7 Mart 2022 Pazartesi

Savaşın hedefi tarafsızlık kuşağı - Mehmet Ali Güller / Cumhuriyet

İnsanlık yeni bir çağa geçene kadar, Carl von 

Clausewitz’in “Savaş siyasetin başka 

araçlarla (şiddet araçlarıyla) devamıdır”  

görüşü, gerçekliğini ne yazık ki sürdürecek.

Kaçınılmaz olarak, 21. yüzyılı da hatta sonraki birkaç yüzyılı da bu gerçeklik zemininde yaşayacak insanlık. Savaş ile barış arasındaki diyalektik ilişki sürecek. Barışa kavuşabilmek için savaşlar kaçınılmaz olacak, bazı savaşları geciktirmek için siyasetin alanı genişletilmeye çalışılacak; bazı savaşları önlemek için devrimler gerekecek. “Ya savaş devrimlere yol açar ya da devrim savaşı önler” tezi bu yüzyılda da geçerli yani...

RUSYA’NIN ABD VE NATO’DAN TALEPLERİ

Rusya’nın Ukrayna’ya askeri harekâtı da sonuç olarak “siyasetin şiddet araçlarıyla devamıdır”Putin, uzunca süredir ABD ve NATO’dan talep ettiklerini siyasi zeminde alamayınca, silahlı siyaset aşamasına geçti.

Nedir Rusya’nın talepleri? Rusya, Aralık 2021’de ABD ve NATO’dan üç talepte bulundu: 1) NATO’nun genişlemeyeceğine dair yasal garanti. 2) NATO’nun, Rusya sınırları yakınında, Rus topraklarındaki hedefleri vurabilecek silahlar konuşlandırmayacağına dair yasal garanti. 3) NATO’nun, 1997’den sonraki genişleme politikası çerçevesinde Doğu Avrupa ülkelerine yerleştirdiği silahları ve askeri tesisleri geri çekmesi.

Rusya, ABD ve NATO’nun cephe haline getirdiği Ukrayna’dan da 8 yıl önce imzalanan Minsk Anlaşması’na uymasını ve “tarafsızlık statüsünü” seçmesini istedi.

MOSKOVA İÇİN BEKA SORUNU

Moskova’nın ABD ve NATO’dan istediği güvenlik garantilerinin karşılanıp karşılanmaması, Rusya için bir varlık yokluk sorunu. Putin bu nedenle siyasi düzlemde karşılanmayan taleplerini silahlı siyasetle kabul ettirme yolunu seçti.

Rusya’nın güvenlik garantilerinin neden varlık yokluk konusu olduğu ortada: ABD, 30 yıldır NATO’yu adım adım Rusya’ya doğru genişletti, genişletmeye de devam etmek istiyor. Rusya’ya diz çöktürmek için de sırada Ukrayna vardı. Çünkü Amerikalı stratejistlerin daha yıllar önce belirttiği gibi, Rusya’nın parçalanması Ukrayna’dan başlardı…

ABD bu amaçla Baltık ülkelerinden Doğu Avrupa’ya ve Ukrayna’ya inen, oradan Batı Karadeniz ülkeleri üzerinden Karadeniz’i aşıp Gürcistan’da Kafkaslar’a ulaşan ve devamında da Kazakistan’a kadar ilerleyen bir kuşak oluşturmaya çalışıyor. ABD’nin bu kuşağı, Rusya’yı boğacak bir NATO kuşağıdır. Rusya ise bu kuşağa karşı Ukrayna cephesinden bir yarma harekâtı düzenliyor.

ABD’NİN YIPRATMA SAVAŞI TAKTİĞİ

Putin’in siyasi talepleri, daha somutlarsak, Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO’ya üye alınmayacağının yazılı garantisi, Baltık bölgesindeki NATO ülkelerinin siyasi üyeliklerinin devam etmesi ama NATO üslerinden arındırılması ve Doğu Avrupa’daki NATO ülkelerinde doğrudan Rusya’yı hedef alan saldırı silahlarının çekilmesi… Rusya’nın askeri harekâtının 10 günü incelendiğinde, Putin’in bu hedeflere yöneldiği anlaşılmaktadır.

Kiev yönetiminin Rusya’yla “tarafsızlık” konusunu müzakere etmeye hazır olduğuna dair kimi işaretler var.

Washington ise gerek NATO içindeki anlaşmazlıklar/farklılıklar, gerek nükleer riskler nedeniyle NATO’yu doğrudan işin içine karıştıramadığı şu şartlarda iki hedefe yönelmiş görünüyor: 

1) Ukrayna’yı Rusya’yı zayıflatacak uzun soluklu bir yıpratma savaşı cephesine dönüştürmeye çalışıyor. Bu amaçla Ukrayna’yı sürekli silahlandırıyor ve “özel savaşçı” taşımaya uğraşıyor. 

2) Polonya’yı askeri-siyasi yığınak merkezine dönüştürmeye çalışıyor. (İngiltere’nin Polonya ve Ukrayna’yla Batı Avrupa’ya karşı bu süreçte “küçük Avrupa ittifakı” kurması da bu amaçla.)

PUTİN’İN ÖNÜNDEKİ  TARİHİ FIRSAT

Özetle Rusya, ABD’nin 30 yıldır boynuna dolamaya çalıştığı Baltık bölgesinden başlayan ve Orta Asya’ya kadar uzatılmak istenen “NATO kuşağını”, Ukrayna’nın NATO üyeliğini önleyerek, Baltık ülkelerini NATO üslerinden arındırarak ve Doğu Avrupa’dan saldırı silahlarını çektirerek bir “tarafsız kuşağa” dönüştürmeye çalışıyor.

Daha önceki yazılarımızda belirttiğimiz gibi, Putin, Amerikan hegemonyasının zayıflamasını ve Çin’le ilişkilerini, “tarafsız kuşak” inşa hedefine ulaşabilmek bakımından tarihi bir fırsat olarak görüyor.

Mehmet Ali Güller / Cumhuriyet

Putin’in özel hayatına giren cemaat - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

Ukrayna Harbi’nde yalnız bugün değil, geçmiş 

de taraf oldu.  

Puşkin yasaklı, Dostoyevski yasaklı. Sanki 

tarihin ortasına bir cemre düşmüş. 

Herkese “safını seç” demiş. 

Bakıyorum, Hayrettin Karaman, Ukrayna 

ordusu için fetva veriyor. İsmailağa, Rusya-

Kadirov hesaplaşması yapıyor. Meseleyle 

ilgili kritik bir dosya ise yargının kucağında 

duruyor.

Hatırlayın, Türkiye’de “Adnan Oktar Cemaati” olarak bilinen ekibe, 2018 yılında bir operasyon yapılmıştı. Açılan davanın sonucunda, İstanbul 30. Ağır Ceza Mahkemesi, grubu “Adnan Oktar Silahlı Suç Örgütü” olarak tanımlamıştı. Davada 236 kişi hüküm giydi. Binlerce yıla varan cezalar, cinsel suçlardan örgüt üyeliğine kadar yayılıyordu.

Ancak bunlardan biri vardı ki ayrıca dikkat çekiciydi. Grubun lideri Adnan Oktar“siyasi ve askeri casusluğa teşebbüs” suçlamasından da 8 yıl ceza almıştı.

Sahi neydi bu hikâye?

Dosyanın ayrıntılarına bakıldığında, Rusya adına kritik görüşmelere katılan bir çevirmenin, uzun yıllardır Oktarcı olduğu görülüyor. Kırım asıllı Rus vatandaşı olan Leyla İsmailova, diplomatik görüşmeleri anbean Oktarcılara aktarıyor.

Dosyada bu konuda hem konuşmaların kayıtları hem de itiraf var...

‘BAZI SÖZLERİ ÇEVİRMİYORUM’

29-30 Ocak 2018’de, Rusya’nın Soçi şehrinde Suriye Ulusal Diyalog Kongresi yapılmıştı. Toplantıya, Türkiye’nin de aralarında olduğu Suriye krizine taraf devletler ve sahadaki gruplar katılmıştı. Salonda neler konuşulduğunu tüm dünya merak ederken çevirmen Leyla İsmailova’nın telefonu, yaşananları dakika dakika Oktarcılara aktarıyordu.

30 Ocak 2018’de saat 21.02’yi gösterdiğinde İsmailova, “Bitti İnşallah” yazdı. O dönem Oktar’ın çevresinde “Dış İlişkiler Sorumlusu” olan, sonra itirafçıya dönüşen Ece Koç’tan “Ne karar çıktı?” karşılığını aldı. İsmailova, buna yanıt olarak “Rusya’nın istekleri hepsi kabul” diye başladıktan sonra, kararları aktardı. Böylece Oktarcılar, Soçi’nin sonuçlarını tüm dünyadan önce, toplantıdaki çevirmen aracılığıyla öğrendi.

“Dakika dakika” lafın gelişi değil, gerçek...

Öyle ki İsmailova, salonun havasını dahi Oktarcılara anında bildiriyordu. Ece Koç’un telefonunda gördüğümüz, saat 18.14’teki “Soçi’de tezahüratlar ve tekbir”, 18.15’teki “Mihraç Ural sızmış buraya” mesajları anbean aktarımı gösteriyordu.

İlerleyen dakikalarda, çevirmenin görüşmeleri nasıl belirlediğini anlatan aktarım da var:

“Rejimciler Zeytin Dalı ve Türkiye ile ilgili çok sert sözler söylüyor. Özür dileyerek çeviriyorum ve bazı sözleri çevirmiyorum, ki söyleyemem.”

AKKUYU’DA DA VAR

Bu kadar değil…

Türkiye ile Rusya arasındaki Akkuyu Nükleer Santralı görüşmelerinde de İsmailova var. Neler olduğunu yine Oktarcılara aktarıyor.

En dikkat çekici olan ise kuşkusuz şu ifadeleri:

“Çok çalma var her iki taraftan. Proje geleceği bulanık. Ama ikisi de 2023 diye anons ettiler. Herkes inandı. 2023 olması imkânsız. Anlaşılınca ne uyduracaklar merak ediyorum.”

“İnşallah”lı “maşallah”lı ifadeler sürüp gidiyor. “Sonrasını yüz yüze anlatırım”larla biten konuşmaların ardından, İsmailova, grup adına görüştüğü kimselere, diplomatik detayları aktarıyor.

İsmailova’nın görüştüğü Ece Koç’un daha sonra itirafçı olduğunu söylemiştim. Koç, İsmailova’nın önemini, verdiği ifadede şöyle açıkladı:

“Bu kız kitapların, makalelerin, belgesellerin Rusçaya çevrilmesini yapardı. Ayrıca Rus gazeteciler ile bağlantı sağlardı. Leyla’nın Putin’in danışmanı Aleksander Dugin ile de bağlantısı var. Bu kişi Katehon düşünce kuruluşunda yöneticiydi. Leyla ayrıca çok üst düzey bir tercümandı. Türkiye’den Bakan veya üst düzey bir görevli gittiğinde Rus yetkililer ile yapılan görüşmelerin tercümesini yapıyor. Dugin ile de bu sayede tanıştı. Leyla, tercümesini yaptığı bu görüşmelerin içerikleri hakkında örgüte bilgi vermesi için genelde Fatih Menet’e bilgi verirdi.”

SAHTE FETÖ’CÜ LİSTESİ

Ruslar için çeviri yapan Leyla İsmailova’nın, Oktar adına bir zamanların ünlü gazetesi Pravda’ya bile yazı yazdığı anlaşılıyor. Oktarcıların ticari görüşmelerinin bağlantılarını ayarlıyor. Oktar Babuna gibi isimlerin Rus medyasında konuk olmasını sağlıyor.

Bu kadar değil…

Operasyonun ardından bulunan bir notta şu yazıyor: “Rus Askeri İstihbaratı, Leyla’dan FETÖ listesi istemiş. Seçim (Köse) ve Cenk Büyüktosun’u ekleyebilirim.”

Şeytanın aklına gelmeyecek olayda, grup kendisinden ayrılan iki ismi, Rus devletine, İsmailova aracılığıyla, “FETÖ’cü” diye ihbar ediyordu. Mahkemede ifade veren ve etkin pişmanlıktan yararlanan Köse, olayı doğruladı. Bu nedenle Rusya’da sorgulandığını ve sınır dışı edildiğini söyledi.

PUTİN’İN ÖZEL HAYATI

İsmailova’nın Rusya’dan yaptığı yazışmalarda ilginç bir ayrıntı Hakan Erol’un Turnike kitabında yer aldı. Putin’in özel hayatına vâkıf olduğu anlatılan Tine Kandelaki, Oktarcılar ile Davos toplantılarında tanışmıştı. Bir süre sonra Oktarcılar tarafından Türkiye’ye davet edildi. Ağırlanma sürecine destek olan isimlerden birisi Leyla İsmailova’ydı. İsmailova, Ece Koç’a, Ramazan Kadirov’un da sevgilisi olduğunu söylediği Kandilaki’nin önemini şöyle anlatıyordu:

“(Putin’in) Ailenin birçok özel bilgisine de ortak. Ki bizde başkanın özel hayatı kapalıdır herkese, Türkiye’deki gibi değil. O da bizimkinin 2. hanımının çok yakın arkadaşı düşünün, özel işlerini de yapıyor. Kadın Türkiye’ye defalarca geldi, öyle Türkiye’yi gezeyim göreyim derdinde değil. Amacı başka.”

Özel yaşamın, kritik görüşmelerin, diplomatik toplantıların, dini cemaat ilişkilerinin birbirine girdiği bu casusluk öyküsü nasıl bitti dersiniz?

Savcılık İsmailova’nın Ece Koç ile yazışmalarını Dışişleri Bakanlığı ve MİT’e sordu. Onlar söz konusu yazışmalarda devletin gizli bilgilerinin açıklanmadığını, sübjektif değerlendirmeler yapıldığını söylediler. Mahkeme ise farklı fikirdeydi. Leyla İsmailova’nın Rusya’da olması nedeniyle takip edilemediğini ancak grup içinde pek çok kişiyle bağlantılı olduğunu anlattı. Koç ile yaptığı görüşmelerde “Burada söyleyemem, yüz yüze söylerim” şeklindeki ifadelerin “askeri ve siyasal casusluğa teşebbüs suçu”nu oluşturduğunu ifade etti. Buradan da ceza verdi. Mahkemenin dayanak aldığı olaylardan biri de Diyanet’in Rusya ziyareti öncesi, İsmailova’nın Oktarcılara bilgi vermesi, görüşmede ne yönde çeviri yapılmasını istediklerini sormasıydı.

Kısacası, yakın geçmişte görülen mahkemeye, Oktarcıların Rusya’daki derin bağlantıları sayesinde, Putin’in ve Kadirov’un özel hayatının da karıştığı casusluk hikâyesi damga vurmuştu.

Çoğu zaman “cemaat” diyor geçiyoruz. Oysa Türkiye’de “cemaat” görünümlü onca istasyon var ki... Kimlerin adına ne işler yapıyorlar, bilemiyoruz. Neden din dışında her meselede parmakları var, anlayamıyoruz. Yakından baktıkça da cemaatleri anlamanın savaşı okumaktan daha zor olduğunu görebiliyoruz.

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

KISA KISA GÜNDEM (7 MART 2022)

 


1-İstanbul Valiliği’nden Taksim'deki 8 Mart yürüyüşüne yasak!

İstanbul Valiliği, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde Beyoğlu’nda toplantı, yürüyüş, basın açıklaması yapılmasına müsaade edilmeyeceğini açıkladı. İstanbul Valiliği’nden yapılan açıklamada, “8 Mart Dünya Kadınlar Günü münasebetiyle İstanbul’da 03 Mart 2022 tarihinden günümüze kadar 20 ilçemizde, 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu kapsamında daha önceden ilan edilen yerlerde, kapalı ve açık yer toplantısı, basın açıklaması, bildiri dağıtma, stant-pankart açma ve yürüyüş şeklinde 47 etkinlik düzenlenmiştir. Sosyal medya yoluyla yapılan bazı paylaşımlarda; 8 Mart Dünya Kadınlar Günü münasebetiyle Taksim Meydanı ve çevresinde, çeşitli etkinlikler düzenleneceği yönünde çağrılar yapıldığı tespit edilmiştir. Beyoğlu Kaymakamlığımızca 08 Mart 2022 Salı günü Beyoğlu ilçemiz sınırları dahilindeki toplantı, yürüyüş, basın açıklaması, oturma eylemi, stant açma, çadır kurma, bildiri dağıtma vb. kanuna aykırı eylemlere; hak ve özgürlüklerin korunması ve suç işlenmesinin önlenmesi amacıyla 2911 sayılı Toplantı ve Yürüyüşleri Kanunu ve 5442 sayılı İl İdaresi Kanunu uyarınca müsaade edilmeyecektir. Bunun yanında, İstanbul’da vatandaşlarımız için 2911 sayılı Kanun kapsamında daha önceden toplantı ve gösteri yürüyüşü yapılabileceği ilan edilen yerlerde ve güzergâhlarda, yasal çerçevedeki etkinlikler düzenlenebilecektir. Belirlenen bu yerler dışında kalan alanlarda, kanuna aykırı şekilde eylem yapılmasına kesinlikle müsaade edilmeyecektir. İlimizde düzenlenecek tüm etkinliklerin, yasal zeminde ve belirlenen yerlerde, huzur ve güven ortamı içerisinde yapılması için tüm güvenlik tedbirleri alınmıştır” denildi.

2- Bürokratlara rüşvet gibi çek (Mustafa BİLDİRCİN-BİRGÜN)

Öz Sağlık İş Sendikası’nın Sağlık Bakanlığı’ndaki sendikal yetki mücadelesi sırasında il sağlık müdürlerine rüşvet niteliğinde hediye çeki verdiği öne sürüldü.
Sendikadan çeşitli bürokratlara 250 bin TL’lik hediye çeki dağıtıldı. Toplu iş sözleşmeleri sürecinde işçiden yana tavır almadığı gerekçesiyle eleştirilen Hak İş’e bağlı Öz Sağlık İş Sendikası, şimdi de rüşvet skandalı iddiası ile gündeme geldi. Sendikanın Şubat 2021’de lüks bir giyim firmasından toplam değeri 250 bin TL olan 100 adet hediye çeki aldığı öğrenilirken bu çeklerin bazı kamu kurumlarının yöneticilerine dağıtıldığı savunuldu. 2021 yılında görevinden ayrılan Öz Sağlık İş Sendikası eski genel sekreteri Halit Kayalı, “Rüşvet” suçlaması ile Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulundu.(https://www.birgun.net/haber/burokratlara-rusvet-gibi-cek-379564)

3- ‘Cumhuriyet tarihindeki en büyük operasyonu’ demişti: ‘Bataklık’tan Soylu’nun ‘A Takımı’ çıktı (BİRGÜN)

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun uyuşturucu ve suç gelirlerine yönelik 'cumhuriyet tarihinin en büyük operasyonu' diye duyurduğu Bataklık dosyasından Soylu’nun İstanbul Emniyeti’ndeki A takımından iki emniyet müdür yardımcısı çıktı. Emniyet müdürlerinin para transferleri MASAK raporlarında yer aldı. 
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, 'Bataklık' operasyonunu Cumhuriyet tarihinin en büyük operasyonu olarak duyurdu. Halktv.com.tr’den Seyhan Avşar’ın haberine göre; operasyon kapsamında Soylu’nun yakınındaki isimlerden İstanbul Emniyeti’ne bağlı iki emniyet müdür yardımcısı hakkında soruşturma başlatıldı. 73 şüphelinin bulunduğu dosyada uyuşturucu baronu Nejat Daş’ın koronavirüs nedeniyle getirilen şehirlerarası seyahat yasağını eski Sultanbeyli Emniyet Müdürü Necmettin Yüksek’in tahsis ettiği makam aracıyla deldiği ortaya çıkmıştı. Müdürün makam aracıyla Daş’ı taşıyan ismin ise polis memuru İbrahim Halil Akgül olduğu öğrenilmişti. Necmettin Yüksek’in hesabından Halil Akgül’ün hesabına defalarca para girişi yapıldığı tespit edilmişti.

4-Rusya, 'hasım ülkeler ve bölgeler' listesini onayladı(Cumhuriyet)

Rusya hükümeti, Rusya'ya, Rus şirketlerine ve vatandaşlarına hasmane eylemlerde bulunan yabancı ülke ve bölgelerin listesini onayladı. 
Sputnik'in haberine göre; listede ABD, tüm AB ülkeleri, Kanada, Birleşik Krallık (Jersey, Anguilla, Britanya Virjin Adaları, Cebelitarık dahil), Ukrayna, Karadağ, İsviçre, Arnavutluk, Andorra, İzlanda, Liechtenstein, Monaco, Norveç, San Marino, Kuzey Makedonya'nın yanı sıra Japonya, Güney Kore, Avustralya, Mikronezya, Yeni Zelanda, Singapur ve Tayvan yer aldı.

5- Demet Evgar, Türkiye'nin ilk 'Birleşmiş Milletler Kadın Birimi İyi Niyet Elçisi' oldu(Cumhuriyet)

Birleşmiş Milletler Kadın Birimi (UN Women), Demet Evgar’la önemli bir işbirliğine imza atarak ünlü oyuncuyu Türkiye ofisinin ilk İyi Niyet Elçisi olarak ilan etti. Daha önce bu unvanlar Danai Gurira, Nicole Kidman, Emma Watson ve Anne Hathaway gibi isimlere verilmişti.


6-İSİG: Şubat ayında en az 106 işçi hayatını kaybetti(Evrensel)

Şubat ayında en az 106 işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybetti. 106 emekçinin 97’si ücretli (işçi ve memur), 9’u kendi nam ve hesabına çalışanlardan (çiftçi ve esnaf) oluşuyor. İSİG tarafından yapılan yayımlanan verilere göre ölümler en çok inşaat/yol, tarım/orman, taşımacılık, ticaret/büro/eğitim, sağlık, madencilik, tekstil, metal, konaklama, belediye/genel işler, gemi/tersane ve güvenlik işkollarında meydana geldi. İş cinayetlerinin beşte biri inşaat, üçte biri sanayi işkolunda. Açıklamada, "Şubat ayında iş cinayetlerinde ölenlerin 4’ü (yüzde 3,8) sendikalı işçi. Sendikalı işçiler metal, kimya ve sağlık işkollarında çalışıyordu. Ancak ölen sendikalı işçi sayısını (üye oldukları sendikanın herhangi bir açıklama yapmamasından dolayı) tespit edemediğimizin, daha fazla olduğunun altını çizmek gerekiyor" ifadelerine yer verildi. (http://www.isigmeclisi.org/20738-subat-ayinda-en-az-106-isci-hayatini-kaybetti)

7-Danıştay'dan Kanal İstanbul kararı: Demiryolu hattının ihalesi hukuka aykırı(Evrensel)

Danıştay 13. Daire, Kanal İstanbul projesi kapsamında "Halkalı-Ispartakule Arası Demiryolu Hattı İnşaatı" ihalesini hukuka aykırı bularak iptal etti. Deutsche Welle Türkçe'den Alican Uludağ'ın haberine göre "Pazarlık usulü" yöntemiyle yapılan ihalede gerekli açıklık ve rekabetin sağlanmadığı belirtilen kararda, ihalenin Kamu İhale Kanunu'nun 21/b fıkrasında aranan "ivedilik şartını" taşımadığı vurgulandı. Kararın "kesin nitelik" taşıdığına dikkat çekerek "karar düzeltme yolu"nun da kapalı olduğuna hükmetti. Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı Altyapı Yatırımları Genel Müdürlüğü, "Halkalı-Kapıkule Yeni Demiryolu İnşaatı Kapsamında Halkalı-Ispartakule Arası (Kanal İstanbul Geçişi) Demiryolu Hattı İnşaatı ile Elektromekanik Sistemlerinin Temini ve Yapımı" ihalesini 28 Haziran 2021 tarihinde gerçekleştirmişti. İhalede doğal afet, salgın hastalık, can veya mal kaybı tehlikesi gibi ani ve beklenmeyen veya yapım tekniği açısından özellik arz eden durumlarda uygulanan 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu'nun 21/b maddesi kapsamında ilansız olarak pazarlık usulü yöntemi uygulandı. İhale konusu yapım işi, "ivedi" olarak yapılması zorunlu olan işler arasında gösterildi. Bakanlık, bu kapsamda ihaleye 9 firma davet ederken 5 firma da teklif verdi. Ekonomik açıdan en uygun teklif, 3 milyar 111 milyon 362 bin 15 TL bedelle Gülermak-Yapı ve Yapı-Taşyapı ortaklığından geldi. İhaleyi, bu ortaklık kazandı. Ancak Modifalt İnşaat Makina Sanayi ve Ticaret Ltd. Şti, işin açık ihale ile yapılmamasının yasaya aykırı olduğu iddiasıyla dava açtı.

8- CHP’li Tanrıkulu'ndan rapor: AKP'li yıllarda 7 bin 71 kadın katledildi (Evrensel)

CHP İstanbul Milletvekili Sezgin Tanrıkulu, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü dolayısıyla, “Türkiye’de kadın hak ihlalleri raporu” hazırladı. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin yaşamın her alanında sürmesine karşın hiçbir adım atılmadığını, Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden tek taraflı olarak çekildiğini ilan ettiğini ve 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesi’ne dair kanunun uygulanmadığını belirten Tanrıkulu’nun raporuna göre 2021 yılında en az 165 kadın işçi iş cinayetleri sonucunda yaşamını yitirdi, en az 339 kadın erkekler tarafından öldürüldü.

9-"Beslenme yardımına zam" aldatmacadan ibaret | "Zamdan sonra aynı sandviçe fazladan 2 lira verdim"(Öznur GÜNEY- Eren ÜNVERDİ/ Kocaeli-Evrensel)

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan geçtiğimiz günlerde kabine toplantısının ardından KYK yurtlarında yemek ve beslenme yardımına zam yapıldığını açıkladı. Erdoğan, beslenme yardımının aylık 570 liradan 750 liraya çıkarıldığını söylerken “Böylece öğrencilerimizi yemek ücretlerinde yaşanacak artışa karşı koruma altına alıyoruz” dedi. Erdoğan’ın açıklamalarını ve zam kararını KYK yurtlarında kalan Kocaeli Üniversitesi öğrencileriyle konuştuk.  Samiha Ayverdi Kız Öğrenci Yurdunda kalan Aybüke, beslenme yardımına yapılan zammın, yemekhanedeki ürünlere yapılan zamları karşılamadığını söyleyerek girdi söze. Yemekhanede porsiyonların küçük olduğunu, eski yemeklerin ısıtılıp tekrar servis edildiğini söyleyen Aybüke, “Zam gelmeden önce kahvaltıda 6 liraya sandviç ve meyve suyu alabiliyordum. Zam geldikten sonra aynı sandviç ve meyve suyuna fazladan 2 lira verdim. Akşam yemekleri için de değişen bir şey olmadı. Örneğin ayran 2 liradan 3 liraya puding 3.75’ten 5 liraya çıkmış” dedi. Aynı yurtta kalan Esma ise her gün aynı yemeklerin çıkmasına tepkili. Beslenme yardımına yapılan zamma rağmen zararda olduklarını söyleyen Esma da durumu “Zamdan önce tost ve çaya 7 lira verirken şimdi aynı tost ve çaya 9.25 lira veriyoruz” diyerek anlattı.(YEMEK FİYATLARI DA ZAMLANDI) Gazi Süleyman Paşa Erkek Öğrenci Yurdunda kalan Onur ise kendilerine verilen yemeklere özen gösterilmediğini, hatta yemeklerin içinden yabancı cisimler çıktığını söyledi. Beslenme yardımına yapılan zammın ardından yemek fiyatlarının da zamlandığını belirten Onur “Beslenme yardımına zam yapılmadan önce sabah kahvaltısında ödediğim paranın şu an iki katını ödüyorum. Ekonomik olarak sürekli kötüye gidiyoruz, alım gücümüz her geçen gün düşüyor” dedi. Aynı yurtta kalan Barış ise “Yemek hakkımıza zam yapıldığı gibi yemek fiyatlarına da zam yapıldığı için hiçbir değişiklik olmadı” ifadelerini kullandı.

10- Emine Şenlikoğlu: Atatürk ve İnönü, Milli Eğitim'i 2023'e kadar ABD'ye teslim etti(duvaR)

İlahiyatçı yazar Emine Şenlikoğlu, Atatürk ve İnönü'nün Milli Eğitim'i 2023'e kadar ABD'ye teslim ettiğini bu nedenle öğrencilere istenen eğitimin verilemediğini savundu.(
https://www.gazeteduvar.com.tr/emine-senlikoglu-ataturk-ve-inonu-milli-egitimi-2023e-kadar-abdye-teslim-etti-galeri-1555608)


Ağaoğlu’na bilirkişiden itiraz: O kasaba bölgeyi bitirir - Bahadır Özgür / BİRGÜN

 

Ali Ağaoğlu’nun Milas’ta, dünyanın sayılı sulak alanlarından birisinin yanına inşa etmeyi düşündüğü 16 bin kişilik ‘kasaba’ için verilen ÇED olumlu kararına, bilirkişiden itiraz geldi. Mahkemeye sunulan raporun özeti şu: "O kasabayı yaparsa, bölge biter."


Ali Ağaoğlu’nun Milas’ta kurmayı düşündüğü 16 bin kişilik ‘kasaba’ya bilirkişiden itiraz geldi. Mahkemenin tayin ettiği bilirkişi, söz konusu proje gerçekleştiği taktirde Tuzla Sulak Alanı’nın yok olacağına dikkat çekerek, “ÇED olumlu kararı”na karşı çıktı.

Ağaoğlu’nun Milas’ın Mandalya Körfezi kıyısında inşa etmeyi planladığı devasa kasaba projesi kamuoyunda tepki çekiyor. Zaten betona boğulmuş Bodrum-Milas ortasına kondurulacak böylesine büyük bir projenin, en başta yetersiz olan su kaynaklarını tüketeceği belirtiliyor. Özellikle Tuzla Sulak Alanı gibi özenle korunması gereken bir yer için Ağaoğlu’nun kasabası ölüm demek.

Ağaoğlu bu projede yalnız değil. Bölgedeki arazileri parça parça toplayan asıl isim Besim Tibuk. 15 yıl önce Ağaoğlu ile ortak bir proje geliştirdiler. Ama hayata geçirmeleri için pek çok yasanın, düzenlemenin adım adım değişmesini beklediler. Ve nihayet Ağaoğlu’nun Akdeniz İnşaat’ı geçen yılın Mayıs ayında nihai ÇED raporunu Çevre, İklim ve Şehircilik Bakanlığı’na sundu. Bakanlık da jet hızıyla projeye “ÇED olumlu kararı” verdi.

16 BİN KİŞİ, YÜZLERCE KONUT

Proje ile 9 milyon 700 bin metrekare büyüklüğündeki bir alanın 4 milyon 454 bin 395 metrekaresi yapılaşmaya açılıyor. 25 ayrı bölümden oluşan 3 bin 683 konut, 230 odalı golf oteli, 505 odalı spa oteli, 255 odalı apart ve 510 odalı bir grand oteli kapsayan projede ayrıca 6 adet günübirlik tesis, 1 adet golf sahası, 6 adet ticaret merkezi, otoparklar, yüzme havuzları, su oyunları alanları, AVM, spor salonları, okul ve sağlık birimleri gibi onlarca bina, tesis bina edilecek. Ayrıca 8 yapay göl de bulunuyor. Burada en az 16 bin kişinin yaşaması planlanıyor.

Proje alanında arkeolojik SİT alanları var. En önemli konu ise hemen bitişiğindeki dünyanın sayılı sulak alanlarından, Tuzla Sulak Alanı’nın olması. Burası Bargilya antik yerleşim birimiyle beraber özellikle kuş türlerine ev sahipliği yapıyor. Nitekim 2001 yılında IBA (Important Bird Area) tarafından tavizsiz korunması gereken kuş bölgesi ilan edildi. 2004’te Ulusal Sulak Alan Komisyonu, koruma kapsamına aldı.

197 kuş türü bulunuyor. 52 tanesi sadece burada ürüyor. 37 tür göç ve kış döneminde görülüyor. 2 tür yaz göçmeni, 11 tür ise ilkbahar ve sonbaharda geçiş yapıyor. Toplam 146 tür, Bern Sözleşmesi kapsamında koruma altında. Dünyada soyu tükenen Tepeli Pelikanın da yuvası.

Bahadır Özgür / BİRGÜN


Hruşçov Stalin’e neden saldırdı? - Kemal Okuyan / SOL-Gelenek

 


TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, Stalin’e dair yalan ve çarpıtmalara kanıt olarak gösterilen Hruşçov’un 1956 tarihli konuşmasını International Communist Review için değerlendirdi.

TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, Sovyet lideri Stalin’e dair bugün de dile  getirilen yalan ve çarpıtmalara kanıt olarak gösterilen Hruşçov’un 1956 tarihli ünlü konuşmasını International Communist Review dergisi için değerlendirdi. Nikita Hruşçov Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin 20. Kongresi’nin gizli oturumunda sansasyonel bir konuşma yaparak Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne 1922-1953 yılları arasında liderlik eden ve geçtiğimiz 5 Mart’ta 69. ölüm yıldönümünde anılan Stalin’i karalamış ve hem Sovyetler Birliği’ni hem de dünya komünist hareketini derin bir krize sokmuştu.

Hruşçov’un XX. Kongre konuşması

25 Şubat 1956’da Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin XX. Kongresi toplandı. Kongreler gerçek komünist partilerin tarihinde her zaman önemli dönemeçler olmuştur, XX. Kongre ise Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin komünist karakterine vurulan tarihsel bir darbe olduğu için önem kazandı. Kuşkusuz Sovyetler Birliği bu kongre ile sosyalist karakterini yitirmedi. Ancak onu çözülüşe (1991) götüren süreç söz konusu olduğunda XX. Kongre’nin özel olarak incelenmesi gerektiğini söyleyebiliriz. Bunu söylerken, Sovyetler Birliği’nde bütün sorunların 1956’da ya da Stalin’in ölümüyle (1953) başladığını ileri sürecek değiliz. Bu metafizik yaklaşım her şeyden önce parti önderliğinde Yosif Visaryanoviç Stalin’in ölümüyle derhal su üstüne çıkan derin krizi açıklamaya yetmemektedir. Stalin’in sosyalist kuruluş sürecinde, işçi iktidarının güçlendirilmesinde ve faşizme karşı savaştaki eşsiz rolü hiçbir biçimde tartışılamaz. Ancak Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin Stalin’in ölümüyle birlikte içine düştüğü acizliğin kaynaklarının 1953 öncesinde aranması gerektiği de açık.

Bu yazı, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin neden bir önderlik krizine girdiği sorusuna yanıt aramak yerine XX. Kongre’de SBKP MK Birinci Sekreteri Nikita Hruşçov’un kapalı oturumda yapmış olduğu konuşmanın dünya komünist hareketi ve Sovyetler Birliği’ne olan etkisine odaklanacak. Hiç tereddüt etmeksizin “yıkıcı” olarak nitelendireceğimiz bu konuşma XX. Kongre’de belirginleşen stratejik doğrultu karşısındaki engelleri ortadan kaldırmak ya da paralize etmek için hazırlanmıştı.

Hruşçov amacına ulaştı. Görevden alındığı 1964 yılında Sovyetler Birliği Komünist Partisi XX. Kongre’de olup bitenleri sağlıklı bir biçimde tartışabilme yeteneğini yitiren, en iyimser ifadeyle durgunluğa mahkum olan bir parti haline gelmişti. Resmi Sovyet tarih yazımında konu “kişilik kültü” kavramı ile geçiştirilmeye, ülke ve partiye yıllarca önderlik eden Stalin’in adı sadece bu kavram ile anılmaya başlanmıştı. Garbaçov ve beraberindeki karşı devrimci ekibin yönetimi ele geçirmesi ile birlikte konu daha ayrıntısıyla tartışılmaya başlandı ama bu kez Hruşçov’u mumla aratacak bir anti-komünist histeriyle…

Peki bu konuşma gerçekten bu kadar önemli, bu kadar etkili miydi? Hruşçov bugün emperyalist medyada 1960 yılında BM Genel Kurulu’nda Filipinler temsilcisini ayakkabısını masaya vurarak protesto etmesinin yanında XX. Kongre’deki konuşması ile yer alıyor. Daha ayrıntılı analizlerde, işini yarım bırakan reformist olarak değerlendiriliyor.

Evet Hruşçov Sovyetler Birliği’ni yıkılışa götürmedi, hatta onun döneminde Sovyetler Birliği bazı alanlarda ciddi atılımlar yaptı ancak 1956 yılından itibaren Sovyetler Birliği’nin uluslararası alanda yürümekte olan sınıf mücadelesinde radikal bir biçimde güç yitirdiyse bunda Hruşçov’un o uğursuz konuşmasının önemli bir rolü var.

Oysa rapor niteliğindeki konuşmanın içeriği son derece zayıf. Yalan, çarpıtma ve itfiralarla dolu, eklektik ve tutarsız bu konuşmaya Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin Kongre delegelerinin isyan etmemesi, öncesi bir yana, 1953-56 yılları arasında partide nasıl ciddi bir tıkanmanın yaşandığının göstergesi.

Öte yandan, Hruşçov’un konuşmasına itiraz edilmemesinin ve konuşmanın etkili olmasının da tek koşulu yalan üzerine kurulmasıydı! Hruşçov’un ideolojik-siyasal yeteneklerinin Stalin dönemi ile hesaplaşmaya yetmeyeceği ortadaydı, ayrıca kendi meşruiyetini de zedeleyecek bir süreci başlatması saçma olurdu. Tek yapması gereken, zaten kafası karışmış olan delegelerde şok yaratmaktı. Bir mahalle kahvesinde dedikodu yaparcasına, ardı ardına yalanları sıraladı ve o ana kadar birçok sınavdan başarıyla geçen Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin bolşevik gelenekle bağları neredeyse tamamen koptu.

Burada amaç neydi?

Grover Furr başta olmak üzere bazı tarihçiler Hruşçov’un 1936-1938 yılları arasındaki kanlı tasfiyelerdeki kendi rolünü gizlemek için sorumluluğu Stalin ve Beriya’ya yıktığını ve gerçekleri tahrif ettiğini haklı olarak ileri sürmekteler. Son yıllarda ortaya çıkan birçok belge bu iddiayı destekliyor. Ancak XX. Kongre’de olanların merkezinde bu tür bir kişisel kurtuluş çabasının çok ötesine geçen unsurlar var. Nitekim söz konusu tarihçiler de bunu vurguluyor.

Hruşçov’un XX. Kongre’nin kapalı oturumunda okuduğu raporu hazırlarkenki amacını anlamak için konuşmanın sonuçlarını incelemek gerekir:

Emperyalizm açısından

Hruşçov’un konuşması kısa sürede emperyalist dünyada yankı bulmuş ve birçok açıdan olumlanmıştır. Batı, “yıllardır komünizm hakkında söylediklerimiz bizzat SBKP Birinci Sekreteri tarafından doğrulandı” deme fırsatını ele geçirmiştir. Daha açık bir ifadeyle, anti-komünizm kendi olanaklarıyla asla elde edemeyeceği bir başarı elde etmiş ve komünizmi kriminal bir olgu olarak göstermek konusunda bir avantaj yakalamıştır.

Hruşçov raporu, Sovyetler Birliği’nin Soğuk Savaş denen emperyalist saldırganlık karşısında geri adım atacağının en önemli kanıtlarından birisi olmuştur. Barış içinde bir arada yaşama politikasının Lenin’in çizdiği çerçevenin tamamen dışında bir bağlama çekilmesi XX. Kongre’de belirginleşen bir sapmadır ve daha sonraki döneme damgasını vurmuştur. Bununla birlikte “Stalin döneminde işlenen suçların” sıralalandığı kapalı oturum konuşması başka açılardan da Sovyet yönetiminin teslimiyetçi bir çizgiye yöneldiğinin kanıtı olarak görülmüştür. Hruşçov tersini iddia etse de, destalinizasyon Sovyetler Birliği’nin sosyalist kuruluş sürecindeki bütün kazanımlarına gölge düşürmüş, bu anlamda Sovyetler Birliği’nin meşruiyetini sarsmıştır. Bugün burjuva Rus iktidarı bile ideolojik ve sınıfsal düşmanı Sovyetler Birliği’nin meşruiyetine bu ölçüde zarar vermeyi göze alamamaktadır.

Hruşçov’un Stalin’i İkinci Dünya Savaşı boyunca beceriksiz, kimseyi dinlemeyen ve SSCB’nin maddi kayıplarının baş sorumlusu olarak göstermesi, yalnızca Sovyetler Birliği’nin itibarını sarsmamış, faşizm ve savaşla ilgili olarak emperyalist kampın suçlarının üzerine bir sis perdesi olarak çökmüştür. Soğuk Savaş’ın Hitler ile Stalin’i ve faşizmle komünizmi bir tutma propagandası Hruşçov’un konuşmasıyla ne yazık ki daha ikna edici hale gelmiştir.

Hruşçov’un kapalı oturumda yaptığı konuşmanın anında emperyalist merkezlere ulaşacağını bildiği açık. Hatta kimilerinin ileri sürdüğü gibi bu konuşmanın Sovyet yönetimince sızdırılmış olması da ihtimal dahilinde. Ancak batılı ülkeler konuşmayla ilgili duydukları sevinci gizlememekle birlikte Soğuk Savaş’ın şiddetini düşürmek için en küçük bir çaba göstermediler. Tersine Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkelerin zayıf bölgelerine dönük saldırganlıklarını artırdılar.

Dünya komünist hareketi açısından

Üçüncü Enternasyonal döneminde uluslararası komünist harekette ve tek tek Komintern üyesi partilerin içinde farklı eğilimler olduğu bir sır değil. Ancak Enternasyonal’in sonlandığı 1943 sonrasında Kominform dönemi dahil olmak üzere 1956 yılına kadar dünya komünist hareketi Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin otoritesinin yardımıyla bütünlüğünü korumayı becerdi. Bu otorite zaman zaman kimi partileri kişiliksizleştirse bile son tahlilde dünya komünist hareketi etkili ve birleşik bir güç olmayı becerdi. Yugoslavya örneği sayılmazsa, komünist partileri aynı ailenin parçası oldukları bilinciyle hareket etti. 1956’da Hruşçov’un konuşması bu aileyi dağıtıcı bir etki yarattı. Çin’in sosyalist kamptan kopuşu temelde Hruşçov’a bağlanamasa bile, SBKP liderliğinin tutarsızlığı bu kopuşu hem kolaylaştırdı hem sertleştirdi. Birçok komünist partisi bölündü.

Avrokomünizmin Hruşçov’un politikalarının sonucu olduğunu söylemek elbette haksızlık olur. Zaten kavramsal olarak daha sonraki yıllarda formüle edilen Avrokomünizmin köklerinin İkinci Enternasyonal’de bulunduğunu, Komintern döneminde de birçok partide benzer eğilimlerin gözlemlenebildiğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla Avrupa İşçi Hareketi’nde Avro Komünizm adlandırmadan bağımsız bir biçimde kesintisiz bir olgudur. Öte yandan Komintern dönemi başlangıcından itibaren bu eğilimlerle mücadele dönemidir. Dikkatle bakıldığında Üçüncü Enternasyonal’in kuruluş sürecinde reformist unsurların “komünizm”e sızması konusu defalarca gündeme gelmiş bu nedenle Komünist Enternasyonal’e katılım koşulları alabildiğine sert tutulmuştur. Sonrasında da “tek ülkede sosyalizmin savunulması” politikasının kaçınılmaz risklerini bertaraf etmek için Avrupalı komünist partilerin içindeki reformistlerin ayıklanması için zaman zaman müdahalelerde bulunulmuştur. Kuşkusuz bu müdahalelerin Almanya’da faşizmin iktidara gelmesiyle birlikte etkisi azalmış olsa da 1919-1943 arasında SBKP ve Komintern’in Avrupa’da partilerin sağa kaymasını sınırlandıran bir rolü olduğu ortadadır. Oysa Hruşçov’un konuşması zaten Sovyetler Birliği’nin otoritesinden çok da hoşnut olmayan Avrupalı Marksistleri rahatlatmış, “biz Ruslar gibi yapmayacağız” demeyi yaratıcılık sanan kimi unsurlar komünist partilerin içinde meşruluk kazanmıştır.

Yukarıda anlatılanın ötesinde, Hruşçov’un konuşması bir başka nedenle daha yıkıcı olmuştur. Dünya komünist hareketinin tarihinde çok sert iç mücadeleler, tartışmalar, yol ayrılıkları ve tasfiyeler var. Bununla birlikte, Komintern geleneği bir biçimde devrimci kültürü baskın kılmış, insanlar komünizm idealine bağlı kalmış ve faşizme karşı ölümcül mücadelede siyasi, askeri, ideolojik, kültürel olduğu kadar ahlaki bir davayı da kazanmışlardır. Hruşçov bütün bu mirasın orta yerine kuşku tohumları serpiştirmiştir. Eğer gerçeklerden hareket edilse bunun hiçbir sakıncası olmazdı. Ancak Hruşçov baştan aşağıya yalanlarla doldurulmuş konuşmasıyla, komünistlerin kendilerine olan güvenlerini sarsmış, dünya komünist hareketinde ikiyüzlülüğün, hesapçılığın, ortalamacılığın önünü açmıştır.

Burada “yalan”ın bir başka anlamı daha olduğunu söylemek gerekir. Komünistler hata yapabilir, bazen de gerçeğin tüm unsurlarına dile getirmezler. Ancak komünistler partiye, halka ve insanlığa yalan söylemezler. SBKP Birinci Sekreteri’nin ucuz yalanlara sarılması, bizim geleneğimizde ağır bir kırılma noktasıdır. Nitekim Hruşçov burada durmamış, Küba krizinde dünyanın gözünün içine baka baka yalan söylemiş ve söyletmiş, üstüne Kübalı devrimcilere de deyim yerindeyse kazık atmıştır. Hruşçov zaman zaman uluslararası alanda sosyalizmin çıkarlarını savunan tavırlar sergilese de, bir bütün olarak dünya komünist hareketine büyük zararlar vermiştir.

Birçok partide Hruşçov’un konuşmasını anlamsız, yanlış ve tehlikeli bulan komünist kadroların etkisizleştirilip tasfiye edilmesi dünya komünist hareketinin aldığı bir başka darbedir. Hem sosyalist hem de kapitalist ülkelerde çok sayıda komünistin SSCB’nin ağırlığı kullanılarak siyasi mücadelenin dışına düşmesi, olağan koşullarda herhangi bir komünist partide sorumlu mevkilerde bulunması olanaksız olan Hruşçov’un verdiği bir başka zarardır.

Hruşçov’un konuşması, “Stalin kültü” eleştirisini bahane ederek partiyi, dünya komünist hareketini ve SSCB’yi Stalin’den arındırma çağrısıdır. Ancak burada sözü edilen kişi, tam 30 yıl boyunca sosyalist kuruluş sürecinde birinci dereceden sorumluluk üstlenen bir büyük liderdir. Bu liderin Sovyet tarihinde yok sayılması, dünya komünist hareketinde de bir tabuya dönüşmüş ve ortak tarihimizde Stalin’le ilgili her tür değerlendirme ve tartışma neredeyse yasaklanmıştır. Bu akılsızlığın Sovyetler Birliği ile ilgili kısmını az sonra ele alacağız. Ancak dünya komünist hareketinin  kendi tarihinin belki de en kritik evrelerine karartma uygulamaya kalkmasının ağır sonuçları olmuş, 1924-1953 arasındaki döneme ilişkin anti-komünistlerin, yeni solcuların çarpıtma ve yalanları tamamen yanıtsız bırakılmıştır. Stalin’i yok sayarak Sovyetler Birliği’nin savunulamayacağı, Hruşçov sonrasında da sürdürülen bu akılsızlığın burjuva ideolojisi karşısında etkisiz kaldığı uzun dönem boyunca da gözlenmiştir. Bugünkü burjuva Rusya’nın yöneticileri bile, bu akılsızlığı tekrar etmemekte, bir yandan sosyalizmin etkisini kırmak için her fırsatı değerlendirirken, bir yandan da Stalin döneminin uluslarararsı alanda gayrı-meşru ilan edilmesinin kendileri için de ne anlama geleceğini bildiklerinden bazı başlıklarda daha özenli davranmaktadırlar.

Sovyetler Birliği açısından

Sovyetler Birliği halkı Stalin öldüğünde zorlu badireleri aşmış, özgüven kazanmış durumdaydı. Stalin’in ölümünün toplumda bir kaygı yaratmış olması bu özgüvenin ortadan kalkması anlamına gelmiyordu. 1953’le birlikte SBKP önderliğinin verdiği zayıf görüntünün ardından gelen 1956 konuşması Sovyet halkında ağır bir travma yarattı. Partiye, Sovyet kurumlarına ve en önemlisi kendine inancı sarsılanbir toplumun sosyalizmin kuruluş sürecinde enerjik olmayacağı, atıllaşacağı, en önemlisi mücadeleci karakterini yitireceği ortadaydı. Hruşçov’un tam da buna gereksinimi vardı: Kişiliksizleşen bir toplum.

Hruşçov’un konuşması Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin üst düzey yönetiminin ikiyüzlü insanlarla dolu olduğunun ilanıydı. XX. Kongre konuşmasına itiraz edenler oldu ama başta Hruşçov olmak üzere, birçok kongre delegesi, Stalin hayattayken tamamen farklı düşünceler dile getirmişlerdi. Dahası sonradan eleştirdikleri uygulamaların doğrudan savunucusu ve uygulayıcısı durumundaydılar. Koskoca parti XX. Kongre ile birlikte kendisini saray entrikalarının, dedikoduların egemen olduğu bir dünyanın içine yerleştirdi.

Hruşçov’un konuşması, ideolojik ve siyasal bir dilin yerine sığ ve çirkin bir dilin egemen olduğunu gösteriyordu. Partinin en önemli organı olan Kongre’de sarhoş masasında rastlanabilecek türden bir konuşma yapılması, SBKP Kongrelerinin bütün ağırlığını ortadan kaldırdı. Hruşçov’un görevden alınmasıyla birlikte bu ciddiyetsizliğe son verildi ama bu kez kongreler cansız, ideolojik ve siyasal açıdan donuk sembolik bir platforma dönüştü.

Hruşçov’un konuşması ile “suçlu” ilan edilen Stalin’in Sovyet tarihindeki rolü görmezden geldindiği andan itibaren özellikle yeni yaş kuşakları sosyalist kuruluş sürecine yabancılaştı. Stalinli yıllar Sovyet halkı mücadeleyi öğrenmiş, bu mücadeleler içinde pişen bir işçi sınıfı ortaya çıkmıştı. Hruşçov’un konuşmasının Sovyet halkını tarihsel referanslarından arındırması hiç şaşırtıcı değil. Kuşkusuz Stalin’e dönük saygı ve sevgi toplumun geniş bir kesiminde yaşadı ancak daha çok bir söylence ve duygusal bağ olarak kendini hissetiren bu sahip çıkışın yetmeyeceği, dahası nostaljik bir yan taşıyacağı açıktı.

Hruşçov konuşmasında yer verdiği çarpıtma ve yalanları onaylamaları için çok sayıda sivil ve asker yöneticiye çeşitli yöntemlerle baskı yaptı. Bu dayatmalar sonucunda geçmişte sosyalizm mücadelesine değerli katkılar koyan birçok kişide deformasyon oluştu. Bunların bir bölümü daha sonra yaptıkları hataları kısmen düzeltse de, SBKP’de nabza göre şerbet vermek meşrulaştı. 1991 karşı devriminden sonra hızlı anti-komünist kesilen geçmişin Marksist-Leninist ideologlar örneğinde görülen düşük moral değerlere sahip kadroların önünü açan Hruşçov’un müdahalesiydi.

Hruşçov'un önünü ne açtı?

Bu yazıda Hruşçov döneminde partiyi ve dünya komünist hareketini ciddi şekillerde olumsuz etkileyen siyasi ve ideolojik hatalara hiç girmeden sadece Hruşçov’un XX. Kongre’de yapmış olduğu konuşmanın dolayımsız sonuçlarına değinildi. Amacımız, Hruşçov’un SBKP’nin devrimci değerlerine yapmış olduğu saldırının etkisini bir konuşma ile nasıl artırdığını, bu konuşma ile önündeki engelleri aşmayı nasıl becerdiğini göstermekti. Ancak bu noktada, Hruşçov’un saldırısı karşısında SBKP’yi savunmasız bırakan nedenlere de değinmekte yarar var.

Sovyetler Birliği Komünist Partisi İkinci Dünya Savaşı sırasında öncü kadrolarının önemli bir bölümünü kaybetti. Mücadeleci ve sosyalizm mücadelesine bağlı milyonlarca kişinin yaşamını yitirmesi, daha sonraki yıllarda telafi edilemeyecek bir boşluk yaratmış oldu. Bu boşluktan statükocu, kariyerist ve örtülü sosyalizm karşıtı unsurların yararlandığını ve parti hiyerarşisinde komünist olmayan birçok üyenin etkisinin arttırdığını biliyoruz.

Ancak parti kadrolarının ideolojik ve siyasal zaafiyeti, yalnızca 1941-45 arasındaki fiziki kırıma bağlanamaz. Parti ve ülke içinde sosyalizm düşmanlarına karşı mücadele zaman zaman kadrolaşma, parti içi tartışma ve eğitimin geri plana düşmesine neden olmuş, parti liderliği bu sorunu çözmeye zaman bulamadan İkinci Dünya Savaşı yılları gelmiştir. Stalin’in savaş sonrasında partideki siyasal, örgütsel ve ideolojik tıkanıklıkları aşmak için çaba harcadığı ancak bunun için gerekli kadro kaynaklarının yaratılamadığı görülmüştür.

Hruşçov’un girişimlerinden rahatsız olan Molotov, Kaganoviç gibi yöneticiler ise bütün devrimciliklerine ve birikimlerine rağmen parti içinde bir direncin ortaya çıkması için gerekli siyasal ve teorik tutarlılıktan yoksun olduklarını gösterdiler. Dahası, devrim öncesinde Bolşevik Parti’nin çok zor şartlarda verdiği mücadelelerden gelen bu ve benzer yöneticiler, Hruşçov’un manevraları karşısında çaresiz kalmış ve toplumda harekete geçebilecek devrimci bir enerjiyi sahipsiz bırakmışlardır.

Burada partinin ve devlet kurumlarının içinde uygun anı bekleyen karşı devrimci unsurları da hesaba katmak gerekir. Sosyalist kuruluş sürecinde mülksüzleştirilen kapitalist sınıfların uzantısı olan ve bir biçimde parti ya da Sovyet iktidarı içinde tutunmayı beceren riyakarların Hruşçov’un arkasında durduğu açıktır. Buna ek olarak sistemin kimi boşluklarından ya da bazı sektörlerde hâlâ varlığını sürdüren meta ekonomisinden nemalanan toplumsal kesimlerin objektif olarak Hruşçov’dan heyecanlandığı ortada. Üretkenliğini yitiren, statükocu ve mücadeleden bıkan yönetici kadroların varlığı da Hruşçov’a elbette yardımcı olmuştur. Partiye özellikle işçi sınıfının zayıf olduğu bölgelerde yerleşen ve sorumlu mevkilere gelen milliyetçi, dinci ve burjuva unsurlardan da Hruşçov akıllıca yararlanmıştır. Yine özellikle Moskova’da burjuva ideolojisinin etkisi altındaki akademisyen, sanatçı, yazar çevrelerinden Stalin’le hesaplaşma adı altında yürütülen kampanyaya büyük bir destek gelmiştir.

Hruşçov'un amacı

Tek bir cümle ile özetleyecek olursak Hruşçov Sovyetler Birliği Komünist Partisi’ni hem içeride hem dışarıda sosyalizmin zaferi için mücadele eden bir parti olmaktan çıkarmak istemiştir. Bir karşı devrimci değildir ama yıllar sonra gerçekleşen karşı devrimin önünü açmıştır.

Peki Hruşçov neden iç ve dış politikada statükocu bir yola girmiştir?

Hruşçov’un 1930’lu yıllardaki gerçek düşüncelerini bilmiyoruz. Ne var ki, 1953 yılı sonrasına baktığımızda, Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin kuruluşuna inançsız kadroların tipik davranışlarını sergilemektedir. Zorlu mücadelelerden kaçınan, yöneticilik ayrıcalıklarını benimseyen, teorik alanda ortalamacı ve dolayısıyla tembel bir yönetici kuşağın sosyalizmin kazanımlarının ve Sovyet emekçilerinin muazzam fedakarlığının ürünü olan sanayileşmenin yarattığı prestijden yararlanarak sınıf mücadelesi alanından geri çekilldiği bir dönemin en kurnaz örneklerinden biridir Hruşçov.

“Komünist aşamaya geçiyoruz”, “emperyalizmle barış içinde bir rekabet politikasını benimsiyoruz” gibi büyük lafların arkasında sınıf mücadelesinde teslimiyetçi, devrimci iddialardan vazgeçen bir “lider” duruyordu.

Sovyet halklarına, partiye ve uluslararası komünist harekete bu teslimiyetçi tutumu kabul ettirebilmek için Hruşçov’un eşsiz bir travmaya gereksinimi vardı. Furr gibi tarihçilerin işaret ettiği gibi, bu ona aynı zamanda kendi geçmişinden de kurtulmak için bir fırsat sunacaktı. Ancak her durumda savaştan ve mücadeleden yorulan parti kadrolarını tamamen zayıf düşürmek için onların inanç sistemlerine büyük bir darbe vurmak gerekiyordu. Aslında hedefte Stalin değil, partinin özgüveniydi. yaptığı konuşma ile SBKP’yi kendine inanmayan bir partiye dönüştürdü. Bir yandan da emperyalistlere “kötü adamdan kurtulduk” mesajı vererek emperyalizmin kendi yönetimini rahat bırakacağını düşünecek kadar sığ birisiydi. Emperyalizm “beyaz bayrak” sallayan Hruşçov’a aldırmaksızın kendi açısından doğru olanı yaptı ve saldırmaya devam etti. Sovyetler Birliği ise XX. Kongre’nin yarattığı tahribatın etkisinden bir türlü kurtulamadı. 1980-85 arasında gözlenen kıpırdanmalar bir türlü gerekli enerjiyi toplayamadı ve çürüyen sosyalizmin bağrında kendisine giderek daha fazla alan açan burjuva unsurlar 1991 yılında öldürücü darbeyi vurdular.

İşte bu nedenle Hruşçov Sovyet tarihinde leke olarak duran figürlerden biridir. Onu partide en yüksek sorumluluğa getiren nedenlerse bir başka çalışmanın konusudur.

Kemal Okuyan / SOL-Gelenek

TARİHTE BUGÜN (7 MART)



1983    Zonguldak Kandilli Armutçuk'taki maden ocağında büyük bir grizu patlaması oldu. 103 Kişi öldü. Kaza Türk madencilik tarihinin en büyük faciası olarak tarihe geçti.

1990    Hürriyet gazetesi yönetim kurulu üyesi ve yazarı Çetin Emeç, İstanbul Suadiye'deki evinin önünde pusu kuran maskeli 2 kişinin silahlı saldırı sonucu öldürüldü. Bazı gazete bürolarına telefon eden kimliği belirsiz bir kişi saldırıyı "Türk İslam Komandoları" adına üstlendiklerini belirtti. "Çetin Emeç'i cezalandırdık. İslam düşmanlarına ders olsun " dedi. 6 yıl sonra 9 Mart1996'da Emeç'i vuran İslami Hareket Örgütü sorumlusu İrfan Çağırıcı İstanbul'da yakalandı.

1991    Son aylarda 9 kişinin gözaltında öldüğü açıklandı.

 1985    İstifaların ardı arkası kesilmeyen Milliyetçi Demokrasi Partisi'nden (MDP) beklenen büyük kopma gerçekleşti Çoğu eski parlamenter ve üçü kurucu üye olan 25 milletvekili istifa etti MDP Gemel Başkanı Turgut Sunalp'i "mecburi genel başkan" olarak niteleyen istifacılar, "Sağda barışçı, sosyal tarafı ağır basan bir partinin varlığı şarttır" dediler.

1993    İstanbul'da bir grup kadın savaşlarda kadına tecavüze ve devletin kadın bedeni üzerindeki denetimine dikkat çekmek için Beyoğlu'nda bir sokak sergisi açtı Aynı grup, İstiklal Caddesi'nde, devletin kadın bedeni üzerindeki denetimini simgeleyen ve ilgili yasal düzenlemeleri içeren ferman biçiminde bir bildiri dağıttı.

1992    İsrail Büyükelçiliği koruma amiri Ankara'da otomobiline konan uzaktan kumandalı bombanın patlaması sonucu öldü.

1988    DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit, daha önce aldığı başkanlıktan çekilme kararını parti kurultayında gerçekleştirdi ve görevinden ayrıldı.Bülent Ecevit partisinin kongresinde yaptığı konuşmada "Uzun siyasal yaşamımda en iddialı meydan okuyuşum, DSP genel başkanlığından ayrılmamdır" dedi Ecevit'in yerine genel başkanlığa Necdet Karababa seçildi.

1954    Petrol işletmeciliğini yabancı sermayeye açan Petrol Yasası Meclis'te kabul edildi.

1984    Ankara Sıkıyönetim Mahkemesi, kapatılan Milliyetçi Hareket Partisi 'nin (MHP)genel başkanı Alparslan Türkeş'in tahliyesini 23 kez reddetti.

1997    İstanbul DGM, Avrasya feribotunu kaçıran 9 kişiye 8 yıl10 ay 20'şer gün hapis cezası verdi.

1996    Düşünceye Özgürlük isimli ortak kitapta yer alan yazısında bölücülük yaptığı iddiasıyla yargılanan Yaşar Kemal,1 yıl 8 ay hapse mahkum edildi Ceza 5 yıl ertelendi.

1997    İskenderun Cezaevi'nden sol görüşlü 28 mahkum tünel kazarak kaçtı, firarilerden 8'i yakalandı.

1960    Vatan gazetesi başyazarı Ahmet Emin Yalman Pulliam davasından aldığı15 ay16 günlük hapis cezasını çekmek üzere cezaevine girdi Yalman 4 gün sonra hastaneye kaldırıldı.

1979    İstanbul'da Taksim Meydanı'na Sular İdaresi'nin bulunduğu yere cami yapılması için "Taksim Camii Şerifi ve Külliyesini yaptırma ve Yaşatma Derneği" kuruldu.

1963    Anayasa Mahkemesi, iş Kanunu'ndaki grev yasağını iptal etti.

1979    Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında petrol anlaşması imzalandı.

1950    Milletvekilleri adaylarının sayısı bütün tahminleri aştı, yalnız Elazığ'dan 600 kişi aday oldu.

1954    Basın ve radyo yoluyla işlenecek suçların kapsamının genişletilmesi ve cezaların arttırılması hakkındaki kanun tasarısı Mecliste görüşüldü Tasarı gazetecilere iddialarını ispat etme hakkı tanımıyor Muhalefetin ispat hakkının tanınmasına ilişkin önergesi TBMM'de reddedildi Muhalefet milletvekilleri bu kanun tasarının bazı gazetelerin DP aleyhine dönmesi nedeniyle hazırlandığını ileri sürdüler Başbakan Menderes bu iddiaları cevaplandırdı Gayelerinin iftira ve dedikoduları önlemek olduğunu söyledi İki gün sonra basın ve radyo yoluyla işlenecek suçlara ağır cezalar getiren bu yasa TBMM'de kabul edildi.

1959    Yargıtay "Nalıncı Keseri" başlıklı yazı nedeniyle Ulus gazetesi başyazarı Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve yazı işleri müdürü Ülkü Erman hakkında Ankara Toplu Basın Mahkemesi'nin verdiği mahkumiyet kararını bozdu.

1973    İsmail Beşikçi komünizm propagandasında 8 yıl hapse mahkum oldu.

1994    Moldova'da yapılan referandum sonucu halkın yüzde 90'ı Romanya'yla birleşmeyi reddetti.

1984    Kamuoyunda "faturalı yaşam" olarak bilinen "ücretlilere vergi iadesi" hakkındaki yasanın kapsamı bakanlar kurulu tarafından genişletildi Fazla mesai, prim ve transfer ücretleri de yasa kapsamına alındı.

1951    İran Başbakanı General Ali Razmara radikal dinci bir militan tarafından öldürüldü.

1989    Cumhurbaşkanı Evren'in başvurusu üzerine Anayasa Mahkemesi üniversitelerde dini inanç sebebiyle , boyun ve saçların örtü veya türbanla kapatılmasını serbest bırakan yasayı bire karşı 10 oyla iptal etti Türban yasağına karşı çeşitli gösteriler yapıldı.

1977    Pakistan'da seçimleri Zülfikar Ali Butto kazandı.

1958    Akis dergisi toplatıldı; derginin satışı sekiz saat sonra serbest bırakıldı.

1952    Dışişleri Bakanı Fuad Köprülü ve 222 arkadaşı, Anayasa'nın dilini yaşayan dile dönüştürmek için DP Meclis grubu adına bir önerge hazırlayarak Meclis'e sundular Önergede, değiştirilmesi gereken kelimeler arasında suç, bakanlar kurulu, devrim, ivedilik gibi kelimeler yer alıyordu.

1957    Ankara sokaklarında rock and roll: Gece sinemasından çıkan gençler Bulvarda rock and roll yapmaya başlayınca zabıta tarafından durduruldular.

1969    Golda Meir İsrail'in ilk kadın başbakanı oldu.

1986    "Kadınlara karşı her türlü ayrımcılığın önlenmesi" isteğini içeren 2861 imzalı dilekçe, TBMM Başkanlığı'na verildi.

1961    Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay yayımladığı mesajda şöyle dedi "Namlularını daima temiz ve süngülerini daima parlak tutan ordumuzun her türlü engelleri yok etme azmi ile bugünkü hedefi, demokrasiyi ulusuna teslim etmektir."

1925    İstiklal Mahkemesi üyeleri yapılan seçimlerle belirlendi Denizli Milletvekili Mazhar Müfit Bey (Kansu) mahkeme başkanlığına, Karesi Milletvekili Süreyya Bey (Özgeevren) savcılığa getirildi Urfa Milletvekili Ali Saip (Ursavaş) ve Kırşehir Milletvekili Lüfi Müfit beyler asil üyeliğe seçildi 13 Şubat1925'te başlayan Şeyh Sait Ayaklanması hükümeti sert önlemler almaya yöneltti 4 Mart'ta kabul edilen Takrir-i Sükun Kanunu yeni bir dönemin habercisiydi Aynı gün biri Ankara'da, öteki de ayaklanma bölgesinde görev yapmak üzere iki İstiklal Mahkemesi kuruldu Ayaklanma bölgesi için kurulan İstiklal Mahkemesi'ne verdiği idam cezalarını uygulama yetkisi de verildi.

1927    İstiklal Mahkemeleri'nin görevi sona erdi.

1984    Komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla Gölcük Sıkıyönetim Mahkemesi'nde yargılanan şair Arif Damar beraat etti.

1999    Amerikalı film yönetmeni Stanley Kubrick öldü.

2014    Ergenekon Davası kapsamında darbe teşebbüsünden müebbet hapis cezası alan ve 26 aydır cezaevinde olan Genelkurmay Eski Başkanı İlker Başbuğ tahliye edildi.

1981    Mustafa Santur, akademisyen, istanbul Teknik Üniversitesi (iTÜ) eski rektörü (DY-1905) vefat etti.

1942    Lucy Parsons, siyahlara karşı ayrımcılıkla savaşan, siyahi sendikacı (DY-1853) öldü.

1876    Alexander Graham Belltelefonun patentini aldı.

1911     Meksika Devrimi: 20. yüzyılın ilk büyük devrimi gerçekleşti.

1989    İranBirleşik Krallık ile diplomatik ilişkilerini kesti.

1917    Nick Larocca'nın ''Original Dixiland Jazz Band'' adlı orkestrası, ilk caz plağını New Jersey'deki Victor Co. plakçılık şirketi için doldurdu.

2001    Karikatürist Necmi Rıza Ayça 87 yaşında İstanbul'da öldü.

1986    İstanbul Kandilli Lisesi'nde çıkan yangında, okulun yatakhanesi olarak kullanılan Adile Sultan Sarayı tümüyle yandı Abdülaziz sarayı1876'da kızkardeşi Adile Sultan için yaptırmıştı.1916'da Kandilli Adile Sultan İnas Mekteb-i Sultanisi adıyla okula dönüştürülmüştü Daha sonra Kandilli Kız Lisesi adını aldı.