16 Kasım 2021 Salı

Narlıgöl’e cam seyir terası ve ithal çim tohumu! - Yusuf Yavuz / SOL

 Vali, Narlıgöl'e ilişkin 'Seyir terasında insanlar volkanik gölü çok güzel bir şekilde görecek. Göle bakarak bir çay içecek. Fotoğraflar çekip sosyal medyada paylaşacak' açıklamasında bulundu.


Niğde ve Aksaray illeri sınırlarında bulunan doğal sit alanı statüsündeki Narlıgöl’de başlatılan cam seyir terası ve çevre düzenlemesi projesi yöre halkı tarafından yargıya taşınmıştı. Proje için hazırlanan peyzaj şartnamesinde kurak iklime sahip bölgede yer alan Narlıgöl’ün çevresinin ithal çim tohumu ile yeşillendirileceği bilgisine yer verilmesi dikkat çekiyor. Aksaray Valiliği’nin yürüttüğü proje için hazırlanan peyzaj şartnamesinde, “Yapım ve onarım işlerinde kullanılacak çim tohumları ithal ve sertifikalı olacaktır” ifadelerine yer veriliyor. Konuyla ilgili tartışmaların ardından bir açıklama yapan Aksaray Valisi Hamza Aydoğdu, “Bizim ortak değerlerimize sahip çıkmamız gerekiyor. Bu değerleri korumamız, muhafaza etmemiz ve geliştirmemiz gerekiyor. Seyir terasında insanlar volkanik gölü çok güzel bir şekilde görecek. Göle bakarak bir çay içecek. Fotoğraflar çekip sosyal medyada paylaşacak ve böylelikle daha görünür hale gelecek” görüşünü dile getirdi.

Aksaray Valiliği’nin Narlıgöl’de başlattığı cam seyir terası ve çevre düzenlemesi projesi Niğde’ye bağlı Nar Mahallesindeki bir yerel dernek tarafından yargıya taşındı. Türkiye’nin önemli doğal miraslarından biri olan ve doğal sit alanı olarak koruma altına alınan Narlıgöl’e daha çok ziyaretçi çekmek amacıyla başlatılan projenin doğal yapıya zarar vermesinden endişe ediliyor.

Narlıgöl (arşiv)










'İhtiyaç giderme yerinin olmaması çok büyük bir eksiklikti'

Konuyla ilgili haberimizin ardından AA’na bir açıklama yapan Aksaray Valisi Hamza Aydoğdu, Narlıgöl’ü ziyaret eden turistlerin bir bardak çay ve su içecek, ihtiyaçlarını giderecekleri hiçbir yer olmadığını belirterek, “21. yüzyılda kültür turizminin önemini konuşurken iki ilin değeri olan böyle güzel bir gölde bir su içme veya ihtiyaç giderme yerinin olmaması çok büyük bir eksiklikti. Beraber bir konsept üzerinde konuştuk. Onun akabinde çalışmalara başladık. İl Özel İdaremiz gerekli çalışmaları orada yapıyor” ifadelerini kullandı.

Aksaray Valiliği'nin uygulamaya koyduğu projenin inşaatından bir görünüm











'İnsanlar göle bakıp çay içecek, fotoğraf çekip sosyal medyada paylaşacak'

Ortak değerlere sahip çıkma vurgusu yapan Vali Aydoğdu, Narlıgöl’ün Kapadokya’Nın yeni cazibe merkezi olacağını savunduğu değerlendirmesinde, “Bu değerleri korumamız, muhafaza etmemiz ve geliştirmemiz gerekiyor. Seyir terasında insanlar volkanik gölü çok güzel bir şekilde görecek. Göle bakarak bir çay içecek. Fotoğraflar çekip sosyal medyada paylaşacak ve böylelikle daha görünür hale gelecek” dedi.

Narlıgöl proje öncesindeki doğal haliyle (Temmuz 2019, Yusuf Yavuz arşivi)













Peysaj düzenlemesi projesine 'ithal çim' şartı konulmuş

Öte yandan Narlıgöl’de çalışmaları süren cam seyir terası ve çevre düzenlemesi projesiyle ilgili Aksaray İl Özel İdaresi tarafından hazırlanan çevre düzenlemesi ve bitkisel peyzaj projesi şartnamesinde, alanın ithal ve sertifikalı çim tohumlarıyla yeşillendirileceği belirtiliyor. Şartnamenin ‘Bitkisel Bakım’ başlıklı bölümünde şu bilgilere yer veriliyor:

“Yapım ve onarım işlerinde kullanılacak çim tohumları ithal ve sertifikalı olacaktır. Çim tohumu kullanılmadan önce sertifikalar idareye ibraz edilecek ve karışım olarak; yüzde 30 Lolium perenne, yüzde 15 Poa pratensis, yüzde 25 Festuca rubra rubra, yüzde 30 Festuca arundinaceae, karışımı kontrol nezaretinde kullanılacaktır. Ekim söz konusu karışımdan m²'ye 60 gr olacak şekilde rüzgârsız bir havada homojen bir çıkış elde etmek amacıyla, tohum torbası karıştırılarak elle ekim yapılacaktır.”

Narlıgöl projesi









Her metrekare çim için günde en az 10 litre su zorunluluğu

Küresel iklim krizi ve buna bağlı yaşanan kuraklığa karşı peyzaj düzenlemelerinde birçok kurumun kurakçıl ye yerel bitkilere yönelirken Aksaray Valiliği’nin Narlıgöl’de yaptığı proje için hazırlanan şartnamede çimlendirilecek alanın her bir metrekaresine en az 10 litre su verilmesi şartı getiriliyor. İthal tohumla çimlendirilmesi planlanan alanın sulama ve bakımıyla ilgili şartnamede yer alan bilgiler ise şöyle:

“Mevsim gidişine, yağmurların durumuna göre sulama periyotları ve sulamaya başlama ve kesme talimatı idare tarafından verilecektir. Sulama normal şartlarda günde 1 kez olmak üzere yapılacaktır. Sulamaya toprağın nemini yüzeyden itibaren 3 cm. derinliğe kadar kaybettiğinde çim alanlarda bir günde verilecek su miktarı her bir metrekareye asgari 10 litre olacak şekilde ayarlamaktadır. İlk biçim işi zemin kuru iken yapılacaktır. Mevsim başında ekilmiş olan çimler, boyu 8–10 cm. kadar olduktan sonra, ilk defa kesilmeli ve kesim ya da daha doğrusu biçim işinin mutlaka makina ile yapılması gerekmektedir.”                                                                                          ***

Narlıgöl’deki yıkım projesi yargıya taşındı.(Yusuf Yavuz-SOL/11/11/2021)

Aksaray Valiliği tarafından Narlıgöl’de inşasına başlanan seyir terası ve çevre düzenlemesi projesi yargıya taşındı…


Niğde ve Aksaray sınırlarında bulunan volkanik bir göl olan Narlıgöl, Türkiye’nin önemli doğal miraslarından biri. Doğal sit alanı olarak koruma altına alınan Narlıgöl’e ziyaretçi çekmek amacıyla Niğde ve Aksaray valilikleri tarafından geçtiğimiz yıl seyir terası ve çevre düzenlemesi projesi yapılması gündeme geldi. Niğde Valiliği’nin projesi büyük tahribat içerdiği ve Aksaray Valiliği’nin yapacağı proje ile bütünlük taşımadığı gerekçesiyle Nevşehir Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Komisyonu tarafından reddedildi.

Aksaray Valiliği'nin Narlıgöl'deki projesinden bir görsel










Vali sözünü tutmadı, köylüler projeyi yargıya taşıdı

Bunun ardından Aksaray Valiliği’nin hazırladığı ve geçtiğimiz Mart ayında komisyonun onayından geçtiği belirtilen seyir terası projesi için Narlıgöl kıyısında metrelerce duvar örülerek inşaat çalışmasına başlandı. Ancak gölün bulunduğu alanda yer alan Niğde’ye bağlı Nar Mahallesi halkı projenin gölün doğal yapısını bozacağı gerekçesiyle karşı çıkmış, geçmişte kendi bölgelerinde arazilerin ise hukuka aykırı biçimde Aksaray ili sınırlarına dâhil edildiğini belirterek bu yanlışın düzeltilmesini talep etmişti. Köy halkının konuyla ilgili basın açıklaması ve eylemi Niğde Valiliği tarafından engellenmiş, Narlıgöl kıyısında başlatılan projenin ise durdurulacağı sözü verilmişti. Nar Mahallesi halkı kendilerine verilen sözler tutulmayınca Aksaray Valiliği’nin projesini yargıya taşıdı.

Aksaray Valiliği'nin uygulamaya koyduğu projenin inşaatından bir görünüm













Seyir terası inşaatı gölün 1. derece koruma bölgesinde

Nar Mahallesi Kalkınma ve Dayanışma Derneği’nin Aksaray Valiliği ve İl Özel İdaresi’ne karşı açtığı dava dilekçesinde,  projenin inşa edildiği alanın önemli bir kısmının imar planında jeotermal suyun alınması ve kullanılması ile ilgili yapılar dışında hiçbir sabit yapıya izin verilmeyen  ‘1. Derece Koruma alanı sınırları içinde kaldığı belirtilerek, “Narlıgöl 1. Derece Doğal Sit Alanıdır ve bu alanlar üzerinde 2863 Sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’na aykırı yapılar yapılamaz.  Aksaray İl Özel İdaresi Seyir Terası 1. Zone sınırları içerisinde kalmaktadır. Aksaray İl Özel idaresi açıkça kanuna ve Koruma Bölge Kurullarınca alınan kararlara aykırı olarak inşai faaliyette bulunmaktadır. Bu geri dönüşü olmayan, çevre kirliliğine neden olacak ve çevreye zarar verecek faaliyetin, derhal durdurulması gerekmektedir” ifadelerine yer verildi.

Narlıgöl seyir terası









‘Durdurulmazsa doğaya ve canlılara ihanet olacak'

Narlıgöl’ün yüzlerce yıldır doğal güzelliğini koruyan ve birçok canlı türüne ev sahipliği yapan bir alan olduğuna dikkat çekilen dava dilekçesinde, şöyle denildi: “Birçok kuş türünün göç yolu üzerinde bulunan Narlıgöl’e yapılacak en ufak bir işlemin etkilerinin tüm ekosistemi, tüm canlıları etkileyeceği ve bu durumun telafisinin güç ve imkânsız olacağı açıktır. Basit bir düşünce ile dahi gölün kenarına yapılan dolgu işleminin, yapılan kazı çalışmalarının ve dökülen betonların geri dönüşünün olmayacağını her insan akıl edebilmektedir. İş bu dava da Yürütmeyi Durdurma kararı verilmemesi yüzyıllardır süregelen doğal güzelliğe ve burada yaşayan canlılara bir ihanet olacaktır. Bu nedenlerle dava konusu işlem hakkında yürütmenin durdurulması kararı verilmesi gerekmekte ve talep edilmektedir.”


Dava Dilekçesi Niğde Adliyesi'ne teslim edildi.

                                                                                             


                   ***

İki valilikten Narlıgöl’ü betona boğacak proje (Yusuf Yavuz-SOL / 03/11/2021)

Doğal sit alanı statüsündeki Narlıgöl’de seyir terası ve çevre düzenlemesi projesi başlatıldı. Göl çevresindeki tahribat tepki çekerken, yöre halkı projeyi yargıya taşımaya hazırlanıyor.

Niğde ile Aksaray illerinin sınırlarının kesiştiği bölgede yer alan Narlıgöl (Acıgöl), Türkiye’nin önemli doğal miraslarından biri. Bir krater gölü olan Narlıgöl ve çevresi 1990 yılında 1. Derece doğal sit alanı olarak koruma altına alındı. Kapadokya Bölgesinin bir parçası olan ve çevresinde arkeolojik sit alanlarını da barındıran Narlıgöl’de Aksaray Valiliği tarafından başlatılan seyir terası projesi tartışma yarattı. Aksaray İl Özel İdaresi’ne ait iş makineleri eşliğinde çalışmaları başlayan ziyaretçi karşılama merkezi ve seyir terası projesinin diğer ayağı olan çevre düzenlemesi projesi ise Niğde Valiliği’nce yapılacak. Niğde Valisi Yılmaz Şimşek ile bir araya gelen Aksaray Valisi Hamza Aydoğdu, yeni projenin 4 Kasım’da Nevşehir Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Komisyonu’na sunulacağını açıkladı. Niğde’ye bağlı Nar köyü halkı ise gölün doğal yapısını bozacağını öne sürdükleri projeyi yargıya taşımaya hazırlanıyor.

Orta Anadolu’nun kalbinde yer alan Narlıgöl, Niğde’nin merkeze bağlı Nar köyü ile Aksaray’ın Gülağaç ilçesine bağlı Sofular köylerinin sınırlarının kesiştiği bölgede yer alıyor. Bir krater gölü olan Narlıgöl ve çevresi, taşıdığı doğal miras özelliklerinden dolayı Haziran 1990’da 1. Derece doğal sit alanı olarak tescil edilerek koruma altına alındı. Binlerce yıldır çeşitli kültürlerin yerleşimine sahne olan Narlıgöl çevresinde farklı dönemlere ait kültürel varlıkları barındıran arkeolojik sit alanları da bulunuyor.

İki ilin valiliği Narlıgöl için proje hazırladı

Kapadokya Bölgesinin bir parçası olan Narlıgöl son yıllarda ziyaretçilerin ilgisini çekmeye başlayınca Niğde ve Aksaray valilikleri arasında proje yarışı başlamıştı. Ancak geçtiğimiz günlerde Aksaray Valiliği’nin alanda iş makineleri ve kamyonlar eşliğinde başladığı seyir terası ve çevre düzenlemesi projesi tartışma yarattı. Narlıgöl’ün koruma alanına araç yolu yapıldığını dile getiren vatandaşlar çalışmaların usulsüz olduğunu öne sürdü. Konuyla ilgili tepkilerin ardından Aksaray Valisi Hamza Aydoğdu, Niğde Valisi Yılmaz Şimşek ile bir araya gelerek Narlıgöl’de uygulamaya konulan proje hakkında açıklama yaptı.

Göl iki ilin sınırlarında yer alıyor









Aksaray Valisi: Yeni projemiz kurula sunulacak

Narlıgöl’deki seyir terası ve çevre düzenlemesi projesinin iki ilin ortak projesi olduğuna değinen Aksaray Valisi Hamza Aydoğdu, şunları dile getirdi:

“Niğde valimiz ile Kapadokya bölgesinin tek krater gölü, kalp şeklindeki görüntüsüyle her mevsim ziyaretçilerin ilgisin çeken Narlıgöl’ü değerlendirdik. Kadim bir geçmişe sahip gölün aslına uygun bir şekilde kurullardan geçecek projeyle daha farklı ve güzel bir yer olacağını söylemek istiyorum. Narlıgöl’ün ihtiyaç duyulan bütün tesis ve hizmet çeşidi ile turizme en iyi şekilde hizmet vermesi için misafir karşılama merkezi ve restoran yapımını Niğde ilimiz de üstlendi. İnşallah iki proje beraber tamamlandığında Narlıgöl hem Niğde’nin hem Aksaray’ın ortak değeri olarak yerli ve yabancı turistlere hizmet edecek. Niğde ve Aksaray’ın kadim dost ve kardeşliği bu proje ile pekişmiş olacak. Yeni projemiz inşallah Perşembe günü Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kuruluna sunulacak. Niğde Valimiz Yılmaz Şimşek’in bizi ağırlamasından çok mutlu olduğumu belirterek, göl ve çevresinde yürütülecek projelere verdiği değerli katkısı ve ilgisi nedeniyle Niğde Valimiz Yılmaz Şimşek’e çok teşekkür ediyorum.”

Niğde Valisi: Cazibe merkezi haline gelecek

Niğde Valisi Yılmaz Şimşek ise konuyla ilgili değerlendirmesinde, “Niğde tarafından göl tabanı ağaçlandırma sahası yanında olacak şekilde hazırlanan proje Aksaray’ın yapacağı karşılama merkezine uzak olması nedeniyle revize edildi. Aksaray tarafından yapılacak karşılama merkezi ile bütünlüğü sağlayacak şekilde yeniden hazırlanan proje perşembe günü kurula sunulacak. Birbirini tamamlayan bu projeler bitince güzellikler daha farklı bir açıdan görülmüş olacak. Aksaray Valimizin ziyareti ile yapılan çalışmaları, hazırlanan projeleri birlikte değerlendirdik. İki ilin özel idare genel sekreteri de konuyu takip edecekler. Narlıgöl tabii güzelliği ile bütün insanların, özelde Niğde ve Aksaray halkının cazibe merkezi hâline gelecek” diye konuştu.

Restoran, seyir terası, yöresel ürün satış noktaları

Aksaray Valiliği’nin projeyle ilgili hazırladığı tanıtım videosunda yer alan bilgilere göre Narlıgöl’e yılda 100 bin ziyaretçi bekleniyor. Restoran, fotoğraf çekim alanları, yöresel ürün satış noktaları, WC ve seyir terası gibi üniteleri içeren projenin çevre düzenlemesine ilişkin kısmının Niğde Valiliği tarafından yapılması planlanıyor.

Niğde Valiliği'nin projesi koruma komisyonunda reddedilmişti

Konuyla ilgili bilgisine başvurduğumuz Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı yetkilileri, Aksaray Valiliği’nin hazırladığı seyir terası projesinin Mart 2021’de Nevşehir Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Komisyonu’nca uygun bulunarak onaylandığını belirtti. Daha önce Niğde Valiliği’nin hazırladığı projenin ise çok fazla tahribata neden olacağı gerekçesiyle Koruma Bölge Komisyonu tarafından reddedildiği kaydedildi. Niğde Valiliği’nin reddedilen projesinde, çevre düzenlemesi yanında turizm tesis alanları da yer alıyordu. Niğde Valliliği’nin yeniden hazırladığı projenin önümüzdeki günlerde yeniden Koruma Bölge Komisyonuna sunulması bekleniyor.

Aksaray Valiliği'nin uygulamaya koyduğu projenin inşaatından bir görünüm











Turizm bölgesi ilan edildi, iki otelden biri atıl durumda

Öte yandan doğal sit alanlarının yeniden belirlenmesine yönelik ülke genelinde yürütülen çalışma kapsamında Narlıgöl’le ilgili çalışmaların da tamamlanarak Bakanlığa gönderildiği öğrenildi. Narlıgöl ve çevresi 2004’te Bakanlar Kurulu Kararı ile Turizm Gelişim Bölgesi ilan edilmişti. 2005 yılında Koruma Amaçlı İmar Planı hazırlanan alanda biri atıl durumda iki termal otel bulunuyor.

Köylüler basın açıklamasına izin vermeyen valiye tepkili

Niğde ile Aksaray illeri arasında çekişme konusu olan Narlıgöl projesiyle ilgili görüşlerine başvurduğumuz Nar Köyünde yaşayan vatandaşlar, gölün doğal dokusunun bozulmasını istemediklerini belirterek projenin iptali için İdare Mahkemesi’ne başvuracaklarını dile getirdi. Köylülerin iddiasına göre, Niğde ili sınırlarında bulunan doğal sit niteliğindeki araziler önce kamulaştırıldı, ardından ise kadastro çalışması sırasında Aksaray ili sınırlarına dâhil edildi. Her iki ilin valisinden bu yanlışın düzeltilmesini talep eden köylülerin talepleri dikkate alınmazken, 31 Ekim Pazar günü Narlıgöl’de inşasına başlanan projeye karşı yapılacağı duyurulan basın açıklamasına da Niğde Valiliği tarafından izin verilmedi.

Vali 'İçişleri Bakanımız bu işlere sıcak bakmıyor' dedi

Köylülerin iddiasına göre Niğde Valisi Yılmaz Şimşek, “İçişleri Bakanımız bu işlere sıcak bakmıyor” diyerek basın açıklamasının ileri bir tarihe ertelenmesini istedi. Basın açıklamasından bir gün önce, 30 Ekim Cumartesi günü kendileriyle bir araya gelen Vali Şimşek’in projenin durdurulacağı sözünü verdiğini hatırlatan köylüler, iki ilin valisinin Narlıgöl projesiyle ilgili açıklamalarının ardından kendilerine yalan söylendiğini savunuyor.  Niğde Valisi Yılmaz Şimşek’in tavrını eleştiren ve 30 Ekim’de kendilerine verdiği sözleri tutmasını beklediklerini dile getiren köylüler, projenin iptali için yargıya başvuracaklarının da altını çizdi.

Yusuf Yavuz / SOL


14 Kasım 2021 Pazar

Kısaca katil! - Işıl Özgentürk / Cumhuriyet


Yakınlarda yeni bir kanun çıkabilir. Kanunun başlığı: “Kadın öldürmek serbesttir ve hiçbir cezası yoktur!” Hatta öldürenler, özellikle devlet tarafından ödüllendirilir! 

Yok artık demeyin, içinde bulunduğumuz durum zaten bu, kanun onu resmileştirecek. Yani hâkimlerin, savcıların işlerini kolaylaştıracak. Çünkü o hâkimler ki 6 yaşındaki yeğenine tecavüz eden bir adamı, “Kızın göğüsleri çıkmamış” diyerek serbest bırakıyorlar. Vallahi billahi. Böylece neye ne verecekleri kanunla belirlenen adalet dağıtıcılar, tuhaf indirim halleri bulmaktan kurtulacaklar, işler çabucak bitecek. Ölmüşse bir kadın ölmüş, bir kız ya da erkek çocuğa tecavüz edilmiş, ne olmuş yani. Hâkimlerin kapı gibi indirim hakları var!

Böyle bir kanun sizi şaşırttı mı? Yapmayın, ülkede bir salgın var.

Bu salgın, adalet mekanizmasının işlerini yoğunlaştırıyor. Hemen her gün karısına, sevgilisine kızan erkekler, özellikle silahla, bu kadınları öldürüyorlar. Adeta bir ayin gibi her gün bir erkek, bir kadını öldürüyor. Ve kadınların büyük kısmının daha önceleri karakollara korunmak için başvurdukları görülüyor. Kadın daha ne yapsın, korunmak için devlete başvuruyor. Ama kadın, devletin umurunda değil. 

Devlet nedir? İnsanlardan oluşan bir organizasyon. Ne için vardır? Yurttaşların öncelikle can güvenliğini korumak için. Ama devlet, kadını yurttaştan saymıyor. Onu erkekle eşit görmüyor. Öldürülmeleri gayet doğal geliyor devlete ve devleti korumayla görevli yetkililere.

Yurttaşlarını korumakla yükümlü yetkililere buradan sesleniyorum. Ama nafile. Çünkü “Kadınları öldürmek suç değildir” diye bir kanun yok ama ölseler ne olur ki. Bakın, sayın yetkililer, ülkemizde bir kadın, korunmak için devlete başvuruyorsa bu kadın gerçekten öldürülmeye çok yakındır. Aksi takdirde yüzyıllardır süren mahalle baskısı nedeniyle kadınlar öyle küçük dayaklar, küçük tehditler için karakola başvurmazlar. Batılı hemcinslerinin aksine sabırla beklerler. Ancak bıçak kemiğe dayandığında devletin kapısını çalarlar. Öyleyse karakola yapılan “Beni ve çocuklarımı koruyun” çağrısı, gerçek bir ölüm çığlığı gibidir. 

Yetkilisiniz ama erkeksiniz, size şöyle söylendi: “Koca bu, karısını sever de döver de.” Kadınlar size gözleri patlamış, çeneleri kan sızarak geldiğinde bile onları korumak yerine, “Aile kutsaldır” sözüne sığınıp o kadınları evlerine gönderirsiniz. Size dilekçeler uzatıldı, ne yaptınız? “Kadın kısmının dilekçesi mi olur, hadi canım sende” diye düşündünüz, üstelik bir erkeğin kafası bozulunca bir iki tokat atmasına da içten içe hak veriyorsunuz. Öyle gördünüz, erkeğe toz kondurmamak bizim geleneklerimizde var. Sürekli haklı çıkan onlar olmalı, bu arada bir kadın ölmüş, ne olmuş yani.

Kadınlar sizin için yurttaş değil, yasalar öyle söylese de sizin için bazı eski bilgiler hiç değişmiyor. Bu devletten koruma isteyen, devlete sığınan ve sizin koruyamadığınız kaçıncı kadın ölümü? 

Onları hastanelerde bile korumadınız.

Onların soluk alan canlılar bile olduğunu unuttunuz. 

Onların anne olduğunu unuttunuz.

Onların kardeş olduğunu unuttunuz.

Her gün ölüm, her gün kadınlar ölüyor ve ben söyleyecek söz bulamıyorum. Kapınıza yardım için gelen bir kadının üç gün sonra ölüsünü bir gazete parçasında gördüğünüzde vicdan denen şey gelip sizi bulmuyor mu? O gün karınızın, çocuklarınız yüzüne nasıl bakabiliyorsunuz? Gece uykunuz bölünmüyor mu? Ölen bir can, bir gün önce sizin karşınızda yalvarıyordu. Unuttunuz mu? Bu kadın ölümlerinde sizin de suçunuz yok mu?  

Bu ülkede bir kadın öldürüldüğünde bütün kadınlar öldürülmüş demektir. Sizin karınız da sizin kardeşiniz de. O şikâyetler boşuna yapılmıyor, artık öğrenmiş olmanız gerek, bu kadar ölümden sonra! 

Yok eğer şöyle diyorsanız, “kadınlar ölebilir”, öyleyse bunu açıkça ifade edin. Sizin gibi düşünen savcıları, hâkimleri indirim mazereti bulmaktan kurtarın! Ve en başta kendiniz için suç duyurusunda bulunun. Ya da geliyorum diyen bu cinayetleri engellemek için size başvuran kadınları ananız, bacınız gibi korumaya kendiniz için söz verin. 

     (Edvard Munch, Katil)

Ve önemli bir not: Basındaki arkadaşlarım, lütfen kadın öldürenleri “ruh hastası”, “psikopat”, “cani” diye nitelemeyin. 

Onlar bu düzenin yarattığı kadın katilleri. Bu kadar: Kısaca katil!    

Işıl Özgentürk / Cumhuriyet 

Türkiye’nin Ruhu - Ayla Şule Yüzük / SOL

 Kuruluş zamanının ayrıksı aydınlarına geliyorum. Yaşamları hiç de iç açıcı olmuyor. Bu aydınlar kuşağındakilerden biri olarak Kemal Tahir, 1910’da doğuyor ve 1973 yılında göçüyor bu dünyadan.


Yıl 2021. Doğru yazdım. 1917’lerden, 1923’lerden, 1924’lerden, 1990’lardan geldik bugüne. (Kör olasın demiyorum, kör olma da gör beni) Bugün 13 Kasım 2021; yılın bitmesine bir buçuk ay ya var ya yok. “Nasıl geçti habersiz o güzelim yıllarım.” diyesi geliyor insanın, bir insan ömründen genelde pek daha uzun ülkelerin, rejimlerin ömrü…

Nasıl kendi yaşantımızda bizi biz yapan ânlar, zihnimize çakılı anılar varsa dünya ve memleket tarihinde de öyle. Seçeriz, ayıklarız, eleriz ve biriktiririz. Kendi bireysel tarihimize, bizi biz yapan toplumsal ve maddi koşullara girdi yapmıştır şüphesiz memleketin makûs talihi ve elbette tarihi.

Tatsız, tuzsuz “Ne olacak bu memleketin hâli?” (elinin körü olacak) yakınmaları, bir öznesiz mızıklanma olduğundan ötürü, hepten itici gelir oldu bana bir süredir? Geçmişe bakıyorum, geçmişi bugünün ikliminden süzüyor, damıtıyor ve yarını kurmak için anlamaya, anlamlandırmaya çalışıyorum. Nihayetinde tarih, geleceği kurmak sorumluluğu ile okunduğunda bir lezzet taşıyor.

Kemal Tahir karıştırıyorum bu aralar. 60’lı yılların ikinci yarısına damgasını vurmuş ve entelektüel camiayı ikiye bölmüş bir yazar-düşünür olarak Kemal Tahir, nev-i şahsına münhasır bir kalem hakikaten. Romanlarını, yazılarını, mektuplaşmalarını (aslında yalnızca Nâzım’ın ona yazdığı mektuplarını) okumak bile “Üç Kemaller”den Kemal Tahir’i ayrıksı bir yere koymayı neredeyse zorunlu kılıyor.

“Kemal Tahir’i verdim Peyami Safa’yı aldım.” yollu Yalçın Küçük’ün aldım verdim oyununu da aklımda tutarak şöyle kuş bakışı seyrediyorum pek sevdiğim “Esir Şehrin İnsanları” romanının yazarına. Kala kala elimde yalnızca “Esir Şehrin İnsanları” kalmasının acısı yüreğimde, gördüğüm ışıksız patikalardan ilerliyorum yavaş yavaş, bakalım nereye çıkacağım diye diye…

Kuruluş zamanının ayrıksı aydınlarına geliyorum. Yaşamları hiç de iç açıcı olmuyor. Bu aydınlar kuşağındakilerden biri olarak Kemal Tahir, 1910’da doğuyor ve 1973 yılında göçüyor bu dünyadan. Uğursuz yıl olan 1938’den 1950 yılındaki affa kadar hapiste tutsak. Tan gazetesinde yazı işleri müdürü iken deniz astsubayı kardeşi Nuri Tahir’e Sabahattin Ali’nin öykü kitabını gemide okuması için verdiğinden ötürü, askeri isyana teşvik gerekçesiyle on beş yıl ağır hapse mahkûm ediliyor. Trajik yan ise Sabahattin Ali o sırada yedek astsubay olarak görev yapmakta… Bahane çok, rejim için sakıncalılar “Bir suçun işlenmesi için beklenmesi gerekmez.” şiarı ve niyet okumasıyla yıllarını içeride geçiriyor. Nâzım’la da bir süre aynı hapishanede kalıyor Kemal Tahir…

“Nazım’la 1939’a kadar İstanbul Tevkifhanesi’nde, 1939’dan Bursa Cezaevi’ne gönderildiği 05.12.1940 tarihine kadar Çankırı cezaevinde beraber bulunduk. 1940 Ocak ayında Nâzım sıhhatinin bozulması yüzünden –siyatik- Bursa Cezaevi’ne gitti. Ben daha bir zaman Çankırı’da kaldım. Sonra sırasıyla Malatya, Çorum, Nevşehir cezaevlerinde bulundum.”

Kasvetli, sıkıntılı, orta Anadolu mahpuslarıyla yıllarını geçiriyor Kemal Tahir. Yokluk bir yandan, hasretlik bir yandan, öfke bir yandan… Belli ki memleketin hâli ile ülke aydınlarının hâli göbekten bağlıdır. Bu uzun hapislik yıllarında Nâzım’la karşılaştırıldığında Kemal Tahir’in giderek karamsarlaştığı, insan sevmez olduğu ve evrensel bir kurtuluş düşünden uzaklaşarak Türkiye’nin özgünlüğü aranışlarına yanıt vermek adına olmazı oldurmaya çalıştığı, çubuğu bir hayli büktüğü, “Asya tipi üretim” tartışmalarından hareketle Batıcılığı ve modernleşmeyi bağnazcasına eleştirdiği tezlerini Doğu-Batı karşıtlığında temellendirdiği görülmektedir.

Romanlarını, tüm bu düşünce seyahatlerindeki uğraklarını sergileyeceği bir platform olarak görür. O kadar ki roman üzerine yaklaşımı bile var olan Osmanlı-Türk romanının gelişimine dair tam bir ters yüzdür. Düşünceleri romanlarına pek doğrudan yansıdığından, bireyler yerine toplumsal durumlar, yapılar ve büyük toplumsal kırılmalar anlatılır. Romanları bu yüzden tiplerin karşılıklı konuşmalarından ibaretmiş izlenimi verir. Değil mi ya, bizde sınıf yok, sınıfların ortaya çıkmasıyla beliren birey yok, bireyin çatışmasının romanı nasıl anlatılacakmış, anlatılacak olan yalnızca toplumsal uyuşmazlıklar ve toplumun dramıdır ona göre.

Haliyle bu durum ta Osmanlı’dan başlayarak Cumhuriyet Dönemi’ne dek gelmektedir. Osmanlı sınıfsızdır. Osmanlı’nın Batılılaşma siyaseti yanlıştır, üstelik 1920’lerden sonra daha da hızlanan Batılılaşma tam bir fiyaskodur, devrim hareketleri, üstyapıya dayandığı için halkla Türk aydını arasında kopukluğu artırmıştır, geçmişle aramızı açmıştır. Kendi halkımıza güvenip dayanacağız demektedir demesine de, Osmanlı’yı, yeni Osmanlıcılığı pek sevindirecek denli benimsemektedir. Üstelik hangi halk sorusuna yanıt olarak dayandığını iddia ettiği maddeci tarih anlayışından bir hayli uzaklaşarak bir garip halk tasavvuru inşa etmiştir, üstelik sevmeye sevmeye, nefret ede ede bu halktan. 1923’ten yana Türk toplumunun hiçbir ilerleme kaydetmediğini de söyler, üstyapısal dönüşümlerin mayası tutmamıştır ona göre. Elbette ki bunları söylediği zamanlar “üçüncü dünya devrimciliği” zamanlarıdır. Başka bir tarih okuması, başka bir yağmur sağanağıdır.

Özelimde ise, “Esir Şehrin İnsanları”ndan sonraki “Esir Şehrin Mahpusu” ve “Yol Ayrımı”nda meftun olduğum Kâmil Bey’i sırtından vurmuş, diğer romanlarında ise acayip roman karakteriyle tüm umutlarımı tuzla buz etmiştir. Paşaoğlu Kâmil Bey karakteri için Nâzım’dan esinlendiğini yazanlar vardır ancak, dedim ya Kâmil Bey’i ve ideallerini memleketin ruhunu arama seanslarında pek çok kez öldürmüş, koca bir boşluk ve kışkırtıcı birçok soruyla bizleri ortada bırakmıştır.

Kemal Tahir daha bitmedi…

Ayla Şule Yüzük / SOL

Öğretmene saldıran sarıklı öğrenciye hapis cezası: 'Hiçbir şey bizi yolumuzdan döndürmedi' - CAN KUYUMCUOĞLU / SOL

 Aydın İmam Hatip Lisesi'nde sarıklı-şalvarlı derse giren öğrencilerin kendilerini uyaran öğretmenin üstüne yürüyüp hakaret etmesine ilişkin davada sarıklı öğrenciye 6 ay hapis cezası verildi.

Aydın İmam Hatip Lisesi'nde sarıklı-şalvarlı derse giren öğrencilerin kendilerini uyaran öğretmen E.S.'ın üstüne yürüyüp hakaret etmesine ilişkin dava görüldü.

Eğitim-İş Aydın Şube Başkanı Şaban Özdemir, soL'a yaptığı açıklamada, mahkemenin, sarıklı öğrenci M.K. hakkında, öğretmenlerin de sınıfta kılık kıyafete karışma hakkı olduğuna hükmedip 6 ay hapis cezası verdiğini aktardı.

Özdemir, cezanın iyi hal nedeniyle 5 aya indirilip ertelendiğini kaydetti.

Özdemir, mahkeme kararıyla öğretmene karşı öğrencilere destek olan okulun idari kadrosunun maaşının kesildiğini ve bu kişilere kınama cezası geldiğini aktardı.

Özdemir, olaya dönük dava açmalarının ardından öğrencilerin ve tarikatların sosyal medyadan kendilerini tehdit ettiğini ve CİMER'e şikayette bulunduklarını belirtti.

Tarikatların öğretmen Ebru Saraç'ı hedef alan paylaşımları


Özdemir, "Cumhuriyetçi eğitim için gerekenin yapılması gerekiyordu, biz de yaptık. Tarikatlardan tehditler aldık, ama hiçbir şey bizi yolumuzdan döndürmedi. Mahkeme kararıyla gereği yerine getirildi. Biz bu süreçte dik duruşumuzu koruduk. Cumhuriyet düşmanları ile uzlaşma olmaz. Hesaplaşma olur. O hesap günü de gelecek elbette" diye konuştu.

Ne olmuştu?

Aydın İmam Hatip Lisesi'nde görev yapan kadın öğretmen E.S., 15 Kasım günü, hafta sonları diğer öğrenciler gibi müfredat derslerini okulda gören açık imam hatip lisesi 9-C sınıfı öğrencilerinin, Arapça dersine girmişti. Sınıftaki öğrencilerden 3'ünün şalvarlı-sarıklı sınıfta oturduğunu gören öğretmen, “Ortaöğretim Yönetmeliği'ne” göre, sarıklarını çıkarmalarını istemişti. Öğrencilerden M.H.K, “Sen benim sarığımı çıkaramazsın. Kadın başına konuşma, zaten saçını başını açıp gelmişin, kadın-madın demem döverim” diyerek, öğretmenin üzerine yürümüştü.

CAN KUYUMCUOĞLU / SOL                             ***

İmam hatip lisesinde sarıklı ayaklanma: Saçın açık, döverim! (SOL-20/11/2020)

Tarikatların beslediği şalvarlı-sarıklı eğitim, imam hatip lisesinde isyan çıkardı. 'Öğrenciler' sarıklı-şalvarlı derse girince kendilerini uyaran öğretmenin üstüne yürüyüp hakaret ettiler.

Aydın İmam Hatip Lisesi'nde görev yapan kadın öğretmen E. S, 15 Kasım günü, hafta sonları diğer öğrenciler gibi müfredat derslerini okulda gören açık imam hatip lisesi 9-C sınıfı öğrencilerinin, Arapça dersine girdi. Sınıftaki öğrencilerden 3'ünün şalvarlı-sarıklı sınıfta oturduğunu gören öğretmen, “Ortaöğretim Yönetmeliği'ne” göre, sarıklarını çıkarmalarını istedi. Öğrencilerden M.H.K, “Sen benim sarığımı çıkaramazsın. Kadın başına konuşma, zaten saçını başını açıp gelmişin, kadın-madın demem döverim” diyerek, öğretmenin üzerine yürüdü.

'Dedelerimizi astılar' 

Sözcü'den Sultan Açar'ın haberine göre öğretmenlerini korumak için diğer öğrenciler araya girdiğinde ise, “Eğer Müslüman iseniz karışmayın. Siz bunları bilmezsiniz, bunların dedeleri bizim dedelerimizi astı” diye bağırdı. Olaylar büyüyünce öğretmen E.S dilekçeyle durumu okul idaresine bildirdi. Okulun bulunduğu Efeler İlçe Milli Eğitim Müdürü Hakan Özcan, “Derhal gereğini yapın” talimatı verdi.

'Savcılığa suç duyurusu' 

Milli Eğitim, idari soruşturma başlatırken, öğretmen ayrıca avukatı Burak Özdemir aracılığıyla Cumhuriyet Savcılığı'na da suç duyurusunda bulundu. 46 öğretmenin görev yaptığı okulda, hafta içi 335 normal öğrenciye, hafta sonları ise açık imam hatip lisesi öğrencilerine ders veriliyor.

'Seni hoca olarak kabul etmiyorum'

“Derse girdiğimde 3 öğrenci sarıkla oturuyordu. Öğrencilerin derste şapkayla oturmasına müsaade edilmediği için sarıkla oturmalarını da uygun görmedim. ‘Şapkalarınızı çıkarır mısınız?' dediğimde, M.H.K aniden kalkıp, el kol hareketleriyle, ‘Sen benim sarığımı çıkartamazsın. Okul beni böyle kabul ediyor. Sen kimsin ki?' diye bağırdı. ‘Sen' diyemeyeceğini hatırlatıp, edepli olması için uyardığımda, ‘Ben, seni hoca olarak kabul etmiyorum' dedi. ‘O zaman dersimden çık' dedim.

'Başın açık döverim' 

O da, ‘Sen benim olduğum sınıftan çık. Zaten saçını başını açıp gelmişin' diye karşılık verdi. Dersteki, öğrenciler çok rahatsız oldu ve bir öğrenci, susmasını söyledi. Bu kez o öğrenciye dönüp, ‘Sen bunları bilmezsin, bunların dedeleri bizim dedelerimizi astı. Eğer Müslüman isen sus karışma” dedi. Ardından benim üzerime yürüyüp, ‘Kadın başına konuşma sus. Kadın madın dinlemem, seni döverim' diye tehdit etti. ‘Kolaysa döv' dediğimde ‘O günler de gelecek, merak etme' diye tehdidini sürdürdü. Öğrenciler, sınıftan zorla çıkardı. Cezalandırılsın…”

'Bu uygulama tarikatlar için getirildi'

Türkiye'deki 30 tarikat ve 400 kolu, 1 milyondan fazla çocuğa, kendi kurduğu “Medreselerde” dini eğitim veriyor. Medreselerin yasal statüsü olmadığı için tarikatlar, diploma veremiyor ve yetiştirdikleri öğrenciler de devlete atanamıyordu. Bunu aşmak için MEB ve YÖK, “Açık Öğretim İmam Hatip Lisesi ve Açık Öğretim İlahiyat Lisans Tamamlama Programları açtı.

'Yurtta kalıyorlar'

MEB'e bağlı açık öğretim imam hatip liselerinde halen 144 bin 610 öğrenci kayıtlı görünüyor. Kayıtları açık öğretimde görünse de, hafta sonları imam hatip liselerinde derse girip, not alıp, o okulun öğrencisi kabul ediliyorlar. Olaya karışan 3 öğrencinin de, yurtta kaldığı ve yurdun da bir tarikata ait olduğu ileri sürülüyor.(SOL)

13 Kasım 2021 Cumartesi

Devlet mafyası - Orhan Gökdemir / SOL

 'AKP’nin katkısı devletle mafyayı birbirinden ayıran yasallığı bütünüyle ortadan kaldırmış olmasıdır. Mafya bir güç düzenidir. Artık tanık olduğunuz şey devlet mafyası veya mafya devletidir.'

Mafya nedir? Her şeyden önce bir devlet modelidir. Tıpkı devlet gibi büyük paralara hükmeder, silahlıdır, içine girip çıkmak kurallara bağlıdır, hiyerarşiktir, istediğini yaptırmak için zora başvurabilir, kendi hukuku vardır. “Cosa Nostra” (Sicilya mafyası) ile ilgili bir çalışmada bu şöyle ifade ediliyor: “Mafya bir güç düzenidir. Gücün ifadesini, gücün eğretilemesini, gücün patolojisini taşır. Mafya, ‘devlet’in trajik bir şekilde yeteriz kaldığı topraklarda, devletin yerine geçer. Onun işini görür. Mafya bir ekonomik düzendir. Öteden beri karanlık eylemlerle bağlantılıdır, düzenli bir verim ve kazanç sağlar. Mafya, bir suç örgütü olarak Sicilya değerlerini kullanır ve onları da aşar. Hemşerilik anlayışının erimeye yüz tuttuğu, bir topluluğa bağlı olma gereksiniminin güç kazandığı bir dünyada, mafya, gelecek umudu veren bir modeldir.” Demek mafya deyince basit bir suç organizasyonunda söz etmiyoruz, devlete yakın bir sosyal organizmadır. 

Tarihlerinde “iş birliği” de var. Amerikan ordusu ve donanması Sicilya çıkarmasına hazırlanmaktaydı. Stratejik Hizmetler Bürosu (OSS, CIA’nın babası) bölgede beşinci kolu oluşturmakla görevlendirildi. Bu kol çıkarma kuvvetlerini karşılayacak ve hedeflerine varmalarında rehberlik edecekti. 1943’te, savaşın ortasında, buluştular. OSS, başta Lucky Luciano olmak üzere New York’ta yerleşik Sicilya asıllı mafya babaları ile masaya oturdu, pazarlık yaptı. Sonuçta yerel mafyanın rehberliğinde adaya çıktılar, başarı kazandılar. Mafya sayesindedir. 

Tabii bu hizmetin karşılığı da vardı. Amerikan ordularını karşılayan mafyozlardan Sicilyalı “baba” çelimsiz Calogero Vizzini, komutana bu işte rol üstlenen “şerefli insanların” bir listesini verdi. Amerikan karargâhı listede adı geçen “mafioso”ları adanın çeşitli kent ve kasabalarına belediye başkanı olarak atadı. Hatta Don Calogero’ya Amerikan ordusunun “onursal albayı” rütbesi verildi. Haliyle İtalya’da “Birinci Cumhuriyet” döneminde Sicilya mafyası şaşırtıcı bir dokunulmazlığa sahipti. Komünizme şiddetle karşı olan babalar Roma yöneticileri tarafından gözetilmesi gereken kişiler olarak görülüyor ve sadık müttefikler olarak değerlendiriliyorlardı. Bu iş birliği siyasi olarak faydalıydı da. 1945’ten 1992’ye kadar ülkeyi yöneten Hıristiyan Demokratlar, babalarla olan yakınlıkları sonucunda, ülkenin güneyinden rahat çoğunluklar çıkarttı. Böylece devlet mafyalaşırken, mafya da devletleşmişti.

Örgütlenmede ikinci ayak kurumsal dindi. Kontrgerilla örgütlenmesi faaliyet gösterdiği bütün ülkelerde mafyanın yanı sıra dinsel gericiliği ve faşist paramiliter kuruluşları büyük bir dikkatle örgütlemiş, cepheye sürmüştür. İtalya bir laboratuvardı, mafya, sağcı paramiliter örgütler ve Vatikan aynı örgüt içinde bir araya getirilmişti. CIA marifetiyle Faşist Mussolini döneminin polis teşkilatını yeniden örgütleyerek yeni çeteler yarattılar. Bunları kontrgerilla konseptine göre eğittiler, birçok terörist eylemde kullandılar ve bütün bu eylemleri istinasız solun üstüne yıktılar. Sonradan Gladio diye ünlenen bu kuruluş ABD’ye bağlı bir “gölge hükümet”ti. Komünistlerin iktidara gelmesi durumunda mevcut hükümet devrilip ülke yönetimi onlara devredilecekti. Bu yüzden milyonlarca dolarlarla ifade edilen kara para Gladio ve P-2’nin emrine verildi. İtalya, Süper NATO için bir laboratuvar haline bu yöntemlerle getirildi. Aslı devlet mafyası veya mafya devletidir.

***

CIA, bu paralel örgütü İtalya’yı istikrarsızlaştırma ve terörize etmenin yanında dış operasyonlarda da kullanmıştı. Özellikle Vatikan aracılığıyla Polonya’da sosyalist rejimi yıkmak için operasyonlar yapılmış, bu amaçla "Dayanışma Sendikası”na milyonlarca dolar aktarılmıştı. Dayanışma’nın Semizdat’ı- yeraltı basını- Amerikan dolarlarıyla finanse edilmişti. Her şey Komünizmi engellemek içindir. 

Tabii karanlığa sığınmanın yan etkileri de vardı. Vatikan bu operasyon nedeniyle cinayet ve suikastlarla tanıştı. Operasyona karşı çıkan “sol eğilimli” Papa I. Paul bu makamda ancak 33 gün kalabildi ve “ani bir şekilde” öldü. Yerine gelen Papa II. Jean Paul Polonyalıydı, operasyonu destekledi. Skandal ortaya çıkınca çekimser kaldı ve vuruldu. Vuran bir başka Gladionun adamıydı, tetikçi Türkiye’den getirtilmişti. Devlet mafyası aynı zamanda uluslararası bir yapılanmadır.

***

Bizde mahalle arası kabadayılığı olarak başladı, uyuşturucu ve silah kaçakçılığıyla büyüyüp serpildi. Sonra onların da yolu devletle kesişti. Mafya 12 Mart darbesinden bu yana yarı resmi bir organizasyondur. 

Bu organizasyonu devlete bulaştıranlar ve devletle buluşturanlar Şükrü Balcı, Hiram Abas, Mehmet Ağar ve Mehmet Eymür gibi devlet görevlileridir. Her biri MİT’in ve Emniyet’in etkili şahsiyetleriydi. Bir yandan mafyanın iş ve ilişkilerinden yararlandılar, öbür yandan tıpkı İtalya’da olduğu gibi Komünizm tehlikesine karşı fiili bir güç odağı olarak cepheye sürdüler.  

Haliyle İtalya’da veya Türkiye’de, bu tarihe değin ne varsa bir şekilde CIA ile bağlantılıdır. Bu bağlantıyı eski CIA Ajanı Philip Agee şöyle anlatıyor: “CIA uzun yıllardan beri Milli İstihbarat Teşkilatı ile çok yoğun bir işbirliği içindedir. Bu örgütün eğitimi; ilerlemesi ve donatılmasını CIA sağlar. CIA’nın Türkiye’deki görevi ‘Doğu Bloğu ülkelerinin misyon ve operasyonlarını’ kontrol etmek, bu ülkenin NATO ile bağlarını güçlendirmek ve ‘Amerika’nın kapitalist hegemonyasının’ devamını sağlamaktır. Tabi bu arada her yerde olduğu gibi ‘Komünizm ve aşırı sol hareketi kontrol ederek’ ABD çıkarları için tehlikeli hale gelmelerini önlemektir.” Sadece MİT değil, emniyet teşkilatı ve ordu da CIA’nın yakın ilgi alanındadır. İstihbaratçılar, generaller, polis şefleri onlar tarafından eğitilmekte ve yönlendirilmektedir. Bu yüzden her NATO ülkesinin bir P-2’si ve her NATO ülkenin bir Milli Güvenlik Komisyonu vardır. Ve elbette “paralel bir örgütlenme”dir bu, yasadışıdır, tek merkezden yönetilmektedir ve bilinmeyen bağlılıkları vardır. İtalya’daki karanlık eylemlerin içinde Mehmet Ali Ağca gibi bir şaşkına rastlamamız işte bundandır. 

***

Devletin ve onun silahlı güçlerinin halkla ilişkilendirilmesi Büyük Fransız Devrimi ile birlikte oldu. Bugün dünyanın ezilen ve sömürülen yoksul halkları o devletle değil, onun “modern” bir haliyle karşı karşıya. Düzenin bekasını sağlamak “karşı devrim”in ülke içinde ve dışında örgütlenmesini zorunlu kılıyor çünkü. Devletin “modern” haline damgasını vuran bu sınıfsal ihtiyaç, artık karşıdevrimci olan bir sınıfın varlığının sürdürülmesi ve korunmasıdır. Haliyle mafya ve kirli işleri devlet için zararlı bir faaliyet olmaktan çoktan çıkmıştır.

Düzenin mafyalaşmasının doruğuna ulaştığı bu “modern zamanlarda” dünya üzerinde istihbarat örgütlerinin bilgisi ve kontrolü dışında uyuşturucu ticareti yapılamayacağı tartışılmaz bir gerçek olarak kabul görüyor. Kapitalizmi yöneten kâr hırsının en çıplak biçimi olan “kirli işler” yeni ve verimli bir sektördür. Bu yüzden “Killerkapitalizmus” (katiller kapitalizmi) kavramı siyasal-iktisat literatüründe yerini aldı. Önüne çıkan kim olursa olsun öldürürler. CIA, artık şaka yollu olarak “Cocaine Import Agency” olarak anılıyor. Burjuva devletin modern halidir!

Ve en nihayet bütün dünyanın halkları, devlet şemsiyesi altında toplanmış organize suç şebekelerinin tahakkümü altındadır. Ulusal örgütlerde faaliyet gösteren şebekelerin uluslar ötesi bağlantıları vardır, kendi halkları ile mücadele içinde oluşları ile bu konumları birbirleriyle örtüşmektedir.

***

Yakın Türkiye tarihine bir de böyle bakmakta fayda vardır. “Siyasi bilincin ekonomik gelişmenin önüne geçmesinden” endişelenen darbeciler 12 Mart’ta arayıp mafyayı bulmuş, onlarla karanlık anlaşmalar yapmıştır. 12 Eylül’den sonra mafya devletin içindedir. 1. MİT Raporu, gerçekte devlet-mafya ilişkileri raporudur. Susurluk’ta ortaya çıkan devlet ile mafya arasındaki zina ilişkisidir. Türkiye’de devletten ayrı veya bağımsız bir mafya yoktur. Hepsi devletin himayesinde iş görür, ceplerinde devletin pasaportlarını taşır, devletin ihtiyacı olduğunda koşmaları ondandır. 


Geldik bugüne. Alaattin Çakıcı, Sedat Peker veya Kürşat Yılmaz da devletten ayrı varlıklar değildir. Yaygın tabirle “Ülkücü Mafya”, 1990’lı yıllarda Kürt kökenli mafya yerine, onlardan boşalan yerleri tutsunlar diye bu göreve devlet eliyle atanmışlardır. Köksüzdürler, atanmıştırlar. 

AKP’nin katkısı ise devletle mafyayı birbirinden ayıran yasallığı bütünüyle ortadan kaldırmış olmasıdır. Mafya bir güç düzenidir. Gücün ifadesini, gücün eğretilemesini, gücün patolojisini taşır. Mafya, “devlet”in trajik bir şekilde yeteriz kaldığı topraklarda, devletin yerine geçer. Onun işini görür. Mafya bir ekonomik düzendir… Hukukun yokluğunda devlet ile aralarında bir fark kalmaz, ayırmak imkansızlaşır. Artık mafya yoktur, tanık olduğunuz şey devlet mafyası veya mafya devletidir. 

Orhan Gökdemir / SOL

Donbass’ta kışkırtma - Erhan Nalçacı / SOL

'Büyük resme bakınca NATO ve ABD’nin Belarus ve Karadeniz kışkırtmaları ile Donbass’taki sürecin uyumlu olduğunu görüyoruz.' 


Batı emperyalizminin Rusya kuşatmasında Donbass bölgesindeki gerilimi arttıran kışkırtmaların tehlikeli bir boyut kazandığı görülüyor.

Halkların tarihinde duygusal yükü yüksek coğrafyalar oluşur ve bu tip mekanlarda gerilimi artırmak ve bir kışkırtma hazırlamak daha kolay hale gelir. Örnek olarak, Birinci Dünya Savaşı’ndaki Verdun’un rolünden daha önce bahsetmiştik.

Donbass da özel ve duygu yüklü bir coğrafyadır. 

Lenin daha sosyalist kuruluşun başında “Donetsk olmasa sosyalizmin kuruluşu hayalden ibaret kalırdı” demişti. Gerçekten Don Kazaklarının yaşadığı bu kırsal bölge sosyalizmin hemen başında gelişkin bir sanayi bölgesi haline gelmiş ve Sovyetler Birliği’nin geri kalanının sanayileşmesinde kritik bir rol oynamıştır. Donbass’ta çıkarılan kaliteli kömürün ve çelik fabrikalarının etkisi her yerde hissedilmiştir.

Sosyalist kuruluşun unutulmaz öncüsü Stakhanov Donbass’ta maden işçisidir. Bir günde büyük bir yaşam disiplini ile 102 ton kömür çıkarınca Sovyetlerde Stakhanov Hareketi başlamış, Sovyetler Birliği Komünist Partisi 1935’te Öncü İşçiler Konferansı’nı toplamıştır.

Nazi işgali Ukraynalı faşist çeteleri de yedekleyerek Donbass’ı birkaç yıl için Sovyetlerden koparır, bütün maden ve sanayi tesisleri imha olur.

Ancak 1943’te Kızıl Ordu Donbass’ı geri alır. Hızla yeniden üretime dönmek için büyük irade gerekmektedir. Sadece eski ismi Stalino olan Donetsk’deki su basmış kömür madeninden 10 km uzunluğu, 7 km genişliği ve 10 m derinliği olan bir göl yaratacak şekilde su boşaltmak gerekecektir.

Aşağıdaki fotoğrafta “Donbass Kurtarıcılarına” isimli heykel görülüyor. Heykelde bir maden işçisi ve Kızıl Ordu askeri Donetsk’i selamlıyorlar. 

     Donetsk’teki 18 metre yüksekliğinde bakırdan yapılmış heykel 1984’te Zafer’in 39. yıl dönümünde açıldı.

Donbass bölgesinin iki önemli kenti Donetsk ve Luhansk gözde tam olarak canlanmıyor, kırsal kesim mi, kasaba mı, kent mi bu mesafeden ve malum medyanın etkisiyle anlaşılmıyor. Oysa Donetsk 2 milyon, Luhansk 400 bin civarındaki nüfusları, güçlü sendikaları, sanayisi ve üniversiteleri ile Sovyet mirasını koruyan kentler.  

Batı emperyalizminin eski Sovyet topraklarına yaptığı operasyonda Donbass bölgesinin bir gerilim odağı haline gelmesine şaşmamak gerekiyor. 

2014’teki faşist çetelerin hatta suikast timlerinin kullanıldığı darbe ile Ukrayna devleti Batı emperyalizminin bir aparatı haline getirildi. Faşist kavramı günümüzde yerli yersiz kullanılıyor, özellikle gericileşmiş ve her şeyi yutmak isteyen sermayenin hırsları doğrultusunda çalışan siyasilerine “faşist” demek adet oldu. Oysa Ukrayna gerçekten klasik anlamda faşist çetelere emanet edilmiş durumda.

Kiev’deki faşist darbenin yaşandığı mekân olan Meydan’da gösteriler sürerken, Donetsk’de Lenin alanında Anti-Meydan gösterileri kızıl bayraklar eşliğinde yapılıyordu. Sonuçta halk hareketi Donetsk ve eski adı Voroşilovgrad olan Luhansk’da devlet dairelerini bastı ve yönetimi üzerine aldı. Donetsk ve Luhansk Halk Cumhuriyet’leri bu şekilde oluştu. 

Aşağıdaki haritada Donbass bölgesinde Ukrayna ordusunun bulunduğu alan ve Donetsk ve Luhansk Halk Cumhuriyetleri’nin sınırları görülüyor. Ayrıca 2014’ten bu yana devam eden çatışma sınırı da izleniyor.

2014’te Ukrayna’daki faşist darbe sonrasında kurulan ve Ukrayna’dan bağımsızlıklarını ilan eden Donbass bölgesindeki Donetsk Halk Cumhuriyeti ve Luhansk Halk Cumhuriyeti’nin sınırları görülüyor. 2014’ten bu yana kırmızı çizgiyle gösterilen çatışma alanı başlıca bir kışkırtma bölgesi haline geldi.

İki Halk Cumhuriyetinin fiilen kurulmasında Rus etkisi olmadığını düşünmek saflık olur. Öte yandan Donbass Ukrayna Komünist Partisi’nin en güçlü olduğu yerlerden biriydi. Rusya’daki komünist partileri de buradaki anti-faşist milis güçlerine destek verdiler. Uluslararası tugaylarda farklı ülkelerden çok sayıda devrimci savaşa katıldı.

Bütün bunlar iki Halk Cumhuriyeti’nin sosyalist karakterli olduğunu düşündürmesin. Bu süreçte komünistlerin Putin’in Rus milliyetçiliğinden ne kadar bağımsız bir mevzi elde edebildiğini de kestiremiyoruz. Zaten Putin dönemi Rus milliyetçiliği Sovyet tarihinin unsurlarını sınıflar üstü olarak büyük Rus tarihi içinde eritmeyi deniyor.

Ama sonuçta Ukrayna’da bütün Lenin heykelleri ve Zafer anıtları faşistler tarafından yıkılırken Halk Cumhuriyetleri’nde hepsi ayakta duruyor.

Kışkırtma ise bütün gücüyle sürüyor.

Minsk Anlaşmasına göre 30 km genişliğindeki gri bölgeye anlaşmayı ihlal eden Ukrayna ordusu son birkaç ay içinde giriş yaptı ve çatışmalar arttı.

Geçenlerde faşist çetelerin liderlerinden Yaroş’un Ukrayna Ordusu Baş Komutan danışmanlığına atandığına dair haberler geldi.

Ukrayna’nın her yerinde faşist çeteler gövde gösterileri yaparken Rusya ile şöyle ya da böyle arabuluculuk yapan ana muhalefet partisinin siyaset yasaklandı, Rusya ile hemen bütün bağlar kopmuş oldu.

ABD yetkilileri her türlü silahın Ukrayna’ya satılmasına izin verilmesini istemesi ayrıca kaydedilmeli.

Türkiye’den satın alınan SİHA’ların Minsk Anlaşması’na göre yasak olmasına rağmen Donbass’ta kullanılması gerilimi iyice arttırdı.

Çavuşoğlu’nun “bu silahlar artık Türkiye’ye ait değil, Ukrayna ne isterse onu yapar” demesi ise çok şansız oldu. Çünkü zaten bir ülkenin sermaye sınıfının silah üretmesi ve silah tüccarı haline gelmesi bölgesinde kışkırtıcı bir rol oynamaya başladığını gösterir.

Ayrıca ilkesel olarak faşistlere silah satılmaz.

Ama diyeceksiniz, ilkeli bir sermaye sınıfı mı kaldı? Sanırız son ilkeli burjuva siyasetçisi Robespierre’di. O da katledilince, her türlü ilkesizlik düzene hâkim oldu, İspanya İç Savaşı’nda Franko’ya, İkinci Dünya Savaşı’nda Hitler’e silah malzemesi satanlar unutulmadı.

Büyük resme bakınca NATO ve ABD’nin Belarus ve Karadeniz kışkırtmaları ile Donbass’taki sürecin uyumlu olduğunu görüyoruz. İzleyip nereye varacağını anlamaya çalışacağız.

Erhan Nalçacı / SOL



Tarihten kaçmakla olmuyor - Aydemir Güler / SOL

'Cumhuriyet’i ve Atatürk’ü itibarsızlaştırmayı amaçlayan tezler solun içinde barınamaz. İlericilik ve gericilik arasında bir kavga sürmektedir ve solun yeri ilericiliğin merkezi, ön safıdır.' 

29 Ekim geçti. Sonra 10 Kasım… Takvim bu; döner ha döner ve her yıl Cumhuriyet’in ilanı ile Atatürk’ün yaşamını yitirmesinin yıldönümleri birbirini izler. Ve tartışırız…

Bir açıdan bakıldığında sanırsınız ki, “sol tartışıyor”. Bir izlenime göre solda bir tarafta Cumhuriyet’i hafife alanlar, hatta meşru bulmayanlar, Mustafa Kemal’i bir zalim olarak görenler, diğer taraftaysa tersine Cumhuriyet’i sahiplenen, hem ulusal kurtuluşa hem de ona imza atan lidere saygıyla yaklaşanlar vardır ve tartışma bunlar arasındadır… 

Aslında bu bir bakıma, kaynağı açısından “iyi” bir yanılsama sayılır. Solun sözü, her zaman fiziki olarak kapladığı alanın çok ötesine yayıldığı için tartışmanın aslında bir ilericilik-gericilik çatışması olduğu görülmeyebilmektedir. Gerçekten de sağın tartışmaya değer nasıl bir fikri olabilir ki! Doğru dürüst bir tartışmanın olsa olsa solda yapılacağı düşüncesi kulağa hiç de fena gelmemektedir. 

Ama “sol içi tartışma” yanılsamasının sonuçları bu örnekte hayırlı olmaz. Çünkü, bütün açıklığıyla söyleyeyim, 29 Ekim-10 Kasım başlığında tarihin gerçeklerinden kaçarak solcu olunamaz. Kimi solcular geçmişte çeşitli momentlerde yanlış yapmış olabilirler, bu başka. İlericilik-gericilik saflaşmasında gericilik yakasına yerleşenlerse, sola istifalarını vermiş olurlar. Yanlış anlaşılmasın, birilerinin başkalarını soldan ihraç etmesinden söz etmiyorum. Kast ettiğim, daha ağırı, tarihin hükmüdür.

Nedir tarihin hükmü? Kim bu istifacılarımız? Bu iki sorunun dışında bir üçüncü nokta olarak, TKP’nin yalnızca bugününe değil bütünsel tarihine yönelik ortaya atılan “Kemalistlik” suçlamasına da değinmek durumundayım. 

Tarihin hükmü nesnel ilerlemenin toplumsal bilince yansımasıyla oluşur. Karşıdevrim dalgaları bu bilinci topa tutar. Örnek Latin alfabesine geçiş olsun. “Bir gecede cahilleştik” zırvalığı, öncesinde Rus, Fransız, İngiliz edebiyatı gibi devasa bir birikim olsaydı, hani üstünde durmaya değebilirdi. Üstelik Türkiye’de okuryazarlık neredeyse ihmal edilebilir düzeyde düşüktü… Latin alfabesi ile zorunlu temel eğitimin organize edilmesi çakışmıştır ve ortaya böyle böyle bir toplumsal bilinç çıkmıştır. Bu bilince göre “yeni alfabe geniş halk kitlelerinin yararınadır.” Nokta! Nesnel ilerleme de gerçektir, bunun yansısı da çok sağlam ve doğrudur. Tarihin hükmü bu. Bunu yıkmak için ne 12 Eylül’ün Türk-İslam sentezi, ne son yirmi yılın şeriatçılığı işe yaradı. 

Sömürge olmak mı ulusal kurtuluş mu; işte böyle bir hükmün konusu olmuştur, sonuç bellidir. Seçilmiş bir Meclise ve genel oya dayanan yönetim mi, yoksa hanedanlık, sultanlık mı sorusunun yanıtı, yine tarihen ve toplum tarafından verilmiştir. Cuntacılar eliyle, liberaller eliyle, emperyalistler eliyle dinsellik ortaya salınmış, laiklik delik deşik edilmiştir, ama tam becerdiklerini sandıklarında ortaya bir halk laisizmi çıkıvermiştir. 

Türkiye ilericiliği bu dirençli damarlardan beslenir. İlericiliğin içeriği büyük sınavdan geçerek oluşmuştur. Bize özgü de değildir bu mekanizma. Kimse Fransız Devrimi’nin “büyük” sıfatını elinden alamadı. Veya ilgili coğrafyalarda Jose Marti’siz, Simon Bolivar’sız bir ilericilik düşünülemiyor. Rusya’yı Stalin’siz düşünmek asla mümkün olmayacak, belli artık bu…

Sol içi bir tartışma bu zeminde, gayet belirgin sınırların içinde yapılabilir ancak. O yüzden başta değindiğim izlenim doğru değildir. Cumhuriyet’i ve Atatürk’ü itibarsızlaştırmayı amaçlayan tezler solun içinde barınamaz. İlericilik ve gericilik arasında bir kavga sürmektedir ve solun yeri ilericiliğin merkezi, ön safıdır.

Yine de tarihsel ilerlemeyi itibarsızlaştırmaya hizmet eden tezlerin sahipleri kendilerini solcu sayıyorsa, bir umut onları tutmaya, düzeltmeye, sınanmış zemine çekmeye çalışırız. Yorulmadan, tekrar tekrar anlatırız. Ama emeğin, umudun ve sabrın da sınırı vardır. İdris Küçükömer’in her şeyi tersyüz eden Düzenin Yabancılaşması kitabının yansıttığı üzücü kafa karışıklığını, zamanında zihin açıcı tartışmalara vesile olduğu için, diyelim ki hoş gördük. Ama o kadar. O yoldan devam edip Erdoğan’ı demokratik devrimci ilan eden Birikimcileri ve Tarafçıları sol saymak ahmaklıktır. Yirmili yaşlarında burjuva düzeninin içinden halka yararlı bir şey çıkmayacağını keşfeden 68 kuşağının kimi unsurlarının kabına zarar öfkesini, diyelim o günlerin devrimci arayışı affettirdi. Ama gerçekten o kadar. İşi “zaten Kurtuluş Savaşı da yoktu”ya, “Cumhuriyet de halk düşmanıydı”ya, “laiklik özgürlükçü değildi, inananları ezdi”ye götürmek ilericilik zeminini terk etmek demektir. 

Bunlar tarihten kaçış tezleridir. Yalnızca duvara çarpmaya mahkûm değillerdir; bu kadarı hüzünlü olurdu… Bu görüşlerin arkasında bağımsızlık mücadelemizden intikam almaya yeminli emperyalizm vardır. Bu tezlerin arkasında emekçilerin yurttaşlık haklarını öteki dünya umuduyla değiş tokuş etmek isteyen sömürücü sermaye sınıfı vardır. Onlarla kavgalıyız. Bağımsızlığı, yurttaşlığı, laikliği eksik yapanlar ile bunların kanlı bıçaklı düşmanlarına eşit mesafede falan değiliz. Biz iyisini yapacağız. İyisini yaptığımızda tarihin hükmünü içinde hisseden büyük insan çoğunluğu bizimle beraber olacak, biliyoruz.  

Bir köşe yazısının sınırları içinde, artık son noktaya gelmek zorundayım. Türkiye Komünist Partisi’nin tarihin hükmünü esas aldığı doğru, Kemalist olduğu yalandır. TKP onlarca yıl boyunca bir burjuva devrimi olduğunu bildiği Cumhuriyet’in doğru devrimci eleştirisini aramış, sınıfsız ve sömürüsüz bir toplum yaratmak için, işçi sınıfının iktidarına sıçramak için, daha ileriye sıçramak için kanal açmaya çalışmıştır. Bu uğraşın çeşitli momentlerinde somut pozisyonlar formüle ederken soyut doğrunun kimi zaman sağına, bazen de soluna düştüğü(müz) olmuştur. Ama ne tarihsel ilerlemenin gerisine dönmeyi düşündük, ne mevcutla yetinmeyi kabullendik.

Bunları geçmişe ilişkin olarak ve geleceği daha eksiksiz örmek için biz tartışırız. “Solun içinde” tartışırız. Verimli olduğu sürece hep de devam ederiz…

Ama 2021’de kâh yüz kâh kırk yıl öncesine göndermelerle her yıl yeni baştan komünizme saldırılmasına pabuç bırakmayız. Kimse kusura bakmasın, Türkiye’nin komünistleri olarak, soyut doğrunun kimi zaman sağına, bazen de soluna düştüğümüz momentleri çoktan geçmişte bıraktık. Nereden geldiğimizi, ayaklarımızı nereye bastığımızı, nereye yürüdüğümüzü biliyoruz. 

Aydemir Güler / SOL