği dönüşüm ve değişimle beraber gelişme kaydeden bu alan oldukça kârlı hale geldiği için daha büyük projelere soyunmak için türlü hamleler yapılıyor. 

17-20 Ağustos 2021 tarihleri arasında yapılacak olan fuarda bilen bilmeyen bilimum kalem erbabı tarafından ısıtılacağı anlaşılan bir konu konu TAI tarafından yürütülen TF-X (Turkish Fighter Experimental) projesi.

TAI TF-X projesi

TAI TF-X, hakkında kamuoyuyla paylaşılan bilgilere göre 5. nesil çift motorlu savaş uçağı olacak. Farklı görevler için tasarlanabilecek yapıda çok amaçlı süpersonik bir platform. Savunma Sanayi İcra Komitesi eliyle TAI tarafından yürütülen proje Türk Hava Kuvvetlerinin (THK) önümüzdeki dönem uzun vadedeki savaş uçağı ihtiyacını karşılamayı hedefliyor. Bilindiği gibi hava kuvvetleri bünyesinde F-4 ve F-16 savaş uçakları modernize edilmelerine rağmen artık yavaş yavaş görev sürelerinin sonuna yaklaşmakta olan silahlar. Türkiye’nin ABD liderliğindeki F-35 programından çıkmasıyla beraber gündeme yeniden gelen TF-X projesinin önümüzdeki dönemde hızlanması bekleniyor.

Savaş uçağı projeleri genellikle uzun vadeli ve kullanıcı ülkenin özel ihtiyaçları gözönüne alınarak tasarlanan, prototip süreleri uzun bir döneme yayılan silahlar. Savaş uçağını oluşturan bileşenlerin geliştirilmesi ve koordineli şekilde çalışmasının sağlanması üst düzey bir teknoloji ve bilgi birikimi gerektiriyor. Astronomik rakamlara mal olan bu devasa silahların tasarımında oluşabilecek hata bile olmayan verimsizlikler veya en iyi olmayan uygulamalar ileride tüm projeyi etkileyebilecek maliyetler çıkartabiliyor.

F-35 ve 5. Nesil Savaş uçakları

Bugün yavaş yavaş ABD ve bazı müttefik ülkelerin kullanmaya başladığı F-35 savaş uçağı da böylesi bir ihtiyaçtan dolayı ortaya çıkmıştı. Gelişkin hava savunma sistemlerine karşı olabildiğince düşük radar izi özelliğine sahip tasarım, uçak pisti olmayan çıkartma gemilerinden dikey kalkış ve inişi sağlayabilecek özel tasarım gibi ayrıntılar yeni nesil savaş uçaklarıyla beraber gündeme gelmişti. Son dönemde F-35 ile benzer özelliklerde tasarlanan ve üretilme aşamasına yaklaşan belli başlı projeler arasında şunlar yer alıyor:

  • Suhoi Su-57 (2020 yılında Rus Hava ve Uzay Kuvvetleri envanterine girdi)
  • Chengdu J-20 (2017 yılında Çin Hava kuvvetleri envanterine girdi)
  • Hindistan AMCA (Tasarım aşamasında)
  • Güney Kore KAI KF-21 Boramae (Tasarım aşamasında ancak 5. Nesil değil)
  • Türkiye TAI TF-X (Tasarım aşamasında)

Modern savaş uçaklarında olması istenen ve 5. Nesil özellikleri olarak adlandırılan özellikler ise şöyle sıralanabilir:

  • Stealth (radarda az görülme) özelliği
  • LIPR radar özelliği (pasif radarlar tarafından algılanmayı azaltan tipte radar)
  • Çok yüksek hızlara uygun gövde yapısı
  • İleri teknoloji avyonik sistemleri
  • Üst düzey komuta kontrol, iletişim-muhabere ve diğer siilahlarla beraber çalışabilecek network özelliği 
  • Silah sistemlerinin gövde içinde olması

Yukarıda sıralanan özelliklerin 5. Nesil özellikleri olduğu konusunda bir konsensus bulunmasa da yaygın görüş bu özelliklerin tamamının bulunduğu bir platformun bu şekilde adlandırılabileceği yönündedir. 

Klasik bir zaman çizelgesi

Bu derece kapsamlı ve uzun vadeli bir projede takvim büyük değişiklikler gösterse de genel anlamıyla izleyeceği aşamalar ve bu aşamaların yaklaşık alacağı süreler aşağıdaki şekilde özetlenebilir. Buradaki proje adımlarının her birisinin dış etkenlerin etkisine açık olduğu ve  süreci darbağaza sokabileceği de hatırdan çıkartılmamalıdır. Büyük ölçüde tamamlanmış güncel bir program olduğu için F-35 projesinin yaklaşık süreci esas alınmıştır:

  • Genel Tasarım Aşaması (Concept Demonstration Phase), 1997. Bu aşamada Boeing ve Lockheed Martin seçilmiştir.
  • X-35A prototipi tasarlanmış ve 2000 yılında uçuş gerçekleştirilmiştir.
  • 1 yıl süren 28 farklı test uçuşunun ardından sistem geliştirme aşamasına geçilmiştir.
  • Sistem Geliştirme ve Sunum (System Development and Demonstration SDD) aşamasında tüm savaş uçağı sistemi tasarlanır ve üretilir.
    • İtiş sistemleri- Uçuş sistemleri-Gövde entegrasyonu tamamlanır
    • Son montaj ve Kontroller (Final Assemby and Checkout, FACO)
    • Prototipin hangardan çıkması (2006)
  • Prototipin ilk test uçuşu (2006)
  • Yazılım güncellemeleri ve 17 bin saat uçuşun ardından SDD aşaması tamamlanır (2018)
  • Silahlı Kuvvetler bünyesinde 2011 yılından sonra çok çeşitli konfigürasyonlarda denenmiştir. Bu denemeler sırasında çok sayıda arıza, verimsizlik ve hatalı tasarım ortaya çıkmış ve çözümlenmiştir
  • Seri üretim 
  • İlgili ülke hava kuvvetleri envanterine giriş (2018)
  • Yeni görev ve uygulamalar için modifikasyon (Sürmekte)

TF-X projesinin kritik noktaları

Daha önceki benzer projelere bakarak TF-X projesinin darboğazları aşağıdaki gibi sıralanabilir:

  • Avyonik uçuş sistemleri
  • İtiş sistemleri
  • Silah sistemleri
  • Stealth özellikleri
  • Kaska entegre kontrol sistemleri
  • Fırlatma koltuğu tasarım ve üretimi
  • Genel olarak projenin ve proje verilerinin siber saldırılara karşı korunması
  • Bakım, lojistik ve tedarik zinciri konuları

Öne çıkan teknolojik üretimlerin ötesinde projenin uzun süre devam edeceği düşünüldüğünde bu türlü karmaşık imalat için üst düzey karmaşık bir tedarikçi sistemi kurulması elzemdir. Türkiye’deki ilgili teknolojik gelişme hatırı sayılır bir seviyede olmasına rağmen örneğin itiş sistemlerinin geliştirilmesi gibi konularda yabancı şirketlerle işbirliği kaçınılmaz gözükmektedir. Bu örnekten devam edersek İngiliz Rolls Royce uçak motorlarının üreticisi olan BAE Systems’in adı projeyle beraber telaffuz edilmekle  beraber kamuoyuna açıklanan resmî bir bilgi bulunmamaktadır.

Sonuç çok değişmiyor: Bağımlılık ve tutarsızlık

Son dönemlerde Türkiye savunma sanayii ileri hamleler yapıyor olsa da genel anlamda Türkiye sanayiinin gelişmişlik seviyesine bağlı konumdadır. Bu anlamda emperyalist merkezlere hammadde ve son teknoloji üretim araçları anlamında bağlılık dikkat çekicidir. TF-X projesinin nasıl ilerleyeceği bilinmemekle birlikte teknoloji transferine bağımlı bir ülke konumunda olan Türkiye’deki üretim araçları geliştirecek teknolojik atılım eksikliği burada belirleyici olacaktır. Havacılık sanayiiden bir örnekle ne demek istediğimizi anlatmaya çalışalım: Dünyada öne çıkan bir helikopter üreticisi, ara mamullerinin üretilmesi için ülkemizdeki kalburüstü bir firmayla ortaklık yapabilmekte ancak bu işbirliğinin ön şartı olarak belirli teknolojiye sahip ve aynı emperyalist merkezlerde en son teknolojiyle üretilmiş tezgâhların kullanılmasını şart koşabilmektedir. Bu anlamda teknolojik bir arka planı süreçle beraber örülmeyen bir proje topal kalmaya mahkumdur. 

Projenin bir de teknik olmasının ötesinde siyasi bir yanı vardır. Türkiye’nin askerî anlamda attığı stratejik adımlar takip edildiğinde S-400 savunma sistemlerinin Rusya Federasyonundan alındığı sıralarda yapılan değerlendirmelerin de güncellenmesi gerekecektir. 

Görece sınırlı bir harekât bölgesine sahip SİHA’lar ve savunma amaçlı S-400 füze sistemlerinin işaret ettiği bir doğrultu var.

Bu doğrultuyla tüm savaş uçağı filosunu çok yakın bir dönemde olmasa da yaklaşık 20 yıllık bir süreçte büyük ölçüde kendi kabiliyetleriyle üreteceği uçaklarla yenilemeye girişmek arasında bir açı olduğu açıktır.

OGÜN ERATALAY / SOL

14 Ağustos 2021 Cumartesi

Tahtlar, putlar, insanlar - Orhan Gökdemir / SOL

 Bildiğimiz şu; emekçi oyunu bozar, fabrikanın, putların, tahtların kutsallığını yıkar. Ve bu hikâye de mabetlere ve putlara değil insana dairdir.

Binbaşı Bekir Hıfsı Bey’in oğlu. Libya’da doğmuş, Darülfünun Edebiyat Fakültesinde öğrenciyken babası ölmüş, sonrası tempolu bir çalışma hayatı. 1919’da gazete ve dergilerde yazmaya başlamış. Çok ve çeşitli yazmış, binlerce yazının yanında pek çok kitap bırakmış arkasında. Tiyatro hakkında yazdıkları hâlâ temel kaynaklarımızdan. “İstanbul Nasıl Eğleniyordu?” kitabı çok biliniyor. Romanları unutulmuş ama aralarında vaktiyle yabancı dillere çevrilenler var. Refik Ahmet, soyadı kanundan sonra Sevengil, çok verimli cumhuriyet dönemi yazarlarımızdandır.

Bilmiyordum, Servet-i Fünun’daki, bilimlerin birikimi diyebiliriz, bir yazısı gericiler arasında çok ünlenmiş. Dergi cumhuriyetten sonra “Uyanış” adıyla devam etti, modern “yeni hayat”ı yansıtan dergilerimizdendir. Sevengil, yazarları arasındadır. Ünlenen yazısı “Yenilik nerede?” başlığını taşıyor. Gericilerin ilgisini çeken kısmı ise yazının bir paragrafı. Sevengil, “Uyanış”ın 15 Ağustos 1929 tarihli sayısında şöyle diyor: “İmparatorla beraber Allah’ı da hallettik; kafamızın içi dışı hürdür…” Anlattığı cumhuriyetin yeniliğidir.

Sevengil, “Uyanış”ın 15 Ağustos 1929 tarihli sayısında şöyle diyor: “İmparatorla beraber Allah’ı da hallettik; kafamızın içi dışı hürdür…”











Gericiler bu cümleyi, Sevengil’in CHP milletvekili olması hasebiyle CHP’nin dinsizliğine bir kanıt olarak gösteriyor. Kanıt mıdır bilemeyiz ama öyle olsa bile yazıya ilgi göstermek için başka sebeplerimiz de var. 

Birincisi, tabii, gericileri rahatsız ettiği şekliyle cumhuriyetin kurucularının dine bakışının bir göstergesi olması. Her türlü tahtı devirdiklerine inanıyorlar. İmparatoru ve birlikte Tanrıyı tahtından indirmişlerdir. Kaldı ki onlar tahtında oturmaya devam edeceklerse cumhuriyetin gereği ve imkânı yoktur. Söyledik, tekrarlayalım; cumhuriyet taht devirme işidir. Büyük Fransız Devrimi yolu açtı. Immanuel Kant tanrıyı tahtından indirmişti, Maximilien Robespierre buna dayanarak kralı tahtından alaşağı etti. Tanrı kralın tahtanın da dayanağıydı, kralın tahtını devirmek için dayanağını devirmek şarttı. Tanrının, haliyle 14. Louis ve Kraliçe Marie Antoinette’in bıraktığı boşlukta yeşerir cumhuriyet. Kral varsa, kraliçe varsa, sultan varsa, tanrının kutsal elçileri varsa cumhuriyet yoktur.

İkincisi yıkılan mabetlerin yerine fabrikanın mabet ilan edilmesidir. Ve sonuncusu dinin yerine, bir akıl dini önermesidir. Sevengil’in “ünlü” yazısından takip ediyoruz.  

Tabii, tamamı biraz daha uzundur; “Artık ne dünya ne ahiret ne zorba ne softa tahakkümü kabul etmiyoruz. Geniş halk kitlesi kendi kendini idareye muktedirdir. İmparatorla beraber Allah’ı da hallettik; kafamızın içi dışı hürdür. Mabetlerimiz fabrikalardır. Mihrabın yerine kitap abidesini koyduk; ciltleri içinde müspet ve maddeci ilimlerin insanlığa engin tekâmül ufukları hazırladıkları kitaplar.” İyi yazıdır, esası sanat ve hayat üzerinedir. Hayat değişmiştir ve bu değişime direnen sanat da yok olup gidecek, yeni bir sanat doğacaktır. Dediği budur. 

Ne yazık, Sevengil’in fabrika güzellemesinin emekçilerle ilgili bir yanı yoktur. Refik Ahmet fabrikaların çoğalmasını, üretimin artmasını, kırsal hayatın daralmasını, kentlerin kalabalıklaşmasını istemektedir. Yeni hayatı savunurken, mabet ilan ettiği fabrikanın içinde doğan yeni hayattan habersizdir. Her kuşak putunu kendi yapar kendi tapar, doğaldır… 

                                                                     ***

Nâzım Hikmet, Resimli Ay’ın Haziran ve Temmuz 1929 tarihli sayılarında, demek ki Sevengil’in yazısından bir ay önce, “Putları yıkıyoruz” kampanyasını başlattı. İlk hedefi Abdülhak Hâmit ve Mehmet Emin putlarıydı. Sevengil “Yenilik nerede?” diye sorarken, Nâzım yeniyi bulmak için önce putları kırmak gerektiğini haber veriyordu. Yeniliğe ulaşmak için eskiye dair ne varsa kurtulmak gerekiyordu. 

Putların kırılmasına en sert tepkiyi Yakup Kadri gösterdi. Resimli Ay yazarları “gözlerini dogmaların kör ettiği vatan haini komünistler”di. Nâzım ve Vâlâ Nurettin “Anadolu Harbi sırasında düşmana karşı çıkmaktan ürkerek Maarif Vekaletini dolandıran ve çaldıkları para ile Karadeniz’i aşıp Bolşeviklere iltihak eden iki vatansız”sızdı. 

Halbuki bunu söyleyen Yakup Kadri açlıkla boğuşan halkın parasıyla İsviçre’ye tedavi olmaya gitmekte hiç tereddüt etmemişti.  

“Ben ki bileklerimde tel kelepçeyi
bir altın bilezik gibi taşımışım,
ben ki ilmikleri sabunlu iplere bakıp
kıllı kalın ensemi kaşımışım,
tehdidine pabuç
bırakır mıyım hiç?”

Yakup Kadri’ye cevaptır. 

Kavgaya dahil olan Hamdullah Suphi şöyle yazdı İkdam gazetesinde; “Vatan ve milliyet dininin diktiği putları yıkanlar bunların yerine hangi putları dikeceklerdir, bunu bilmek lazım – Bolşevik dininin putları…” 

Yazıdan sonra “bir gurup genç” polis eşliğinde Resimli Ay bürosunu bastı. Monarşinin yıkılan putlarının yerine cumhuriyet yeni putlar dikmişti, diktiklerini bir avuç Komüniste yıktırmayacaktı. Tarihimizin ilk büyük put savunmasıdır.

Abdülhak Hamid bir yıl sonra Nâzım’ı evine davet etti, “biz onları yıktık siz de bizi yıkacaksınız” dedi. Demek ki yeni bir cumhuriyet için tahtlarla birlikte putları da yıkmak gerekir. Geleneğimizdir. 

                                                                           ***

Yalnız yıkanların ve savunanların ortak noktaları var. Cumhuriyetler, eskisi ve yenisi, yıktıkları düzenlerin eksik bıraktıklarını hızla tamamlamak istiyorlardı. Makine ve tabii fabrika eksikleri tamamlamanın tek yoluydu. Fabrika mabedinin desteğinde makineleşerek ilerlemek gerekiyordu.  

“… makinalaşmak istiyorum!
mutlak buna bir çare bulacağım
ve ben ancak bahtiyar olacağım
karnıma bir türbin oturtup
kuyruğuma çift uskuru taktığım gün!
trrrrum
trrrrum
trak tiki tak!
makinalaşmak istiyorum!”

Nâzım Hikmet bu şiirini 1923’te yazmıştı. Sosyalist Cumhuriyetin geleceğinin sanayileşmeye bağlı olduğunu biliyordu. 

Refik Ahmet’in dediği de budur. Tanrının ve kralın kafası uçmuştu fakat geniş halk kitlelerinin muktedir olabilmesi için devralınan üretim düzenini hem de büyük bir hızla değiştirmek gerekiyordu. Her kuşak putunu kendi yapar kendi tapar ama tartışmasız mabetleri kuranlar emekçilerdir. Nâzım’ın farkı bunu bilmesidir. Refik Ahmet’in hayali az zamanda gerçekleşti, fabrikalar çoğaldı, üretim arttı, kırsal hayat daraldı, kentler kalabalıklaştı. Ama emekçi hâlâ aç, yoksul, sefildi. Peki öyleyse sorun nerede?

Bildiğimiz şu; emekçi oyunu bozar, fabrikanın, putların, tahtların kutsallığını yıkar. Ve bu hikâye de mabetlere ve putlara değil insana dairdir. Nâzım’ın “İnsan Manzaraları” rastlantı değildir. İnsana yeni, farklı bir cumhuriyet gerekiyordu.

                                                                    ***

“Gün ışır ışımaz, alın yazımız parlar, 
Ne alın yazısı, el yazısı be! 
Sökemeyiz ki biz, ilkokul aydınlığı bile gösterilmeyenler 
Biz, pis yöneticilerin mutsuz kişileri, 
Süpürürüz yaban ellerin sokaklarını; pis el, pis yürek!” 

Ne güzel, ne müthiş şiirlerimiz var. Fazıl Hüsnü Dağlarca yazdı, üstüne Ruhi Su besteledi, dillendirdi. Fabrika mabedinde, üretim toplumunun devasa şehirlerinin pisliğini temizlemeye yazgılı emekçilerin hikayesidir. Daha öncekilere benzemeyen yepyeni bir sınıftır bu; elleri yüzleri pistir, mutsuzdur, geleceksizdir. Fabrikanın tek başına aydınlık bir gelecek yaratmadığının farkındadır. Ne kaybedecek tahtları ne yıkılmasından endişeleneceği putları vardır. Yazgısı alın yazısı değil el yazısıdır. 

Öyleyse yol bellidir. Madem ki tanrılar sadece varsılları koruyor, yoksul da inayet beklemeyip örgütlenecektir. 

                                        ***


Düşe kalka, zaferler ve yenilgilerle ilerliyoruz. İleriye doğru sıçradığımız her defasında toplanıp zaferlerimizi ve kitaplarımızı hükümsüz ilan ediyorlar hep birlikte. Ama her şeye rağmen sallamayı başardık zulmün mabetlerini. Tanrının hükmü pek zayıf artık, monarşiler çoktan yıkıldı gitti, geride dokunulmadık bir tek mülkiyet putu kaldı. 

Öyleyse ilan ediyoruz yeniden. Tarihin ışığı alın yazımızın üzerinde: Muzafferlerin putları da mabetleri de bizim. Bize ait olanları alırız ve bir yeni cumhuriyet kurarız…

Gün ışır ışımaz alın yazımız parlar, ve kahreden yaratan ki onlardır!

Orhan Gökdemir / SOL

Halk, Suriyeli göçmenler hakkında neler düşünüyor? - YENİÇAĞ

 


'Suriyeli göçmenler' konusu tartışılırken Aksoy Araştırma, şimdiye kadarki en ayrıntılı araştırmanın sonuçlarını açıkladı. Buna göre, Suriyeli sığınmacılarla ilgili gerekli temasların sağlanıp dönmeleri için koşulların oluşturulmasını isteyenlerin oranı yüzde 58,4 olarak çıktı.

'Suriyeli göçmenler' konusu tartışılırken Aksoy Araştırma, şimdiye kadarki en ayrıntılı araştırmanın sonuçlarını açıkladı. ‘Türkiye Monitörü’ isimli araştırmada, katılımcılara altı farklı soru yöneltildi.

Katılımcılara Cumhurbaşkanı siz olsaydınız, ‘Suriyelilerle ilgili ne yapmayı tercih ederdiniz?’ diye soruldu. Araştırmaya katılanların yüzde 58,4’ü ‘Suriye ile gerekli temasları sağlayıp, dönecek koşulların oluşmasını sağlarım’ yanıtını verirken, yüzde 34,3’ü ‘zorla da olsa ülkesine geri gönderirdim’ seçeneğini tercih etti.


'Yan dairenize Suriyeli bir aile yerleşse bu sizi ne yönde etkiler?’ sorusuna yanıt verenlerin yüzde 58,9 Suriyelilerin yan dairesinde olmasından rahatsız olacağını belirtti.

Katılımcıların yüzde 46,9’u da çocuğunun Suriyeli çocuklarla sıra arkadaşı olmasından rahatsız olabileceği seçeneğini işaretledi.

Araştırmaya katılanlara ‘Çocuğunuzun Suriyeli bir kişi evlenmesi sizi ne yönde etkiler?’ Sorusu yöneltildi. Katılımcıların yüzde 67,7’si bu durumdan rahatsız olacağı seçeneği işaretledi.
‘Evinizde temizlik, tamirat gibi işlerde Suriyeli çalışan olmasını ister misiniz?’ şeklinde yöneltilen soruya katılımcıların yüzde 56,9’u istemem yanıtını verdi.
‘Fabrikanız olsa daha ucuza çalışacak bir Suriyeli çalışan istihdam etmek ister misiniz?’ sorusuna katılanların yüzde 64,1’i istemem yanıtını verdi.
(YENİÇAĞ)




13 Ağustos 2021 Cuma

Afganistan’da kalıcı barışa giden tek yol - Vijay PRASHAD / BİRGÜN


Dış güçler, Afganistan'ı bölgesel emelleri için bir savaş alanı olarak görüyor. Vekalet savaşı veriliyor. Heela Najibullah'ın Ulusal Mutabakat Politikası'nın dikkate alınması çağrısı sadece bir kızın umudu değil. Belki de Afganistan'da barışa giden tek yol budur.

Taliban her geçen gün tüm Afganistan’ı kontrol etmeye daha da yaklaşıyor. Ağustosun ilk haftasında Taliban, Orta Asya’daki Türkmenistan, Özbekistan ve Tacikistan eyaletlerinin sınırları boyunca bir yay oluşturan ülkenin kuzey eyaletlerini (Covcan, Kunduz ve Sar-i Pol) süpürdü. Çatışmalar nedeniyle siviller korkunç acı yaşadı. Kuvvetlerini çeken ABD, B-52 uçaklarını Şibirgan’daki hedefleri bombalamak için gönderdi. Savunma Bakanlığı’nın bombalamayı memnuniyetle karşılaması Kabil’deki hükümetin zayıflığını gösteriyor.

Eşref Gani hükümetinin Taliban’a karşı kısa süreli başarılardan daha fazla bir şeye sahip olması mümkün görünmüyor. ABD’nin bombardımanı ilerlemeyi yavaşlatacak ama gidişatı tersine çevirmeye yetmeyecek gibi. Bu nedenle Asya’daki bölgesel güçler, ülkeyi yönetmesi kaçınılmaz görünen Taliban yönetimiyle temaslarını derinleştirdi.

TALİBAN RADİKALİZMİ

Konuştuğum Heela Najibullah, “Taliban bir bütün değil. İktidara ulaşmak için cihat söylemini kullanan aşırılık yanlısı militan gruplardan oluşuyor” diyor. “Afganistan’da Uzlaşma ve Sosyal İyileşme” kitabının yazarı da olan Najibullah, 1987-1992 yılları arasında ülkeyi yöneten Muhammed Najibullah’ın kızı. Heela, 2020’deki Doha Anlaşması’ndan bu yana, “Taliban ılımlı olmadı, Afgan halkına ve devlete karşı uyguladığı şiddet daha da arttı” diyor. Taliban, barış örgütlerinin tüm ateşkes tekliflerini reddetti.

Taliban liderliğine bakıldığında, Eylül 1994’teki kuruluşundan bu yana çok az değişiklik oldu. Taliban’ın yüzü Molla Abdül Gani Baradar, Taliban’ı kurdu ve hareketin ilk emiri Molla Ömer’in yakın bir ortağıydı. ABD Ekim 2001’de Afganistan’a saldırdıktan sonra, Molla Ömer’i bir motosikletin arkasına alarak Pakistan’daki sığınma kamplarına götüren Baradar’ın kendisiydi. Pakistan istihbaratının güvendiği Baradar, Taliban’ın şu anki lideri Hibetullah Ahundzade ile iki vekili molla Yakup (Molla Ömer’in oğlu) ve Sirajuddin Haqqani (Pakistan’ın Haqqani ağının lideri) arasından su sızmıyor. Akhundzada, 1997’den 2001’e kadar Taliban’ın yargı sistemini yönetti ve infazların en iğrençlerinden sorumlu. Liderler COVID-19 olduğunda karar verme hakkı Baradar’a düştü. Mart’ta Moskova’da yapılan uluslararası barış konferansında, Baradar başkanlığındaki 10 kişilik Taliban heyetinin tamamı erkekti (Konferanstaki 200 Afgan arasında sadece 4 kadın vardı). Masadaki dört kadından biri, 2004’te Kadın İşleri Bakanı olarak atanan ve daha sonra 2005’te bir Afgan eyaletinin ilk kadın yöneticisi olan Dr. Habiba Sarabi idi. Sarabi, Taliban’ın Mart 2001’de Buda’nın altıncı yüzyıldan kalma iki heykelini havaya uçurduğu Bamyan eyaletinin yöneticisiydi.
Ekim 2020’de Dr. Sarabi, kadınların artık daha aktif olduğuna ileri sürdü, ancak Taliban kontrolündeki bölgelerde zorla evlilikler ve halka açık kadın kırbaçlamaların yapıldığına dair raporlar ortaya çıktı. Dr. Sarabi, kadınların daha fazla aktif olduğunu söylüyor, ancak ülkede güçlü bir sosyal hareket yok.
Najibullah, Afganistan’ın daha liberal ve sol sosyal güçlerinin “yeraltında aktif olduğunu ancak örgütlü bir güç olmadığını” söylüyor. Bu güçler arasında “aşırılık yanlısı grupların ülkeyi başka bir vekâlet savaşına sürüklemesini” istemeyen eğitimli kesimler de yer alıyor. Bu vekâlet savaşı Taliban, Kabil’deki ABD destekli hükümet ve Taliban veya ABD hükümetinden daha az tehlikeli olmayan diğer militan gruplar arasında olacak.

Najibullah, babasının Afgan Ulusal Mutabakat Politikası’nı sunduğu zamandan bahsediyor. Najibullah’ın 1995’te ailesine yazdığı bir mektup hala geçerliliğini koruyor: “Afganistan’da artık her biri farklı bölgesel güçler tarafından oluşturulan birden fazla hükümet var. Kabil bile küçük krallıklara ayrılmış. Tüm aktörler [bölgesel ve küresel güçler] tek bir masada oturmayı kabul etmedikçe, Afganistan’a müdahale edilmemesi konusunda gerçek bir uzlaşmaya varılmazsa ve farklılıklar bir kenara bırakılmazsa, çatışma devam edecektir.”

Heela, Ulusal Uzlaşma Politikası’nın bir dizi aktörün uluslararası ve bölgesel bir konferansa siyasi katılımını gerektireceğini söylüyor. Bu aktörler arasında Hindistan ve Pakistan gibi ülkeler bulunmalı. Najibullah, böyle bir konferansta Afganistan’ın “resmi olarak tarafsız bir devlet olarak tanınması” ve bu “tarafsız devletin” BM Güvenlik Konseyi tarafından onaylanması gerektiğini öne sürüyor. Najibullah, “Bu başarıldıktan sonra, seçimler yapılana, reformlar tartışılana ve uygulanması için mekanizmalar kurulana kadar geniş kapsamlı hükümet göreve gelebilir” diyor.

VEKİL SİYASETİ

1990’larda Najibullah’ın politikası, vekil siyasetin derinleşmesiyle engellendi. Dış güçler, Abdül Resul Sayyaf, Burhaneddin Rabbani, Gulbuddin Hikmetyar ve Sibgatullah Müceddidi gibi silahlı elçileri aracılığıyla hareket ederek ülkede kargaşaya yol açtılar. Afganistan’ı süpüren Taliban’a kapıyı açtılar. Najibullah Kabil’deki BM yerleşkesine sığındı ve Eylül 1996’da Taliban tarafından bu yerleşkede öldürüldü. Ne ABD-Suudi-Pakistan destekli güçler (Rabbani’den Mojaddedi’ye) ne de Taliban herhangi bir uzlaşma politikasıyla ilgilenmiyordu.

Artık onlar gerçek bir barışa da yatırım yapamayacaklar. Taliban önemli ilerlemeler elde edebildiğini ve kazanımlarını siyasi avantaja çevirebileceğini gösterdi. Bununla birlikte, Taliban’ın pragmatik üyeleri, modern bir devleti yönetecek kaynaklara ve uzmanlığa sahip olmadıklarını söylüyorlar.
Cumhurbaşkanı Gani, ABD gücü olmadan büyük ölçüde savunmasız olan hükümetini zar zor kontrol ediyor. Her biri bir uzlaşma sürecinde masaya bir şeyler getirebilir, ancak barış olasılığı düşük. Bu arada dış güçler, Afganistan’ı bölgesel emelleri için bir savaş alanı olarak görmeye devam ediyor. Afganistan’da radikalliğin yıkıcı sonuçlar doğurabileceğini geçmiş tecrübelerinden bilen ülkelerin tarihten ders çıkarması gerekir. Heela’nın Ulusal Mutabakat Politikası’nın dikkate alınması çağrısı sadece bir kızın umudu değil. Belki de Afganistan’da barışa giden tek yol budur.

Globetrotter’dan çeviren Umut Deniz AYDIN

Bu kıvılcımı siz çaktınız - BİRGÜN

 


Saray’ın politikaları göçmen krizini her geçen gün büyütüyor. Sorun yokmuş gibi davranan Erdoğan, sığınmacıları Batı’yla masaya oturduğunda hatırlıyor. Yaratılan iklim, göçmen karşıtlığını tehlikeli boyutlara taşırken suçsuz insanlara yöneltilen bu öfke asıl sorumluları aklıyor.

Suriyelilerin yanı sıra Afganistan’dan gelen göç dalgası sığınmacı krizini her geçen gün büyütüyor. Günü kurtarma derdinde olan iktidarın çözüme yönelik bir politikasının olmayışı ırkçılığı tehlikeli boyutlara taşıdı. Saray yönetimi, muhalefeti suçlayan çıkışların ötesinde ne bir açıklama ne de bir bilgi akışı sağladı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, sorun yokmuş gibi davranıyor. Göçmenleri ancak Batı’yla masaya oturduğunda hatırlıyor. Yeri geldiğinde onları koz olarak kullanmaktan da çekinmiyor. Toplam sayıları beş milyona yaklaşan göçmenler, sermaye için ucuz iş gücü fırsatı olarak görülürken kentlerin demografik yapısı değişiyor. Belirsizlik ve yaratılan gerilim, göçmen karşıtlığını durmadan besliyor. Ankara’da yaşanan olayların, daha büyük çatışmaların başlangıcı olabileceği biliniyor. Her krizde ortadan kaybolan iktidar bir kez daha halkın kendi başının çaresine bakmasını istiyor. Sorunun asıl kaynağının iktidarın politikaları olduğunu görmeyen, öfkeyi suçsuz insanlara yönelten her yaklaşım bu kaosun doğal bir parçası haline geliyor.

***

VAHŞETİN ARKASINDA İKTİDAR VAR

SOL Parti, Altındağ’da yaşananlara ilişkin açıklama yaptı. Yaşanan olayların büyük bir tehlikeyi işaret ettiği belirtilen açıklamada, “Bu insanlık dışı vahşetin arkasında iktidarın biriktirdiği sorunlar, dayattığı çözümsüzlükle birlikte düzen muhalefetinin çözümsüzlüğü derinleştiren milliyetçi politikaları var” denildi.

Saray rejiminin sorumluluk almadığı vurgulanan SOL Parti açıklamasında, “Ne yurttaşların ne de mültecilerin güvenli yaşam alanını oluşturmayan, mülteci sorunuyla ilgili bütün sorumluluğu halkın omuzlarına yükleyen, saray rejiminin sorumsuzluğu, öncelikle Emirhan Yalçın’ın hayatını kaybetmesine, ardından mültecilerin evlerinin taşlanmasına, mahallelerinin basılıp dükkânların yağmalanmasına kadar varan olaylar silsilesine neden olan esas şeydir” ifadeleri yer aldı. “İktidarın basiretsiz ve aciz dış politikaları nedeniyle bugün ABD, NATO ve AB’nin maşa olarak kullanmakta olduğu Türkiye’ye düzensiz, kayıtsız, kontrolsüz bir mülteci akışı gerçekleşmektedir” denilen açıklamada şu ifadelere yer verildi:

“Biden’la yapılan son görüşmede, ABD’den güç alabilmek için Afganistan’da “nöbet” üstlenen, rüşvet karşılığında Geri Kabul Anlaşması imzalayan iktidar, Türkiye’yi ABD’nin ve Batı’nın “tampon bölgesi’ haline getirmektedir. İktidarın izlediği bu politikanın emek piyasasında yarattığı rekabetten gündelik hayatta tetiklediği kültürel çatışmalara kadar uzanan pek çok nedenle ortaya çıkardığı gerilim, bundan nasıl nemalanacağından, nasıl çıkar sağlayacağından gayrısını düşünmeyen egemen sınıfların ve uşaklık ettikleri emperyalistlerin işine geliyor."

SOSYAL POLİTİKA ÜRETMEKTEN UZAKTA

“AKP’li aparatlar tarafından açıkça belirtildiği gibi, bir kısım burjuva, kayıt dışı ve ucuz işgücü olarak gördüğü mültecilerin emeğine göz dikmekte, iktidar Batılı emperyalist entegrasyondan mültecileri bahane ederek para sızdırmakta, fakat mültecilerin yaşam hakkını sağlayacak sosyal politikaları üretmekten inatla uzak durmakta, ülkeye aldığı mültecilere ilişkin hiçbir sorumluluk üslenmemektedir. Düzen muhalefetinde uzanımlarını bulan başka burjuva hizipler ise örtülü ya da açık olarak nefret söylemini körüklemekte, ırkçılığa varan bir yabancı düşmanlığı yapmakta, bu sayede iktidara galebe çalacağını düşünen kolaycı bir siyasetle yangına benzin dökmekten geri durmamaktadır. AB ülkeleri ve emperyalist blok da sürekli olarak Türkiye’nin mülteciler için güvenli ülke olduğundan dem vurmakta, Türkiye’deki burjuva iktidara rüşvet vererek kendi yaratıkları savaş ortamının kefaretinden uzak durmak istemektedirler. SOL Parti olarak, mültecilere yönelen şiddetin, linç girişimlerinin, talanın, nefret söyleminin, ırkçılığın ve ayrımcılığın karşısındayız. Altındağ’da gerçekleştirilen saldırının kalabalığa karışan failleri kadar, sağcı ideolojilerle azmettiriciliğe soyunan burjuva aparatlar ile kaostan nemalanmayı huy edinmiş iktidar da aynı cürmün ortağıdır.”

***

BirGün YAZARI, SİYASET BİLİMCİ GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN:

Afganistan’da Taliban’ın ilerlemesiyle, göçmen sorununda yeni ve yakıcı bir dalga daha başladı. Biz bunun örneklerini önce Irak’ın işgali esnasında sonra da Suriye’deki iç savaşta gördük. Her biri emperyalist güçlerin ve onlarla aynı ligde oynama arzusuyla yanıp tutuşan işbirlikçilerinin yarattığı yıkımın acı birer sonucu. Bu nedenle, emperyalizmin yeni biçimlerinin göçmen sorunun ana kaynağı olduğunu teslim etmeyen ve göçmenler konusunda emperyalist ülkelerin ikiyüzlü tavrını eleştirmekten kaçınan her analiz eksiktir.

Türkiye’de iktidar kontrolsüz göçmen akınına ev sahipliği yapma misyonunu, insani nedenlerle değil de tamamen pragmatik sebeplerle üstlendi. Kâh yeni Osmanlıcı fanteziler kâh sermayenin talep ettiği ucuz işgücü arayışı kâh toplumu din eksenli dönüştürme çabaları göç meselesine damgasını vurdu. İktidar, Batı’nın göçmenleri sınırlarının dışında tutma politikasının kendine uluslararası politikada alan açtığını fark etti ve bu alanı sonuna kadar kullandı. Şimdi, iktidar bloku en zor zamanlarını yaşarken yine aynı kozu oynamaya çalışıyor. Afganistan’da yalnızca havaalanı işletmesine talip olmakla kalmıyor, göç dalgasında “tampon ülke” rolünü üstlenerek hem ABD’nin hem AB’nin nezdinde siyasi ömrünü uzatmaya çalışıyor.

İktidar ortakları, uzunca süredir nemalandığı göçmen meselesini, somut önlemler gerektiğinde sanki alelade bir konuymuş gibi geçiştirmekle meşgul.
Göçmen sorunu iktidar ortakları arasında da bir gerilim nedeni. Sorunu yadsıyarak ya da hedef saptırarak bu gerilimi soğutmayı deniyorlar. AKP de MHP de denetimsiz göçmen akınının kendi tabanlarında itirazlara neden olduğunu görüyor ancak kamuoyunu ikna etmeye yönelik gerçekçi tek bir adım atmıyor. Üstelik işsizlik almış başını gitmişken, kayıtdışı göçmen emeğinin ekonomideki “olumlu” rolüne işaret eden açıklamalarda olduğu gibi tansiyonun yükselmesine dolaylı yoldan zemin hazırlıyor.

Günlerdir sınırdan geçtiği iddia edilen Afgan göçmen videoları başta olmak üzere binlerce görüntü ortada dolaşırken, planlı olduğu izlenimi veren sahte haberler peşi sıra üretilirken, toplumun birçok farklı kesiminde homurdanmalar artarken, iktidarın sessiz kalması göçmen krizinin derinleşmesinden acaba medet mi umuyorlar, sorusunu akıllara getiriyor. Örneğin iktidarın Batı’yla yapılan pazarlıklarda içerideki gerilime işaret ederek Batı’dan daha fazla ödün koparma beklentisine girmesi ihtimal dışı değil.

Altındağ’da göz göre göre yaşananlar, iktidarın olup bitenlere seyirci kalması, toplumsal öfkenin manipüle edilmesinden aslında hiç de rahatsız olmadıkları ihtimalini düşündürtüyor. Altındağ’da işyerlerinin ve evlerinin tahribatına dek varan saldırının tesadüfi olmadığı, belirli bir organizasyonun ürünü olduğu açık. Daha önceki tecrübeler, iktidarların bu tip linç girişimlerinden demokratik muhalefeti bastırmak için yeni bahaneler devşirdiği gerçeğini bize hatırlatıyor.

Sağcılaşan muhalefet, mevcut gerilimi iktidarın ödemesi gereken bir hesap gibi görüyor. Meclis muhalefeti adına konuşanlar, kimi zaman popülist söylemlerle toplumsal öfkenin yön değiştirmesinde pay sahibi oluyorlar. Siyasi yelpazede, tıpkı Batı’da olduğu gibi, salt göçmen meselesi üzerinden kendine yer tayin etmek isteyen aktörler, çeşitli provokasyonların bilerek ya da bilmeyerek parçası oluyorlar. Liberaller, denetimsiz göçün getirdiği sorunlara işaret edenlerin hepsini “beyaz Türk” ya da “laikçi” olarak yaftalama kolaycılığına kapılarak meselenin toplumsal olarak ne denli katmanlı olduğunu es geçiyorlar. Ulusalcıların bir kısmı ise iktidarı rahatlatacak ölçüde şimşekleri şeytansı bir göçmen stereotipi üzerine çekiyorlar. Geldiğimiz aşamada bir kez daha görüyoruz ki göçmen sorununu karşısında ancak sosyalistler gerçekçi çözümler üretebilir. Yurttaşların kaygısına kulak veren ancak o korku ve kaygıları istismar etmek yerine iktidardan ve emperyalist güçlerden hesap sorulması için harekete geçirebilecek olan sosyalistlerdir.

***

TOBB ÜNİVERSİTESİ ULUSLARARASI İLİŞKİLER BÖLÜMÜ ÜYESİ DOÇ. DR. BAŞAK YAVCAN:

SURİYELİLERİ DEĞİL GÖÇ POLİTİKALARINI ELEŞTİRİN

TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Doç. Dr. Başak Yavcan, göçmenlere yönelik artan linç kültürünü değerlendirdi.
Son dönemde sığınmacılar ve yerel halk arasında mesafenin arttığına dikkat Doç. Dr. Yavcan, “İnsanlar birbirleriyle daha az temas kurmak istiyorlar, yerli halktan insanlar sığınmacılarla komşu olmak istemiyor, çocuğu ile aynı sıralarda okusun istemiyordu. Zamanla bunların artmış olduğunu görmekteydik ve bunun temeline indiğimizdeyse de elbette birtakım gerçek anlamda realist rekabetler vardı ama büyük bir kısmı da aslında bu algıların temeli, yanlış bilgilere dayanıyordu” dedi.

Toplumda bilgi dezenformasyonu yaşandığını belirten Doç. Dr. Yavcan, “Suriyelilerin aldıkları yardımlar, bu yardımları nerden aldıkları, zaten AB’den para gelmiyor bunlar bizim vergilerimiz, sınavsız işe giriyorlar, şu kadar para alıyorlar, çalışmıyorlar, çalışsalar da bizim işlerimizi çalıyorlar gibi algılar, toplumu yanlış yönlendirdi. Ne yazık ki bu konuyu siyasallaştıran siyasiler de aynı dezenformasyonun kurbanı halinde yaptılar bunu. Yanlış bilgilerle yaptılar. Bu sadece Türkiye’de olan bir şey değil, yani popülizm bütün dünyada yükseliyor. Pandeminin yarattığı ekonomik sıkıntıları bütün dünya yaşıyor ve günah keçileri aranıyor” ifadelerini kullandı. Siyasilerin oy devşireceği bir alan gibi gördüğüne, olumsuz algıları körüklediğine dikkat çeken Doç. Dr. Yavcan, “Bu konunun siyasetle oy devşirmeye çalışılan bir konu haline getirilmemesi gerekiyor. Hükümetin doğru bilgiyi doğru kanallarla yayması konusunda bir sorumluluğu olduğu aşikâr. Ama dediğim gibi bu dezenformasyon tek başına gerçekleşmiyor” diye konuştu.

Ülkenin göç politikasını eleştiremeyenlerin Suriyelileri hedef gösterdiğini ifade eden Doç. Dr. Yavcan şöyle konuştu: “Karşı durdukları şey, hoşlanmadıkları şey aslında ülkenin göç politikası. Ama gidip de devletin göç politikasını eleştirmek yerine bunun nedeni değil sonucu olan ve burada on yıldır yaşamakta olan Suriyeliler hedef olmuş oluyor. Suriyeliler geldi ucuza çalışıyorlar, işimizi elimizden aldılar. Bunun gerçeklik payının olduğu bölgeler var ama burada acaba Suriyeli daha ucuza çalışmaya razı diye onu çalıştıran işverene hiç mi bir şey söylemeyeceğiz. Yani aslında hep hedef şaşıyor. Daha kolay hedeflere, daha gücü az, hükmedebildiğimiz hedeflerden sanki hırsımızı çıkarıyoruz gibi. Ama dediğim gibi bu kadar önyargının ve dezenformasyonun sonucunda zaten bu kaçınılmaz bir şey. Şaşırtmadı ve ne yazık ki kaygım bunların artacağı yönünde.”

(BİRGÜN)