8 Kasım 2021 Pazartesi

Bir sabah parlamenter sisteme uyansak (08/11/2021) + Erdoğan aptal değil (25/10/2021) / Turgay Develi-SOL

 Bir sabah parlamenter sisteme uyansak 

Erdoğan yarın sabah uyanıp hukuksuzca içeride tutulanların tahliyesi buyursa, ilgili bir emir erine de derhal parlamenter sisteme dönmek üzere talimat verse...

Bir sabah kalktığımızda, Erdoğan'ın 'artık bu kadar yeter' diye nedamet getirmiş ve Osman Kavala ile Selahattin Demirtaş'ı serbest bırakmış olduğunu görebiliriz. Hatta ardından başkanlık sisteminden de vazgeçip parlamenter sisteme geri dönmeye karar verse, 'ittifak' muhalefetinin tanıdık simaları, oyuncağı elinden alınmış çocuk gibi, ağlamakla ağlamamak arasındaki bir yüz ifadesi ve şaşkınlıkla uzunca bir süre ne yapacaklarını, ne diyeceklerini bilemezler herhalde.

Türkiye'nin çok uzunca bir süredir gündemini oluşturan bu iki keyfi tutukluluk hali ile ülkenin hiçbir temel sorunun çözümünü sağlamayacak olan parlamenter demokrasi tartışmalarının yapay ve aynı zamanda komik olduğu ortada.

Gerek Kavala'nın, gerek Demirtaş'ın cezaevine attırılmasının sebepleri ile bir zamanlar Erdoğan'la hedef birliği kurmalarını sağlayan sebepler aynı. İşin komik tarafı ise herkesin oynanan bu tiyatroyu (çekirdek çitleyerek iş makinesi seyredenler gibi) seyredip, kendince manalandırmaya çalışması.

Türkiye'de etnik kimlik, dini kimlik, mezhep vb. konulu araştırma ve 'çalışma'lar yapan her tür araştırma şirketine ve sivil toplum kuruluşuna, Kavala'nın TESEV'i de dahil olmak üzere, yurt içinden ve dışından açık toplumcu kanallar yoluyla yıllarca para aktı. Sivil toplum projeleri adı altında toplumu mezhepler, kimlikler üzerinden tanımlayan çalışmalar yaptırılıp, çıkması istenen sonuçlar bulgu adı altında yine aynı ekip tarafından fonlanan medya organları ile duyuruldu, kamuoyu oluşturuldu. 

"Dini inancınız, mezhebinizden dolayı kendinizi dışlanmış hissediyor musunuz?" ya da "Etnik kimliğinizi rahatça ifade edebiliyor musunuz?" gibi soruları yıllarca bıkmadan insanlara sorup bu konularda 'araştırma' yaparak sonunda ülkede olan biten her şeyi kimlik siyasetinin bir konusu haline getirmeyi başardılar.

Erdoğan, bu çalışmaların benzerlerini meydanlarında yapmıştı. Sonuç olarak batının ve liberallerin sevgilisi olan ilk versiyon Erdoğan 1.0, 'Ben insanları dilinden, mezhebinden, kimliğinden dolayı, Laz, Çerkez, Gürcü diye değil, yaradılanı yaradandan dolayı seviyorum' diye konuşuyordu. 

Sadece bu kadar değildi elbette; 

Cumhuriyetin yurttaşlarına etnik kimliğin ikame edilmeye çalışıldığı rollerin kahramanlarını da izlemiştik. Oyunun yazıcıları, rolleri Erdoğan'ın iktidarının güçlenmesi ve kalıcılaşmasına göre dağıtmış ve bu İmralı tutanaklarında da açıkça ifade edilmişti. Tutanaklarda Öcalan'ın, Sırrı Süreyya Önder, Selahattin Demirtaş ve Pervin Buldan'a söylediği 'AKP iktidarını ben koruyorum' sözleri, Kürt hareketinin Erdoğan'dan çok umutlu olduğu yılların bir nişanesi olarak duruyor. 

Dolayısıyla, aslında Erdoğan, Soros, Kavala, TESEV, Açık Toplum Enstitüleri ve Öcalan, Demirtaş nezdinde Kürt hareketi aynı amaç etrafında birleşmişlerdi: Yurttaşlık bilincini kazıyarak Türkiye'yi dillere, etnik kimliklere, mezheplere vs. göre tanzim etmek.

Peki ne değişti de bu tasada ve kederde hedef ortaklığı bitti ve Erdoğan eski mesai arkadaşlarını düşman tahtasına yerleştirdi?

Ortaklığı bozup, rüyayı kabusa çeviren ve tarafları düşmanlaştıran, bol bol bulunan sıcak paranın bitmesi ve bunun sonucunda Erdoğan'ın iktidarının zora girmesi oldu. Dünyada uygulandığı bütün ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de cari açık, yaygın işsizlik, gelir dağılımı uçurumu olarak aynı sonucu veren ekonomik politika sürdürülemez olunca Erdoğan sertlik politikalarına dönmek ve milliyetçi bir hikaye oluşturmak zorunda kaldı. 

Her ikisi de birbiriyle bağlantılı bu ilişkiyi Erdoğan önce iktidarının meşruiyeti için liberal bir görüntü vererek dışarda kullanmıştı, şimdi de milliyetçi bir görüntü vererek içeride iktidarını korumak için kullanıyor. Soros ile ilişkisi ve kimlik temelli mücadele, bir dönem işine geldi. Şimdi, dünkü dostlarına bugün düşman muamelesi yapması, onların değişmesi ya da gerçekten suç işlemeleri sebebiyle değil, sadece kendisinin durduğu tarafın değişmesi sebebiyledir. 

Erdoğan'ın, eski 'dostlarını', hukuk mukuk dinlemeyip cezaevlerine atması, yasama ve yargıyı tek elde toplaması tesadüf değil. 

Erdoğan'ın bu yönelişinin bir zorunluluk olduğunu, izlediği ekonomi politikasının başka bir sonuç doğurmasını beklemenin akla aykırı olduğunu geçen hafta "Erdoğan aptal değil" başlıklı yazımda anlatmıştım. Turgut Özal'lı ANAP'ın, ardından gelen Süleyman Demirel/Tansu Çiller ile Erdal İnönü/ Murat Karayalçın'lı DYP/SHP'nin, Tansu Çiller/ Mesut Yılmaz'lı ANAYOL ya da Bülent Ecevit/ Mesut Yılmaz/Devlet Bahçeli'li ANASOL da aynı akıbete uğrayarak tarihe gömülmüştü. 

Görünürde farklı söylemlere sahip bu partilerin kaderlerini ortaklaştıran, yıkılışlarını kaçınılmaz kılan uyguladıkları ekonomik modeldi. 

Dolayısıyla Erdoğan, muhalefetin iddiasının aksine, yargıyı, yasamayı kendine bağladığı, Demirtaş ve Kavala gibi isimleri haksız hukuksuz cezaevine attırdığı için değil, uygulanan ekonomik modelin sıcak paraya muhtaç, cari açık yaratan, kitleleri yoksullaştıran, gelir uçurumu yaratan, işsizliği patlatan sonuçlar yaratması kaçınılmaz olduğu için halkın özgürlük alanlarını daraltıp, toplumu nefessiz bırakıyor.

Muhalefet, meselenin ekonomi politikalarından kaynaklandığını teğet geçerek dün Altan kardeşler, Nazlı Ilıcak, Enis Berberoğlu gibi isimler, bugün de Osman Kavala, Selahattin Demirtaş üzerinden gündem ve demokrasi kahramanları yaratıyor. 

Elbette bir tek kişinin bile haksız ve hukuksuz şekilde özgürlüğünün elinden alınmasına karşı durmak her yurttaşın boynunun borcudur. Bununla beraber bu hukuksuzlukları doğru yere oturtup, buna neden olan politikaları savunmak ise akıl dışı. 1990'lı yıllarda faili meçhuller yaratan çeteler üzerinden yürütülen kirli savaş, Susurluk'la patlayan irin, şimdi İdlib, SADAT, ÖSO tipi yapılanma ve bunların yol açtığı sorunların tamamı bu kanlı düzenin ürünü. 

Okuyucuyu bıktırma pahasına defalarca yazdığım üzere bu sonuçları yaratan düzeni tartışmak yerine, son 40 yılı sadece olaylar ve ortaya çıkan sonuçlar üzerinden değerlendirmek, hedef saptırmaktan başka bir işe yaramıyor.

Batı dünyası artık işlemediği kabul edilen bu ekonomik düzen yerine yeni bir dünya düzeni üzerine tartışırken Türkiye’de muhalefet, aynı kimlik siyaseti soslu konuları temcit pilavı gibi kamuoyunun önüne atıp, bu arada da ekonominin durumundan bunalan vatandaşın iktidarı cezalandıracağını umarak, hiçbir sorunun kaynağına inmeden, hiçbir köklü değişim vadetmeden ittifaklarla seçim galibiyeti arıyor. 

Bunun sebebi ise sorunların köküne inildiği takdirde ekonomik politika ezberlerinin bozulacağını bilmelerindendir. 

Başa dönelim, Erdoğan yarın sabah uyanıp hukuksuzca içeride tutulanların tahliyesi buyursa, ilgili bir emir erine de derhal parlamenter sisteme dönmek üzere talimat verse, bugünün Türkiye'sinde muhalefeti iktidardan nasıl ayırt edeceğiz?

                                                                    ***

Erdoğan aptal değil (25/10/2021) 

Gerek içerden, gerekse de dışarıdan sürekli olarak çizilerek önümüze konulan, artık aklını ve yönetme kabiliyetini kaybetmiş bir otokrat portresinin hiç de isabetli olmadığı çok açık.

En başa son faiz indirimi kararını yazarsak, iktidar cephesi dışında kalan herkes Erdoğan'ın artık verdiği kararların sonuçlarını öngöremediğini, yönetme erkini yitirdiğini ileri sürüyor ve iktidarın günlerinin sayılı olduğunu düşünüyor.

Bu bağlamda, iktidarın düzenli olarak oy kaybettiğini gösteren anket sonuçlarını takip eden muhalefet de artık iyiden iyiye bir iktidar hazırlığı içerisine girmiş durumda. Ancak iktidarın kendini bitirdiği, yönetme kabiliyetini tamamen kaybettiği ve ilk seçimde alaşağı olacağı öngörüsü bana göre hala çok şüpheli. 

Kişisel kanaatim, Erdoğan'ın bu kararları, muhalefetin iddiasının tam aksine panik ve telaşla değil, dünya düzeninin işleyişine bizzat tanıklık ettiği 20 yıllık iktidar tecrübesi ile aldığı yönünde.

Böyle düşünmemin sebebi ise Erdoğan'ın, artan hayat pahalılığı ve yaygınlaşan yoksulluğun, partisinin yıllardır uyguladığı neoliberal ekonomi politikalarından kaynaklandığını ve bu politikalar doğrultusunda krizlerin kaçınılmaz olduğunu bilmesi. 

Erdoğan, bu ekonomi politikanın sıcak paraya muhtaç olduğunu da, sıcak paranın uluslararası finans kapitalde olduğunu da biliyor. İmajı umurunda olmamakla birlikte, meşruiyetin öneminin farkında olarak, içerideki iktidarının uluslararası meşruiyetine zarar gelmemesi gerektiğinin bilincinde. Halkın daha da yoksullaşmasını göze alarak, muhtemel birer bankacılık, cari açık ve borç krizlerini önleyecek bir sistemi çalışır vaziyette tutmaya çalışıyor. 

Bir yandan büyümeyi devam ettirerek ve halkın nispeten ucuz banka kredilerine ulaşmasını kolaylaştırarak da, yaygınlaşan yoksullukla yükselen öfkeyi geçici de olsa kontrol altında tutarak kısmen de olsa rıza üretebilmeyi umuyor.

Yani Erdoğan'ın aslında yaptığı, 1994 veya 2001 yıllarında olduğu gibi ani krizleri engelleyerek, kontrollü bir yoksullaşma süreciyle bunalımı zamana yaymak, tabiri caizse kurbağayı kısık ateşte yavaş yavaş pişirmek, bu arada da iktidarını sürdürebilmek için ihtiyaç duyduğu tabanının gönlünü hoş tutan sadaka mekanizmasını işler tutarken bir yandan da milliyetçilik, dış güçler ve bağımsızlık masalları anlatmak.

Cumhuriyet tarihinin en derin ekonomik bunalımı devam ederken partisinin hala birinci parti olmasının, muhalefetin ise hala ittifaklar yoluyla 3-5 oyun hesabını yapmak zorunda olmasının sebebi bu.

Erdoğan'ın panik ve telaşla değil, aksine son derece bilinçli hareket ettiğini düşünmemin sebebi, uygulanan ekonomik politikaların yaratması kaçınılmaz olan bunalımı bu kadar ustalıkla zamana yayabilmesi ve bunu yaparken attığı adımların tutarlılığı.

Erdoğan, 'kurumların bağımsızlığı' adı altında ülke ekonomisine yön veren uluslararası finans kapitalin, Merkez Bankası ve diğer 'bağımsız' kurumları aslında hükümetler üzerine tahakküm kurmak için dayattığının bilincinde. Bunları yok etmeyi uluslararası meşruiyeti açısından şimdilik göze alamıyor, ancak Merkez Bankası örneğinde yaşandığı gibi 'fiyat istikrar komiteleri' gibi paralel yollar açarak bu tahakkümden kurtulmaya çalışıyor. 

Bunun bir başka örneği de, bütün değerli varlıkları bir fon altında toplayıp, denetime de kapatarak ihtiyacı olan finansmanı Merkez Bankası'nın müdahale sınırları dışına taşıması. Zira Merkez Bankası bağımsızlığı denen şeyin, ülke ekonomisinin ihtiyaç duyduğu finansmanın, ancak ve ancak uluslararası finans kapitalin, denetiminde ve onların koyduğu şartlarla sağlanabilmesi demek olduğunu yaşayarak öğrenmiş durumda. 

'Faiz lobisi' ve 'dış güçler' gibi konular, iktidar ve trolleri tarafından o kadar çok sulandırılıp, Diriliş Ertuğrul seviyesi karikatürizasyonlarla içi boşaltıldı ki, arada bu bağlamdaki bazı gerçekleri de unutur olduk. Uluslararası finans kapitalden bahsetmek de bu bakımdan son derece tehlikeli bir hal aldı. Bir taraf her şeyi dış güçlerle açıklarken, diğer taraf da bu tür bir dış müdahale ihtimaline gözünü tamamen kapatır bir hale geldi. Yine de bazı gerçekleri hatırlamak gerekiyor:

1994 yılındaki kriz sonrası IMF ile DYP/SHP hükümeti döneminde imzalanan standby anlaşması Türkiye'de yeni bir dönemi başlatmış, Merkez Bankası'nın 'bağımsızlığına' giden yol da bu süreçte başlamıştı. 2001 krizi ve sonrasındaki Kemal Derviş'li süreç sonucunda da Türkiye'nin neoliberal dönüşümü tamamlanmıştı.

İşte AKP'ye iktidar yolunu açan bu 2001 ekonomik krizi hususunda dönemin başbakanı Ecevit, koalisyon hükümetinin parçalanması ve partisinin baraj altında kalmasının ardından ölümüne kadar yıllar boyunca kendisine her sorana o dönemde Merkez Bankası'nın yaptıklarını eleştirdi. Ecevit'e göre kriz, anayasa kitapçığı fırlatılmasa da çıkacaktı. O dönemin Merkez Bankası başkanları Gazi Erçel ve Süreyya Serdengeçti'nin buna karşılık savunmaları ise Merkez Bankası'nın yaptığı işlemlerin IMF ile yapılan standby anlaşmasına ve yasalara uygun olduğu yönündeydi. 

(Örneğin, krizin patladığı 19 Şubat 2001'den, dalgalı kura geçildiğinin açıklandığı 22 Şubat'a kadar geçen üç günlük sürede de MB'nın 'kanunlara uygun olarak' neredeyse yarı fiyatından sattığı, [o dönem Türkiye'nin döviz rezervlerinin üçte birine denk gelen 5 küsür milyar dolarlık] dövizi hangi kuruluşların aldığını dönemin MB Başkanı Serdengeçti 'ticari sır' gerekçesiyle açıklamamıştı. Ancak bugün biz bunların ağırlıklı olarak yabancı bankalar ve finans kuruluşları olduğunu biliyoruz.)

Yapılan işlemlerin yasalara ve standby anlaşmasına uygun olduğuna kimsenin şüphesi yok. Ancak bu anlaşmanın ve buna binaen çıkartılan yasaların ülke ekonomisinden çok sermayenin çıkarlarını koruduğu da ortada. Bu bağlamda aksiyon alan bağımsız Merkez Bankasının IMF'nin dayatmasıyla çıkartılan yasalar çerçevesinde büyük bir likidite krizine sebep olarak kendi hükümetinin başını yediğini Ecevit fark ettiğinde kendisi için çok geç olmuştu.

Bu buhranın yarattığı boşlukla iktidara gelen Erdoğan ise, IMF ve kendi prensi Derviş tarafından punduna getirilen Ecevit'in, kendi bağımsız merkez bankasının eylemleri neticesinde ipinin çekilmesini unutmamış gibi görünüyor. Ecevit'in hayatının kalan döneminde yaşadığı pişmanlığı yaşamak istemeyen Erdoğan, 20 yılın getirdiği iktidar tecrübesiyle koltuğunu korumak için sistemin işine gelmeyen taraflarını ustalıkla yontarken, işine gelen yönlerini kullanmaya da devam ediyor.

Erdoğan bu sistemin doğası gereği krizlerin kaçınılmaz olduğunu ve mutlak kendi iktidarının da başını yiyeceğini bildiğinden, 2007 yılından itibaren IMF denetiminden çıkacak taşları döşemeye başlamıştı. Finans kapitalin, MB, BDDK, Tütün, Şeker vb. üst kurullar gibi hükümetinin başına diktiği 'bekçi köpeklerini' öldürerek finans kapital ile açıktan vuruşmak yerine, bunların yönetimlerini sık sık değiştirip, yetkilerini tırpanlayarak işlevsiz bırakması bunun içindir.

Zira Erdoğan biliyor ki, sermayenin anladığı şekilde bağımsız bir merkez bankası, bugün Türkiye'nin sıcak paraya erişimini engelleyerek gerçek bir krize yol açma ve iktidarı alaşağı etme potansiyeline sahip olacaktı. Oysa şu an kontrolü altındaki merkez bankası ve hazine, ne pahasına olursa olsun sıcak parayı ülkeye getirmeye ve ekonomi çarklarını çevirmeye devam ediyor.

Gerçekten de geçmişte bir kaç milyon dolar bulunamadığı için krizler yaşayan Türkiye şu anda klasik anlamda ani bir ekonomik şok ya da bir kriz tehdidi altında değil. 90'lı yıllarda Türkiye'de devasa krizler çıkartacak onlarca siyasi olay, döviz kurlarında dalgalanma yaratmaktan fazlasını yapmadan geçip gidiyor.

Öte yandan sürekli dış güçlere çatan Erdoğan hükümetinin hala borçlanmak için Londra'ya gitmesi, ülkenin altına girdiği faiz yüküne aldırmadan hazinenin tahvil ihraç etmeye (borçlanmaya) devam etmesi, bunların her fırsatta hükümeti eleştiren ve yer yer uygulamalarıyla dalga geçen 'dış güçler' olan yabancı finans kuruluşları tarafından kapış kapış alınması da madalyonun öteki tarafı. 

Özetle finans cephesinde şu anda tüm taraflar oynanan oyundan memnun durumda. 

Öteki taraftan bakacak olursak, Erdoğan'ın işlerin yolunda gitmemesi ihtimaline karşı aldığı tedbirler de kontrolsüz ve bilinçsiz bir aktör olmaktan çok uzak olduğunu gösteriyor.

Bunlardan birincisi dışarıya dönük. ABD'ye karşı Demirel ve Menderes'in acemice açtıkları Sovyet kartı ile başlarına gelenlerden ders çıkarmış olduğundan olsa gerek, Erdoğan Suriye'deki açık PYD desteğine rağmen ABD'ye doğrudan cephe almadığı gibi, NATO'nun Kafkasya, Balkanlar ve orta Avrupa'da verdiği görevleri eksiksiz yerine getirmeye de devam ediyor. Akdeniz'deki karbon yatakları arayışı ile Libya'daki askeri varlığının ömrü de NATO'nun çizdiği kadar.

Bununla bağlantılı diğer tedbirleri ise TSK'yı NATO'cu generallerden 'temizleyip' SADAT'a zimmetlemesi, yargıyı, polisi ve MİT'i ve diğer tüm güvenlik ve bürokrasi kanallarını 'şahsına' bağlaması olarak sıralayabiliriz. Ama bunlarla beraber ve aslında bu kuvvet birikiminin yaratacağı iklimde sanırım en önemli sonuç alanı, YSK'nın ihtiyaç anında Üsküdar'ı geçmesi için görevlendirilen bir at haline dönüşebilecek olması! 

Sonuç olarak, gerek içerden, gerekse de dışarıdan sürekli olarak çizilerek önümüze konulan, artık aklını ve yönetme kabiliyetini kaybetmiş bir otokrat portresinin hiç de isabetli olmadığı çok açık.

20 yıldır iktidarın kendini bitirmesini bekleyen ve sonunda bunun gerçekleştiğini düşünen muhalefetin artık 'sırasının geldiğine' inanması, bunu gerçekleştirebilmek için de meclis kürsüsünden 'bu düzeni yıkacağız' martavalları okuması, Türk Tulüat tiyatrosundaki İbiş'in rolüne denk düşüyor. Merkez Bankası bağımsızlığı mesajları ise bu şartlar altında gülünç bile değil.

İnsanların temel ihtiyaçlarını karşılamak için bile borçlanmak zorunda kaldığı, sağlığın özel hastane ve eğitimin özel okul sahiplerinin tahakkümüne bırakıldığı, koca bir ülkenin sermayeyi beslemek için çalıştığı, sürekli olarak eşitsizlik ve kriz üreten bu sistem, öyle ya da böyle yıkılmaya mahkum. Kim giderse gitsin, kim gelirse gelsin.

Turgay Develi-SOL


7 Kasım 2021 Pazar

Prof. Dr. Taner Timur: Ekim Devrimi, devrimler tarihinin en umut verici halkasıdır - Uğur ZENGİN / EVRENSEL

 


Ekim Devrimi bugün 104 yaşında. Tarihçi-Yazar Prof. Taner Timur, devrimler tarihinin en önemli ve en umut verici halkası olarak gördüğü bu devrimin belleğimizi ısıtmaya devam ettiğini belirtiyor.

Ekim Devrimi 104 yaşında. Bolşevik Parti liderliğinde gerçekleşen bu büyük devrim, yüz binlerin katıldığı çarpışmayla gerçekleşti. Tam da 104 yıl önce bugün, Petrograd’ın kilit noktaları ele geçirildi ve Lenin “işçi ve köylü” devriminin zaferini duyurdu. 1768 kapılı, 1050 odalı Kışlık Saray’ın odalarından artık ülkenin yeni sahiplerinin ayak sesleri geliyordu.

1849, 1871 ve 1905 devrimlerinde yenilgiye uğrayan proleter hareketin 104 yıl önce gerçekleştirdiği zaferi Tarihçi-Yazar Prof. Dr. Taner Timur ile konuştuk.

Hocam, Lenin henüz Ekim Devrimi öncesinde Zürih’ten yazdığı mektupta, “Ne doğada mucize olur ne de tarihte. Ancak tarihin her ani dönemeci ve özellikle her devrim öylesine bir içerik zenginliği sunar, savaşım biçimleri ve karşı karşıya bulunan güçler arasındaki ilişkiler öylesine beklenmedik bileşimler ortaya koyar ki, saf birine çok şey mucize gibi görünecektir” diyordu. Buradan hareketle sorarsak, Ekim Devrimi neden mucize değildi?

Bu soruya yanıtı “Ne doğada mucize olur, ne de tarihte” sözüyle zaten Lenin vermiş bulunuyor. Ama insanlar yine de olağanüstü durumlarda bu sözcüğü mecazi anlamda kullanıyor ve “mucize”den söz ediyorlar. Gerçekten Ekim Devrimi de böyle bir izlenim uyandırıyordu. Çarlığa karşı ayaklanmadan bir yıl önce bile bu yarı feodal ülkede sosyalist bir devrim olacağı herhalde kimsenin aklına gelmezdi. Lenin’in büyüklüğü, savaş koşullarının Rusya’da artık “Üsttekilerin ülkeyi eskiden olduğu gibi yönetemediği, alttakilerin de artık eskisi gibi yaşamak istemedikleri” bir “devrimci durum” yarattığını saptaması ve “karşıt güçler arasındaki beklenmedik bileşimler”in analizine dayanan taktik ve stratejik ittifaklar geliştirmesi oldu. Zaferi de bu sağladı.

"KAPİTALİZM ENTERNASYONALİST BİR SINIF YARATTI"

Ekim Devrimi için ‘Bir devrimler çağının en büyük halkası’ demek sanıyorum yanlış olmaz. "Eşitlik, özgürlük ve kardeşlik” talebiyle Fransız Devrimine henüz ‘zayıf’ bir sınıf olmasına rağmen proleterler katıldı. Paris Komünü deneyimi yaşandı. Proleterler başkaca devrimlerin içinde yer aldı. Ancak işçilerin tarihteki hiçbir devrimde Ekim Devrimi’ndeki kadar büyük bir öncü rolü yoktu. Bir proleter devrimi önemli kılan nedir?

Kapitalist üretim biçimi daha önceki üretim biçimlerinden farklı olarak küresel bir boyut taşır. Daha 1848’de Marx ve Engels bu küresel boyutu Manifesto’da vurgulamış ve övmüşlerdi. Orada burjuva devrimleri ile “yerel, ulusal kendine yeterliğin ve içe kapanıklığın yerini çok yönlü ilişkilerin” aldığını ve bunun da “ulusal tek yanlılık ve dar kafalılığı” her gün biraz daha olanaksız hale getirdiğini söylüyorlardı. Oysa kapitalizm, yarattığı burjuva hegemonyası ve sömürü düzenine almaşık oluşturacak başka bir enternasyonalist sınıf daha yaratmıştı: “Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan” proletarya sınıfı.

Aslında en eski çağlardan beri kitleler zulme ve sömürüye karşı ayaklanmışlardır; Spartaküs önderliğinde Romalı kölelerin isyanı ya da feodal çağa damgasını vuran köylü ayaklanmaları gibi. Ne var ki daha ileri bir düzen vizyonuna dayanmayan bütün bu isyanlar kanla bastırıldılar. Oysa kapitalizmle beraber modern bilim de doğuyor ve tarihi materyalizm, kapitalizmin iç çelişkilerini ve onu aşma olasılığını en gerçekçi bir şekilde sergiliyordu. İşte devrimler tarihinde emekçi devrimini önemli kılan şey budur!

İngiliz meslektaşınız Christopher Hill, bir makalesinde 1954 yılında Moskova Üniversitesine yaptığı ziyaretten edindiği izlenimleri aktarıyor: Üniversite öğrencilerinin yüzde 80’i burs alıyor. Lisans öğrencilerinin 300 ruble bursu aldığını ve bunun sadece 22’sini kiraya verdiğini söylüyor. Sovyetler’de de yurttaşların konut kirası gelire bağlı, gelirin yüzde 5’ini geçmiyor. Türkiye’deki yüksek kiraları karşılayamayan ücretlileri, yurt bulamayan üniversitelileri düşündüğümüzde rüya gibi geliyor. Ne dersiniz?

1917 Devrimi tüm insanlığa büyük umutlar saçan bir hareket olarak başladı; yarı feodal bir toplumda kısa sürede yapısal bir dönüşüm sağladı. Verdiğiniz örnek de bu başarının göstergelerinden biri. Ne var ki bir dünya devrimine dönüşemediği ve uluslararası kapitalizm tarafından kuşatıldığı için yayılma olanakları tıkandı; içine kapandı ve katılaştı.

"SOSYALİZM DÜNYAYA YAYILSAYDI, İNSANLIK DAHA İNSANCIL KONUMDA OLACAKTI"

Almanya, İngiltere, Fransa… Gelişkin işçi hareketine rağmen bu ülkelerin işçileri Rus işçi sınıfının Ekim Devrimi’nde gösterdiği inisiyatifi göstermedi. Bu inisiyatif gösterilmiş olsaydı bugün başka bir dünyada yaşıyor olabilir miydik?

Aslında Lenin de Trotsky gibi Ekim Devrimi’nin küresel devrime bir kıvılcım olacağına inanıyor; özellikle de Alman sosyal demokratlarına umut bağlıyordu. Ne var ki ileride Nazizm’i yaratacak büyük sermaye ve uşakları bu hareketi kana boğdu; Rosa Luxemburg ve K. Liebknecht’i vahşice katletti. O günkü koşullarda sosyalizm dünyaya yayılsaydı elbette yine büyük sorunlar yaşanacaktı, ama insanlık mutlaka bugün çok daha insancıl bir konumda olacaktı.

LENİN DEVRİME NE KATTI?

Lenin’e ayrı parantez açmak istiyorum. “Lenin olmasaydı da devrim olurdu” dersem sanırım itiraz etmezsiniz. Ancak Lenin’in devrime kattığı da yadsınamaz. Lenin devrime ve Marksizme ne kattı?


Bireylerin tarihteki rolü genellikle küçümsenmiştir; Marksizme yapılan itirazlardan biri de budur. Nitekim Rus Marksistlerinden Plekanov bu konuda küçük bir kitap yazmış, bireylerin ve rastlantıların tarihteki rolü hakkında ilginç şeyler söylemişti. Ona göre bireyler tarihte bir rol oynuyorlardı; fakat bu rol gelişme düzeyinde ve belli eğilim kanunları çerçevesinde gerçekleşiyordu. “Bireyler sık sık bir toplumun kaderi üzerinde büyük bir etkiye sahiptirler, fakat bu etki toplumun iç yapısıyla ve diğer toplumlara göre konumuyla belirlenmiştir” diyordu. Oysa Sovyet Devrimi’nin tanıkları Lenin’in bu devrimde daha da güçlü bir etki yaptığı yönünde ifadeler kullanmışlardır. Örneğin L. Trotsky, “Rus Devrimi” başlıklı eserinde, "Fabrikaların, kışlaların, köylerin, Sovyetlerin yanı sıra bir devrim laboratuvarı daha vardı: Lenin’in kafası!” diyordu. Alexandra Kollontai ise "Lenin burada, aramızdaydı ve bizler de neşeli ve zaferden emindik” şeklinde bir tanıklık yapmıştır.

Toplumsal değişim ve birey konusu 1970’lerde Fransız Marksist düşünürleri arasında çok tartışıldı; Lucien Seve’in “Marksizm ve Kişilik Kuramı” (Ed. Sociales, 1975) başlıklı çok aydınlatıcı bir eseri vardır.

"SOVYET DEVRİMİ, ANADOLU’DA BİR KURTULUŞ SAVAŞI KOŞULLARI YARATTI"

“Türk Devrimi ve Sonrası” kitabınızda Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı yıllarında dış ilişkilerdeki stratejilerinden birinin “İngiliz emperyalizmi ve Sovyet Rusya sosyalizmi arasındaki temel çatışmadan yararlanmak” olduğunu söylüyorsunuz. Sovyet rejiminin savaş yıllarında Anadolu’ya verdiği desteği biliyoruz. Sovyet rejimi Anadolu insanına ne kattı?

Sovyet Devrimi emperyalizmi sarsmış, Anadolu’da bir kurtuluş savaşı koşulları yaratmıştır. Emperyalistler Sovyetleri boğma amacıyla kuşatmış, Türkiye ile tek temas yeri olan Kafkasya’da Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan gibi kendilerine bağlı cumhuriyetler kurmuşlardı. Mustafa Kemal Paşa ise zafer için bu hattı yararak Sovyetlerle temasa geçmenin şart olduğu kanısındaydı ve 5 Şubat 1920 tarihli tebliğinde, eğer bunu yapamazsak “Anadolu Türkleri, İtilaf Devletleri subayları kumandası altında, sömürge askeri olarak ordular teşkil edecek, hem Kafkasya milletlerinin İtilaf Devletleri itaatinde tutulması ve hem Bolşevik istilasının durdurulmasını sağlamak için kan dökeceklerdir" diyordu. Atatürk’ün planı buydu ve bu strateji gerçekleşti; ayrıca Sovyet Rusya, Kurtuluş Savaşımıza para ve silah yardımında bulundu. Hedefler farklı olsa da Kurtuluş Savaşı’ndaki Türkiye-Sovyetler dostluğu bu temel üzerine kuruldu. Unutmayalım ki 1915’te Çanakkale’de İngilizler’in durdurulması da Çarlık Rusya’ya yardımı önlemiş ve Ekim Devrimi’ne elverişli koşulların oluşmasında önemli bir katkı sağlamıştı.

Ekim Devrimi bugün için ne anlam ifade ediyor?

Bugün dünya 1910’lardan çok farklı koşullarda bulunuyor; fakat emperyalizm de çok daha güçlü olarak varlığını sürdürüyor. Ekim Devrimi ise, günümüzde, sonucu ne olursa olsun, devrimler tarihinin en önemli ve umut verici halkası olarak belleklerimizi ısıtmaya devam ediyor.

"TÜRKİYE’Yİ DÜŞÜNEREK AKLIMA 1860’LAR GELİYOR"

Bütün bir dünya olarak salgınla birleşen kapitalizmi yaşıyoruz. Eşitsizliğin derinleştiği bu dünyaya dair öngörünüz nedir? Tarih tekerrür etmez ama, içinden geçtiğimiz dönemi tarihin herhangi bir dönemiyle benzeştirdiğiniz oluyor mu?

Dünya çok değişti, ama daha çok Türkiye’yi düşünerek aklıma 1860’lar geliyor. O yıllar dünyada liberalizmin zafer yıllarıydı; Dersaadet’e sermaye akıyordu; Abdülaziz ve çevresi için “büyüklük” simgesi de “saray” inşaatı idi. Dolmabahçe, Çırağan, Beylerbeyi hep o yıllarda yapıldı; hesapsız donanma harcamalarına yine o yıllarda girişildi ve halkın sırtına da büyük bir borç yükü yıkıldı. Sonuç Düyunu Umumiye oldu. AKP dönemi de neoliberalizmin şahlandığı yıllar oldu ve acı IMF reçeteleriyle istikrara kavuşmuş bir ekonomiye 2002’den itibaren sermaye akmaya başladı. Şu farkla ki bu dönemde Abdülaziz’in yönetim tarzı yerine de giderek Abdülhamit’e öykünen bir yönetim tarzı egemen oldu. 1860’lar ve sonrasında kapitalizmi daha çok deniz ve demir yolları küreselleştiriyordu; günümüzde ise elektronik iletim bu sürece inanılmaz bir ivme kazandırdı. 

Bugün Google, Apple, Facebook, Amazon ve Microsoft’un (GAFAM) oluşturduğu sermaye yoğunlaşması yüz yıl önce Lenin’in yaptığı emperyalizm analizinden çok farklı, çok ileri bir aşamayı temsil ediyor.

Uğur ZENGİN / EVRENSEL


Büyük yolsuzluk örtbas edilmiş raporla ortaya çıktı - YAVUZ KARAMAHMUTOĞLU / SOL(Söyleşi)

 CHP Zonguldak milletvekili Deniz Yavuzyılmaz, TCDD'nin Ankara-İstanbul hattında yaklaşık 2 milyar liralık yolsuzluk yapıldığını ortaya çıkardı. Yavuzyılmaz, soL'un sorularını yanıtladı.

CHP Zonguldak milletvekili Deniz Yavuzyılmaz, ihalesi 2006 yılında yapılmış Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları'nın (TCDD) Ankara-İstanbul hattındaki yolsuzlukları üç gündür sosyal medyadan yaptığı paylaşımlarla duyuruyor. 

2016 yılında yazılmış ama örtbas edilmiş Teftiş Kurulu Başkanlığı raporuna ulaşan Yavuzyılmaz belgeleriyle tespit ettikleri vurgunla ilgili suç duyurusunda bulacağını söyledi.  

Ortada 'Bağdat'a uzanmış' yaklaşık 2 milyar liralık bir yolsuzluk söz konusu, konuyu, sürecin nasıl işletildiğini ve bundan sonrasıyla ilgili neler planladığını CHP Zonguldak milletvekili Deniz Yavuzyılmaz'a sorduk.

Üç gündür TCDD'den milyonlarca dolarlık vurgunun belgelerini paylaştınız. Nasıl bir kurgu işliyor, kimler var bu vurgunun içinde?

2006 yılında, Ankara-İstanbul demiryolu hattında rehabilitasyon projesi kapsamında Vezirhan-İnönü arası yapım işleri için bir ihale yapılıyor. Bu ihaleyi kazanan firma konsorsiyum. Bu konsorsiyumda kimler var? IC İçtaş, Cengiz İnşat ve iki de Çinli şirket (CRCC, CMC) var. İhalenin bedeli 610 milyon 106 bin 97 dolar. 730 gün yapım süresi. Ancak bu şirketler bu süre içinde bu işi tamamlayamıyor. Ardından ilave süre uzatımı alıyorlar. Aldıkları süre uzatımı da 1922 gün (5 yıl 2 ayda süre uzatımı alınıyor.) Bu bilgileri nereden biliyoruz, TCDD Teftiş Kurulu Başkanlığı'nın hazırladığı bir rapor var. Bu rapor 2015 yılı teftiş programı gereğince hazırlanıyor. 2016 yılında da onaylanıyor. Bu rapora göre şirket ihaleyi 610 milyon dolara alıyor, süre uzatımı alıyor, daha sonra ilave ödenek talep ediyor. 

'İşi bitiremeyen şirkete 847 milyon dolar'

Ve Bakanlar Kurulu'nun işin yüzde 40 oranında ilave iş artışı diyerek ödenek çıkardığını Teftiş Kurulu Başkanlığı raporunda yazıyor. Bakanlar Kurulu'nun ek ödeneği 244 milyon dolar. Ve Bakanlar Kurulu normalde yüzde 20'ye kadar iş artışı için ödenek verebilirken sadece Bakanlar Kurulu yüzde 40'a kadar veriyor. O da işi bitirmek kaydıyla. Yani bu şirketin işi bitiremeyeceği anlaşıldığında işin tasfiye edilmesi gerekiyor. Ve ödeneğin aktarılmaması gerekiyor. Nitekim şirket işi bitiremiyor ancak buna rağmen bu para şirkete aktarılıyor. Ve böylelikle projenin revize bedeli 854 milyon dolara ulaşıyor. Ve görüyoruz ki bu tutarın 847 milyon doları şirkete ödenmiş. Revize proje bedelinin neredeyse tamamı şirkete aktarılmış durumda. 

'Şirket işi bitiremeyeceğini anlayınca şöyle bir cinlik yapıyor...'

Ancak görüyoruz ki burada şirket işi bitiremeyeceğini anlayınca şöyle bir cinlik yapıyor; normalde yapması gereken 200 milyon dolarlık imalat kalemini projeden çıkarıyor. Ama paranın tamamını kasasına alıyor. Arkasından çıkardığı işlerin bir bölümü başkaca ihale ediliyor. 51 milyon dolarlık kısmı ayrıca ihale ediliyor. Dolayısıyla böyle bir yöntemle 200 milyon dolarlık bir vurgun yapılmış oluyor. 

Diğer taraftan bu 200 milyon dolarlık vurgun Teftiş Kurulu raporunda da şöyle ifade ediliyor. Deniyor ki "Müfettişlikçe bahse konu olan tablo üzerinde yapılan incelemede proje kapsamında yapımından vazgeçilen, yapımına ihtiyaç duyulmayan veya proje kapsamından çıkarılarak daha sonra yaptırılması düşünülen imalat toplamının 200 milyon 142 bin 539 bin 74 dolar olduğu tespit edilmiştir" deniyor. 

Bu imalatlar çıkıyor ama bunların parası ödeniyor. Sonra bu para ödenince keşfin içindeki hangi imalat kalemlerinin içinin giydirildiğiyle ilgili Teftiş Kurulu'nun tespitleri var. Bu tespitlerden biri DT-35 tüneli. Bu tünelin yapımında da büyük bir vurgun var. Sözleşme keşif tutarı 2 milyon 195 bin 553,71 dolar şirkete ödenen tutar 57 milyon 795 bin 414,14 dolar, aradaki fark 26 kat. Bir vurgunda DT-36 tünelinde var. Sözleşme keşif tutarı 10 milyon 227 bin 654,77 dolar, şirkete ödenen tutar ise 88 milyon 944 bin 826,67 dolar, aradaki fark 78 milyon 717 bin 171,90 dolar. 

'Bu nedenle Pamukova ve Çorlu tren faciaları gerçekleşiyor'

Bu rapora ne zaman ulaştınız. TCDD Teftiş Kurulu Raporu'na bakarsanız bu vurgunun boyutlarıyla ilgili ne söylemek istersiniz?

Örtbas edilmiş, gizlenen bir rapor. Raporun hazırlanması sürecinde görev alan yetkililerin pek çoğu görevden ya alınmış ya da uzaklaştırılmış durumda. Bu ve buna benzer TCDD'de yapılan yolsuzluklar, usülsüzlükler ve kamu zararları nedeniyle kurum her yıl devasa miktarda zarar ediyor. Bu zararı açıklarken yetkililer kamu hizmeti yaptıkları için zararın doğduğunu ifade ediyorlar. Ancak bu demiryolu ihalelerini incelediğimizde kamu hizmeti yapıldığı için değil yolsuzluk yapıldığı için kurumun zarar ettiğini görüyoruz. Aynı zamanda bu yolsuzlar yapıldığı için kurum tecrübeli personellerini kaybediyor, yeterli yatırımları yapamıyor ve bu nedenle Pamukova ve Çorlu tren faciaları gerçekleşiyor.  Ve telafisi mümkün olmayan can kayıpları yaşanıyor. 

'Suç duyurusunda bulunacağız'

Bu çapta yapılmış bir vurgunu ortaya çıkarmış oldunuz. Nasıl bir süreç işleteceksiniz? Sonraki sürece yönelik bir planınız var mı?

Bu Teftiş Kurulu raporunda belirtilen bulgularla ilgili olarak suç duyurusunda bulunacağız. Tek bir ihalenin tek bir kesiminde yaklaşık 2 milyar liralık bir vurgundan söz ediyoruz. Bunu belgesiyle tespit etmiş durumdayız. AKP'nin yandaş tercihi vatandaşlarımızı fakirleştirmeye devam ediyor. 

YAVUZ KARAMAHMUTOĞLU / SOL(Söyleşi)

6 Kasım 2021 Cumartesi

AKP’nin bir fetih zaferi şansı var mı? - Erhan Nalçacı / SOL

 'Emperyalizm bazen bir bölgeyi karıştırır, bir kaos yaratır ama en nihayet sömürü çarkının sürmesi anlamına gelen istikrara yönelir. Suriye için bir istikrar bölgesi yaratmayı önceliyorlar gözüküyor.'

Egemenler ve siyasi temsilcileri eğer işler içeride iyi gitmiyorsa yurtdışında bir zafere ihtiyaç duyarlar. Böylece yurt içindeki siyasi zafer eksikliği yurtdışından telafi edilmeye çalışılır.

Gerçi riskli iştir ve ucunda ava giderken avlanmak da vardır.

Yurtdışında zafer aramanın en iyi bilinen iki tarihi örneği Fransız imparatoru III. Napolyon’un 1870’deki Prusya seferi ve Rus Çarı II. Nikolay’ın 1904’teki Japonya macerasıdır. Her ikisinde de uğranılan ağır yenilgi kendi ülkelerinde toplumsal ayaklanmalara yol açmıştır. Paris Komünü’nü ve 1905 Devrimi’ni düşününce bu hatalara müteşekkiriz doğrusu!

Türkiye’de Erdoğanlı AKP’nin işlerinin içeride iyi gitmediğini görmek için siyaset uzmanı olmaya gerek yok, çocuklar bile fark ediyor durumu. AKP’nin içeride kazanacağı bir zafer kalmamış gözüküyor.

Ya yurtdışında?

Küçük olsun bir zafer?

Libya desen Batı emperyalizmi, özellikle AB petrol hortumladığı bu coğrafyada kontrolü eline aldı ve Türkiye sermayesinin uzun boylu bir stratejik hamlesine kapı kapanmış oldu.

Doğu Akdeniz?

Türkiye Mısır’a yanaşmasına rağmen yalnızlığını gideremedi. Yakın vadede bir çıkış kolay değil.

Yunanistan?

Bu hiç mümkün gözükmüyor. Yunanistan ve Türkiye sermaye sınıfları içeriyi kontrol etmek için gerilimi yüksek tutmaya çalışırlar ama her iki tarafta bir zafer umulmayacağını bilir. Yunanistan’daki ABD’nin devasa askeri yığınağı (1000 tank ve 250 helikopter) medya tarafından sanki Türkiye’ye karşı yapılmış gibi gösteriliyor ama aklı olan herkes bu hazırlığın ABD’nin muhtemel bir Rusya kuşatması ve savaşıyla ilişkili olduğunu anlıyor.

İran bu koşullarda tartışma bile götürmez, çok büyük lokma.

Geriye kalıyor Suriye.

Suriye’de Türkiye sermayesi için iki cephe var:

İdlib civarı ve Kuzey Suriye’de Türkiye sınırı boyunca uzanan ve ABD desteği ile Suriye devletinden bağımsız davranan Kürt hegemonya bölgesi. Aşağıdaki harita son durumu anlamaya yardımcı olabilir:

















Harita: 2019’da Türkiye tarafından başlatılan Barış Pınarı harekâtından sonra Suriye’deki son durum. Suriye devletinin büyük ölçüde Suriye’de egemenliğini geri kazandığı görülüyor. İstisnası üç işgal bölgesi göze çarpıyor. Türkiye himayesindeki cihatçı çetelerin toplandığı İdlib, Türkiye’nin kuzeyden işgal ettiği bölgeler, ABD’nin güneyde El-Tanf üssü ve ABD himayesindeki Suriye’nin Kuzey doğusundaki Kürt hegemonya bölgesi.

İdlib cephesinde bir zafer olanaksız duruyor, çünkü Türkiye dolaylı bir biçimde hamiliğini yaptığı cihatçı çetelerle birlikte savunma durumunda. Rusya’nın desteği ile Suriye ordusu azalıp artan bir basınç uyguluyor.

Geriye kalıyor geniş kuzey sınırındaki Kürt hegemonya bölgesi. Bu bölgede girişilecek bir fetih savaşının içeride milliyetçi bir dalga yaratacağı umuluyor olabilir.

2019’da Barış Pınarı Harekâtı ile zaten bu bir kez denenmişti. Bütün sınır boyunca 30 km içeri girilmesi ve Suriyeli göçmenlerin buraya yerleştirilmesi ile Türkiye-Suriye arasına bir Sünni koridor oluşturulması planlanmıştı. Böylece 877 km x 30 km’lik bir hegemonya alanı ele geçirmiş olacaklardı.

Ancak Suriye Devleti ve Rusya’nın müdahil olmasıyla bu operasyon amacına ulaşmadı. Kürtlerin boşalttığı cepheyi Suriye ordusu aldı. Ruslarla yapılan bir anlaşma ile Suriye sınırında ortak devriye gibi bir pratik buradan doğdu.

Şimdi tekrar bu operasyon için yığınak yapıldığı, paralı ordu olan ve çık tuhaf şekilde Suriye Milli Ordusu olarak adlandırılan askeri birliklerin bölgedeki önemli Kürt siyaseti hakimiyetindeki şehirlerin civarında yerleştirildiği söyleniyor. Bu sefer Membiç, Kobani ve Kamışlı hedef tahtasında ve sadece 30 km değil, buradan stratejik alanlara kadar güneye ilerleneceği konuşuluyor.

Ama Erdoğan, Çar II. Nikola veya III. Napolyon değil, bir sürü dengeyi hesaplamaları gerekiyor. Bir kere bu kadar büyük bir askeri harekâtı modern askeri anlayışa göre hava desteği olmadan yapmak imkânsız.

Oysa Suriye hava sahasını bugün 4 devlet kullanabiliyor: Suriye Devleti, Rusya, ABD ve adı konmamış bir anlaşmayla İsrail.

Dolayısı ile Türkiye’nin askeri harekâtı Rusya veya ABD ile anlaşmaya bağlı. Başka bir deyiş ile Türkiye’nin karşılığında ne vereceğine bağlı.

Rusya’ye ne verilebilir? Kırım’ın Rusya’ya bağlı olduğunun tanınması, İdlib’ten korumanın kalkması, Rus savaş uçaklarının satın alınması…

Bunlar cazip Rusya için, ama bu başlıklarda bir pazarlık Rusya için de kolay değil. Çünkü Rusya Ortadoğu’da etkili bir siyasi aktör haline geldi ve bunu Suriye Devletine verdiği desteğe borçlu. Suriye topraklarının bir kısmın işgalini pazarlık konusu yapması zor gözüküyor.

Kaldı ki Türkiye’nin askeri yığınağı Rusya’nın da söz konusu bölgeye hava savunma sistemleri ve gelişkin savaş uçakları taşımasına neden oldu.

Ya ABD ne ister?

S-400’lerin iptali, geçelim bunu, önemli bir başlık değil artık. Karadeniz kıyısında bir NATO üssü, örneğin Trabzon’da. Montrö anlaşmasının yeri geldiğinde delineceğine ilişkin resmi olmayan bir söz!

Ama ABD’nin de bunlara ihtiyacı pek yok gözüküyor, çünkü bunları yeri gelince Erdoğanlı veya Erdoğansız hükümetten zaten alacağa benziyor.

Emperyalizm bazen bir bölgeyi karıştırır, bir kaos yaratır ama en nihayet sömürü çarkının sürmesi anlamına gelen istikrara yönelir. Suriye için bir istikrar bölgesi yaratmayı önceliyorlar gözüküyor. 

Arap ülkeleri ile Suriye arasındaki anlaşmalar, taraflar arasında yoğunlaşan ziyaretler, muhtemel Rusya ve ABD arasındaki görüşmeler buna işaret ediyor. Kürt siyasetinin bazı özerklik talepleri karşılığında Suriye Devletinin egemenliğini ve toprak bütünlüğünü tanıması ve Suriye’nin dünya kapitalizmine dönmesi. Türkiye sermayesine bir muhtemel ilhak alanı kalmaz bu anlaşmayla ama ticari ortaklık kalır.

Sonuçta Erdoğanlı AKP’ye bir fetih zaferi yakında gözükmüyor.

Öte yandan emperyalizm tarihinin ulusal egemenlere kurulmuş tuzaklar ve kışkırtmalarla dolu olduğunu aklımızda tutalım.  

Erhan Nalçacı / SOL


Eleman’ın anlattığı - Orhan Gökdemir / SOL

'Yalnız Ahmet-Mehmet meselesi değil bu, bir sınıfın ve düzeninin bütün gövdesiyle çürümesi meselesi. Devletin işkenceye ve cinayete ihtiyacı ondan var. Demek ki devrimin nesnelliğindeyiz.'


Talat Turhan ile 1990’lı yıllarda tanıştım. 12 Eylül’ün halesindeki Türkiye, ikinci on yılda adeta bir sıcak savaş yaşamaktaydı. Faili meçhul cinayetler, gözaltında kayıplar, gün ortasında sokak ortasında işlenen cinayetler, muhalif gazetelerde patlayan bombalar, gözaltılar, işkenceler… Kürt Sorunu en sert zamanlarındaydı. Kürt diyenin içeri tıkıldığı, gazetelerin dergilerin kapatıldığı, sansür sürgün kararnamelerinin çıkarıldığı dönemlerdi. Talat Turhan 1970’li yıllarda yüz yüze geldiği devletin o karanlık yüzünün peşindeydi. Israr ediyor, her gün yeni bilgi ve belgelerle ortaya çıkıyor, anlatıyor, bu nedenle hakkında açılan davalarla boğuşuyordu.

Sanırım ilk görüşmemiz Toplumsal Kurtuluş dergisi için oldu. Yazı istedim veya röportaj yaptım. Sonra görüşmelerimiz devam etti. Evine konuk oldum, uzun sohbetlerine katıldım. 1990’lı yıllar kapanmak üzereydi, ortalık biraz durulmuş görünüyordu ama dönemin aktörleri hala etkin görevlerdeydi. Ortak bir tanıdığımızın cenazesinde karşılaştık, “Orhan birlikte kitap yazalım” dedi. “Onur duyarım Ağabey” dedim. “Ben Kemalist’im senin için sakınca olur mu?” dedi. “Ağabey ben de Marksist’im senin için sakıncası yoksa benim için hiç yok” dedim.

Mehmet Eymür üzerine çalışmaya bu konuşmadan sonra başladık. Arşivlerini açtı. İnanılmaz bir titizlikle oluşturulmuştu o arşivler; kupürler tarih sırasına göre dizilmiş, arkalarına önlerine notlar alınmış, dosyalanmıştı. Doğrusu, geriye pek az şey bırakıyordu o dosyalar. 1999’da “Eymür” kitabı öyle ortaya çıktı. Arkasından Mehmet Ağar’ı yazmayı planlamıştık. Ancak araya uzun mesafeler ve benim ekmek kavgalarım girdi. “Orhan sen yaz” dedi, arşivinin bir bölümünü evime taşımama izin verdi. “Pike” de böyle ortaya çıktı. Bu iki kitap uzun yıllar boyunca davalarla boğuşmama neden oldu. Talat Turhan’la birlikte mahkeme kapılarında uzun zamanlar geçirdik. Talat Ağabey için bunlar adeta yaşamının doğal bir parçası gibiydi, sonra ben de alıştım.

O davalardan ikisi “Eymür” kitabıyla ilgiliydi. İlki “MİT Raporu’nun ekleri”nde adı geçen mafyozlardan birinin

şikâyeti ile açılmıştı. Yani dava konusu olan belge polis raporuydu, devletin resmî belgesiydi. Ünlü MİT Raporu’ndan dolayı ceza alma onuru bizimdir. İkincisini Eymür bizzat açtı. Kendisine “CIA ajanı” dediğimizi iddia ediyordu. Oysa bir gazeteye verdiği demeçte “CIA için çalışırım” anlamına gelen laflar etmişti, oradan alıntı yapmıştık. Hem CIA ile çalışsa ne çalışmasa ne? CIA zaten MİT’in içindeydi. Teşkilatın merkezinde ofis açmıştı, para yardımı yapıyor, alet edevat sağlıyor, yönlendiriyordu. Tabii bu da mahkûm edilmemize engel olmadı. Devletin yargısı, “Eymür söylemiş olsa bile siz alıntı yapamazsınız” diyordu bize. Talat Turhan onda da ısrar etti, davayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşıdı, kazandı. 

Talat Ağabey 12 Mart’ta, Ziverbey İşkencehanesinde o karanlıkla yüzleşmişti. İşkence merkezinde, karanlıkta saklananlardan biri de Mehmet Eymür’dü. Uzun yıllar inkâr etti işkence yaptığını. Birkaç gün önce bir gazeteciye döküldü, “yaptım, devletin çıkarınaysa yine yaparım” dedi. Bizim “Eymür”de yazdıklarımız böylece birinci ağızdan doğrulanmış oldu. Devletin ve elemanlarının işkence yaptığı, işkencenin bir devlet politikası olduğu delilleriyle ortadadır artık.

                                                                            ***

Ne demişlerdi 12 Mart’ta; Burada anayasa yok, yasa yok! Tek yasa vardır biliyoruz; devlet sebeb-i hikmeti olan egemenlerin çıkarını korumak. O nedenle 12 Mart’ın tezgâhlarında yarım bırakılan iş, 12 Eylül’de tamamına erdirildi. Halkın çocukları bir kez daha işkencelerden geçirildi, kaybedildi, öldürüldü. Tarikatlar el altından desteklendi, topluma din enjekte edildi. TİB (Toplumla İlişkiler Başkanlığı) devreye sokuldu, ölüm timleri oluşturuldu, yargısız infazlar yapıldı, Hizbullah gibi ne idiğü belirsiz örgütler peyda oldu. Sonra bir de baktılar ki kontrol ellerinden kayıp gitmiş! 12 Eylül’ün kucağında büyüttüğü gayrı meşru çocuklar onları tasfiye edip yerine yenilerini koymaya başladığında cumhuriyet de son nefesini vermişti. Kontrgerilla, kendi halkına karşı örgütlenmiş cumhuriyetin intiharıydı, o kitaplarda dediğimiz budur.

İmamlar geldi, karanlığı devraldı. Güya “derin devlet”i de ortadan kaldıracaklardı. Oysa devletin çürümesine neden olan bütün ilişkiler yerli yerinde. Devlet halkına düşman, ordu halkın ordusu değil, kolluk kuvvetleri Ortaçağ bakiyesi yapılanmaların elinde. Yani kontrgerilla artık devletin ta kendisidir.

                                                                             ***

İki Mehmetler, Mehmet Eymür ve Mehmet Ağar bu çürümenin birer temsilcisi. Önde giden birer devlet elemanı olarak bu tarihi temsil etme kabiliyetleri var. Devleti birlikte çürüttüler, bütün gövdesiyle yasa dışına itilmesine yardımcı oldular, tetikçiliğini yaptılar. İkisi de devletin kendi halkına karşı yaptığı operasyonların bilgisine sahiptir. Devlet kimi neden öldürmeye karar vermişse, hangi kirli işin arkasında kim varsa bilirler. Mehmet Ağar poliste, Mehmet Eymür MİT'te halka karşı örtülü bir iç savaş yürüttüler. Bütün kariyerlerini bu iç savaş sırasında önce sola, ardından da Kürtlere karşı yaptılar. Ziverbey’de, DAL’da onlar vardır. Kızıldere’de solculara kurşun sıkan onlardır, Ulaş Bardakçı’yı vuran mermi onların tabancasından çıkmıştır. Mafyayı, uyuşturucu tacirlerini, silah kaçakçılarını koruyup kollayanlar onlardır. Malumunuz, aynı zamanda birbiriyle mücadele ederler. Sebebi devletin yönetim biçimi üzerindeki görüş ayrılığı değil, karanlıkta oluşan pastanın paylaşılması mücadelesidir. Talat Turhan’ın deyişiyle işkenceciler aynı zamanda işkembecidir!

Eymür, 1996'da MİT'ten atıldı. Ardından “Kontrterör Dairesi” lağvedildi. MİT'ten ayrıldıktan sonra ABD'ye yerleşip, internet sitesi üzerinden yayın yapmaya başladı. Orada sanıyorum, kendine yaslanacak yeni güç odakları aradı. Fethullahçı çetenin yayını Zaman Gazetesi'nin eski özel haber müdürü Faruk Mercan’ın Eymür'ün sekreterliğini yapmaya başlaması o tarihlerdedir. Faruk Mercan, patronu Eymür hakkında sınırsız övgülerden ibaret bir iki kitap hazırlayıp yayımladı hatta. Bir ara kanal kanal dolaşıp ahkam kesiyordu, 15 Temmuz şeyinden bu yana kaçaktır. 

Doğu Perinçek’in üzerine atıp kurtulmaya çalışıyor ama Ergenekon soruşturmasına dayanak yapılan “Ergenekon lobi” belgesi de ilk kez 2002 yılında Eymür’ün “atin.org” adlı sitesinde yayımlandı. Firari Fethullahçı Savcı Zekariya Öz'le pek sıkı fıkıydı, ihtiyaç oldukça kapısını aşındırıyor, dava hakkında bilgilerini aktarıyordu. Her şeyi bilirler, bir tek devlet içindeki çeteleri bilmezler, gelenekleridir.

                                                                            ***

Diyor ki şimdi; Kızıldere'de roketatar ve havan mermileriyle katliam yaptık ama yargısız infaz sayılmaz. Maraş, Çorum, Sivas katliamlarını Ordu yaptı, haberimiz vardı. İşkence yaptım, pişmanlık duymuyorum. Ulaş Bardakçı’yı, Mahir Çayan’ı biz öldürdük. Ziverbey’de işkence yaptık çünkü inatçı tipler vardı. İnsanları alıp kaybettik, hepsi istihbarat operasyonuydu. Mafyayı kullandık, yine kullanırız... “Eymür”de not edilenler de zaten bunlardan ibarettir.  

Anlattıklarında fazlası ve yeni olan şu; “Yaptığınız işkencelerden pişmanlık duyuyor musunuz?” diye soruyor gazeteci. “Duymam, çünkü aşırı bir şey yapmadık. Daha çok taktikleri kullanmak istedim. Bizim hanım arkadaşları bağırtırdık. ‘Kızını aldık’ derdik sonra suçluya. Bağıran bizim arkadaşımız. ‘Konuşacaksan konuş sıkıntıya girecekler yoksa’ derdik mesela. Tiyatro yapardık biraz.” Cevabı budur. Biliyoruz, “sıkıntıya girecek” lafı mizansendir, aslı “kızın elimizde, konuşmazsan tecavüz edeceğiz”dir, tanıkların anlatımlarından biliyoruz. 

                                                                      ***

Bu karanlığın ortasında gazetecilik yapmaya, halka karşı işlenen suçları takip etmeye, tarihe not düşmeye çalışıyorduk. Kendi adıma bu not düşme işini daha çok önemsiyordum. Kitaplar yayımlanınca “Neden Eymür’le konuşmadın, Ağar’ı neden aramadın” diyen gazeteci dostlarım oldu. “Benim hakkımda rapor hazırlarken beni aramadıkları için” diye geçiştirdim. “Nesnellik” bu tür durumlarda bir gazeteci hastalığıdır, insan işkenceciye karşı nesnel olur mu?

Paranoyak olduğumuz sanılmasın diye not ediyorum, delilleri var. “Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı tarafından 2008-2009 tarihleri arasında, Genelkurmay Başkanlığı santralı ve TBMM ile iş adamları, gazeteciler ve polislerin de arasında bulunduğu 1000 kişinin sahte isimlerle dinlendiği ortaya çıktı.” Bu “VIP Dinleme Skandalı” haberinin girişidir. Adı geçen tarihlerde işsiz bir gazeteciydim, devletimiz sağ olsun buna rağmen “VIP muamele”yi esirgememişti bizdin. Dinlerler, not düşerler, açılan davalarda dosyanın arasına koyarlar, hakimleri ve savcıları böyle yönlendirirler.  

Bizim de buna karşı kitaplarımız vardır, araştırırız, buluruz, halkımız için not ederiz. Çoğu hakkımızda rapor tutanlar hakkında tutulmuş uzun raporlardır, nesnel değillerdir, sınırsız bir öfkeyle yazılmışlardır. Başlangıçta hepsi uydurma sanılsa da zamanla doğrulanırlar. Çünkü bizde halka yalan söylemek en büyük suçtur. 

İşte “Eleman” anlatıyor bir bir, ne yazdıysak doğruluyor. Vurmuşlar arkadaşlarımızı, öldürmüşler, işkence yapmışlar yoldaşlarımıza. Yalnız Ahmet-Mehmet meselesi değil bu, bir sınıfın ve düzeninin bütün gövdesiyle çürümesi meselesi. Devletin işkenceye ve cinayete ihtiyacı ondan var. Demek ki devrimin nesnelliğindeyiz. 

Hic Rhodus, hic salta!

Orhan Gökdemir / SOL

5 Kasım 2021 Cuma

Milli ve gayri milli - Özdemir İnce / CUMHURİYET

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun, Irak, Suriye ve Lübnan’a asker göndermek için cumhurbaşkanına iki yıl yetki veren “torba” tezkereyi eleştiriken söylediklerinin en önemli yeri “iki yıl”ın yanı sıra bence şu bölümdü:

“Bu tezkerede ayrıca, yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunması, bu kuvvetlerin cumhurbaşkanının belirleyeceği esaslara göre kullanılması yazıyor. Ne demek yabancı kuvvetler Türkiye’de bulunacak? Şimdi soruyorum. Erdoğan’a değil. Yönetme kapasitesi olmayan adama soru sormak yanlış. Bahçeli’ye soruyorum: Bu yabancı asker kim ve sen yabancı askerler Türkiye’ye gelip konuşlanacak diye el kaldıracaksın! Söyle bakalım milliyetçi sen misin, biz miyiz? Yabancı askerlerin potinlerinin Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni çiğnemesini istemiyorum. Çıkarın bunu tezkereden. Böyle bir rezillik olur mu ya! Terör ayaklarına yatacaksın, yabancı askerler buraya gelecek. Taliban’ı mı getireceksin? Amerikalılar mı, Yunanlar mı, kimi çağıracaksın sen? Terörü bitirmek için mücadele eden TSK ve polislerimizdir. Tezkeredeki yabancı güçler kim?”

                                                                            ***

Evet, neden iki yıllık süre ve neden yabancı asker?

Hükümetler TBMM’den şimdiye kadar altı aylık ya da bir yıllık yetki alırdı, şimdi neden iki yıllık? Üstelik üç ayrı sefer tezkeresi, torbadan tasarruf için aynı torbanın içinde. Üstelik alınan yetki seçim “sath-ı maili”ni ve hatta seçim gününü bile kapsıyor. Hep taarruz eden, kitabında geri adım bulunmayan bir Başyüce’nin saltanatında olması dolayısıyla da şüphe celbeden bir durumun vaziyeti. Neden?

                                                                           ***

İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener ile CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ve HDP Eş Genel Başkanı Mihat Sancar ve öteki muhalefet partileri sözcüleri, Başyüce’nin “emir eri” olmadıkları için, doğal olarak, torbalı tezkere taarruzunu eleştirdiler:

İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener: “Biz, TBMM’ye gelen bütün tezkerelerle ilgili olarak önceden bir ekip kurarız. Onlar rapor oluşturur, milletvekili arkadaşlarımızla paylaşır. Bu çalışmayı yaptırdık. O raporun sonucunda, eleştirilerimiz baki kalmak kaydıyla ‘evet’ oyu vereceğimizi ifade etmek isterim.” CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu: “Torba tezkere dönemi başladı. Her şeyi koymuşlar bir tezkerenin içine, gelin buna evet deyin diyorlar. Niye kardeşim? Biz senin her dediğinin altına mühür mü basacağız. Ne ne değildir, nedir bir anlat. MHP her dediğine evet diyebilir. Ama biz milli Kurtuluş Savaşı geleneğinden gelen bir partiyiz.” 

HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar: “İktidar savaş politikalarıyla varlığını güvence altına almaya çalışıyor. Tezkerelerin de buna hizmet edeceğini herkes görmeli. Çağrılarımızı yeniliyoruz: İktidarın tezkere ve savaş oyunlarına hayır deyin.” 

                                                                               ***

Torbalı tezkere gerçekten de kuşku uyandırıcı. Sorumluluk ilham verici tezkereyi kaleme alanlara ait: İnsanın aklına neler geliyor neler... Acaba, iktidar, seçimi süresiz ertelemek suretiyle iktidarı bırakmamak mı istiyor? Acaba, seçimi sıkıyönetim altında olağanüstü halde mi yapmak istiyor? Seçimi kaybettiği anlaşılınca Suriye’ye mi saldıracak?

İnandırıcı bir açıklama olmadığı için bunların hiçbiri olmayabilir ama olabilir de... 

Gelelim şu “yabancı asker davet etmek” garabetine: Yabancı asker yani Rus, ABD, Yunan ya da NATO askeri mi davet edilecek? Hangi saldırgan ya da düşmana karşı? İran mı, Ermenistan mı, Irak mı, Suriye mi? Bu saydıklarımın ilk üçü söz konusu olamaz, olsa bile NATO’nun en güçlü ikinci ordusu yabancı asker gücüne gereksinim duymaz. Kala kala Suriye kaldı. Suriye Türkiye’ye saldır(a)maz. Bu olasılığı geçelim. Bu durumda İdlib çıban başı, bataklığı kalıyor. 

AKP iktidarı bu sorunu barış yollu çözmezse, İslamcı terör örgütleri İdlib’i terk etmezse Rusya ve Suriye burayı terör örgütlerinden temizlemek için bütün güçlerini kullanacaklar. Bu kesin! Oradaki İslamcı terör örgütleri ister barış içinde ya da savaşta bozguna uğrayınca kesinlikle Türkiye’ye gelip sığınacaklar. Başka gidecek yerleri yok. 

İki yıl süreli tezkerenin verdiği yetki ülkenin hayır ve yararına değil; her an Türkiye’nin başına iş açabilir. Böyle bir yetki Kurtuluş Savaşı’nda, Büyük Millet Meclisi Başkanı ve Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’ya bile verilmedi. Bu ne gayri milli gaflet!

Özdemir İnce / CUMHURİYET


Olan Şeyleri Anlatmalı - Burçak Özoğlu / SOL

 Olan şeyleri olduğu gibi anlatmak gerekiyor. Ancak o zaman tüm geleneğimiz ve geleceğimizin soluğu güvenle haykırabiliriz: KAZANACAĞIZ!...

Geçtiğimiz Cuma günü, Metin Yeğin'in senaryosunu yazıp yönetmenliğini üstlendiği, 1910 yılında Bursa'da bir tekstil fabrikasında gerçekleşen ve kadın işçilerin örgütlediği bir direnişin anlatıldığı "Grev" filmi gösterime girdi. Bursa’da örgütlenen ve enternasyonalist ögeler içerdiği vurgulanan ilk grevin ve basına yansıyan ifadelerle “gerçek bir direnişin” kurmaca öyküsü olduğu söylenen filmi bulduğum ilk fırsatta izledim. Filmin afişinde, İspanyolca ve Türkçe “Kazanacağız” yazıyordu; galasında tüm salon Çav Bella’yı söylemişti; II. Enternasyonal sosyalistlerinin de yer aldığı Osmanlı’nın ilk grevlerinden birinin öyküsüydü, beklentim büyüktü.

Oldukça alçak gönüllü bir bütçeyle ve tahminim ağırlıkla gönüllülük temelinde katkıyla çekildiği belli olan filme, aklını, fikrini, emeğini koymuş herkesin ellerine sağlık. Ancak  beklediğimi bulamadığımı da söylemeliyim. Hatta, dayanışma duygularımdan gelen güvene dayanıp daha ötesine geçeceğim ve hayal kırıklığına uğradığımı da ekleyeceğim.

Bu günlerde Suat Derviş’in Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır kitabını okuyorum. Grev filmi o romanın üzerine denk geldi, bekli beklentim de ondan yüksekti. Onu işten atan patronlarının isabetli adlandırmasıyla kıpkızıl bir komünist olan Suat Derviş, romanında 1930’larda İstanbul Edirnekapı’da konfeksiyon fabrikalarında çalışan işçi kadınları, işsiz kadınları, çocukları, yoksul emekçi aileleri anlatıyor. “Olan şeyleri” anlatıyor, olaylar dizisi sıralamanın ya da betimlemelerle anlatmanın ötesinde, nedensellikleri, ilişkisellikleri ve tarihsel bağlantılarını gösteriyor, en önemlisi sınıflar çelişkisini ve mücadelesini tüm çıplaklığıyla ortaya çıkarıyor. Kanımca bu adlandırma diyalektik ve tarihsel materyalist yaklaşımı tanımlayan en iyi ifadelerden biri. 

İşte ben de Grev filminde “olan şeyleri”, tıpkı o romandaki gibi, tarihselliği, nesnelliği ve sınıfsallığı ile izlemeyi bekledim, olmadı. Bu yazıda filmi henüz izlememiş olanlar için elimden geldiğince kurmacayı açık etmeden filmde “olmadığını” ya da varsa bile “öyle olmadığını” düşündüğüm şeyleri paylaşacağım.

Grev filmi, İttihat ve Terakki iktidarı döneminde Selanik doğumlu bir İspanyol gazetecinin, II. Enternasyonal’in temsilcisi olarak gittiği Bursa’da tanık ve müdahil olduğu bir direnişi anlatıyor. Filmde, Bursa’da yabancı sermayeye ait bir ipek iplik fabrikasında tümü kadın olan işçilerin insanlık dışı çalışma koşullarına ve düşük ücretlere isyan etmesi ile başlayan iş bırakma direnişinin öyküsü var. Bu öykünün etrafında, Osmanlı’nın Düyun-u Umumiye modeli dolayımıyla içine sıkıştığı emperyalist cendere ile 20. yüzyıl başlarında uluslararası sosyalist ve feminist hareketin gündemleri de ele alınıyor.

Sırasıyla gidelim. 

Önce, 1910 Osmanlı’sında ipekçilik sektöründeki üretim ilişkilerine bir bakalım. Tekstil sektörü kapitalist üretim ilişkilerinin gelişimi açısından evrensel olarak öncü kabul edebileceğimiz sektörlerin başında gelir. Osmanlı İmparatorluğu coğrafyası için de aynı şeyin geçerli olduğunu söyleyebiliriz. 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarında Halep, Diyarbakır, Lübnan, Bursa, Edirne ve Selanik bölgelerine yayılmış biçimde toplam 4 yüz binden fazla kişinin ipekçilik işlerinde çalıştığı biliniyor. Bursa bölgesinde 1900 yılı dolaylarında 150 bin kişinin tam ya da yarı zamanlı olarak bu sektörde olduğu belgeleniyor1. Bu sektör Osmanlı açısından hem dolgun bir vergi kaynağı, hem Avrupa’ya ipek iplik hammaddesi sağladığı hem de prestijli kumaş ve giysilerin üretildiği bir “niş” pazar oluşturması anlamında önemli. 

Koza (hammadde) üretimi, iplikçilik, dokuma, terzilik gibi alt sektörlere bölünen ipekçilikte filmde konu edilen ipek iplik üretimi süreçlerine daha detaylı bakalım. Ham ipek üretim sürecini ipek böcekçiliği ve koza elde etme ile bir arada görmek gerek, ham ipek, kozaların mancınık adı verilen tezgahlarda taslar içerisinde işlenmesi ile elde ediliyor. Bu tezgahların önce su daha sonra da buhar enerjisinin ortak kullanımı ile imalathanelerde birleştirilmesi ile oluşturulan fabrikalara da filatür adı veriliyor. 

Bursa’da su enerjisi ile çalıştığı düşünülen ilk fabrika bir Fransız ailenin girişimi olarak 1838 yılında açılıyor. Fransızların işi yürütemeyip iflas etmesinin ardından İsviçreli bir tüccar ve Avusturya konsolosu fabrikayı devralıyor ve zamana uygun teknolojik yenilemeyi yaparak Bursa’nın ilk buhar enerjili filatür fabrikasını 1845 yılında açıyorlar. 

Bu ilk fabrikanın sermayedarları arasında bir de Osmanlı Ermenisi var. Bursa’daki bu fabrikalar Avrupa’daki dokumacılık sektörüne hammadde sağlıyorlar. Ham ipek üreticiliği Osmanlı’da halıcılıktan sonra ikinci büyük ihracat dalı. Ne var ki hammaddesinin kırılganlığından ötürü oldukça dalgalı da bir alt sektör. 19. yüzyılın son yarısında önce Avrupa’da 1848 devrimleri ile altüst olan dengeler, sonra da ipek böceklerine ve dutluklara dadanan salgınlar, 1855 depremi gibi olaylar yüzünden ham ipek üretimi bir batıp bir çıkıyor, fabrikalar bir açılıp bir kapanıyor. Öte yandan tam randıman imalatta oldukları dönemlerde de hammaddenin mevsimsel belirlenimi yüzünden yılın altı yedi ayı boş duruyorlar.

Filmin konu ettiği yıllara geldiğimizde ise ham ipek üretiminde Bursa’da durum şöyle: 19. yüzyılı dalgalanmalarla geçiren ham ipek pazarı, yüzyıl sonunda şahlanıyor. Bursa’da 1890’ı izleyen yirmi yıl içerisinde bölgedeki filatür fabrikalarının sayısı yüzde 50 oranında artıyor. Üretim birimleri artmasına artıyor ama bir paylaşım savaşının eşiğine doğru ilerleyen emperyalist dünyada işler pek tıkırında gitmiyor ve bu sefer de piyasalarda ham ipek fiyatları geriliyor. Ne yapsın sermayedarlar bu sefer de sayısını arttırdıkları fabrikalarda maliyetleri düşürmeye sıvıyorlar kolları. Bir yandan yeni teknik ve teknolojiler ile onları çalıştıracak görece nitelikli emek gücü peşine düşerken öte yandan ücretleri kısıp, çalışma saatlerini artırıyorlar. 

Tüm bu detaylara neden girdim biliyor musunuz? Çünkü sermaye düzeninin bu tarihselliği, kapitalist pazarların ve üretimin bu bulaşıklığı ve nedensellikleri filmde hemen hiç yok. Emperyalist ilişkiler, uluslararası ticaret, tedarik zincirleri, sermaye birikiminde küresel işbölümü ve paylaşım ilişkilerine hiç gönderme yapmadan bir İngiliz vergi memuru, bir Rum patron, Bir Ermeni fabrika müdürü, bir İttihat Terakki girişimcisi, bir Müslüman yarı aydın muallimi masa etrafına dizdiğinizde ne diyaloglar ne de sergiledikleri karakterler bir yere oturmuyor. Koca bir emperyalist ilişkiler bütününü “ah işte o Avrupa Burjuvazisi” diye sadece sosyalistlerin ağzına küfür olarak yerleştirince hiç olmuyor.

Gelelim, filmin gerçek kahramanlarına, ipek çeken emekçi kadınlara. Önce yine referans kaynaklara dönerek başlayacağım. 1900'lerde Bursa’da ham ipek üretiminde çalışan kadınların (istisnasız hepsi kadın gerçekten de) sayısı on yıl içerisinde üç kata yakın artmış. 1909’da Bursa yöresindeki filatür fabrikalarında 19 bin işçi kadın çalışıyormuş2. Öte yandan aynı dönemde Bursa şehri içerisinde yer alan filatür fabrikaları yöredeki üretimin sadece yüzde 22’sini gerçekleştiriyor. Yaklaşık yüzde 80’lik üretim ise köylerde, düşük ücret, üretim ve hammadde maliyetlerine sahip mancınıkhanelerden geliyor. Bu nokta ham ipek üretimindeki işçi sınıfı profilini doğru anlamak açısından önemli. Ham ipekçilik yoksul aileler açısından bir aile işi aslında, kızlar mancıkhanelerde ipek çekiyor, aile, bahçesinde ipek böceği yetiştirip koza üretiyor. 

Şehirdeki filatür fabrikalarında ise görece nitelikli ve sınıf bilinci gelişmiş bir işgücü var. Ne de olsa 19. yüzyılın yarısından itibaren elbirliği, işbölümü, imalat gibi üretim süreçlerindeki kapitalistleşmeyi birebir yaşıyorlar. 1900’lerin filatür fabrikalarında imalat hatları filmde resmedilenden daha farklı. bu fabrikalarda, üretim hatları, tezgahlar, atölye içi dizilim, denetim, gibi başlıklarda, 20. yüzyılın kapitalist üretim birimlerinin düzen ve disiplini birebir sağlanmış görünüyor. Patronların üretimi daha verimli hale getirebilmek için yatırım yaptıkları yeni makinaları kullanabilecek kadınları eğitsin diye Fransız işçi kadınları ustabaşı olarak işe alınıyor. Fabrikalarda ipek çeken kadınlar, işçi sınıfı bilincini ve disiplinini günlerinin üçte ikisini geçirdikleri bu mekanlarda öğreniyor.

Ham ipek işçilerinde Rum ve Ermeni kadınlar ağırlıktalar, sonra Müslüman kadınlar sonra da Yahudi kadınlar geliyor. Yukarıda da sözünü ettiğim gibi çalkantılı ham ipek pazarının bedelini, ipek çeken kadınlar, yoğun dönemde günde 14-16 saati bulan ağır çalışma koşulları ve düşük ücret olarak ödüyor. Sözü geçen dönemde ipek iplik çeken kadın işçiler çoğu erkek olan ortalama Osmanlı imalat işçisinin üçte biri oranında ücret alıyor.3 Bunun bir de 10-12 yaşlarında işe koşulan ve yarı ücretle çalıştırılan kız çocukları boyutu var.

Sanırım filmdeki hayal kırıklığımın en derin kısmı burada. İpek çeken kadınları aç kalmak, hatta ölmekten çekinmeyecek denli isyan ettiren, tüm farklılıklarına rağmen bir araya getiren süreçlerin neler olduğunu bir türlü göremiyoruz. İzleyenler belki itiraz edecektir, evet ekrana yansıyor: karanlık, havasız, daracık bir ortamda çalışıyorlar; her gün düzenli olarak bir kadın hep de aynı noktada, hani sanki izleyici tam anlasın diye yere yığılıp ölüyor. Onu anlıyoruz anlamasına da, ne iş yapıyorlar, neden, nasıl ölüyorlar onu görmüyoruz. 

Olan şeyleri, nesnellikleri ve nedensellikleri ile görmüyoruz. Gencecik bir insan neden düşüp ölür, nasıl olur da her gün bir başka genç kadın, hep aynı noktada, aynı pozisyonda fenalaşıp yere yığılır? Gerçekçi gelmiyor, çünkü somutlaşmıyor bir türlü fabrikadaki sömürü, kötü koşullar, düşük ücret, dev ekranda dumanlar içerisinde loş ışıkta buharlaşıp gidiyor, tam o sırada bir kadın daha pat diye yere düşüyor. Yaşanan sömürünün ağırlığını düşününce pek naif, pek hafif kalıyor bu anlatım dili.

Sırada filme adını vermiş konu, yani, grev meselesi var. Gala gecesinde, Grev filminin yazarı ve yönetmeni Metin Yeğin, çekimler sırasında sette çalışanlarla yaptıkları sohbetler sırasında, aralarında kimsenin hayatında bir grev deneyimi yaşamamış olduğunu fark ettiğinden bahsetmiş. Yönetmenin kendisinin bir grev deneyimi yaşayıp yaşamadığı veya herhangi bir sendikal ya da mesleki örgütlenmede yer alıp almadığını öğrenemedim. 

Grev kelimesi, sözlük karşılığının ötesinde sınıflar mücadelesi açısından “iş bırakma” eylemini anlatır. Sözcük Fransızca kökenlidir ve Paris’te 19. yüzyıl sınıflar mücadelesi açısından simgesellik taşıyan meydanın adından gelir. İşçi sınıfı hareketleri ve mücadele tarihine baktığımızda, 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarında “grev” eylemliliğinin son altmış yetmiş yıldan farklı olarak işçi sınıfı için bir pazarlık silahı olması kadar ve hatta daha çok, kendini bulma ve varolma savaşı aracı olarak anlaşılması gerek. 

Bu anlamıyla 20. yüzyıl başlarında yaşanan kitlesel bir iş bırakma eyleminin, bir ücret ve çalışma koşulları pazarlığının ötesinde sınıflar mücadelesi açısından tarihsel önemi vardır. İşte tam da bu yüzden, film ile ilgili çıkan haberlerde Osmanlı’daki ilk grevlerden birinin öyküsünün anlatıldığını okuyunca özellikle ilgilenmiştim. Nitekim, benim bildiğim, ulaştığım tüm kaynaklar, Osmanlı’da ayrıntılı bilgisine ulaşılabilen ilk grevlerin 1860’larda Zonguldak kömür madencilerinin iş bırakmaları ve 1870’lerde, telgrafhane ve tersane işçilerinin ödenmeyen ücretleri karşısında yaptıkları eylemlilikler olduğunu yazar.4 Osmanlı imparatorluğu döneminde işçi hareketlenmeleri olarak dikkat çeken dönem ise, 1908 yılıdır, kaynaklar, II. Meşrutiyetin ilanının hemen ardından sayıları yüz binleri bulan işçinin katıldığı 100’ü aşkın grevden söz eder. Hem bu sıçramalı hareketlenmeyi hem de bu eylemlilikleri yönlendiren işçi sınıfı örgütlenmelerini denetiminde tutmak kaygısıyla 1909 yılında ard arda çıkarılan Tatil-i Eşgal ve Cemiyetler Kanunları sermaye sınıflarının ve aracılarının “düzenleyerek kısıtlama” stratejisinin en gelişkin örnekleri olmuşlardır.

Bu kısmı daha fazla detaylandırmadan, Grev filminde olmadığını düşündüğüm şeylerden bir diğerini de bu noktada not edeyim. Osmanlı'nın ilk grevlerinden birinin ve “gerçek bir direnişin” kurmaca öyküsü olduğu söylenen bir yapımda, ister istemez bu tarihsel olguları, siyasal ve sınıfsal ilişkisellikleri ve karşılık gelen konjonktürü görmeyi bekliyor insan. 

Uzattım, farkındayım ama artık sona geldik. Kapanışa enternasyonalizm ve Marksizm açısından “olmayan” ya da “aslında öyle olmayan”ları bıraktım. 

Film, izleyiciye tüm öyküyü II. Enternasyonal temsilcisi olduğu ima edilen (eğer ben kaçırmadıysam net ve açık bir biçimde nasıl bir örgütsel pozisyon ve görevde olduğunu anlayamıyoruz kahramanın) Selanik doğumlu bir İspanyol “yoldaş” anlatıyor. Daha doğrusu, o İspanyol yoldaşın resimli günlüğünü, İspanya iç savaşı dönemi olduğunu çıkardığımız yıllarda, anti-faşist mücadelede kırda verdikleri bir molada uluslararası tugaylarda bi İspanyol kadın gerilla bizlere okuyor.

Filmde ilişkisellik yok derken, burada da biraz fazla dolayımlı ilişkiler içinde buluyoruz kendimizi. Başka bir kaç sahnede daha var bu: Selanik doğumlu bir İspanyolun, Osmanlı Rumları ile yoldaşlığı, İrlandalı feministin Müslüman muallim ile sohbeti gibi ilişkiler sık vurgulanıyor. Enternasyonalizm denen olgunun, sınıfsal ve siyasal içeriğinden bağımsız, çeşitli uluslardan, coğrafyalardan insanların ordan burdan içerikle bir araya gelmesi gibi sunulduğu düşüncesine itiyor beni. 

Kahramanların sınıfsal, ve örgütsel aidiyetlerinde de bir tuhaflık var. Ağır standart İngiliz aksanı ile konuşan ama İrlandalı kadın kimliğini herşeyin önüne koyan yan karakterin, neden bir işçi direnişi ile daha doğrudan sınıfsal ve ideolojik birliği olması beklenen II.Enternasyonalin emekçi ve sosyalist kadın örgütlerinden değil de çok daha dolayımlı Büyük Britanya sufrajet hareketinden5 bir figürle yaratıldığını, samimi söylüyorum, kavrayamadım. Gerek İrlandalı züppe tavırlı sufrajetimiz, gerekse öncü işçi kadınlar, hem her fırsatta feminist duyarlılıklarını öfkeyle sıralayıp, hem de sürekli ağır eril küfürlerle konuşuyorlar. Velhasıl sadece sınıfsal değil ideolojik olarak da kafamız karışıyor.

Bir de enternasyonalist dayanışmanın, işçilerin aralarında para toplayıp başka ülkelerdeki işçilere göndermesi olarak tanımlanması var. Grevin ilerleyen günlerinde çorba kaynatacak paraları kalmadığında Avrupa’daki işçilerin aralarında para toplayıp gönderdiklerini duyunca, öncü işçi kadınımızın ağzından duyuyoruz bunu “işte zaten dünyanın bütün işçileri birleşiniz demek de bu değil mi?” diyor. 

Değil sevgili kız kardeşim, öyle değil. Filmde sık sık sanki kendinden menkul bir özneymiş gibi anılan “Enternasyonal”, aslında dünyanın hemen her yerinden sosyalist ve işçi partilerinin bir araya gelmesiyle oluşan uluslararası bir örgüt; onlarca siyasi öznenin üst örgütü. 19. yüzyılın sonundan devrimci 20. yüzyılın başına, ilk paylaşım savaşı ile dağılana kadar dünya işçi sınıfının mücadele birliği. İşçilere aralarında para toplayıp bölüşsünler diye değil, dünyayı talep etsinler diye öncülük edenlerin çatısı. 

Yine filmde, bu kez öfkeli emekli erkek işçinin ağzından sitemleri duyuyoruz, “hani nerde enternasyonal, bildiriyle gazeteyle karın doymuyor” diye. İşte o zaman da çıkıp, “ismini cismini olduramadığın o enternasyonal birlik, dünyaya 1 Mayıs mücadele gününü, emekçi kadınların direnişlerinin anısını, 8 Mart’ı, kazıyanların örgütüdür be güzel kardeşim” diyesim geliyor.

Olan şeyleri olduğu gibi anlatmak gerekiyor. Ancak o zaman tüm geleneğimiz ve geleceğimizin soluğuyla güvenle haykırabiliriz: 

KAZANACAĞIZ!...

Burçak Özoğlu / SOL

  • 1.Sanayi Devrimi Çağında Osmanlı İmalat Sektörü, Donal Quartet, 2008, İkinci Baskı, İletişim yayınları.
  • 2.a.g.y.
  • 3.a.g.y.
  • 4.Türkiye İşçi sınıfı ve Sendikacılık Hareketi Tarihi, Yıldırım Koç, 2003 İkinci Baskı, Kaynak Yayınları; Osmanlı İmparatorluğunda Çalışma İlişkileri: 1850-1920, Ahmet Makal, 1997, İmge Yayınları; Osmanlı’dan Cumhuriyet türkiye’sine İşçiler: 1839-1950, Der. D. Quartet ve E. J. Zürcher, 1998, İletişim Yayınları.
  • 5.19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarında özellikle Britanya’da kadınlara seçme hakkı talebi ile eylemlilikler göstermiş feminist hareket.