9 Kasım 2021 Salı

ByLock’un sahibi hapisten çıktı - Barış Pehlivan / CUMHURİYET

 Türkiye’ye geldiğini ve tutuklandığını haftalar sonra öğrenebildik. Hapisten çıktığını da ilk ben yazıyorum: 



ByLock’un lisans sahibi David Keynes geçen hafta sessiz sedasız tahliye edildi. 

Ayrıntılara geleceğim ama önce... 

4 Mart’ta İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na bir dilekçe verildi. ABD’de yaşayan David Keynes itirafçı olmak istiyordu. O ki çocukken içine girdiği FETÖ’nün mahrem yapılanmasında “öğrenci abiliğine” kadar yükselmişti. 90’ların sonunda örgütten koptuğunu ileri sürüyor, o süreçte Fethullah Gülen’le görüştürülüyor ve en sonunda ülkeyi terk ediyordu. 

Amerikan vatandaşıydı, kimliğindeki “Alpaslan Demir” ismini değiştirmişti. Örgütün haberleşme programı ByLock’un lisans sahibi olmasını, yazılımcısı Atalay Candelen’in bir “oyununa” bağlıyordu. Candelen, kendi kredi kartının yurtdışı harcamasına kapalı olduğu gerekçesiyle, ByLock’u Keynes’in adına lisanslamıştı. Doğru mu bilinmez ama iddiası bu yöndeydi. 

Dedim ya, Keynes’in avukatı Abdurrahman Bayramoğlu bundan sekiz ay önce savcılığa başvurdu. Müvekkili Keynes’in Türkiye’ye gelip bildiklerini anlatmaya hazır olduğunu belirtiyordu. O dilekçede şu cümle çok çarpıcıydı: 

“Daha önce birçok kez girişimde bulunmasına rağmen, kendisinin ifadesinin alınması konusunda ilgili makamlar duraksama gösterdi ve dolayısıyla bu mümkün olmadı.” 

Daha da ileri bir iddia vardı. Duruşma tutanağından öğreniyorum ki... 

David Keynes adına bir yakalama kararı dahi yoktu. Tüm işlemler eski adı olan Alpaslan Demir üzerinden yürütülüyordu. Yani ByLock’un lisans sahibi ABD pasaportuyla Türkiye’ye girse kimsenin haberi de olmayacaktı! 

Her şey ne garipti. 

Neyse ki... 

2017’den beri Türkiye’de itirafçı olmak istediğini ileri süren David Keynes’in başvurusu yıllar sonra kabul edildi. 

Tarih: 9 Haziran 2021. 

Keynes, savcılığın bilgisi dahilinde ABD’den yola çıktı ve Almanya’dan aktarmalı bir şekilde İstanbul Havalimanı’na indi. Polisler, ByLock’un lisans sahibini uçakta gözaltına aldı. Günler süren sorgulamalardan sonra FETÖ üyeliğinden tutuklandı, Silivri Cezaevi’ne konuldu. 

Tüm Türkiye Keynes’in geldiğini ve itirafçı olduğunu ancak iddianame yazılınca öğrendi. İlk duruşma 6 Ekim’deydi. Keynes, etkin pişmanlık hükümlerinden yararlanarak tahliye edilmeyi bekliyordu. Ancak hakkında tutukluluğa devam kararı verildi. 

Aradan yaklaşık bir ay geçti... 

Savcılık artık Keynes’in tahliyesini talep ediyordu.

İstanbul 29. Ağır Ceza Mahkemesi tutukluluk durumunu incelemek için toplandı. Karar yazıldı: Delillerin toplanması, kendi ayağıyla ABD’den gelmiş olması, kaçma şüphesinin bulunmaması ve etkin pişmanlık hükümlerinin uygulanma ihtimali gerekçe gösterildi. Evet, ByLock’un lisans sahibi Keynes, yurtdışına çıkış yasağı konularak 3 Kasım’da cezaevinden çıkarıldı. 


ÖRGÜT EVİNDEN SARAY’A UZANAN YOL

Şimdi...

David Keynes’in Türkiye’ye gelmesi, tutuklanması, iddianamesi ve itirafları hakkında çok şey yazıldı, çizildi. Oldukça kritik bazı noktalar ise özenle saklandı. 

Hani, David Keynes’in ABD’den dönmeden önce İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na verdiği dilekçe var ya... 

İşte Keynes’in ilk itirafları üç sayfalık o kâğıtta başlıyordu. Ve bakın, yargılandığı davanın klasörlerinde olan o dilekçede ne yazıyordu:

“1990 yılında Ankara Siyasal’ı kazandım. İlk dönemin ortasına kadar o zaman cemaat adı verilen örgütün evinde kaldım. Ev imamı olan ve şu anda örgütün Birleşmiş Milletler’deki davalarını organize eden eski hâkim Talip Aydın ile anlaşamadığımdan ayrılıp kendi evime İstanbul’a döndüm. Diğer evde (ayrıldığı evi kastediyor) Prof. Çağrı Erhan, eski TRT Haber Dairesi Başkanı ve Eyüp’ten tanıdığım olan Ahmet Böken ve şu anda kaçak olarak İngiltere’de yaşayan Bugün TV Genel Yayın Yönetmeni Tarık Toros vardı.” 

Bakın... 

Bu itirafta örgütle bağlantılı dört isim geçiyor. Talip Aydın ve Tarık Toros firarda, Ahmet Böken ise cezaevinde. 

Peki, ya Prof. Çağrı Erhan?

Neden itiraflardaki onun ismi hiç ama hiç haber olmadı? 

Yanıt biyografisinde mi gizli? 

Uzatmadan söyleyeyim: Prof. Çağrı Erhan, şu an Cumhurbaşkanlığı Güvenlik ve Dış Politikalar Kurulu Üyesi. 

Yani...

Fethullahçıların bir örgüt evini düşünün... 

Evden medya yöneticileri, hâkim, ByLock lisans sahibi ve bir profesör çıkıyor... 

Hepsinin başı “belaya” girerken, profesör, Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda Türkiye’nin kritik politikalarını belirliyor. 

Sahi, bu nasıl olabiliyor?

Aynı zamanda Altınbaş Üniversitesi Rektörü de olan Prof. Çağrı Erhan’a ulaştım. Kendisine Keynes’in “örgüt evi” itiraflarını aktardım ve şu iki soruyu sordum:

1- David Keynes’in ifadeleri hakkında neler söylemek istersiniz?

2- Size bu konuda herhangi bir soruşturma açıldı mı ve savcılığa ifade verdiniz mi? 

Prof. Erhan’ın yanıtı şu oldu: 

“Böyle bir soruşturmadan haberim yok. İçeriğini bilmediğim için yardımcı olamayacağım.” 

Bitiriyorum... 

Daha kısa süre önce... 

Çağrı Erhan’ın da üyesi olduğu Cumhurbaşkanlığı Güvenlik ve Dış Politikalar Kurulu, büyükelçilerin Osman Kavala’nın tutukluluğuna ilişkin açıklamasına tepki göstermişti. Kurul özetle şöyle demişti: 

“Söz konusu diplomatlar bilmelidir ki Türkiye Cumhuriyeti insan haklarına saygılı, demokratik bir hukuk devletidir. Türk yargısı bağımsız olup kimseden talimat almadan kendi kararlarını almaya muktedirdir. 

Herkesin Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuk kurallarına ve yargı süreçlerine saygılı olmak zorunda olduğunu hatırlatırız.”

Ne diyeyim... 

Türk yargısı ByLock’un lisans sahibine uygun gördüğü tutuksuz yargılamayı bir gün Kavala için de hatırlar belki. 

Barış Pehlivan / CUMHURİYET

Devlet, vatan, uyuşturucu - Çağdaş Gökbel / SOL

...Türkiye’nin artık bir Kolombiya haline gelip gelmediğini sormuştum. Sedat Peker, AKP ile ters düşmemiş, Binali Yıldırım’ın oğlunun peynir ticareti ortaya çıkmamıştı... 

Yıllar önce Antalya Konyaaltı kitap fuarında genç bir gazeteci olarak ABC gazetesi adına röportaj yapmak için Erol Mütercimleri bekliyordum. O sıralar meşhur kokain kaçakçısı/ tüccarı Pablo Esbobar’ın hayatını konu edinen ve Netflix’te yayınlanan ‘Narcos’ dizisinin popülerliği devam ediyordu.1 Yüksek lisans dönemimde bu dizinin içeriğine dair akademik bir çalışmada yapıyor olmanın özgüveniyle Mütercimlere, Türkiye’nin artık bir Kolombiya haline gelip gelmediğini sormuştum. Sedat Peker, AKP ile ters düşmemiş, Binali Yıldırım’ın oğlunun peynir ticareti ortaya çıkmamıştı. Küresel bir salgın henüz söz konusu bile olmadığı için eski iş bilir ulaştırma bakanın oğlu, Venezuela’ya yardım konvoyu çıkarmamıştı. Bu yüzden Erol Mütercimlere sorduğum sorunun ağırlığını bugün daha iyi hissediyorum. Tam bu noktada okuyucuya hassas bir yönlendirme yapmak isterim ‘Türkiye ve Kolombiya’ teşbihini yaparken asla Kolombiya ulusunu daha aşağıda bir yerde konumlandırmak gibi bir gayem olmadı. Televizyonlarda ve gazetelerde bu tarz bir söylemi duyduğumda ya da okuduğumda çok sinirlenirim. ‘Türkiye, Afrika ülkelerinin bile gerisine düştü’ derler.  Parçası olduğu ulusun başka uluslar üzerinde böylesi hiyerarşik konumlamayla değerlendirenlerin Avrupa ideolojisinin aşağılamalarına tepkili yaklaşmaması gerekiyor. Konumuza dönelim. Mütercimler, tahmin ettiğim gibi bu soruya ‘Türkiye asla Kolombiya olamaz’ diye yanıt vermişti. Oysa o zamanda sezdiğim gibi belki de daha da kötü bir durumdaydık da haberimiz yoktu. Haberimizin olmuyor olması elbette bizim suçumuz. Çünkü bu alana ilişkin pek çok değerli çalışma yapıldı.

Geçtiğimiz günlerde yayınlanan ‘Eymür’ röportajında okuduğumuz gibi vatan sevdalısı teröristler uyuşturucu işini çok seviyordu. Sözde ASALA terörüne diz çöktürmüşlerdi, kocaman bir ulus, bir müptezeller sürüsü tarafından kurtarıldığına inandırıldı. Şimdi, her şeyin başladığı noktaya, ABD’nin soğuk savaş operasyonlarına dönelim. İki kitap bence burada oldukça önemli. Biri Amerikalı gazeteci Mark Bowden’in yazdığı ‘Pablo'yu Öldürmek (Killing Pablo)’ ve diğeri Talat Turhan ve Orhan Gökdemir’in yazdığı ‘Eymür’ isimli kitaplar.

Uyuşturucu baronları, Komünizmle savaş kılıfı adı altında toplumlara zerk edilen bir zehirdi. 

Emperyalistlerin altında ezilen uluslar sistemin bir gereği olarak fakirdi ve fakir insanlar bu zengin uyuşturucu baronlarının etki alanına çok çabuk girdi. Vatanı kızıl tehlikeden kurtaracak olan serdengeçtiler kadın ve uyuşturucu ticaretinin uzmanı olup çıktılar. 

Eymür’ün röportajında geçtiği üzere Çatlı parayı nereden bulacaktı? Farklı coğrafyalarda farklı kültürlerin içerisinde yazılan bu kitapların kesişim noktası azımsanacak gibi değil. Çünkü ABD’nin soğuk savaş stratejisinin temel ayakları aynı taktikler üzerine inşa ediliyordu. Kolombiya’nın modern tarihi önemli bir kırılma noktasından geçmişti. O noktada duran kişinin adı Fidel Alejandro Castro Ruz’du. Ülkede ABD desteğiyle başlayan suikast terörü, Castro’nun arkadaşlarının tasfiye edilmesiyle sonuçlandı. Ardından ülke yıllar boyunca derin acıların ve kültürel çürümenin tutsağı oldu. Bu tarihi merak edenler Bowden’in kitabını okuyabilir. Küba bugün Koronavirüs aşısı üretirken Kolombiya’nın hâlâ kokainle uğraşıyor olması oldukça acı. Narcos dizisini incelediğim makalede ise Castro’nun rolüne ağırlık verdiğim için hakemler tarafından eleştirildiğimi hatırlıyorum. Soğuk savaş refleksidir, okuduğumuz an mesajın ne olduğunu anlarız. Türkiye’de benzer bir terör dalgasının kurbanı olmuş ve en temiz, namuslu çocuklarını teröristlerin iddiasına göre vatan, devlet ve millet uğruna katletmiştir. Vatan dedikleri azgın sömürü, sınırsız bir uyuşukluk ve vahşi bir barbarlık üzerine inşa edildi. Okurun bildiği şeylere tekrar tekrar vurgu yapmayacağım.

Geçtiğimiz gün Dublin’de Garda Síochána’nın yaptığı operasyonda yaklaşık 350.000 € değerinde esrar ele geçirildi. Bu işi yapanlar İrlanda’ya nasıl gelmişlerdi? Dil okuluyla. Nereden? Türkiye’den. İki kuzen Oğuzhan Altuntaş (30) ve Burak Gürel (29) kafa kafaya vermiş böyle bir işe yelken açmışlar. Bahsi geçen uyuşturucu Altuntaş’ın yatağının altında bulunmuş (toplam 58 kg). Böylece bir kez daha ulusumuz ve milletimizle gurur duymuş olduk. Bitirim ikili haftaya tekrar mahkemeye çıkacaklar. Her ikisi de kefaretle serbest kalabilir (Altuntaş için 30.000 € ve Gürel için 10.000 €).2 İrlanda, güvenlik güçlerinin ve mahkemenin soruşturmayı ne kadar derinlikli yürüttüğünü bilemiyorum ama bu türden olaylar İrlanda açısından doğru değerlendirilmek ve analiz edilmek zorunda. Haberi yapan adliye muhabiri meslektaşım Tom Tuite ile görüştüm ve içeriğe dair temel sorular sordum. Tuite, bu olayın içerisinde İrlandalıların da yer aldığını ve olayın kriminal bir suç olduğunu söyledi. Ben, yine de bir parantez açılması gerektiğini düşünüyorum. Almanya’da yaşananlar göz ardı edilmemeli. Sözde Türkiye’nin çok gizli yapıları Osmanen Germania’yı kurmuş; kurulan bu örgütte uyuşturucu ve kadın ticareti yapılmıştı. Örgütün ana amacı Türkiye’den Almanya’ya göç etmek zorunda olan Kürt ve Türk muhalifleri bastırmaktı. Vahşice cinayetler işlediler ve yakayı çok az ele verdiler. İpin ucu acaba nerelere uzanıyor? Bugünün muhalif kahramanı, dünün muhalefet avcısı Sedat Peker bu örgüte ve Metin Külünk’e yardım ettiğini itiraf etti. İpin ucunda Avrupa’nın olup olmadığını bilemiyoruz. Gazetecilere ve yazarlara yapılan saldırıların failleri Avrupa’da da yakalanamıyor. Bu şüphe duymak için önemli bir gerekçe. Soğuk savaşın bir stratejisi olarak devletler pisliğe birbirleriyle beraber battıkları için birbirlerinin açıklarını kollamak zorunda kalıyorlar.

Eymür’e dönecek olursak, röportajında sürekli olarak namuslu ve dürüst insanın az bulunduğuna dikkat çekmiş. Ülkenin tüm yurtsever ve namuslu gençlerini acımasızca işkenceden geçiren ve yok eden bir suçlu bunu söylüyor. Türkiye’nin geldiği nokta her anlamda utanç verici. Bir ülkede solu kazımaya çalıştığınızda olacağı budur. Tüm lağım kapaklarını açar ve toplumu pis bir suyla yıkarsınız.

İşi bilenler istasyonlarını kolay yoldan para kazanarak (uyuşturucu ticareti üzerinden) kuruyorlar. Bu yüzden çanlar artık İrlanda için çalıyor olabilir. Yakalanan miktar göz önüne alındığında soruşturma derinlikli yürütülmez, zanlılar kefaletle serbest kalırsa geçmiş olsun. Ondan sonra Dublin sokaklarında rahat yürüyemiyoruz diye hayıflanmaya devam ederiz.

Mark Bowden ya da Orhan Gökdemir; tüm zorluklara rağmen gerçeği yazan gazetecilerin hepimize vermek istediği ortak bir mesaj var. Eğer onurlu bir ulus olacak ve bu pisliği temizleyeceksek köklü bir değişikliğe ve devrime ihtiyacımız var. Bu öyle bir devrim olmalı ki bir daha asla Haluk Kırcı gibi katiller televizyon ekranlarından kendilerini aklamaya cüret edemesin.

Çağdaş Gökbel / SOL


8 Kasım 2021 Pazartesi

Rusya'dan başka herkesin olduğu Rusyagate - Ceyda Karan / BİRGÜN




Amerikan siyasi tarihinin en büyük skandallarından birisi iyice deşifre oldu. Trump yıllarıyla 

özdeşleşen, 'Rusyagate' diye anılan skandalda Rusya'dan başka herkesin olduğu giderek 

daha net ortaya seriliyor. 

'Rusyagate'in 'dosyalayıcısı' eski MI6 ajanı 

Christopher Steele'in ana kaynağı da 

sonunda tutuklandı.

Rusyagate komplosu, Amerikan siyaset sınıfının Hillary Clinton'da somutlanan yolsuzluğunu sergiliyor. Ancak iç politikada rakiplerini alt etmek için iftiralar saçabilen, bilhassa dış politik hedefler için 'ulusal güvenlik' kılıflı yalanlar kıvırabilen hükümetlere sahip ülkeler için emsal niteliğinde. Meseleyi en iyi Rusyagate'in ipliğini pazara çıkartmış Amerikalı muhalif gazetecilerinden izleyebilirsiniz. Zira ana akım medya vaktiyle köpürttüğü Rusyagate üzerinden Pulitzerler aldı.

Amerikan demokrasisine kast ettiği iddia edilen 2016 seçimine müdahale komplosunda yok yok. Demokrat aday Hillary Clinton'ın başkanlığı çılgın Trump'a yitirmesi karşısında devreye giren istihbarat toplumu, ana akım medya, düşünce kuruluşları ve kelli felli akademia... Rusyagate ABD siyasetinde Trumplı dört seneyi belirlerken, dış politika hattını da kurumsal elitlerin bir şekilde çizdiği çerçevede tutmaya yaradı.

KİLİT KAYNAK CLINTON'IN ADAMI

Hikayeyi özetleyelim...

Trump'ın 'Rus ajanı' ilan edilmesine varan Rusyagate, özel savcı Robert Mueller tarafından soruşturulmuş ve Trump'ı Rusya'ya bağlayan hiçbir somut kanıta ulaşılamamıştı. Trump'ın Clinton'dan daha temiz olmayan kampanya ekibi ve kimi danışmanlarının tali vakalardan suçlu bulunmasına yaradı ve dosya kapatıldı.

2019'da başlatılan John H. Durham'ın yürüttüğü federal soruşturma ise artık iddianameye dökülürken, Rusyagate'i uyduranları ifşa etmekte... FBI'ın perşembe günü tutukladığı isim ABD'de yaşayan Ukrayna doğumlu bir Rus olan Igor Danchenko. Steele'in Rusyagate dosyasını hazırlarken, tutarsızlıkların serilmesiyle arkasına saklandığı ana kaynak. 

Eski Brookings Enstitüsü analisti - geçmişinde alkol kaynaklı cezai mahkumiyetler de var- olan Danchenko'nun tutuklanmasına yol açan iddianame ile anlaşılıyor ki, Clinton ve Demokratlar Steele dosyasını finanse etmekle kalmamışlar, dosyanın ana kaynağı da kendi adamları.

Hikaye 2016'da seçimine giderken Clinton kampanyasının Perkins Coie hukuk firmasıyla Trump'ın 'kirli çamaşırlarını' bulmaları için anlaşmasına paralel yürüyor. Hukuk firması araştırma firması Fusion GPS'i kiralıyor. Fusion GPS Britanya özel casusluk şirketi Orbis'i ve eş kurucusu Steele'i. Steele ABD'de yaşayan Danchenko'yu tutuyor. Brookings'de analistken, Trump'ın azil duruşmalarında ifade vermiş Fiona Hill'e yakın olan Danchenko, Hillary ve Bill Clinton'la 1990'lardan beri kamu diplomasisi alanında çalışmış Chuck Dolan ile bağlantılı. Danchenko bütün bu bağlantılarına dair 2017'deki beş sorguda FBI'a yalan söylemekle suçlanıyor. Meğer Kremlin'de bir kaynağı da yokmuş.

İDDİANAMEDEN SIZAN ÖRNEKLER

Örneği Dolan, Trump'ın 2013'te Moskova'da Ritz Carlton otelinin suitinde konakladığını Danchenko'ya söylüyor. Danchenko Steele'e... İçlerinden biri hikayeye 'fahişeleri' katıveriyor. Danchenko, Kremlin'de otel olayının videosunun olduğunu iddia etmişti. İddianameye bakılırsa Danchenko FBI'a otel müdürü ile konuştuklarını ve böyle bir olayın anılmadığını söylüyor.

Başka bir vaka Ağustos 2016 tarihli e-posta. Danchenko bir Demokrat yöneticiden Trump'ın elemanı Paul Manafort hakkında bilgi soruyor. Yönetici Cumhuriyetçi bir başkandan işittiklerini aktarıyor. Sonradan FBI'a bunu haberlerden aktardığını söylüyor.

Danchenko yalanlar silsilesine Rus-Amerikan Ticaret odasının eski başkanı Sergey Millian'ı 'kaynak' olarak eklemeye kalkışıyor. İddiayı yalanlayan Millian nihayet bu vakada aklanmış.

FBI savcısı Durham'ın soruşturması Danchenko ile birlikte eski kurum avukatı Kevin Clinesmith'i bir e-postayı değiştirmekle, eski siber güvenlik avukatı Michael Sussmann'ı da Trump ile bir Rus bankası arasındaki bağlantılara dair soruşturmada yanlış beyanda bulunmakla suçlamış durumda.

Amerikalı muhalifler haklı olarak FBI'ın bu zırvalar üzerinden Trump'ı soruşturmak üzere yasal yetki almasını sorguluyorlar. Yanıtı malum. Rusyagate, Amerikan müesses nizamı için 'Trump sorununa' deva oldu. Trump'ın başkan olmadan önce eleştirdiği ABD'nin savaşları ve hegemonyası korundu. Herkes rolünü oynadı. Politik faydasına bakıldı. Ve bu süreçte 2020 yazında gayet hakiki temellere dayalı ama sınırlarını Demkoratik Parti'nin çizdiği mini isyan hareketi eşliğinde Trump'tan kurtulup Biden ile rahat nefes aldılar.

KURUMSAL YAPININ TAMAMLAYICILARI...

Matt Taibbi gibi bağımsız gazeteciler skandalın Amerikan medyasının WMD'si (kitle imha silahı) olduğunu söylüyor. Asıl belirleyici olan hakikatler değil yaratılan algılar. 2018'de yitirdiğimiz ünlü araştırmacı gazeteci Robert Parry, bu siyaset tarzını 'Algı Yönetiminin Zaferi' başlıklı makalesinde irdelemişti. 

Aslında dünya tarihinde daha geriye gitmek mümkün. Parry ise Amerikalıların kedilerini 'bitmeyen Orvelyan bir distopyada' bulmalarının miladı olarak Reagan dönemini alır. Amerikan halkının Vietnam sendromundan çıkartılıp daha fazla dış müdahale, çatışma ve savaşa hazırlanabilmesini hedefleyen kamu diplomasisi bürokrasisinin bu dönemde yaratıldığını söyler. Latin Amerika, Körfez ve Irak savaşları, Suriye ve Ukrayna'da 'saldırgan dış düşman' üretiminin devreye sokulmasını işler.

İroniktir ki birkaç yıl önce henüz Rusyagate'in alıcısı çokken, Trump'ı asıl eleştiren gazetecileri 'çılgın başkanın soldaki destekçileri' olmakla suçluyorlardı. Rusyagate komplosu bizlere 'ulusal güvenlik' kılıfıyla iç siyasette rakip lideri 'şeytanlaştırmak', bu yolda yabancı bir ülkeyi kullanırken, kendi nüfusunun algısını yönetmeye dair şeytani aklı anlatıyor. 

Size de tanıdık gelmiyor mu?

Ceyda Karan / BİRGÜN



Meraklısı için detaylar:

https://www.thenation.com/article/politics/trump-russiagate-steele-dossier/

https://www.realclearinvestigations.com/articles/2020/07/24/meet_steele_dossiers_primary_subsource_fabulist_russian_at_us_think_tank_whose_boozy_past_the_fbi_ignored_124601.html

Eymür kim adına ortaya çıktı? - Mehmet Ali Güller / CUMHURİYET


Birbirlerine ettikleri “vatan haini” gibi çok ağır sözleri geçtim ama işi miting meydanlarında idam ipi atmaya kadar getiren Erdoğan ve Bahçeli, 15Temmuz’dan sonra bir anda nasıl ittifak kurabildi?


Peki, 14 Şubat 2015’te yazdığı mektupla Bahçeli’yi “aciz, egoist, bencil” ilan eden, Bahçeli’nin “Batı’nın ajanı olduğuna artık inandığını” belirten, Bahçeli’yi “Miladı dolmuş, yürüyen Buda kılıklı” diye niteleyen, “Yüreğin yiyorsa beni öldürt” diye meydan okuyan Çakıcı, nasıl oldu da Bahçeli’yle barıştı ve o sayede serbest kaldı?

O ağır mektuptan üç yıl sonra, 23 Mayıs 2018’de, Bahçeli, cezaevinden tedavi için hastaneye yatırılan Çakıcı’yı ziyaret etti. Ardından 14 Nisan 2020 tarihli AKP-MHP imzalı infaz düzenlemesiyle Çakıcı 16 Nisan 2020’de serbest kaldı ve MHP Genel Merkezi’nde Bahçeli’yi ziyaret ederek onu “efsane lider” diye saygıyla selamladı.

Oysa 14 Şubat 2015 tarihli mektubunda, pek çok hakareti dışında, Bahçeli’den parti genel başkanlığını bile bırakmasını istemişti Çakıcı.

EYMÜR - ÇAKICI İLİŞKİSİ

Çakıcı, 1987 yılında Ankara’da Dündar Kılıç’ın iki adamını vurdurdu. Ne tesadüf: Cinayet sırasında Mehmet Eymür ve Korkut Eken, olayın olduğu otelin karşısındaki işkembecideydi!

Aslında bu olaydan birkaç ay önce, Çakıcı MİT’le ilişki kurmuş, Mehmet Eymür ve Yavuz Ataç’a bağlanmıştı. 1988 tarihli ünlü MİT raporunu kaleme alırken, Eymür’ün en önemli kaynaklarından biri zaten Çakıcı’ydı.

Nitekim EymürÇakıcı’yı Almanya’da bir operasyonda kullandıklarını ama başarısız olduklarını dile getirmişti.

Sonraki yıllarda Eymür ile Çakıcı’nın arası açıldı. Hatta Çakıcı’nın pasaport olayı nedeniyle Eymür ile Ataç yumruk yumruğa kavga etti. İkisi de MİT’te bu nedenle ceza aldı.

‘BAHÇELİ MİT AJANIDIR’ MEKTUBU

Özetle Bahçeli-Çakıcı ilişkisi de Çakıcı-Eymür ilişkisi de filmlere konu olabilecek renklilikte! Hele buna MHP camiası içinde çok konuşulan “Bahçeli’nin MİT ajanlığı” iddiası da eklenirse…

12 Eylül öncesinde MHP’nin en önemli isimlerinden olan Yaşar Okuyan’ın,  Bahçeli’nin neden 564 sanıklı MHP davası içinde olmadığını sorguladığı bir konuşmasında söyledikleri çok önemliydi: “Devlet Bahçeli hep görevlidir, MİT’le ilişkili. Rahmetli Türkeş’in mektubu var bende. Alparslan Türkeş’in el yazısı mektup, ‘Devlet Bahçeli MİT ajanı’ diyedir.”

MHP’nin, ABD’nin sola karşı İslamcılığı ve milliyetçiliği panzehir yapma stratejisinin bir aracı olarak kullanıldığı, bunda CIA’yla paralel çalışan MİT’in rolü elbette bir sır değil.


BAHÇELİ-AKAR İLİŞKİSİ

Bahçeli’nin 15 Temmuz’dan sonra Erdoğan’a tam destek vermesinde ve ittifak olmasında Hulusi Akar’ın bir rolü var mı acaba? Ya da tersinden sorarsak Hulusi Akar’ın Erdoğan kabinesine girmesinde Bahçeli’nin bir rolü mü var?

Anımsayalım: Bahçeli, 26 Ağustos 2018’de gazete ve TV’lerin Ankara temsilcileriyle bir araya geldiği kahvaltıda Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’a Genelkurmay Başkanı olduğunda, Kuranıkerim, Türk bayrağı ve altın kaplama tabanca hediye ettiğini anımsatarak “Hulusi Akar Paşa, Kuran’a, bayrağa, silaha sahip çıkmıştır” dedi.

Aslında AkarBahçeli’nin hediyesine pek de sahip çıkamamıştı! Zira Hulusi Akar, 15 Temmuz’dan sonra şikâyetçi sıfatıyla savcılığa verdiği ifadede “Odasının gayet düzenli bırakıldığını ama Devlet Bahçeli’nin kendisine hediye ettiği tabancanın kayıp olduğunu” belirtmişti.

O tabanca, Bahçeli ile Akar’ın özel ilişkisine işaret ediyordu.

EYMÜR’ÜN ORTAYA ÇIKMASININ ÖNEMİ

Eymür’ün söylediklerinde yeni bir şey olmadığını önceki yazımda belirtmiştim. Ancak Eymür’ün söylediklerinden çok, ortaya çıkmış olması önemli.

 Zira Eymür Gladyo’nun has adamıdır, ne zaman ortaya çıksa, Türk siyasetinde önemli bir viraj alınır.

Eymür’ün kim ya da kimler adına ortaya çıkarak mesaj verdiği bu bakımdan önemle araştırılmalı ve çözümlenmelidir.

Son söz: Gladyo, NATO örgütlenmesidir. NATO üyeliği sürdükçe, Gladyo varlığını güncelleyerek sürdürür.

Mehmet Ali Güller / CUMHURİYET


Mehmet Eymür’ün saklı sicili - Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

 Ayağı çamur içinde. Yine de aydınlığı haber veriyor. Sesini duyunca günün başladığını anlıyorsun. Sanma ki horoz “sen uyan” diye ötüyor.

Şimdiki kuşaklar tanımıyor. Dostları, düşmanları başka başka anlatıyor.


Peki, bir zamanlar çalıştığı MİT’e göre, şimdilerde “ifşa”larıyla gündemde olan Mehmet Eymür nasıl biri?

Bu sorunun yanıtı var. Hem de MİT’ten alınmış, belgeli.

Nereden mi biliyorum?

OdaTV davasının 35 numaralı klasöründe yer alan evraktan.

Şöyle anlatayım…

En çok “MİT eski Kontrterör Daire Başkanı” titriyle anılan Mehmet Eymür, MİT’ten tasfiye olunca Danıştay 5 No’lu Daire’ye dava açtı. Eymür, aleyhinde verilen kararın idare mahkemesi aracılığıyla değişmesini istiyordu. Haliyle, MİT bu talebe yaptığı savunmayla cevap verdi. 1998/3897 numaralı dosyaya Eymür’ün MİT’teki sicilini gönderdi.

Şair Edip Cansever’in diliyle konuşursak, “sicil de sicilmiş ha” dedirtti.

VEKİLİN OĞLUNA İŞKENCE

MİT’in evrakına göre Eymür, “Teşkilat”la 1965’te “görev elemanı” olarak ilişki kurdu. İşin ilginci, ilk kınama cezasını da o yıl almış görünüyor!

Eymür’ün MİT’te “kadrolu” olduğu tarih ise 10 Haziran 1970. Eymür, MİT İstanbul Başkanlığı’ndaki resmi görevine bu tarihte başladı.

Sicile göre Eymür, 21 Şubat 1973’te teşkilata bir “muhtıra” verdi. Muhtırada solculara karşı daha sert olunmasını istiyordu, bir tane daha kınama cezası aldı. Bu olayın ardından Eymür’ün MİT’ten ayrılmak istediği, ilk amiri Hiram Abas tarafından ikna edildiği görülüyor.

8 Şubat 1979 ve 27 Mart 1979 tarihli cezalar…

Her ikisinin içeriği de istihbaratçılık ile ilgili değil.

Biri eski CHP Erzincan Milletvekili Nurettin Karsu’nun evinin basılması, çocuklarının kaçırılıp dövülmesi ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin tahkir ve tezyif edilmesi.

Bir milletvekilinin evi nasıl basılır!” diyebilirsiniz.

Karsu, yıllar sonra o anları şöyle anlattı:

TBMM’de ve CHP grubunda en çok mücadele eden bir milletvekili olarak Meclis kürsülerinde konuşarak iktidarı yoğun olarak eleştirdiğim sıralarda, MİT’in Mehmet Eymür’ün şefi olduğu dört kişilik ekibinin, (gece yarısından sonra saat 01.30 sularında) üniversitede okuyan ve hiçbir yasadışı eyleme bulaşmamış olan oğlumu kaçırdıklarını ve işkence ettiklerini o zaman ortaya çıkardığım için, savcılık ilgili MİT ekibini mahkemeye vermiş ve bu kişilerin yargılanmalarına Ankara mahkemelerinde başlanılmıştı.”

Belgeye geri dönersek...

Bu olay nedeniyle Eymür’ün Devlet İstatistik Enstitüsü’ne tayin edildiği görülüyor. Ancak AP hükümeti kurulunca Eymür’ün tekrar MİT’e döndüğü anlaşılıyor.

BELDEN AŞAĞI VURUŞ

MİT’te Eymür’ün faaliyetlerinin hep tartışıldığı biliniyor.

Belgeye göre, 19 Nisan 1988 tarihinde Eymür, “kademe ilerlemesinin durdurulması cezası” almış. Sebebi de kamuoyunda “Birinci MİT Raporu” adıyla anılan rapor.

17 Kasım 1987 tarihinde Başbakan Turgut Özal’a sunulan rapor, bir taşla en az üç kuş vuruyordu. Hem o dönem rakip olduğu İstanbul Emniyeti’ni yasadışı işler çevirmekle suçluyor, hem Özal’ın karşısındaki DYP’li siyasetçileri mafya ile yan yana koyuyor hem de en kötüsü eski Genelkurmay Başkanı Necdet Üruğ’un adını belden aşağı vuruşlarla Emel Sayın’la anıyordu. 7 Kasım 1986’da Ankara’ya gelen ABD Savunma Bakanı William Taft’ı “randevusu yok” diye kapıdan çeviren, Özal’ın ABD ile Irak’a askeri müdahale projesine karşı çıkan Üruğ’un hedef alınmasından elbette ki Washington da memnundu.

Raporu haber yapan muhabir İrfan Taştemur, kamuoyunu ayağa kaldıran haberin kaynağının, raporu da hazırlayan Mehmet Eymür olduğunu açıklamıştı. Bu olaydan sonra MİT’ten ayrılan Eymür, Antalya’nın Varsak beldesinde “buz fabrikası” kurdu.

MİT BİLE YAKA SİLKTİ

MİT evrakına göre, Eymür 14 Şubat 1994’te tekrar MİT Müsteşarlığı kadrosuna alındı. Titri, “Özel İstihbarat Daire Başkanı”ydı.

Eymür’ün sicili, Alaattin Çakıcı’nın eşi Uğur Kılıç’ın öldürülmesi olayıyla ilgili bile kınama cezası aldığını söylüyor. (Kılıç’ın babası Dündar Kılıç, bu olaydan ötürü Mehmet Eymür’ü suçlamıştı.)

Arşivinde, basına demeç vermekten kitap yazmaya kadar, istihbaratçı ketumluğunda görünmeyen pek çok işten uyarı-kınama cezaları bulunuyor.

Eymür, olayların ardından MİT’in Washington temsilcisi olarak atandı. Başka bir deyişle gözlerden uzak tutuldu. Ancak burada bile rahat durmadı. 4 Şubat 1998, 6 Şubat 1998, 7 Şubat 1998 tarihinde savunmasının istendiği görülüyor.

Başbakanlık Müfettişi Kutlu Savaş’ın, devletin içindeki çeteleri konu alan raporunun ardından, 14 Ağustos 1998’de Washington Temsilciliği görevinden alındı. Temsilcilik de kapatıldı. Eymür, Türkiye Şeker Fabrikası’na uzman olarak atandı. Türkiye’ye dönmesi istendi. Ancak Eymür istifa ederek Washington’a yerleşti. Kurduğu atin.org sitesiyle  “ifşalara” başladı.

Eymür’ün açtığı davada MİT savunma yapmış ve durumu şöyle tarif etmişti:

“Müsteşarlık tarihinde, teşkilat metot ve prensiplerine bu derece uyumsuz bir başka personel bulunmadı. Kurumu ve devleti zor durumda bırakacak tutum ve davranışlarını sürekli olarak tekrarladı.”

Eymür’ün mahkeme evrakına yansıyan MİT’teki sicili böyle.

KUMPASTAN ÇIKAN EYMÜR

MİT’in bile “Bu kadar da olmaz” dediği Eymür, “teşkilat”tan ayrıldıktan sonra da faaliyetlerine devam etti.

Nereden mi biliyoruz?

Eymür’le “iyi ilişkileriyle” bilinen Sabah gazetesi, 26 Kasım 2008 tarihinde bir MİT belgesi yayımladı. “Kod Adı İpek” başlıklı haberde, Ergenekon kumpasının mimarlarından Tuncay Güney’in MİT elemanı olduğu iddia ediliyordu. MİT, belgeyi doğruladı ancak Sabah’ın haberine tepki gösterdi. Tepkinin nedeni MİT’in açıklamasındaydı:

Tuncay Güney o dönem itibarıyla şüpheli faaliyetlerinden dolayı dikkatimizi çeken ve üzerinde çalışma yapılan bir şahıstır. Bu bağlamda, Tuncay Güney kayıtlı bir haber kaynağımız değildir. Kuruluş ve işleyişi tartışmalı olan Kontrterör Merkezi, sorumluları ile birlikte 1997 yılında kuruluş şemasından çıkarılmıştır.

Kısacası MİT, isim vermeden Eymür’ü işaret ediyordu.

Yıllar önce Ergenekon davasındaki kumpasları haberleştirirken, davanın 58 No’lu ek klasörünün 27. sayfasındaki bir belgeye yer vermiştik. Sıradan gözüken evrak, Sabah Grubu’nun çıkardığı Aktüel dergisinin 52. sayısının kapağıydı. Ancak dosyadaki belgenin alt tarafında, belgenin kaydedildiği bilgisayarın künyesi vardı. Künyede şu yazıyordu: “MehmetEymur/Desktop/Savcı/Yeni Aktüel”.

Bu künyeyi açıklamaya çalışırsak; belge Mehmet Eymür’ün bilgisayarında kaydedilmişti. Eymür, bilgisayarının masaüstünde bir “savcı” klasörü açmıştı. Bu klasöre de “Yeni Aktüel” adıyla belgeyi kaydetmişti.

Kısacası Eymür, son 50 yılın her karanlık olayının aktörlerinden biriydi. Devletin hep içinde oldu, “ifşa” diyerek rakiplerine operasyonlar yaptı. İşkence, cinayet, kumpaslar onun elinin altından geçti. Ama birilerinin “iyi çocuğu” olarak hep korundu. 15 Temmuz için “Raydan çıkmış bir MİT çalışması” ifadesini kullandığında dahi AKP medyası suskunlukla geçiştirdi.

Horozu duyduk, gözümüzü açtık. Senin için değil, boğazı yırtılır gibi bağırıyorsa, horozun doğasından. O ses, aslında kendi türünü devam ettirmek için çıkıyor. Oysa horozu değil sabahı beklesen, kuşların senfonisinde, gündüzün saklı şarkısını duyacaksın.

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Tarihi coğrafyanın metreküpü sadece 10 TL! - Yusuf Yavuz / SOL

 Kızılırmak üzerindeki kum ve çakıl ocakları, inşaat malzemesi uğruna binlerce yıldır birçok kültüre ev sahipliği yapan Yukarı Kızılırmak Havzası’nın geçmişini ve geleceğini yok ediyor.

Kayseri’de Kızılırmak kıyısında yer alan Burunören köyünde açılan kum ocakları hem tarihi coğrafyayı hem de yöre halkının yaşamını tehdit ediyor. Burunören köyündeki kum ocaklarından biri Sarıoğlan Belediyesi’ne ait. 2017’de ruhsat verilen proje bir süre ÇED’siz çalıştıktan sonra Eylül 2020’de ÇED süreci başlatıldı. Projeyle ilgili ÇED raporunda yer alan bilgilere göre bir metreküp kum ve çakılın 10 TL olduğu belirtilerek, Kızılırmak’ın tahrip edilmesiyle elde edilen malzemeden yıllık 490 bin TL gelir elde edileceği savunuluyor. ÇED raporunda nehir yatağından kum alınmayacağı taahhüt edilmesine rağmen Kızılırmak’ın ortasında çalışan iş makineleri ve kamyonlar köylülerin tepkisini çekiyor.

Antik çağın 'Halys' ırmağı birçok uygarlığın sınırını belirledi

Burunören köyü, Kayseri'nin Sarıoğlan ilçesine bağlı yerleşimlerden biri. Kızılırmak kıyısında yer alan Burunören’de ve komşu köylerde birbiri ardına açılan kum ve çakıl ocakları, antik çağda adı ‘Halys’ olarak anılan ve pek çok uygarlığın coğrafi sınırlarını belirleyen nehrin geçmişini ve geleceğini coğrafyanın hafızasından siliyor.  

2 milyon yıllık geçmiş, inşaat malzemesi yapılıyor

Sivas’tan doğup, Orta Anadolu’da bir yay çizdikten sonra kuzeye yönelerek Samsun’un Bafra ilçesinde Karadeniz’e dökülen Kızılırmak, 1355 kilometrelik akışıyla geçtiği topraklara hayat verirken aynı zamanda Türkiye sınırları içindeki en uzun nehir olarak biliniyor. Kızılırmak boyunca birçok tarihi höyük ve kale yerleşimi bulunuyor. Nehir, günümüzde de 20’den fazla ilde, onlarca kent ve kırsal yerleşimin yaşamına dokunarak akışını sürdürüyor. Ancak yaklaşık 2 milyon yıllık bir geçmişe sahip olan havzada kuralsızca çalışan kum ve çakıl ocakları Anadolu’nun tarihi coğrafyasının en önemli köşe taşlarından biri olan Kızılırmak’ın doğal dokusunu tahrip ediyor.

Kızılırmak kıyısındaki köy kum ocaklarının işgali altında

Kızılırmak’ın Kayseri sınırlarından geçen bölümünde birbiri ardına açılan kum ocaklarının bir kısmı Burunören köyünde yer alıyor. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın verilerine göre, 2014’ten bu yana Burunören köyünde "ÇED Gerekli Değildir" kararı verilen ya da ÇED süreci başlatılmış olan 4 ayrı kum ocağı bulunuyor. Köyün bitişiğinde açılan kum ocağının ise ÇED raporu olmadan faaliyetini sürdürdüğü öne sürülüyor. Ancak ÇED raporu olan kum ocaklarının da proje dosyalarında ilgili yasa ve yönetmelikler kapsamında yerine getirmeyi taahhüt ettiği çoğu ayrıntıya pek dikkat etmediği gözleniyor.  

Kum yığınlarıyla çevrelenen köyde halk tepkili

Burunören köyünde özel bir şirketin işlettiği kum ocaklarından biri de tam köy yerleşiminin dibinde açılmış. Köy adeta kum yığınlarıyla çevrelenmiş durumda. Burunören köyündeki tarım alanları ve su kaynaklarının kum ocaklarından zarar gördüğünü söyleyen Mahmut Graf Doğan, Almanya’da yaşayan gurbetçi köylülerden biri. Yaz aylarını memleketinde geçirmek için Burunören köyüne geldiğini ancak çocukluk anılarının yok edilişini gördükçe kahrolduğunu söyleyen Doğan, evine bitişik alana kadar yayılan kum ocağına karşı dava açılmasına öncülük edenlerden biri.

    Kum ocağı depolama alanı köyle iç içe

'Kum ocakları yüzünden tarım ve hayvancılık bitti'

Doğan, kum ocaklarının verdiği zararları, “Kum ocakları yüzünden köyde tarım ve hayvancılık bitmiş durumda. Eskiden hayvan sürüleri su ihtiyaçlarını Kızılırmak’tan karşılıyordu, şu anda ırmağa inemiyorlar” sözleriyle özetliyor.

'Bu tahribatı görünce elim ayağım kopmuş gibi hissediyorum'

Köyün içinde faaliyetini sürdüren kum ocağına karşı açtıkları davanın son duruşmasının 3 Kasım’da Kayseri İdare Mahkemesi’nde görüldüğünü ve yargıdan olumlu bir karar beklediklerini dile getiren Doğan, “Ben bu köyde doğdum. Kızılırmak ve Burunören köyü benim için yaşamın anlamı. Yüzmeyi Kızılırmak’ta öğrendim. Burası bizim toprağımız, kimliğimizin bir parçası. Atalarımız bu köyün kurucularından. İran Horasan’ından Halep’e, ardından da Maraş’tan bu yaylalara gelip yerleşmişler. Köyüme geldiğimde mutlu oluyordum ama bu tahribatları görünce bütün mutluluğum hüzne ve çaresizliğe dönüşüyor. Kendimi hastalanmış gibi, elim ayağım kopmuş, gözlerim kör olmuş gibi hissediyorum. Ben adalete inanan bir insanım. Bu yüzden dava açtık. Yargının buradaki tahribata dur diyeceğine inanıyorum” ifadelerini kullandı.

'Şehirden kaçıp gelen insanlar astım hastası oldu'

Kum ocaklarından çıkan tozun insan sağlığına da zarar verdiğinin altını çizen Mahmut Graf Doğan, “İnsanlar astım hastası oldular. Şehirden, egzoz gazından, stresten kaçıp köyüne nefes almaya gelen emeklilerimiz burada rahat edemez haldeler” dedi.

'Yeraltı suları çekildi, meyve ağaçları kurudu'

Kızılırmak kıyısındaki Üzerlik ve Karaözü köyleri arasındaki yaklaşık 10 kilometrelik alanda kum ocakları yüzünden derin çukurlar oluştuğunun da altını çizen Doğan, bazı noktalarda çukurların yüksekliğinin 8-10 metreyi bulduğunu belirterek, “Buna bağlı olarak yeraltı suları çekildiği için ağaçlarımız bile kurudu. Bir komşumuzun 300 meyve ağacı kurudu” diye konuştu.

    Kayseri Burunören köyündeki kum ocakları

Tarihi Şahruh Köprüsü de kum ocaklarının tehdidi altında

Kum ocaklarının Kızılırmak üzerinde bulunan tarihi Şahruh Köprüsü'nü de tehdit ettiğine dikkati çeken Doğan, “Kum ocaklarının aldığı kumlardan dolayı tarihi köprünün ayakları tehdit altında. Bu konuda acil önlem alınmazsa Şahruh Köprüsü’nün geleceği tehlike altına girecek” uyarısında bulundu.

Önce kum ocağı açıldı sonra ÇED raporu hazırlandı

Burunören köyündeki kum ocaklarından biri de köyün bağlı olduğu Sarıoğlan ilçe Belediyesi tarafından işletiliyor. Belediyenin aldığı 21 Eylül 2017 tarihli ruhsata göre 6 ayrı noktada, 97.700 metrekarelik alanda kum ve çakıl çıkarma izni verilmiş. Ancak Eylül 2022’de süresi dolacak olan ruhsat sahasında daha önce ÇED raporu olmadan çalışan kum ocağı için 3 yıl sonra, 20 Eylül 2020’de bir Proje Tanıtım Dosyası (ÇED Raporu) hazırlanarak Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na sunulduğu ortaya çıktı.

ÇED raporu: 'Proje alanında akarsu yok!'

Proje adı ‘Kum-Çakıl Ocağı Yıkama Eleme ve Kilitli Parke Tesisi’ olan işletmeyle ilgili hazırlanan ÇED Raporunda yer alan bilgiler, Türkiye’de çevre konusunda vaatlerin ve gerçeklerin ne kadar birbirinden uzak olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. Kum ocağının ÇED raporunda, Kızılırmak nehrinin ortasında faaliyet yürüten proje alanında akarsu bulunmadığının öne sürülmesi dikkat çekiyor.

Vaatler kâğıt üstünde kaldı, nehrin altını üstüne getirdiler

Kum ocağı için hazırlanan ÇED raporunda, “İşletme sırasında dere yatak stabilitesini bozacak ve serbest akışa engel olacak şekilde malzeme alınmamalı, ayrıca mahmuz, servis yolu ve benzeri yapılar tesis edilerek suyun akış yönünü değiştirmek suretiyle kıyı oyulmasına neden olabilecek çalışmalardan kaçınılacaktır” ifadelerine yer veriliyor.

Tarihi coğrafyanın metreküpü sadece 10 TL

Yılda 9 ay süreceği belirtilen çalışmalar kapsamında 49 bin metreküp kum ve çakıl üretileceğinin altı çizilen ÇED raporunda, nehir yatağından çıkartılan kumun metreküpünün 10 TL’den satıldığı kaydedilerek yılda 490 bin TL gelir elde edileceği belirtiliyor.


                  Kum ocağının ÇED raporunda, nehirden çıkarılan kumun metreküpünün 10 TL'den satılacağı kaydediliyor

 

Yusuf Yavuz / SOL