12 Kasım 2021 Cuma

Yerli savaş uçağı açıklamaları ne anlama geliyor? + Altay tankı için teknoloji transferine ABD engeli iddiası / SOL

Yerli savaş uçağı açıklamaları ne anlama geliyor? (OKAN ATAER-SOL/Görüş) 

TUSAŞ Türk Havacılık ve Uzay Sanayi AŞ Genel Müdürü Temel Kotil'in yerli savaş uçağı üretimi konusundaki açıklamaları tartışma yarattı. Peki bu açıklamalar gerçekçi mi?


TUSAŞ Türk Havacılık ve Uzay Sanayi AŞ Genel Müdürü Temel Kotil canlı yayına katıldığı bir televizyon kanalındaki açıklamalarıyla yeniden gündeme girmiş oldu. Son dönemde atmış olduğu tweet Ahmet Hakan tarafından bile pek anlaşılamadığından olsa gerek bu kez canlı yayında meramını anlatmaya çalıştı. Ancak iç siyasetin toz duman olduğu, ekonomik krizin dip noktasının hala gözükmediği bir yıkım içindeki ülkemizde savunma sanayiinin konuşulması/konuşturulmak istenmesinin çok manidar olduğu dikkatli okurun gözünden kaçmayacaktır. Bu bilgi notunu da ekleyerek Kotil’in açıklamalarına ve bunların bizde çağrıştırdıklarına geçelim…

Bir isimlendirme denemesi

Önce herhalde firmanın adıyla başlamak lazım. Bir ara TAİ (TUSAŞ Aerospace Industries kısaltması) denen kuruma neden artık bu isimle hitap edilmiyor? Kuruluşunun ardından şahlanma dönemini Özallı yıllarda yaşayan kurumun bu dönemde doğrudan Amerikan sermayesiyle tanıştığı biliniyor. Şirketin azımsanmayacak büyüklükteki bir ortağı olan kurum adıyla sanıyla Lockheed Martin. Bugün dünyadaki en kârlı silah şirketlerinden birisi olan Lockheed Martin’in hisseleri 2005 yılında tamamen satın alındı ve şirket günümüzdeki mali yapısına kavuştu. Herhalde bugün kamuoyuna tam anlamıyla yerli ve milli hissettirecek bir isimlendirme tercih ediliyor.

Ahmet Hakan’dan “yapıcı” eleştiriler

Temel Kotil tarafından geçtiğimiz günlerde atılan tweet anlaşılamadı demiştik. Düzen yanlısı kalemlerden Ahmet Hakan da konuya “yapıcı” bir şekilde yaklaşmış ve 5 Kasım 2021 tarihli yazısında Cumhurbaşkanı Erdoğan’I övdükten sonra Kotil’I eleştirmişti:

Bu açıdan bakıldığında Temel Kotil’in yaptığı tam bir iletişim faciası.

*

Paylaştığı fotoğraftaki parça, milli muharip uçak iddiasıyla pek bağdaşmıyor gibi. Fotoğrafı paylaşılan teknik aksam, konuya vâkıf olmayanlara hiçbir şey anlatmıyor. Dahası “Biz yapamayız” anlayışına saplanıp kalmış olanlara, “Muharip uçakla bunun ne alakası var?” diyerek dudak bükecekleri bir malzeme verilmiş oluyor.

*

Doğru iletişim şu olmalıydı: O aksam, ne anlama geliyor? Önemi nerededir? Üretilmesi çok mu zor? Muharip uçağın hangi aksamıdır bu? Neden heyecanla paylaşılıyor?

Bütün bunların cevabı verilmeliydi.

Herhalde Kotil de Hakan’ın haklı eleştirisini okumuş ve gereğini yerine getirme ihtiyacı hissetmiş…

Kotil ne dedi?

Kotil’in söylediklerine biraz daha yakından bakalım:

"F-35'in 60 milyar dolar olduğunu söylüyorlar, böyle bir proje 10 milyar dolara çıkar."

Projenin bütçesi 2014 yılında 160 milyar dolar seviyesindeydi ve proje devam ettiği için bu rakamın üzerine çıkıldığı çok açıktır. F-35 savaş uçağı Lockheed Martin tarafından yapılıyor. Sanırız Kotil’in buradaki proje yöneticilerine aktarmak istediği bazı tecrübeler var, bilemiyoruz.

"Alt tarafında bomba kapağının olduğu yerdeki parçamız. Çok hassa milimetrik, mikron altı çalışmış bir parça."

Kotil, ilk paylaştığı tweet üzerine yapıyor açıklamayı. Talaşlı imalat hakkında güncel bilgisi olan herkes artık en temel imalatın bile milimetrenin altında mikron seviyesinde hassasiyetle yapıldığını bilir. Bunu söylemenin bir önemi yok. Marifet yurtdışında üretilmiş yazılımlarla tasarım yapıp, hammaddeyi yurtdışından alıp, bunu da son teknoloji 7 eksen Japon CNC tezgâhlarında üretmekte olmasa gerek.

"Bu uçak 2023 18 Mart'ta motorunu çalıştıracak. Bu uçak 2022'de bitecek demektir."

Daha önce TF-X (Turkish Fighter Experimental) projesi olarak adlandırılan projeye dair yorumlar bu siteden yayınlanmıştı. O yazıda savaş uçağı projelerinin genellikle uzun vadeli ve kullanıcı ülkenin özel ihtiyaçları gözönüne alınarak tasarlandığı, prototip sürelerinin uzun döneme yayılan silahlar olduğu belirtilmişti. Ayrıca savaş uçağını oluşturan bileşenlerin geliştirilmesi ve koordineli şekilde çalışmasının sağlanmasının üst düzey bir teknoloji ve bilgi birikimi gerektirdiği vurgulanmıştı. Astronomik rakamlara mal olan bu devasa silahların tasarımında oluşabilecek hata bile olmayan verimsizlikler veya en iyi olmayan uygulamalar ileride tüm projeyi etkileyebilecek maliyetler çıkartabileceği belirtilmiş ve ABD’deki benzer projenin 1997 yılında başladığı ve halen devam etmekte olduğu hatırlatılmıştı. Dolayısıyla bu tarihlerin tamamı anlamsız ve geçersizdir.

"F-16 tek motorlu, bu çift motorludur. Bombalar içinde saklı. Bu görünmez uçak. 1980 teknolojisi F-16. Bu 2020 teknoloji. F-35 tek motorlu. Bu ondan 1.5 kat daha güçlü motor gücü olarak. Bu F-22 ile F-35 arasında."

Yeni tasarlanan savaş uçakları doğası gereği kısa vadeli değil uzun vadeli projelerdir. Dolayısıyla ürünlerde son teknoloji kullanılması yetmez, gelecekte uçağın kullanım dışı kalmasını engelleyecek şekilde yeni teknolojilere uyumlu tasarlanması gereklidir. General Dynamics F-16 Fighting Falcon savaş uçağının tasarım anlamında başarısı burada saklıdır. İlk başarılı uçuşunu 1974 yılında tamamlayan uçak bugün halen üretilmekte ve gelişen teknoloji uyarınca geliştirilebilmektedir. F-35 projesi ise ABD Silahlı Kuvvetlerinin farklı taleplerini orta ve uzun vadede gerçekleştirebilecek yeni bir savaş uçağı projesidir. Lockheed Martin F-22 Raptor projesi ise 2012 yılında yüksek giderler ve operasyonel başarısızlıklardan dolayı rafa kaldırılmış olan bir projedir. İhraç edilmeksizin sadece ABD Silahlı Kuvvetleri için tasarlanan projenin yerine F-35 projesine ağırlık verilmesi kararı alınmıştır. TUSAŞ tarafından orta ve uzun vadede geliştirilebilecek olan uçağın en önemli bileşenlerinden birisi motorudur. TEİ tesislerinde motor üretimlerinin devam ettiği bilinmektedir. Ancak tam anlamıyla güvenilir bir motor ailesini üretebilmek sanıldığından çok zaman alan, çok karmaşık bir süreçtir. Motorun ötesinde savaş uçağının üstün teknoloji gerektiren avyonik sistemlerinin, silah sistemlerinin tasarlanması bugünden yarına tamamlanabilecek süreçler değildir.

"Önce düşük oranda başlanır. yılda 5-6 tane yapılır. Seri üretime 2028'de başlanır. 2030'da da yılda 24 tane yaparız."

Kotil, burada söylediğimize gelmiş durumda. F-35 gibi kapsamlı bir projenin son dönemlerinde bile düşen uçaklar olduğu için proje bir çok kez askıya alınmış ve inişli çıkışlı bir seyir izlemiştir.

"4 binin üzerinden mühendisimiz var. Bin tanesi çalışıyor şu anda. Sıkışırsak hepsini çalıştırırız."

Temel Kotil 1959 Rize Araklı doğumlu. 1983 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Uçak Mühendisliğinden mezun olmuş. O zorlu dönemlerde nasıl olmuş bilinmez eğitimine ABD’de Michigan’da devam etmiş. Ann Harbour’daki kampüsteki faaliyetlerini 19 Ocak 1990 tarihli üniversite gazetesinden öğreniyoruz. Gazetedeki haber Kotil’in bilimsel faaliyetleri veya geliştirdiği yeni bir yaklaşım hakkında değil. Başkanı olduğu “Müslüman Öğrenciler Birliği” faaliyetleri kapsamında Filistinli öğrenciler için bir barınak tamiratına ait. 

(OKAN ATAER-SOL/GÖRÜŞ) 

                                                                                         ***

Altay tankı için teknoloji transferine ABD engeli iddiası (SOL)

Altay tankının güç grubu için Güney Kore’den Türkiye’ye teknoloji transferi planlarının bozulduğu, bunda ABD’nin baskısının etkili olduğu ileri sürüldü. 

Altay tankı seri üretim projesindeki ana yüklenici BMC şirketinin, Güney Koreli Doosan ve S&T Dynamics şirketleriyle Altay tankının motor ve transmisyonu için sürdürdüğü görüşmelerde, Türkiye’de ortak üretim planlarının bozulduğu, bunda ABD’nin Türkiye’ye yaptırım sinyallerinin etkili olduğu belirtildi.

Defence News’un Türk sanayi ve tedarik kaynaklarına dayandırdığı haberine göre, BMC ile Güney Koreli iki şirket arasındaki görüşmelerde güç grubunun ortak üretimine dair planlar bozuldu. Bunun yerine görüşmelerde Altay tankının güç grubunun hazır olarak Güney Kore’den tedariki üzerinde durulduğu belirtildi.

Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu 22 Ekim’de Güney Kore’yi ziyaretinde Altay tankı motoru tedarikine ilişkin niyet beyanının Güney Kore Savunma Tedarik Programından (DAPA) sorumlu Bakan Kang Eun-ho tarafından imzalandığını duyurmuştu.

Ortak üretim seçeneği devre dışı

Defense News’un haberine göre BMC, Güney Koreli Doosan ve S&T Dynamics şirketleriyle tankın motor ve transmisyonun mekanizmasının Türkiye’de ortak üretimini sağlayacak teknoloji transferi için stratejik anlaşmalar için görüşmeler yapıyordu. Ancak siteye konuşan kaynaklara göre müzakerelerde ortak üretim planları seçeneği devre dışı kaldı.

Adı açıklanmayan bir şirket kaynağı “Ortak-üretim seçeneği planlandığı gibi gitmedi. Yeni uzlaşma, Kore güç grubunun kullanıma hazır olarak alınması” dedi.

ABD'den Güney Kore'ye baskı iddiası

Türkiye’den adı açıklanmayan bir tedarik yetkilisi de, tanklar için güç grubunun Güney Kore’den hazır olarak alınacağını doğrularken, ortak üretim konusundaki planların ABD yönetiminin etkisiyle bozulduğuna ilişkin kaygısını dile getirdi.

Sözkonusu yetkili “ABD yönetiminin Türkiye’ye tank motoru teknolojisi transferinden kaçınması için Güney Kore'ye baskı yapabileceğinden korkuyoruz” dedi.

ABD Temsilciler Meclisi’nin 41 üyesi bu ayın başında ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’e bir mektup göndererek Türkiye’ye F-16 savaş uçaklarının satılmamasını istemişti. Türkiye’ye Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi aldığı için ABD’nin CAATSA yaptırımları uyguladığını hatırlatan Cumhuriyetçi ve Demokrat Partili ABD Temsilciler Meclisi üyeleri Türkiye’nin bu nedenle F-35 programından çıkarıldığını da mektupta belirtmişti.

Defense News’un haberine göre yeni Altay anlaşmasına göre Güney Koreli şirketler güç grubunu tedarik edecek, tankla entegrasyonu ve test sürecinde yardım edecek.

Bu süreçte her şey yolunda giderse Doosan ve S&T Dynamics’in güç grubunun Altay tanklarına entegrasyonu 18 ay içinde tamamlanacak.

(SOL)

11 Kasım 2021 Perşembe

4 köyün dört yanı madenle sarıldı - Özer AKDEMİR / EVRENSEL

 

    

Örencik, Dağardı, Kavaklı, Evciler köylerinde yapılmak istenen siyanürle altın işletmeciliği köylülerde tedirginlik yarattı.

Kütahya’nın Tavşanlı ve Simav ilçeleri arasında işletilmek istenen altın madeni yöre halkını tedirgin ediyor. Siyanürle kullanılacak altın madeninin köylere çok yakın olduğu ve geçim kapıları olan tarım ve hayvancılığı yok edeceği endişesini dile getiren köylüleri susuzluk korkusu da sarmış.

CUMHURBAŞKANI, ALTIN MADENİ İÇİN ACELE KAMULAŞTIRMA KARARI ÇIKARDI

Geçtiğimiz ekim ayının 28’inde yayımlanan Cumhurbaşkanlığı kararında Kütahya’nın Simav ve Tavşanlı ilçelerine bağlı köylerdeki birçok arazinin Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü tarafından acele kamulaştırıldığı duyuruldu. Kamulaştırılan bu taşınmazlar Tavşanlı ve Simav ilçelerinin Örencik, Dağardı, Kavaklı, Evciler köyleri yakınlarında Zenit Madencilik tarafından işletilmek istenen altın madenine tahsis edilecek. Köylüler iki yılı aşkın süredir bölgede altın madenciliği için hazırlık çalışmalarını sürdüren şirkete Cumhurbaşkanlığı kararıyla destek verilmesine tepki gösterdiler.

"MADEN KÖYÜN DÖRT TARAFINI SARACAK"

Altın madenine karşı mücadele için kurulan Örencik Eğrigöz Dağı Çevre Koruma ve Dayanışma Derneği Başkanı Uğur Korkunç, Zenit Madencilik’in açmayı düşündüğü açık maden ocağının 2 bin 185.25 hektarlık ruhsat alanının 668.85 hektarlık kısmında; altın-gümüş madeni açık ocak işletmesi kapasite artırımı ve yığın liçi yapımının planlandığını dile getirdi. Patlatmalı açık ocak yöntemiyle yapılacak madenin bölgedeki 40 köyün içme suyunun bulunduğu bir alanda olduğunu belirterek, “Madenin büyük rezervli olan alanı köye kuş uçumu 150 ila 200 metre mesafede. Köylülerin ise tarım arazilerinin ve hayvancılık faaliyetlerini yaptıkları alanın çoğunluğu maden bölgesinde yer alıyor. Açılacak olan tesis ile beraber köyün etrafı tamamen çevrelenecek ve insanlara tarım, hayvancılık ve yaşam alanı kısıtlaması getirilecektir. Köylüler ‘Arazim ve hayvancılık yapacak olduğum yerler elimden alındıktan sonra, sadece dört duvar evimi mi bekleyeceğim?’ diyorlar. Doğal olarak tarım alanlarım yok olunca bu ablukada nasıl yaşam sürerim diye düşünmeye başladılar” dedi.

40 KÖY SUYUNU BURADAN ALIYOR

Madenin açılmak istendiği Eğrigöz Dağı’ndan 40 üzeri köye su dağıtımı yapıldığını ifade eden Korkunç; “Maden ocağının açılması demek yeraltı ve yer üstü su kaynaklarının yok olması ve dağıtımı sağlanan bu köylerin su sıkıntısı çekmesine yol açacak. Altın madeninin sadece bizim bölgemize değil Susurluk havzası, Manyas Kuş Cenneti hatta Bursa ve ilçelerini de olumsuz yönde etkisi olacağını düşünüyoruz” dedi.

ŞİRKETİN TEHDİTLE ARAZİLERİ TOPLADIĞI İDDİASI

Köylüler madene karşı hukuki yollardan haklarını aramaya çalıştıklarını belirten Örencik Eğrigöz Dağı Çevre Koruma ve Dayanışma Derneği Başkanı Uğur Korkunç, “Buna karşı şirket, sürekli olarak halkı korkutarak ve kamulaştırma ile tehdit ederek çoğu kişinin tarlasını elinden aldı” diye konuştu. Şirketin ÇED başvuru dosyasında bölgede 2 bin 143 ağacın kesileceğinin yazdığını belirten Korkunç, bu sayının çok daha fazla olacağını söyledi.

Korkunç, karaçam, meşe, kara ardıç, kızıl ardıç, çitlembik, yabani kavak, murt, ıhlamur, kızılçam, pıynar gibi ağaçların bulunduğu ormanların yöre halkının önemli geçim kaynaklarından olduğunu söyledi. Örencik ve civar köylerinde yetiştirilmekte olan büyükbaş hayvan sayısının 3 ila 5 bin arasında olduğunu ifade eden Korkunç, madenciliğin hayvancılığa da çok olumsuz etkileri olacağı görüşünde. Bölgenin turizm olarak da önemli bir potansiyeli olduğunu ifade eden Korkunç, Simav ilçe merkezine 65 km mesafede bulunan Kocain ve İnçal Mağaralarının on milyon yıllık olduğunu ayrıca Eğrigöz Dağı’nda 2 bin 72 metre yükseklikte yer alan doğal krater gölünün de sığ suyu ile tam bir doğa harikası olduğunu söyledi.

MADEN, KONUTLARA 250 METRE YAKINLIKTA

Zenit Madencilik Sanayi Ve Ticaret AŞ adlı şirket 2010 Yılında Proje-A İnşaat Ltd. Şti. ile Galata Madencilik Ltd. Şti. firmalarının ortaklığı ile kuruldu. Sındırgı-Kızıltepe’de 2017 yılında altın işletmeciliği yapmaya başlayan şirket şimdi de Kütahya Tavşanlı-Simav ilçeleri arasında altın madeni işletmek istiyor. Siyanür kullanılarak yığın liçi yöntemiyle işletilmek istenen altın madenine 1450 metre mesafede Örencik, 1000 metre uzaklıkta Avcılar ve 2 bin 690 metre uzaklıkta Kavaklı köyleri bulunuyor. Ocak alanı Örencik köyündeki konutlara 250 metre kadar yakınlıkta. Maden işletmesinin 2010 yılında “ÇED gerekli değildir” kararı bulunuyor. Altın-gümüş maden ocağının 668.85 hektarlık ÇED alanında toplam 6 yıllık üretim planlanıyor. Maden alanının büyük bölümü tarla ve ormanlardan oluşuyor. Maden işletmesi sürecinde dinamit ve ANFO kullanılarak ayda 16 patlatma yapılacak. Maden alanının 1. derece deprem bölgesinde olduğunu da ekleyelim.



Özer AKDEMİR / EVRENSEL

Fotoğraflar: Örencik Eğrigöz Dağı Çevre Koruma ve Dayanışma Derneği




21. yy'ın kavimler göçü: Yeryüzünün Lanetlileri - İBRAHİM VARLI / BİRGÜN

 Polonya-Belarus sınırında yaşanan sığınmacı trajedisi tekil değil. Dünyanın dört bir tarafında benzer sahneler yaşanıyor. Daha iyi bir yaşam umuduyla Doğu’dan Batı’ya, Güney’den Kuzey’e doğru yaşanan göçü hiçbir bariyer durduramıyor. Kavimler göçünü aratmayan bu durum kapitalist-emperyalist sistemin eseri. Kapitalist sömürünün, emperyalist saldırganlığı ve despot rejimlerin hükmü sürdükçe, ‘yeryüzünün lanetlileri’nin göçü de devam edecek.


Kapitalist-emperyalist dünya sisteminin açlığa, savaşlara, çatışmalara mahkûm ettiği milyonların daha iyi bir yaşam umuduyla yaptığı yolculuk devam ediyor. Kapitalist-emperyalist sistemin kriziyle birlikte bu göç akını son yıllarda daha da artmış durumda. Yoksulluğun girdabında debelenen güney yarımküreden kuzeye, doğudan batıya doğru yaşanan göç akını adeta ‘kavimler göçünü’ andırıyor.

Her yıl on milyonlarca kişi savaştan, çatışmadan, açlık ve yoksulluktan dolayı yerini, yurdunu terk ederek gelişmiş ülkelere gitmeye çalışıyor. Daha fazla kâr, daha fazla sömürü uğruna eşitsizliği, adaletsizliği her geçen gün daha da derinleştiren egemenler, ‘yeryüzünün lanetlileri’nin bu akınını durdurmak için seferber olmuş durumda.

BATI’NIN İKİYÜZLÜLÜĞÜ

Sermayenin serbest dolaşımı için sınırları kaldıran Batılı emperyalist ülkeler, söz konusu yoksullar olunca sınırlara duvarlar örüyor, tel örgüler çekiyor, muhafız güçlerine milyar dolarlar akıtıyor. Yeter ki kendi müreffeh adalarına ‘baldırı çıplaklar’ gelmesin.

Avrupasından Amerikasına, Avustralyasından Kanada’ına küresel köyün efendisi güç merkezleri göçmen dalgasını kırmak, engellemek için bayraktarlığını yaptığı ‘insan hakları’, ‘sebest dolaşım’, ‘özgürlükler’ gibi her türlü değeri ayaklar altına alabiliyor. Sınır boylarında muhafız alayları, para militer milisler, ırkçı-faşist gruplar duvarları aşmaya çalışanlara saldırıyor, dövüyor, öldürüyor.

Bugün kitlesel şekilde yollara düşmek zorunda kalarak mülteci durumuna düşen Iraklılar, Filistinliler, Afganistanlılar, Suriyeliler, Somalililer, Yemenliler, Sudanlılar, Malililer hepsi emperyalist yıkım politikalarının sonucu. Egemenler ülkelerini ateşe attıkları milyonları, ülkelerine sokmak istemiyorlar.

EN BÜYÜK KRİZLERDEN BİRİ

Birleşmiş Milletler verilerine göre İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yanaki en büyük mülteci/göçmen krizi yaşanıyor. Haziranda yayımlanan raporda savaş ve zulüm nedeniyle küresel çapta yerinden edilenlerin sayısının 82 milyonun üzerine çıktığı kaydedildi. Dünyadaki mültecilerin üçte ikisinden fazlası şu beş ülkeden geliyor: Suriye, Venezuela, Afganistan, Güney Sudan ve Myanmar. Rapor, Suriye, Afganistan, Somali ve Yemen’deki gibi uzun süreli krizlerin insanları kaçmaya zorladığını, Etiyopya ve Mozambik gibi yerlerdeki şiddet olaylarının ise yerinden edilmeyi hızlandırdığını vurguluyor.

UTANÇ DUVARLARI

Soğuk Savaş’ın simgesi Berlin Duvarı’nın 9 Kasım 1989’da yıkılışının üzerinden 32 yıl geçerken bugün dünyanın dört bir tarafında ‘utanç duvarları’ yükselmeye devam ediyor. İsrail’den ABD’ye, Türkiye’den Bulgaristan’a, Yunanistan’dan İspanya’ya her tarafta ülkeleri, kentleri birbirinden ayıran beton duvarlar yükseliyor.

Donald Trump tarafından Amerika-Meksika sınırına yapılan duvar en bilineni. Bostvana-Zimbabve, Burunei-Malezya, Hindistan-Bangladeş, Güney Afrika-Mozambik arasındaki duvarlar göçmen akımına karşı inşa edilmiş durumda. Kıbrıs’ın her iki yakası arasındaki ‘yeşil hat’tan Kuzey İrlanda’nın başkenti Belfast’taki duvara, Litvanya ve Polonya’nın Belarus, Macaristan’ın Sırbistan, Yunanistan ve Bulgaristan’ın Türkiye sınırlarına ördükleri dikeli teller ve beton duvarları yenileri izliyor.

                                                                     ***

BELARUS- POLONYA SINIRINDA TRAJEDİ

Belarus'tan Polonya'ya geçmek isteyen binlerce göçmenin sınırdaki bekleyişi devam ederken kriz derinleşiyor. Asker sayısını yirmi bine çıkaran Varşova, geçişlere izin vermiyor. Irak, Suriye ve Afganistan'dan giden göçmenler sınır hattında günlerdir insanlık dışı muamelelere maruz kalırken Polonya, Belarus ve Rusya’yı; her iki ülke de Varşova’yı suçlamayı sürdürüyor.

Polonya Başbakanı Mateusz Morawiecki, Belarus Cumhurbaşkanı Aleksandr Lukaşenko'nun, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in talimatlarını yerine getirdiğini öne sürdü. Avrupa Komisyonu da Belarus'un göçmenleri yaptırımlar karşısında araç olarak kullandığını iddia ediyor. Brüksel, Belaruslu yetkililere uyguladığı vize kolaylığını askıya aldığını duyurdu, "Yeni yaptırımlar yolda" açıklaması yaptı. Litvanya da Belarus sınırında göçmen kamplarında 1 ay süreyle olağanüstü hal ilan etti.

Polonya İçişleri Bakanı Mariusz Kaminski halihazırda Belarus-Polonya sınırında 2-4 bin arası sığınmacının bulunduğunu söyledi. Minsk ise tüm iddiaları yalanlıyor.

MOSKOVA’DAN SERT TEPKİ

Rusya suçlamalara sert tepki gösterdi. Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, Belarus-Polonya sınırındaki durumdan derin endişe duyduklarını belirterek "Avrupalıların, kendi Avrupai değerlerine bağlılık gösterme konusundaki isteksizliklerinin karşısında yaklaşan insani bir felaket var" dedi.
Durumun giderek daha gergin bir hale büründüğüne işaret eden Peskov, "Derin endişe duyuyoruz. Durumun karmaşıklığını anlıyoruz ancak burada asıl sorun Belarus’ta kalmak istemeyen ve Avrupa ülkelerine sığınma talebinde bulunan göçmenlerin durumu" dedi. Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Maria Zaharova da göçmen krizinin ardında Rusya’nın olduğu yönündeki suçlamalara ilişkin, ‘bu suçlamalar ile olabilecek tüm sınırların aşıldığını’ söyledi.
Öte yandan Rusya merkezli RIA haber ajansının aktardığına göre, Rusya Savunma Bakanlığı, göçmen krizi nedeniyle Minsk ve Varşova arasında artan gerilime müdahale etmek için harekete geçti. Habere göre, Rusya’ya ait iki bombardıman uçağı çarşamba günü Belarus üzerinde uçuşlar gerçekleştirdi.

                                                                         ***

ORTA AMERİKA'DA YENİ GÖÇ DALGASI

Meksika üzerinden ABD sınırına gitmek isteyen Orta Amerikalı göçmenler, güvenlik güçlerinin saldırılarına rağmen farklı bölgelerden yürüyüşlerini sürdürüyor. Haiti, Kolombiya, Benin, Honduras, El Salvador, Nikaragua’dan yola çıkan Güney Amerikalı göçmenler Meksika’da buluşarak Amerika’ya gitmeye çalışıyor. Meksika basınında çıkan habere göre, ülkelerindeki şiddet, işsizlik ve yoksulluk gibi sorunlar nedeniyle daha iyi bir hayat kurmak için ABD'ye ulaşmaya çalışan göçmenler, Ulusal Muhafızlar’ın engellemeleri nedeniyle rotasını değiştirdi.

Ülkenin doğusundaki Veracruz ve kuzeybatısındaki Oaxaca eyaletlerinde toplanan göçmen kafileleri, ABD'ye ulaşmak için yeniden yürüyüşe geçti. Ulusal Göç Enstitüsü (INM), göçmenlerin sayılarının azalmakla birlikte ülkeye girişlerinin devam ettiğini bildirdi.

Meksika'nın güneydoğusundan 5 Kasım'da ABD sınırına yürümek isteyen Orta Amerikalı göçmenler ile Ulusal Muhafızlar arasında çıkan olaylarda 30 göçmen gözaltına alınmıştı.

KITALARI AŞIYORLAR

İlk etapta Meksika'nın Chiapas eyaletinin Villa Comaltitlan kasabasına ulaşmayı amaçlayan göçmenler, sonra başkent Meksiko üzerinden ABD sınırına vararak bir şekilde bu ülkeye geçmeyi hedefliyor. Uzun yıllardan bu yana Orta Amerika ülkelerinden yola çıkan çok sayıda göçmen, Guatemala ve Meksika üzerinden ABD'ye ulaşmaya çalışıyor.

Joe Biden yönetimi tüm tepkilere rağmen Meksika sınırındaki Del Rio’da beklemede olan Haitili göçmenleri geçen ay sınırdışı etmişti. Binlerce Haitili insanlık dışı muameleye maruz kalarak zorla uçaklara bindirilerek ülkelerine gönderilmişti.

Önceki Başkan Donald Trump, Meksika üzerinden gelen göçmen akınına karşı sınır hattı boyunca kilometrelerce uzunluğunda beton duvar örmüştü.

***

DOÇ. DR. POLAT S. ALPMAN: EŞİTSİZLİK SÜRDÜKÇE GÖÇ DURMAZ

Göç Araştırmaları Derneği kurucularından akademisyen Doç. Dr. Polat S. Alpman göçmen akışını değerlendirdi. Aplman, “Birden bire dünyada niye göç dalgası başladı dersek en temel nedeni eşitsizlik ve ayrımcılık politikasının sürdürülemez hale gelmesi. Kapitalizmin ‘altın çağı’ bitti ve cehennem eşiğine geldik. Bu eşiğin en ağır faturasını en yoksul ve en ezilen halklar ödüyor. Bu onların tek başına taşıyabileceği yük değil” ifadelerini kullandı.

Uygulanan politikalara dikkat çeken Alpman, “Dünya sürekli hareket etmeye uygun değil fakat bu eşitsizliğin de giderilmesi lazım. Onarıcı politikalar geliştirmeden sadece göçü önlemeye yönelik politikalar geliştirmeye çalışmak sonuç üretmez” dedi.

EŞİTSİZLİK ARTIYOR

Göç dalgasına karşın devletlerin sınırları yükseltmesinin çatışmayı artıracağına vurgu yapan Alpman şu ifadeleri kullandı: “Dünyadaki eşitsizlik giderek artıyor. Radikal ayrımlar var. Mesela bir taraf marsa giderken bir tarafta da onların yağmur suyunu almaya çalışan şirketler var. Giderek yoksullaşan en temel sağlık ihtiyaçlarını girdiremeyen geniş yığınlar ve kalabalıklara var. Savaşlara, ekolojik afetlere temas etmeden sadece bu ekonomik eşitsizlik bile çok ciddi bir tablo çıkarıyor karşımıza. Bunu çözmenin yolu sınırları güçlendirmek, sınırları yükseltmek değil. Bu politika sadece çatışmayı arttırır ve dünyanın gittiği yer de bu. Polonya sınırında yaşanan da bunun bir örneği. Devletler göçmenleri koz olarak kullanıyor.”

                                                                           ***

DOÇ. DR. ŞENOL SERT: PASAPORTLAR ARTIK BİRER YENİ DUVAR

Özyeğin Üniversitesi’nde uluslararası göç çalışan Doç. Dr. Deniz Şenol Sert de yaşananlara dair şunları söyledi: “Dünyanın yüzde 4’ü göç ediyor. Küreselleşmeyle aslında bir yerden bir yere gitmek daha da zorlaştı. Pasaport yepyeni bir duvar. Örneğin Afgan pasaportu dünyada hiçbir yere gidemiyor. Hâlbuki Almanya’da doğsanız pek çok ülkeye gidebilirsiniz. Dünyadaki eşitsizlik kurumsallaşmış durumda. Örülen duvarlar kalıcı göçü daha da artırıyor. Sistem insanların hareket etmemesi üzerine kuruluyor. Bu güvenlik söylemi kökten değişmeli. İnsanların hareketliliğini durduramazsınız. Döngüsel göç mekanizmalarını aktif hale getirmek çözüm olabilir. Ne düzensiz göç sayısı ne de göç azalıyor. Çok daha farklı bir yol izlenmeli. Göç kolaylaştırılsa kalıcı göçün bu kadar kalıcı olacağını düşünmüyorum.”

İBRAHİM VARLI / BİRGÜN



Küresel ekonomide büyük ayrışma (mı?) - Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

Dünyada Soğuk Savaş benzeri bir Büyük Ayrışma yaşanıp yaşanmayacağı tartışmasına bugünden net bir teşhis koymak kolay değil. Dünya ekonomisinin konumlanışına göz atmakta; ABD, Çin, Japonya gibi stratejik güçlerin iç dengelerini mercek altına almakta yarar var.

2007-2008 finansal krizi sonrası Çin-Hindistan gibi “yükselen” ülkelerin kapitalist metropollerdeki durgunluğa rağmen yüksek büyüme tempolarını sürdürebilecekleri öngörüsüyle ayrışma (decoupling) tezi ortaya atılmıştı. Ancak Brezilya ekonomisinin tökezlemesi, Çin ve Hindistan’ın ivme kaybetmesiyle bu kavram rafa kaldırıldı. Küresel ekonomi senkronize bir yavaş büyüme ritmine teslim oldu.

Trump’ın Çin’e açtığı ticaret savaşı; korumacı, söylemleri yer yer faşizme göz kırpan sağ popülist bir başkanın aşırılıkları gibi algılandı. Gelgelelim Biden’ın görevi devralmasıyla ABD-Çin arasındaki çatışma durulmak şöyle dursun ivme kazandı ve ayrışma kavramı yeni bir bağlamda gündeme geldi.

9-10 Aralık tarihlerinde düzenlenecek Demokrasi Zirvesi demokrasi ve insan haklarının tehdit altında olduğu gerekçesiyle, Washington eksenindeki ülkeleri bir araya getirme mesajıyla toplanıyor. Erdoğan’ın davet edilmediği bu zirve Çin’i tecrit etme stratejisinin en önemli adımı kabul edilebilir. Zaten 31 Ekim’deki Erdoğan-Biden görüşmesi sonrası Beyaz Saray’dan yapılan açıklamanın demokratik kurumlar, insan hakları ve kanun hakimiyeti vurgusuyla bitirmesi Türkiye’nin “demokrasi” cephesinde görülmediğinin vesikasıydı.

ABD daha önce Çin’in yükselen ekonomik ve askeri gücüne karşı, Pasifik bölgesinin kontrol amaçlı Japonya, Hindistan ve Avustralya’yı içeren Quad (Dörtlü) inisiyatifini oluşturmuştu. Daha sonra 2021 Eylül’ünde bu kez ABD, Birleşik Krallık ve Avustralya’dan oluşan Aukus Askeri Anlaşması ilan edildi. Bu Pakt Avustralya’yı nükleer yakıtlı denizaltılar ile donatarak Çin’i doğrudan vurma kapasitesi kazanmayı amaçlıyordu. Nitekim Çin makamları tarafından, “Soğuk Savaş zihniyeti ve ideolojik ön yargı” mesajıyla hemen kınandı.

Glasgow’da süren COP26 zirvesinde Biden’ın Xi Jinping’i etkinliğe katılmadığı için eleştirmesi gerginliği iyice tırmandırdı. Haliyle, dünyada Soğuk Savaş benzeri bir Büyük Ayrışma yaşanıp yaşanmayacağı tartışmasına bugünden net bir teşhis koymak kolay değil. Bu yazıda önce dünya ekonomisinin konumlanışına bir göz atacağız; sonra ABD, Çin, Japonya gibi stratejik güçlerin iç dengelerini mercek altına alacağız. Son olarak yakın dönem senaryosu üzerine kısa bir fikir jimnastiği yapacağız.

Çin Üretimde ABD Finans ve Teknolojide Lider

ABD hala piyasa ölçütleriyle dünyanın 1 numaralı ekonomisi. Ne var ki artık, imalat sanayi liderliği ve dış ticaret hacmi göz önüne alındığında Çin’in gerisinde kalıyor. 2020 yılında ABD’nin mal ticareti yüzde 8.8 gerileyerek 3.84 trilyon dolar olurken, Çin’inki 4.65 trilyon dolara yükseldi.

Buna karşın ABD dünyanın önde gelen finansal, askeri ve teknolojik gücü olmaya devam ediyor. Dünya hizmetler ticaretinde ön sırada yer aldığı gibi, imalat sanayi tedarik zincirinin yenilikçilik, Ar-Ge, tasarım gibi yüksek katma değerli kademelerinde liderliğini koruyor.

Çin ise bir yandan teknolojik atılımını sürdürüp değer zincirinin üst halkalarındaki pozisyonunu güçlendirmeye çalışıyor. Bir yandan da orta ve düşük halklardaki konumuyla dünyanın üretim ve istihdam üssü olmaya devam ediyor.

En bilinen örnek, Apple’ın üretiminin bir kısmını Vietnam’a kaydırsa bile hala birçok yedek parça ve aksesuarı Çin’den tedarik etmek zorunda olması. Bu iş bölümü kabataslak tüm Doğu Asya bölgesi için geçerli. Çin’in üretim zincirinde yer almadığı gelişkin bir örnek bulmak imkansız gibi. O nedenle üretim ve tüketimin tamamen birbirinden kopuk, ayrı bloklarda gerçekleştiği Soğuk Savaş dönemi bir yapıya dönüş gerçekçi görünmüyor.

Ayrıca ekonomisinde giderek iç pazara ağırlık veren Çin bu eğilim sürerse çok geçmeden dünyanın 1 numaralı tüketici ülkesi haline de gelecek. Bu nedenle ABD’nin ne kendi şirketlerini, ne de başta AB müttefiklerini Çin’i dışlayan bir tasarıma ikna etmesi kolay görünmüyor. Buna karşın ABD ticaret temsilcisi Katherine Tai’ın, ABD’nin tedarik zincirinde güçlü ve belirleyici bir konumda olması halinde Çin’e izin verebileceği, yoksa göz kırpmadan ayrışmadan kaçınmayacağı yaklaşımı Washington’un emperyal emellerini ve tepeden bakan ruh halini açıkça ortaya koyuyor.

MSCI Yükselen Ülke endeksinde de Çin’in ağırlığı %40’a kadar çıktı. Yani Çinli şirketlerin performansına bel bağlayan hatırı sayılır bir Batı sermayesi bulunuyor. Aynı endekste Türkiye’nin ağırlığının %2’den %0.27’ye düştüğünü ve bir alt lige (frontier markets) indirme olasılığını hatırlatalım yeri gelmişken.

Çin kademeli olarak azalmakla birlikte aynı zamanda 1047 milyar dolar ABD hazine kağıdını rezervlerinde tutuyor. Özetle ABD ile Çin arasında her iki ülkeyi de kırılgan hale getiren bir dehşet dengesi var. O nedenle Büyük Ayrışma senaryosunun gerçekleşmesinin karşılıklı devasa maliyetleri olur.

Japonya’da Yeni Kapitalizm

Tüm dünyada kapitalist küreselleşmenin çok ciddi gelir ve servet dağılımı uçurumları yarattığı herkesin malumu. Bütün ülkelerde, pandemi ortamında da düşük faiz ve bol likidite ortamının etkisiyle yükselen borsalarda servetine servet katan, durduğu yerde gayrimenkullerinin de değeri sıçrama gösteren, teknolojisinin sunduğu olanaklarla evinden işini yürütmeye devam eden ayrıcalıklı bir azınlık var. Öte yandan nüfusun büyük çoğunluğu eğitim ve sağlık olanaklarından yoksun kalmış, geliri giderek gerilemiş, yaşam standartları düşmüş, morali dip yapmış durumda. O nedenle hemen her ülkede toplumsal huzursuzluğu teskin edici, pansuman niteliğinde adımlar atılmaya çalışılıyor.

Xi Jinping’in başlattığı ''ortak refah'' programı bu eğilimin Çin’deki yansıması. Bir yandan başta Alibaba, Tencent gibi servetleri çok göze batan teknoloji şirketleri hizaya getirilmeye çalışılırken; bir yandan da taksi şoförü, ülke içi göçmen işçiler, yemek dağıtım çalışanı gibi kent yoksullarının ağzına bir parmak bal çalma gayreti sürüyor. Xi Jinping bu manevradan mutlak bir eşitlikçilik beklenmemesi gerektiğini söylerken, vergi politikaları ve yeniden bölüşüm programlarıyla servet adaletsizliğinin törpüleneceğini vaat ediyor. 2022’deki Çin Komünist Partisi kongresinden önce somut adımlar atarak görev süresinin 3. döneme uzatılmasını bekliyor.

Biden da, Trump’ın yükselen desteğine karşı ortalama Amerikalıyı mutlu edecek hamleler yapma gereğinin farkında. 15 dolar saatlik asgari ücret vaadini Kongre’den onay alamadığı için henüz hayata uygulamaya koyamamış durumda. 1 trilyon dolarlık altyapı yatırım bütçesini de bin bir güçlükle geçen hafta Temsilciler Meclisi’nden geçirdi. Hemen arkasından 1.75 trilyon dolarlık sosyal harcama paketinin arkasında olduğunu tekrarladı.

Japonya’da da geçtiğimiz hafta büyük bir seçim başarısı kazanan Fumio Kishida, “yeni kapitalizm” diye adlandırdığı bir kurguyla ekonomiyi canlandırma sözü ile halktan destek aldı. En azından sözde neoliberalizmi reddeden, eşitsizlikleri azaltan, küçük işletmelere sahip çıkan Kishida zengini daha zengin yapan Abenomics diye adlandırılan önceki başbakan Shinzo Abe anlayışına son vereceğini ilan etti.

***

Ayrışma da çözüm değil

Tüm bu gelişmeler dörtnala bir finansallaşma eşliğinde yoluna devam eden kapitalist küreselleşmenin ideolojik hegemonyasını yitirdiğini, geniş halk kitleleri nezdinde inandırıcılığını kaybettiğini kanıtlıyor. Büyük Ayrışma tartışmaları işte böyle bir ideolojik arka planda yürütülmek zorunda.

Çok gerilere gitmeye gerek yok, küresel elitlerin genel kurulu 2017 Davos toplantısında Xi Jinping küreselleşmenin ve liberal ekonomik düzenin baş savunucu olarak ortaya çıkmıştı. Şimdi acaba ABD’nin Çin’i tecrit planı restini görüyor, hodri meydan bakalım kim bu işten zararlı çıkacak diye, meydan mı okuyor? Yoksa fırsatı ganimet bilen Xi böylelikle ülkesini daha kolay zapturapt altına alabilecek, Çinlilerin çok duyarlı olduğu “dış saldırı argümanını” da daha etkili kullanabilecek bir imkanı mı değerlendiriyor? İkili dolaşım (dual circulation) adı verilen iç tüketime öncelik veren, dış ticaret ve yatırımları da ihmal etmeyen stratejiye de böylelikle hız kazandırabileceğini mi düşünüyor? gibi sorular akla geliyor.

Geçtiğimiz hafta Xi, Şahghay’da toplanan bir ticaret fuarına online katılarak, “Ekonomik küreselleşme trendinin öncü ülkesi olmaya devam etmeliyiz ve tek taraflılığı ve korumacılığı reddeden ülkeleri desteklemeliyiz” mesajı verdi. Transpasifik Ortaklık adı verilen Serbest Ticaret Anlaşması’na katılma isteğini de yeniledi.

Açıkçası, ABD ve Çin arasında satranca benzer, iyi düşünülmüş hamlelerin yapıldığı bir strateji savaşına doğru sürüklendiğimiz izlenimi uyanıyor. Çin’in de 2001’de Dünya Ticaret Örgütü’ne katılarak bir parçası olduğu kapitalist küreselleşme insanlığa mutluluk getirmediği gibi eşitsizlikleri, adaletsizlikleri derinleştirdi; ırkçı, reaksiyoner sağ akımların güç kazanmasına yol açtı. Büyük Ayrışma senaryosu da geniş kitlelere daha parlak bir gelecek vaad etmiyor.
Böyle bölünmüş bir dünya yerine insanlığın kaderini ortak gören, enternasyonalist, büyük güç ve tahakküm ilişkilerini reddeden, emekten, doğa insan uyumundan, toplumsal cinsiyet eşitliğinden yana bir dünya özlemini canlı tutmak sorumluluğu hala dünya halklarının önünde duruyor.

Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

Kemal Okuyan'la Mustafa Kemal üzerine: Liberaller Cumhuriyet'le barışamaz - ALİ UFUK ARİKAN / SOL(Söyleşi)

 'Köhnemiş kurumların yıkılması, yerine yenilerinin kurulması… İşte bunu unutturmak istiyorlar. Osmanlı ile uzlaşma CHP’den İYİP’e bütün düzen muhalefetinin gündemindedir.'


TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün 83. ölüm yıldönümünde soL'un sorularını yanıtladı.

"1919-1923 uğrağının devrimci içeriğinden kurtulmak bugün düzen siyasetinin bütün unsurlarının ortak arzusu" diyen Okuyan, "Bu iç savaş yalnızca işgalle ilgili değil. Köhnemiş kurumların yıkılması, yerine yenilerinin kurulması… İşte bunu unutturmak istiyorlar. Osmanlı ile uzlaşma CHP’den İYİP’e bütün düzen muhalefetinin gündemindedir" ifadesini kulladı.

Bugün Türkiye’de emek-sermaye çelişkisinin her şeyin başı olduğunu ve ülkenin kurtuluşunun, sermaye sınıfının, patronların bozguna uğratılması ile gerçekleşeceğini vurgulayan  Okuyan, "Mustafa Kemal'i hedef alıp bugün düzen siyasetinden umut olarak söz edenlere yönelik ise, "Bundan 100 yıl kadar önceki burjuva devrimci önderleri küçümseyip, onlara hakaret edenlerin bugün Türkiye burjuvazisinden demokrasi ve özgürlük beklemesi ne kadar acı! Tıpkı onlar da AKP gibi yüz yıl öncesine geri dönmek istiyorlar. Biz ise 100 yıl öncesindeki saflaşmada yerimizi, müttefiklerimizi biliyoruz. Devrim cephesinde kimlerin olduğunu, kimlerin karşı devrim cephesinde olduğunu…" diye konuştu.

'En fazla Osmanlı İmparatorluğu’nun ideolojik ve kurumsal mirasından uzak durmasını önemsiyorum'

Mustafa Kemal’le ilgili yıllar önce yazmış olduğunuz yazılar çok tartışıldı, hatta sizi Kemalistlikle suçlayanlar oldu. Bu yazıları kaleme alırken amacınız neydi?

Yıllar önce değil, yakın zamanda da yazdım. Türkiye’nin kritik bir kesitinde, önemli dönüşümlere önderlik eden bir tarihsel kişiye ilişkin suskunluğa gömülecek değildik herhalde. 1919’le birlikte Türkiye’de burjuva devrim sürecinin en anlamlı etabına tanık olundu. Bir önceki 1908 etabı hem Jön Türk hareketinin ileri gelenlerinin tutarsızlıkları hem iç ve dış koşullar hem de emperyalist ülkelerin sistemli çabalarıyla büyük bir trajediye evrilmişti. Birinci Dünya Savaşı’nın yıkıcı etkisi ve ardından gelen işgal koşullarında, Tanzimat aydınlarından Genç Osmanlılara, Jön Türklerden İttihatçılara, bütün bir devrimci birikimin heba olması söz konusu olabilirdi. Anadolu’daki direniş kuşkusuz bu birikimden yararlandı ve başarıya ulaştı. Mustafa Kemal’in buradaki rolü için çok şey söylenebilir ama ben en fazla Osmanlı İmparatorluğu’nun ideolojik ve kurumsal mirasından uzak durmasını önemsiyorum.

'Osmanlı ile uzlaşma CHP’den İYİP’e bütün düzen muhalefetinin gündemindedir'

Son dönemde bu konuyu çokça işlediniz, Kurtuluş Savaşı’nın yalnızca işgale karşı değil, Osmanlı Sarayı’na karşı başarıya ulaştığını vurguladınız. İki sorum var buna ilişkin. Birincisi Mustafa Kemal gerçekten de Saray’a karşı mıydı, yoksa buna mecbur mu kaldı? Diğer sorum ise 1919 sonrasındaki tarihsel dönemin sadece işgale karşı mücadele boyutunun öne çıkarılmasını neye bağlıyorsunuz?

İlk sorunun bir önemi var mı bilmiyorum. Zorunluluğun kavranması diyelim. Bunu herkesin kavradığı düşünülmüyor herhalde. Dikkatle bakıldığında Mustafa Kemal’in İstanbul hükümetinin Milli Mücadele’yle ilişkilenmesinin bütün kanallarını kapattığını görürüz. İngilizlerin himayesindeki Saray’ın Anadolu’da hareketin dostu olmadığı da ortada. Benim asıl üzerinde durduğum, Mustafa Kemal’in direnişin birçok aktöründen farklı olarak imparatorluğu bir biçimde yeniden ayağa kaldırma fikrine temelden karşı olmasıdır. İkinci sorunuzun yanıtıysa oldukça büyük önem taşıyor. Bugün Anadolu’daki hareketin “yabancı”ya karşı mücadeleye indirgenmesi için yürütülen çaba, dar anlamıyla AKP’nin Yeni-Osmanlıcı zihniyetine indirgenemez. 1919-1923 uğrağının devrimci içeriğinden kurtulmak bugün düzen siyasetinin bütün unsurlarının ortak arzusu. Şunu anlatmaya çalışıyorlar: Herkes işgale karşıydı, herkes elinden geleni yaptı, aradan Kemalistler sıyrıldı, otoritelerini kurdular, kendi iktidarlarını pekiştirdiler. Bu gerçeğin ters yüz edilmesidir. Bir kere herkesin işgale karşı olduğu doğru değil. Kuşkusuz Saray da rahatsızdır, koskoca mazisi olan İmparatorluğu temsil ediyorsun, en işbirlikçi kafa bile fırsatını bulsa, yabancıların himayesinde iktidarda kalmak istemez. Ancak o dönem bir iç mücadele, deyim yerindeyse iç savaş yaşanıyor. Burada taraflardan biri işgalcilerin yardımını alıyor. Bu iç savaş yalnızca işgalle ilgili değil. Köhnemiş kurumların yıkılması, yerine yenilerinin kurulması… İşte bunu unutturmak istiyorlar. Osmanlı ile uzlaşma CHP’den İYİP’e bütün düzen muhalefetinin gündemindedir.

'Biz Marksistiz ve en önemli özelliklerimizden biri tarihselci bir bakış açısına sahip olmamız'

En başa dönelim, “Kemalizm” suçlamasına… Türkiye solunda insanların birbirine yakıştırdığı sıfatları ciddiye almamak gerektiğini biliyorum ama bu konuda neler söyleyebilirsiniz?

Türkiye Komünist Partisi mi Kemalistmiş? Cumhuriyet’in tarihsel kazanımlarını vurgulamak, Mustafa Kemal Atatürk için “büyük devrimci”ydi demekle Kemalist mi olunuyor? Biz Marksistiz ve en önemli özelliklerimizden biri tarihselci bir bakış açısına sahip olmamız. Türkiye tarihinin şu ana kadarki en önemli devrimci dönüşümünün yaşandığı bir kesite sırtımızı mı döneceğiz?  Burada bir ilerleme var. Kemalizm ise bugünkü Türkiye’nin 1923 referansları ile kurtulabileceğini düşünmek anlamına gelir en fazla. Bunun bir karşılığı yok. Bugün Türkiye kapitalizmin azgelişmişliğinden değil bizzat varlığından acı çekiyor. Cumhuriyet ile birlikte Türkiye’de kapitalizmin gelişmesinin önündeki engellerin önemli bir bölümü kalktı ve ülkede 1919-1920 yılında hem işgal hem de geri toplumsal-siyasal yapı tarafından gölgelenip geri plana atılan emek-sermaye çelişkisi öne çıkmaya başladı. Türkiye Komünist Partisi o dönem, emeğin sesi, işçi sınıfının örgütlenmesi ve kurtuluşu için kuruldu, Anadolu’daki mücadeleye kendi perspektifinden katıldı, mücadelenin önderliğinin düşmanca tutumu ile karşılaştı ama dönemin tarihsel önemine sırtını hiç dönmedi.

'100 yıl önceki burjuva devrimci önderleri küçümseyip, bugün Türkiye burjuvazisinden demokrasi ve özgürlük bekliyorlar'

Bugün Türkiye’de emek-sermaye çelişkisi her şeyin başıdır ve ülkenin kurtuluşu, sermaye sınıfının, patronların bozguna uğratılması ile gerçekleşecektir. Bundan 100 yıl kadar önceki burjuva devrimci önderleri küçümseyip, onlara hakaret edenlerin bugün Türkiye burjuvazisinden demokrasi ve özgürlük beklemesi ne kadar acı! Tıpkı onlar da AKP gibi yüz yıl öncesine geri dönmek istiyorlar. Biz ise 100 yıl öncesindeki saflaşmada yerimizi, müttefiklerimizi biliyoruz. Devrim cephesinde kimlerin olduğunu, kimlerin karşı devrim cephesinde olduğunu…

'Onlar hata yapmazlar, onların ideolojik-siyasal varlığı bir büyük hatadır'

Türkiye’de Cumhuriyet ve Mustafa Kemal konusunda en saldırgan üsluba sahip olan bir kısım liberalin bu konuda çark etmesine ne demek gerekiyor? Hatadan mı dönüyorlar?

Onlar hata yapmazlar, onların ideolojik-siyasal varlığı bir büyük hatadır; bir büyük hatanın üzerinde konuşuyor, yazıyorlar. Aldatılmadılar geçmişte, şimdi de pişman filan değiller. Sermaye ne derse, uluslararası tekeller nereye yönelirse oraya giderler… Şimdi AKP’den uzaklaşıyorlar, AKP’siz bir AKP iktidarı için heyecanlandılar. Başka bir nedenle heyecanlanan laik duyarlılığı olan kesimlerle mecburen bir araya gelmek zorundalar. Laik duyarlılığı olanların da büyük bölümü ne yazık ki meselelerin sınıfsal boyutunu kavramaktan uzak. Hep birlikte “batıcı” bir pozisyon alacak ve Erdoğan’ın aşırılıklarından kurtulacaklar. Niyetleri bu. Liberaller bu kesimlerin beklentilerinin ne kadar azaldığını fark etti, o yüzden rahatlar. Düne kadar Mustafa Kemal’e demediğini bırakmayan bir kısım liberal saygıda kusur etmemeye başladı. İki yüzlü ve ilkesizdir onlar.

'Tarihte bütün burjuva devrimleri, kendini inkarı da içermiştir, bizimkisi bir istisna olmadı'

Türkiye’deki sorunların 1938 sonrasında başladığı düşüncesine katılır mısınız?

Katılmam. Atatürk ile İnönü arasındaki derin farklılıkları, dahası çap farkını bilmeme karşı katılmam. Biz olaylara sınıfsal açıdan bakmak durumundayız. Türkiye’de kapitalizm geliştikçe toplumsal eşitsizlikler de derinleşti ve bir noktada Cumhuriyet’in temel referanslarını kemirmeye başladı. Öte yandan, Mustafa Kemal’in daha uzun yaşaması durumunda hiçbir şeyin değişmeyeceğini söylemek de fazlasıyla mekanik bir tarih anlayışını savunmak anlamına gelir.  Ben sadece ve sadece “şuraya kadar iyi, şundan sonra kötü” bakış açısını hiçbir biçimde kabul edemeyeceğimizi söylemiş oluyorum. Diyalektik düşünce bunu gerektirir. Tarihte bütün burjuva devrimleri, kendini inkarı da içermiştir, bizimkisi bir istisna olmadı.

'Önce dönemin ruhu kavranmalı'

Peki Mustafa Kemal’in Milli Mücadele’deki kişisel rolü abartılıyor mu sizce?

Kim abartıyor? Yıllarca bu ülkede iktidarlar Atatürk imgesini halka karşı kullandılar. Devrimci içeriğinden arındırılmış bir Atatürkçülükle 12 Eylül’de nasıl saldırıldığını hep birlikte gördük. Önce dönemin ruhu kavranmalı. Dönem devrimle karşı devrimin karşı karşıya geldiği bir dönem. Bütün dünya ama özellikle bizim bölgemiz için geçerli bu. Mustafa Kemal bu dönem, Anadolu’nun devrimci cephede konumlanmasında büyük bir rol üstlendi. Milli Mücadele’nin arkasındaki toplumsal kuvvetlerin, sınıf güçlerinin, halkçı örgütlenmelerin rolü ile bu “kişisel” rol birbirinin karşısına konamaz.  

'İğrençler. Ne hakkınız var beyler, Nâzım Hikmet’i kâr hırsınıza alet etmeye!'

Koç grubunun yayınladığı 10 Kasım videosunu izlediniz mi bilmiyorum, Nâzım Hikmet’in bir şiirinden alıntı yapılmış…

Holdinglerin tonla para döktükleri bu türden reklam filmleri bizim ancak öfkemizi artırır. İğrençler. Ne hakkınız var beyler, Nâzım Hikmet’i kâr hırsınıza alet etmeye! Azıcık edepli olun, azıcık haddinizi bilin. Videoyu izledim, içeriksiz saçma sapan şeyler. E ne yapacak patron sınıfı, emperyalizm karşıtlığı mı, Cumhuriyetçilik mi!

'Ekrem İmamoğlu’nu da tebrik etmek gerekiyor!'

Geçtiğimiz günlerde Ekim Devrimi’nin yıldönümünde İstanbul Büyükşehir Belediyesi eski bazı Sovyet Cumhuriyetleri’nin bağımsızlık gününü kutladı. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sovyet Rusya’nın askeri-mali ve en önemlisi siyasi yardımı olmaksızın Kurtuluş Savaşı’nın başarılı olması neredeyse imkansızdı. Ekim Devrimi’nin çocuğu Sovyet iktidarı ile Ankara’daki direniş birbirini tanıdı, kolladı ve geçici de olsa müttefik gördü. Devrim olmasaydı, Rusya ile Osmanlı’nın paylaşım kavgası belki dünya savaşının ardından da sürecekti. Ankara-Moskova arasında müttefiklik olmasaydı belki Kafkasya İngiltere’nin egemenlik alanı haline gelecekti. Bağımsızlık günüymüş! Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan gibi eski Sovyet Cumhuriyetlerinin nasıl aile devletlerine dönüştüğü ortada. Kamu zenginliklerinin üzerine çöken bir avuç zengin ve hızla yoksullaşan halk. Birçoğunda uzun yıllar ABD üsleri faaliyet gösterdi. Bu ülkelerden insanlar çok zor koşullarda çalışmak üzere ülkelerini terk ettiler; bunların arasında çok sayıda üniversite mezunu vardı. 

Ekim Devrimi’nin yıl dönümünde bol bol “Turan” mesajı verilen bir toplantıya ev sahipliği yapan Ekrem İmamoğlu’nu da tebrik etmek gerekiyor. Osmanlıcılığı, İslamcılığı, Türkçülüğü ve de patronluğunu hiç geriye çekmeden, hiç gizlemeden, solcuların, laik kesimlerin, Alevilerin, Kürtlerin umudu haline gelebilmeyi becerdi ya, helal olsun!

ALİ UFUK ARİKAN / SOL(Söyleşi)

10 Kasım 2021 Çarşamba

Devlet çıkarı gerektirirse… İşte Eymür’ün anlatmadıkları - Orhan Gökdemir / SOL

 


Çakıcı ve Yılmaz’ı kahraman ilan edip salıverdiler. Peker dışarıda, atanamamış vatan kurtaran Şaban rolünde. Bu time bir de iş bilir şef lazım olacak belli ki. Eymür’ün konuşması bir iş dilekçesidir.

“İşkence yaptık, ülkücü çeteyi ve mafyayı kullandık, bomba attırdık, insanları öldürdük, hepsini devletin çıkarları için yaptık”… Eski MİT yöneticisi Mehmet Eymür’ün sıklıkla yaptığı “basın açıklamaları”nın ortak noktası işte bunlar. “Devlet çıkarı” bütün yasadışı işleri meşrulaştıran bir hokusfokus aslında. Sözü edilen eylemler ise bambaşka çıkar ortaklıklarına işaret ediyor.

Malum silahlı külahlı ülkücüler zaman içinde kemale erdi, saf birer mafya babasına dönüştü. Dolayısıyla Abdullah Çatlı-Oral Çelik-Mehmet Ali Ağca dönemi kapandı, Alaattin Çakıcı-Sedat Peker-Kürşat Yılmaz döneminin kapısı aralandı. Devlet ve MİT, ihtiyaç olursa, artık onlarla sefere çıkacak!

“Ne seferi” diye merak ediyorsanız biraz geçmişe gidelim.

Yakın tarihimizde bilinen ilk “ülkücü terör timi” Ermeni terörüne onun kullandığı yöntemlerle yanıt vermek için oluşturuldu. 

Timi oluşturma görevi MİT’ten Nuri Gündeş, Erkan Gürvit (o tarihte Cumhurbaşkanı olan Kenan Evren’in damadı), Hiram Abbas ve Mehmet Eymür’e verilmişti. Avrupa’daki ülkücülerle ilişkiyi MİT’çi Cengiz Abaoğlu kuracaktı. Abaoğlu, Abdullah Çatlı ve Oral Çelik’le buluşup konuştu. İki kafadar, Ermenilere yönelik eylemler karşılığında Alpaslan Türkeş’in serbest bırakılmasını ve Bahçelievler’de 7 TİP’li gencin öldürülmesi davasında idam cezası çıkartılmamasını istedi. Söz aldılar, işi yapmayı kabul ettiler.

Oral Çelik, “Bunlar bize, birilerinin vasıtasıyla ulaştılar. Daha önce bunlar herkese geldiler, Türk Federasyonu’ndan tutun da ne bileyim orada ne kadar Türk şeyleri varsa herkesi gezdiler, teklif götürdüler, bilmem ne yaptılar, bunlarla ortaklık yaptılar. Her şeyi denediler ve en sonunda bize geldiler” diye anlatıyor o günleri. İddiasına göre MİT’çiler önce ülkücü Türk Federasyonu’na gidiyor, daha sonra adı Papa’ya Suikast davasında da geçecek olan Musa Serdar Çelebi’ye Ermenilere karşı eylem yapması için yalvarıyor. 

Ancak her nedense onlarla anlaşamıyorlar ve devletin köşe bucak arar göründüğü iki cezaevi kaçkınını verdikleri sözler ve yüklü bir miktar para karşılığında ikna ediyorlar.

Ardından bir iki ülkücüyü alıp “eğitmek” üzere Türkiye’ye getiriyorlar. 25 Ocak 1995 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yer alan bir habere göre bu iş için İstanbul’un Küçükçekmece ilçesindeki Cennet Mahallesi’nde bulunan E-5 Moteli’nin arkasında bulunan poligonu kullanıyorlar. Tabii Mehmet Eymür başlarında. Burada eğitilen ülkücülerin ilk hedefi İsviçre Ermeni Cemaati liderini öldürmek. Ancak suikast için görevlendirilen ülkücü, silah ve bombalarla birlikte yakalanıyor. MİT’in ülkücüler eşliğinde düzenlediği Marsilya seferi böyle başlıyor…

Ülkücü çetecilerden bazıları kendilerine teslim edilen bombaları Ermeni Taşnak Partisi’nin binalarına ve açılışı yapılan bir Ermeni heykeline yerleştirmeyi başarıyor. Bir ikisini patlatmayı da başarıyorlar. Fakat hepsi kısa zamanda derdest ediliyor. Yakalananlar anında çözülüyor, ne biliyorlarsa eksiksiz anlatıyorlar. Türkiye’nin ASALA operasyonunun nasıl gerçekleştirdiği, nerelere bombaların konulduğu Batılı gizli servislerin bilgi bankasındaki yerini alıyor. Özetle, MİT’in ülkücü kaçaklarla çıktığı Marsilya seferi büyük bir fiyaskoyla sonuçlanıyor.

Bulgaristan bağlantısının aslı astarı

“Marsilya Seferi”nin hazırlandığı günlerde Mehmet Eymür Bulgaristan’da görevliydi. Rastlantı bu ya, Papa’ya Suikast olayında kilit rolde olduğu söylenen kaçakçı Bekir Çelenk ve Abuzer Uğurlu da işlerini bu ülkeden yürütmekteydi. Silah kaçakçısı Uğurlu cebinde MİT’in kimliğini taşıyordu, “haber alma elemanı”ydı. Haliyle Marsilya seferinde onları da göreve çağırdılar. Ülkücülerin Avrupa’ya geçişini onlar organize edecekti.

Bu tür silah kaçakçılarının Bulgaristan’da üstlenmelerinin sebebi Bulgaristan merkezli Kintex şirketiydi. Sovyetler Birliği bu şirketi devrimci hareketlere silah yardımı yapmak için kurmuştu. Kintex kaçakçılarla bağ kuruyor ve onlar aracılığıyla silah temin ediyordu. Çünkü bu silahların doğası gereği “piyasadan” toplanması gerekiyordu. Bekir Çelenk ve Abuzer Uğurlu Kintex’in korumasındaydı. Haliyle Bulgaristan’da tutunmalarına izin veriliyordu. Onlar da bu ayrıcalıklarını gerektikçe MİT’in ufak tefek ricalarını karşılamak için kullanıyorlardı. Böylece hem Türkiye’de hem de Bulgaristan’da koruma şemsiyesi edinmiş oluyorlardı.

Mehmet Eymür o günleri şöyle anlatıyor: “1980 yılında yurtdışında bir demirperde ülkesine gönderildim. Gittiğim yerdeki önemli görevlerimden bir tanesi Türkiye’ye müteveccih ideolojik kaçakçılık faaliyetlerini izlemekti. Burada Oflu İsmail denilen İsmail Hacısüleymanoğlu ve onunla ilişkili bazı Türk ve Ermeni kaçakçıların içlerine sızdım. Beni kendilerine yakın bulup çekinmeden yanımda bazı işlerini konuşuyorlardı. Bir demirperde ülkesinde bile bellerinde silahları, altlarında lüks otomobilleri, körpe yaştaki Bulgar ve Rus sevgilileri ile lüks otellerde ve villalarda yaşayan bu kişiler, tabiatıyla esas görevimi bilmiyorlardı.”

Ancak bir süre sonra bu ilişkiden bambaşka hikayeler üretilecekti. Papa Suikastı davasında Mehmet Ali Ağca’yı Bulgar ve SSCB gizli servisinin yönlendirdiğine değin hikâyeyi yaratan Claire Sterling ve Paul Hanze adlı CIA ajanlarıydı. Bulgaristan bağlantısını böylece tersine çevirmiş ve antikomünist bir silaha dönüştürmüşlerdi.

Papa 2. Jaen Paul’ün vurulmasının Bekir Çelenk aracılığıyla ülkücülere ihale edildiği bilgisi doğruydu. Bir iki Ermeni anıtına Molotof kokteyli atarak gürültü çıkarılması seferi de yine Bulgaristan üzerinden organize edilmişti. Ancak bunların Bulgaristan devleti veya istihbaratı ile hiçbir ilgisi yoktu. CIA yalanı imal etmiş, MİT susarak yalanın yaygınlaşmasını sağlamıştı. “Papa Suikasti’nde Bulgaristan bağlantısı” yalanı o yıllarda Türkiye’de de komünizme karşı kullanılan en güçlü argümandı. MİT’in bu iddiayı desteklemek üzere susmakla yetinmemiş, elindeki bütün kaynakları da seferber etmişti.

Kaldı ki “Süper NATO” da devredeydi. O bağlantı sayesinde Ülkücü tetikçiler Alman Gizli Servisi’nin korumasında olmuşlardı. Kırmızı bültenle aranan Abdullah Çatlı ve Mehmet Şener Almanya’da yakalandıkları halde Türkiye’ye iadeleri yapılmamış ve serbest bırakılmışlardı. Eymür’ün “devlet çıkarı” dediği gerçekte uluslararası kapitalizmin çıkarıydı.

Ağca'nın elindeki silah

Haliyle cebinde MİT kimliği taşımanın rahatlığıyla hareket eden silah kaçakçılarının da uluslararası bağlantıları vardı. İtalya’da yaşayan Suriye kökenli Hanry Arslanyan o bağlantılardan biriydi. Arslanyan İtalya’daki en büyük silah kaçakçısıydı, işini CIA gözetiminde icra ediyordu. P-2 Mason Locasıyla ve Gladioyla yakın ilişki içindeydi. CIA, İtalya’nın Komünizme teslim olmaması amacıyla mafyayı, Vatikan’ı, Mason Locasını, gazetecileri, önde gelen bürokratları bir araya getirmiş organize etmişti.

Arslanyan’ın Türkiye’deki bağlantıları Bekir Çelenk ve Abuzer Uğurlu’ydu. İtalya’da P-2 skandalı patlak verip savcılık organizasyonun peşine düşünce Vatikan gemiyi ilk terk eden oldu. Dini pozisyonları soruşturmadan sıyrılmalarını kolaylaştırmıştı. Ancak hem Gladio hem de İtalyan mafyası bu ihaneti karşılıksız bırakmak istemiyordu. Papa’yı vurmaya karar verdiler.

Tabii onlar da tıpkı MİT’in yaptığı gibi Hanry Arslanyan aracılığıyla Türk kökenli silah kaçakçılarının kapısını çaldı. Bekir Çelenk ve Abuzer Uğurlu’ya planı anlattı. Ülkücü çete bu iş için biçilmiş kaftandı. Mafya silah ve para sağlayacaktı, ülkücüler de bu sansasyonel suikastla adlarını duyuracaktı.

Sonucu özetleyeyim; Papa Suikastının ardından Mehmet Ali Ağca ve Abdullah Çatlı yakalandı. Suikastı organize eden Bekir Çelenk mahkemede her şeyi anlatacağını söyledikten kısa bir süre sonra hapishanede kalp krizinden öldü. Yargılamalar sırasında Bulgaristan bağlantısının doğru olmadığı ortaya çıktı, bağlantıyı kurduğu iddia edilen Bulgar vatandaşı Sergey Antonov suçsuz bulunup salıverildi. Olayın Sovyetler Birliği ile ilişkisini gösteren hiçbir delil bulunamadı.

Uyuşturucu son durak

MİT’in ülkücü kahramanlarının sonraki işleri de çok aydınlatıcı. Marsilya Seferinde başı çeken “reis” Abdullah Çatlı 1986’da Fransa’da eroin bulundurmaktan tutuklandı. 1988’de İsviçre Hükümeti’nin talebi üzerine Zürih’e getirildi, yargılandı, yedi yıl ceza aldı. 21 Mart 1990’da beş mahkumla birlikte Bostadel ZG cezaevinden kaçtı. Demir parmaklıkların penceresini anahtarla açıp, alarma ve kurt köpeklerinin takibine rağmen iz bırakmadan kaybolmayı başardı. Türkiye’ye geldi, MİT’e haber gönderdi, serbest bırakılma şartıyla teslim olacaktı. İddialara göre MİT anlaşmaya yanaşmayınca tekrar yurtdışına çıktı. 3 Kasım 1996'da Susurluk’ta kaza yapan lüks aracın içinde cesedi bulunana kadar kaçak yaşadığı sanılıyordu.

Mehmet Eymür, 1987’de MİT için bir rapor kaleme almış ve devletin bir takım yasa dışı güçler tarafından ele geçirilmek üzere olduğunu iddia etmişti. Bir yıl sonra rapor bir dergi tarafından elde edilip yayımladı. Susurluk’taki o kaza rapordaki iddianın iddia olmaktan çoktan çıktığını gösteriyordu. İşkencecilerin, mafya elemanlarının, uyuşturucu kaçakçılarının, kiralık katillerin, istihbarat teşkilatlarının fink attığı yeni bir düzen kurulmuştu. “Kutsal devlet” bu organizasyonun kurbanı değil kurucusuydu.

Devlet çıkarı yine depreşti son günlerde, Alaattin Çakıcı ve Kürşat Yılmaz’ı kahraman ilan edip salıverdiler. Sedat Peker dışarıda, atanamamış vatan kurtaran Şaban rolünde. Bu time bir de iş bilir şef lazım olacak belli ki. Eymür’ün konuşması dolaylı bir iş dilekçesidir.

 Orhan Gökdemir / SOL